14 Nisan 2018 Cumartesi

Suriye’ye bakın…- L. DOĞAN TILIÇ

Geçen günkü yazısında, Guardian köşe yazarlarından Simon Jenkins, başlıktaki iki sözcüğün arkasını “ve dünya savaşlarına yol açmış olan bütün unsurları görebilirsiniz” diye getirmişti.

Kaç gündür dünya “Ne yapacağı kestirilemez” denilen bir adamın tweetleriyle hop oturup hop kalkıyor. Önce, “Hazır ol Rusya çünkü füzeler geliyor” diyen, daha o tweeti okuyacak kadar zaman geçmeden ikincisini sallayıp Rusya ile ilişkilerin kötü olmasına gerek olmadığına hükmederek “Birlikte çalışmalıyız. Silah yarışını bırakalım” diyen bir adam…

Ve onun ağzına bakan İngiltere, Fransa

2003’te Bush’la sidik yarışına girerek Irak’a saldıran “solcu” Tony Blair’in koltuğunda şimdi muhafazakâr May oturuyor. İktidarı bir çoğunluğa da dayanmayan May, kabinesinin tüm bakanlarını konuşturduğu bir toplantıdan, “Esad’ın Duma’daki kimyasal saldırısının cezasız kalmaması” kararını çıkarttı. O cezayı, Fransa ve ABD ile işbirliği içinde keseceklermiş!
Kanıtlar var, kanıtlar” diye bağıran Fransa’nın Macron’u da, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde Suriye’yi vuracak menzilde konuşlu  Cruise füzeleri yüklü uçaklarına yol vermek için sabırsızlanıyor.

Şu kanıtlar nelerdir? Dilinizden düşürmediğiniz kanıtları elinize alıp dünyaya da gösteremez misiniz? Hadi kimyasal silah izi buldunuz, onu Esad’ın kullandığı sonucuna nasıl vardınız? Tam da Duma’da kontrolü sağlamış ve oradaki son muhaliflerle de çekilmeleri konusunda anlaşmışken, Esad’ın kimyasal silah kullanmak için ne gibi bir gerekçesi olabilir? Neden uluslararası uzman kuruluşların araştırmalarını yapıp kanıtları toplamalarına zaman tanımıyorsunuz? Tut ki saldırıdan Esad sorumlu olsun, size ceza kesme yetkisini kim verdi? Ceza kesilecekse bunun uluslararası hukuk çerçevesinde olması gerekmez mi?

Emperyalist dünyanın gerçekleri karşısında bunlar naif sorular, biliyorum. Ama yine de yüksek sesle sorulması, dünya kamuoylarının gündemine taşınması gereken sorular.

Belli ki, şimdi savaş tamtamlarını çalan ABD, İngiltere ve Fransa’nın “sivil” liderleri dünya kamuoylarının “balık hafızalı” olmasına güveniyorlar. Irak işgali öncesi kanıt kanıt diye bağırmalarını, o “kanıtlara” dayanıp giriştikleri savaş sonucu milyonların ölümünü ve bugün hâlâ dünyanın o “kanıtların” yol açtığı savaşın acılarını çektiğini unuttuğumuzu varsaymasalar bu kadar cüretkâr olmazlardı!

Bu riyakâr ve cüretkâr “sivil” liderlere bakınca, dünyanın huzuru ve barışı adına sivillikten kuşku duymamak mümkün değil.

Trump’ın tweetleri peşine takılıp savaşa atlamaması için İngiltere’de May’i eski M16yöneticileri uyarıyor. ABD’de Trump’a “Yavaş ol, bak Cenevre süreci var savaşı sonlandırmak için” diyen Pentagon’un patronu Savunma Bakanı Mattis.

Onlar, şimdi Esad’a diye fırlatılacak füzelerin İran’a ve Rusya’ya da değebileceğini, savaşı yayabileceğini, bölgedeki en önemli müttefikleri İsrail’in güvenliği açısından da sorunlar çıkabileceğini öngörüyorlar.
İçeride sıkışmış liderler histerik dilleri ve tweetleri ile dünyayı geçmişte defalarca çekilen acıların batağına sürüklerken, şimdi halkların ve savaş karşıtlarının seslerini yükseltmeleri gerek.

Şimdi!

İş işten geçtikten sonra değil. Blair ve Bush’un Irak saldırganlığına karşı Londrasokaklarını dolduran 1,5 milyon insan bugün sesini yükseltse, Jeremy Corbyn İşçi Partisi’ni Blair’in günahlarından da arındırmak için harekete geçirse, Trump sadece tweet atmaya devam edebilir, füze değil!

Füzelerin bölgemizde ne diktatörlükleri devirebildiği, ne de demokrasi getirebildiği tecrübeyle sabit. Bölgeyi daha fazla kana bulayacak savaş hamleleri de en fazla Türkiye’nin canını yakacak.

Dünya savaşlarının dünyaya nelere mal olduğunu bilmek ve tarihten ders almak için onları yaşamış olmamız gerekmiyor.

Suriye’ye bakınca “dünya savaşlarına yol açmış olan bütün unsurları” görebiliyorsak, sadece ne yapacağı kestirilemeyen bir adamın tweetleriyle hop oturup hop kalkmakla kalmayıp, savaşa karşı ayağa kalkmamız gerek. 

Dünyanın her yerinde!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

“Korkunun” Yeni Sürümü: La Casa De Papel - Ayşenur Arslan

Bir yanım “boşver” diyor ama, söz konusu kişi neredeyse çeyrek yüzyıl bu ülkenin başkentini yönetmiş Melih Gökçek. Boşveremiyorum. Kaldı ki, tweetlerindeki görüşün iktidar cephesinde karşılığı olduğunu biliyorum.
Hangi görüş mü?

Bu yaz darbe olabilir.. Sonbaharda Geziciler ayaklanabilir.. Yılbaşına doğru iktidarın başına neler neler gelebilir..

Melih Gökçek, darbe senaryolarının son sürümünde, son günlerin çok konuşulan İspanyol dizisi La Casa De Papel’i “kanıt” gösteriyor. Dizinin Türkiye’deki seyirciler için çekilen tanıtımında (yine) subliminal mesajlar varmış. O mesajlar yine / yeni / yeniden darbeye çağrıymış.

Gökçek, sevgili Kaan Sezyum yazsa çok güleceğim gerekçeleri ciddi ciddi sıralamış. Sonunda da iyice coşmuş, dizi yapımcıları / yönetmenleri falan, artık kimi bulabilirsek, sorgulamamızı önermiş.

Ta Gabon’dan FETÖ’cü paketleyip getirttiklerine göre, bunu da yapabilirler.. De.. Merak ediyorum, dizi yapımcılarına, İtalya’da faşizme karşı direnişin sembolü olan “Ciao Bella” şarkısının “Gezicilerin marşı” olduğunu da itiraf ettirirler mi?

Olmaz olmaz demeyin. Melih Gökçek öyle zannediyor en azından. Öyle zannediyor ve dizide bu marşın söylendiği sahneye bakıp “Geziciler’in darbe sinyali” diyebiliyor.

Nerde Geziciler’de böyle bir güç, diyeceğim.. Ciddiye alırlar diye diyemiyorum.
Hakikaten nedir bu darbe senaryoları azizim? Son 15 yılda yeterince ekmeğini yemediniz mi bu korkunun? Ahaliyi korkuta korkuta.. Ergenekoncular.. Geziciler.. FETÖ’cüler diye diye.. Yalancı çobanın bile yüzünü kızarttınız. Yine de vazgeçmediniz.

• • •

Son günlerde sosyal medyada yeniden dolaşıma sokulan.. Bazılarının da “yeni” zannettiği bir yazı var.

LE Monde Türkiye muhabiri Guillaume Perrier, 2010 yılındaki referandum sonrasında bir Türkiye analizi yapmış. O sıralarda ne kadar liberal / liberal demokrat kalem varsa hepsinin inandığını.. Hatta AB’nin bile “sahi” zanne ttiğini kaleme almış.

Muhtemelen, memleketin liberal / liberal demokrat / yandaş kalemlerinin anlattıklarıyla vardığı sonucu şöyle anlatmış:
“Yaşam tarzı birbirinden kopuk, hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı hatta birbirine düşman iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü. Anadolu’da üretiyor, malını dış dünyaya satıyor.

Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
Dış dünyayla iş yapan, büyük burjuvazi ve entelektüel kesim ile bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.
Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında.
Ve bu ikinci grup; siyasetle, demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.”

Perrier, “ikinci grubun”, yani adını tam olarak böyle koymasa da “laik cephenin” demokrasi dışı bir çözüm peşinde olduğunu yazıyor. Yani iktidar / AKP karşıtları darbe yapabilir demeye getiriyor.

İktidarın kullanıp safra gibi attığı kalemleri hatırlayın. Benzer şeyler yazıyordu. Darbe paranoyası yayıyordu. Ergenekon / OdaTV / Balyoz kumpasları patlak verince de (elbette) hiçbiri şaşırmıyordu!!

• • •

Tarih, sadece 8-10 yılda bu senaryoyu çöpe attı.
Üstelik, tuhaf bir ironiyle!
Zira, Perrier’in “Türkiye analizi” şöyle bir öngörüyle bitiyordu:
“Peki, darbe olursa ne olur?
Türkiye’de darbe olursa Dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş yeni bir oluşumla karşılaşacak.
Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve İran’la ortaklık kurmak isteyecek.
Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Ama Rusya-Türkiye-İran bloku dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir.
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar. Eğer 3. Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.”

Ne diyordu Perrier ve analizinin kaynağı olan Türkiye’deki yandaş kalemler? Laik cephe AKP iktidarına darbe yapabilir ve bunun sonucunda Türkiye Batı’dan kopup Rusya - İran blokuna yanaşabilir.
Sonuçta ne oldu, biliyoruz.

İktidar önce laik / cumhuriyetçi / sol cepheyi tarumar etti. Ardından 15 Temmuz darbe girişimini bahane edip OHAL ile sivil darbe yaptı. Ve sürpriiiiiiiz! Rusya ve İran ile (bütün tarafların da dediği gibi) “tarihi bir yakınlaşma” yaşanmaya başladı.

Analizi tepetaklak olan Perrier ve fikirdaşları artık ortada yok tabii. Ama iktidarın eski / yeni destekçileri hala darbe masalları anlatıyor. Hala ahaliyi korkutarak oy devşirmeye çalışıyor.

Geçmişten farklı olarak, TSK’dan beklemiyorlar darbeyi.

Kimden mi bekliyorlar?

Erdoğan’ın, dolar 4 lira sınırını aşınca söylediği gibi şu malum dış mihraklardan..

Geziciler’den..

La Casa De Papel ekibinden..


Bir de muhtemelen BirGün kadrosu ve okurlarından!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

13 Nisan 2018 Cuma

Bir Şi Jinping portresi ve bir konuşma - KORKUT BORATAV

KEVIN RUDD'A GÖRE Şİ JİNPİNG
Kevin Rudd, 5 Mart 2018’de West Point’teki ABD Askerî Akademisi’nde “Şi Jinping’in liderliğinde Çin’in Yükselişini Anlamak” başlıklı bir konuşma yapmış. İlgilenenler konuşma metnine Sinocism China Newsletter’dan ulaşabilirler.

Kevin Rudd kimdir? 2007-2010 ve 2013’te Avustralya İşçi Partisi lideri olarak başbakanlık yapmış bir siyasetçidir. Sonrasında siyaseti terk etmiştir. Çince’yi (Mandarin’i) iyi bilen bir Çin uzmanı olarak Harvard ve Chicago üniversitelerinde görev almış; Asia Society enstitüsünün başkanlığına getirilmiştir.


Rudd, konuşmasına, Çin tarihine göz atarak başlıyor: 18’nci yüzyıl sonunda bu ülke, yükselişinin zirve noktasındadır. Dünya nüfusunun yüzde 30’u, dünya ekonomisinin üçte biri Çin’dedir. Sonra, Batı’nın, Japonya’nın emperyalist saldırılarını içeren yüzyıllık ulusal onursuzluk dönemi gelir. 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ise, ülke tarihine yepyeni, onurlu bir sayfa açacaktır.

Kevin Rudd, Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri Şi Jinping’i tanıtmak için Çin tarihine başvuruyor; çünkü Şi, ÇKP’nin “yeniden gençleşmeyi tarihsel misyon ve ulusal bir hedef olarak üstlendiğini” vurgulamıştır. “Yeniden gençleşme”, Çin’in dünyadaki konumunu tekrar zirveye yükseltmek anlamına gelmektedir. Kevin Rudd, bu milliyetçi özlemin, Şi Jinping’in düşüncesine ve siyasetine damgasını vurduğunu hatırlatıyor. Ancak, bir vurgulama daha yapıyor: Çin lideri, bu ulusal hedefe, ancak Marksist Leninist bir partinin öncülüğünde gidileceğini düşünmektedir ve bu özelliğiyle Batı dünyasını tedirgin etmektedir.

Rudd, ÇKP içinde 1990’lı yılların sonunda ülkenin geleceği üzerinde yapılan yoğun bir tartışmaya referans veriyor: Tartışma sonunda ÇKP’nin çok partili bir siyasî rejim içinde sosyal-demokrat bir partiye dönüşme seçeneği, SSCB ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerden ders alınarak açıkça reddedilmiştir ve 1949’da belirlenen ÇKP’nin öncü rolü kesinleşmiştir.

Kevin Rudd, 2013’te ÇKP liderliğine gelen Şi Jinping’in Parti ve ülke yönetimine üç doğrultuda değişiklikler getirdiğini belirliyor.

İlk olarak, Şi’nin diyalektik maddeciliği benimsemiş bir Marksist-Leninist olduğunu vurguluyor. 2013 ve 2015’te Politbüro’da diyalektik ve tarihsel maddecilik üzerinde iki kapsamlı semineri, ÇKP’nin yeni Genel Sekreteri olarak bizzat yönetmiştir. Rudd’a göre, “bir diyalektikçi olarak Şi, Çin’deki neo-liberal dönüşümün yarattığı ekonomik güçlerin zaman içinde ÇKP iktidarını tehdit edeceğini algılamıştır.” Batı çevrelerinde bu ekonomik etkenlerin Çin’i çok partili bir demokrasiye dönüştüreceği beklentisi, Şi tarafından kesinlikle önlenmesi gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Ve bu tehdir, Marksist-Leninist doktrine bağlı bir ÇKP tarafından önlenecektir.

İkinci değişim, bu algılamanın sonucudur: Çin toplumunun yönetiminde son yıllarda adım adım hükümet kurumlarına geçmekte olan rol, yeni baştan ve her aşamada ÇKP tarafından üstlenilecektir. Öyle ki, artık, özel sektörün, hatta bazı dev yabancı şirketlerin yönetimine, işyerlerindeki ÇKP temsilcileri katılmaya başlamıştır.

Son olarak, SSCB Komünist Partisi’nin hazin sonu ayrıntılı olarak incelenmiş; ders alınmış ve Parti-içi yozlaşmaya son vermeyi hedefleyen kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele kampanyası başlatılmıştır. 2013’ten beri sürdürülen bu kampanya, bu yıl yeni bir anayasal kurumlaşmanın da katkısıyla devlet ve ÇKP hayatının kalıcı bir öğesi olmaktadır. Rudd’a göre bu kampanya sayesinde üst-düzey Parti yönetimi tamamen Şi’nin güvendiği kadrolara geçmiştir.

Rudd, ABD’li kurmay adaylarına hitap eden konuşmasına şu sözlerle son veriyor: “Çin’in gerçeği budur ve bu olguyu anlayacak yeni kuşak liderlere gereksinimiz vardır. Bu iki büyük ulus arasında barışı, istikrarı koruyacak; savaş musibetini önleyecek; işbirliğini sağlayacak yolları bulmalıyız.”

ABD İLE TİCARET SAVAŞI MÜZAKERESİ Mİ?
10 Nisan 2018’de Şi Jinping, Hainan adasındaki Boao Asya Forumu’nda bir konuşma yaptı.
Konuşmanın iki örtülü muhatabı vardı. Birincisi, Çin’e ticaret savaşı açan ABD Başkanı Trump; ikincisi ise, kapitalist dünya sisteminin “âkil çevreleri”… Bu ikinci grupta kimler var? Listeyi oluşturma çabasını bu yazının okurlarına devrediyorum. Trump’ın küreselleşme karşıtı çizgisine ve bu bağlamda yer alan ticaret savaşlarına karşı çıkan ABD’nin güçlü sermaye gruplarının ve temsilcilerinin bu grupta yer aldığını herhalde dikkate alırlar.
Şi’nin konuşmasının Trump’a hitap eden öğeleri, “uzlaşma arayan bir müzakere platformu” özelliği taşıyor ve ABD Başkanı’nın Çin’den taleplerine ilişkin vaatler içeriyor.
Sıralayalım:
- Fikrî mülkiyet haklarının korunmasını güçlendirmek.
- Otomobillere uygulanan gümrük tarifelerini anlamlı boyutta indirmek; başka ürünlerde de tarife indirimleri başlatmak.
- Otomobil, gemi ve uçak sektörlerinde yabancı hissedarlık sınırlarını azaltmak, hatta yüzde yüz yabancı mülkiyetine imkân tanımak.
- DTÖ’nün devlet ihaleleriyle ilgili sözleşmesine katılmak.
- İthalatı artırmak ve cari işlem hesabının dengeye yaklaşmasına çaba göstermek. 
Bu “ödünler listesi”ne, Batı’dan talepler refakat etmektedir: Çinlilere ait fikrî mülkiyet haklarının da korunmasını sağlayınız; Çin’in yüksek teknolojili ithalatını kısıtlama uygulamalarına ve Çin yatırımcılarının ülke dışında yüksek teknolojili şirketleri satın alma girişimlerinin “güvenlik gerekçesi” engellenmesine son veriniz.
Bence, iki sonuç çıkıyor: Birincisi, Şi, ABD’nin taleplerinı müzakere etmeye hazırdır ve “vereceklerinin asgari listesini” peşinen açıklamıştır.
İkincisi, Çin’in gelişkinlik düzeyi, belli bir özgüven getirmiştir ve bu ima edilmektedir: Korumacılıkla ticaret açığınızı yok edemezsiniz; zira rekabet gücü açısından sizden üstünüz. Dahası, yenilikler (“innovation”) ve teknoloji açısından da sizden geri değiliz; yıllık patent sayısında ABD’yi dahi geçmiş durumdayız; fikrî mülkiyet haklarında bize de serbestlik talep ediyoruz…

KÜRESELLEŞMENİN SAHİBİ ÇİN'DİR...
Şi’nin konuşmasının diğer muhatabı olan “kapitalist dünya sisteminin âkil çevreleri”ne öncelikle şu mesaj aktarılıyor: Son kırk yılda küresel büyümenin yüzde 70’ini Çin gerçekleştirdi. Artık tüm dünyayı etkileyecek büyüklükte ve güçteyiz. Ancak, bu konumumuzu, çatışmaları, karşıtlıkları besleyerek kullanmıyoruz; ortak çıkarlarımızı gözeten işbirlikleri arıyoruz.

Boao konuşması, örtülü olarak Trump’ı hedefliyor; böylelikle de tüm korumacı, “kapanmacı” eğilimlere karşı çıkıyor.
Şi’nin sözleriyle sürdürelim:İnsanlık açılma ile tecrit (yalıtım) arasında, ilerleme ile geriye dönme arasında bir tercih yapma durumundadır. Kazançlı-kayıplı karşıtlıklarına dayanmayan; herkesin kazançlı çıkacağı, daha fazla açılmayı, işbirliğini içeren; tek-düzelilik aramayan; birbirimize saygıyla, eşitler olarak davranacağımız bir dünyayı istemeliyiz. Küresel eğilim, gelişme, işbirliği ve barış doğrultusundadır. Bunları reddedenler tarihin çöplüğüne mahkûm olacaktır.

Bu söylem, Şubat 2017’de Şi Jinping’in Davos ve Cenevre’de yaptığı; özünde Trump’ı hedef alan ve “artık küreselleşmenin sahibi, ABD değil, Çin’dir” mesajını içeren iki konuşma ile aynı doğrultudadır.

EMPERYALİZM VE KAPİTALİZM NEREDE?
Kevin Rudd’a göre Şi Jinping, ÇKP içinde Marksist-Leninist çizgiyi güçlendiren liderdir. Ne var ki, Şi’nin yukarıda aktardığım “küreselleşmeci söylemi”, Marksizm-Leninizm’in emperyalizm çözümlemelerinin ve Mao’nun Üç Dünya Kuramı’nın dışındadır; hatta karşıtıdır.

Bir “uyum” arayacaksak, olsa olsa, Mao’nun benimsediği Bandung doktrininin izlerine bakabiliriz: Şi de uluslararası ilişkilerde tedüzeliliği reddetmektedir; ulusal hükümranlıklara saygılıdır; Çin’in hegemonya aramadığını vurgulamaktadır. Ama, bugünkü emperyalizmin sömürücü, tahripkâr ve saldırgan özelliklerinin açıktan eleştirisi nerededir? Çin emperyalist sistemin kumanda merkezine kapitalist bir ülke olarak ulaştığında, bugünkü ABD’nin rolünü paylaşacak mıdır? Devralacak mıdır? 

Öngöremeyiz.

Kevin Rudd konuşmasının bir bölümünde Şi Jinping’in “kaynak tahsisinde piyasanın egemenliğini, özel sektörün artan ağırlığını” hedeflediğini belirliyor. Bu hedeflerle ile Marksizm-Leninizm arasında uyum var mıdır? Bir uyum arayacaksak, olsa olsa, Şi’nin “yüzyılın ortasında modern sosyalist bir toplum kurma” hedefini ortaya atmasında bulabiliriz. Peki, “modern bir sosyalist toplum”a ulaşılırken bugün gelişmekte olan kapitalizm nasıl aşılacaktır?

Belki de Şi Jinping tarihsel maddeci düşüncenin temel bir önermesine dayanmaktadır: Gelişmelerinin belli bir safhasında maddi üretim güçleri, mevcut üretim ilişkileriyle (yani kapitalizmle) çatıştığında, toplumsal bir devrim kaçınılmaz olur. Önümüzdeki yıllar boyunca Çin’in teknolojik atılımlarına büyük öncelik veren Şi Jinping, belki de bu gelişimin kapitalizm ile uyumlu olamayacağı bir dönüm noktasına 2049’da ulaşılacağını öngörmektedir. ÇKP de, o tarihte “Çin’e özgü sosyalizme kendiliğinden ulaşıldığını” beyan edebilir.

Marksizm-Leninizm sosyalizme kendiliğinden geçileceğini kabul etmemektedir; ama, otuz yıl sonrası için “bu kadarlık” bir uyumsuzluğu hoş görenler olabilir.

Korkut Boratav / SOL

Akıl yitimi çağı - Ceyda Karan

Batı’nın emperyalist güçlerinin, iki dünya savaşı sonucunda -elbette herkese arzuladığı adaleti sunamamış olsa bile- oluşturulmuş dengelere dayalı uluslararası sistemi kemire kemire bitirmenin eşiğine getirdiği tehlikeli bir dönemden geçiyoruz. ABD’nin başını çektiği, Britanya ve Fransa ile Körfez’deki mutlak monarşilerin ne hikmetse(!)  ‘demokrasi’ taşıyamadıkları Suriye’de yeni bir saldırganlık savaşı başlatmalarının eşiğine geldik.
***

Halkların kardeşliğini sağlayan tek oluşum olarak Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından devlet yahut devlet-dışı güçler kullanılarak egemen ulus devletlerin sınırlarını değiştirme, neoliberal çerçeveye uygun revize etme girişimleri, maruz kalan coğrafyalar için hep kanlı oldu. 

1990’larda Yugoslavya’nın parçalanması girizgâhtı. Etnikçilik ve kimlikçilik perspektifi bu yıllarda moda oldu. Sovyetler Birliği’nin mirası üzerinden devlet kapitalizmi eşliğinde yeniden toparlanan Rusya Federasyonu’nın sınırları da, varlık sebebini tazeleyen NATO tarafından mütemadiyen kemirilmeye çalışıldı. Tabii renkli devrimlerin o coğrafyaya barış, refah, huzur ve demokrasi getirdiğini söylemek güç. Batı tipi liberal demokrasi devşiremediler, şimdi özellikle Doğu Avrupa’da -ekonomi-politik okuma da olmayınca mana veremedikleri popülizm sızlanmasıyla iştigal ediyorlar. 

Diğer yandan çatışmalar 20 senedir Ortadoğu çoğrafyasının rutini haline getirildi. Elbette enerji kaynakları ve tarihi husumetlerin eksik olmadığı bu karmaşık coğrafyada ulus devletleri kimlikçilik temelinde yeniden dizayn hamlesi daha da kanlı bir barbarlığa dönüştü. Arzu edilmeyen rakip güçlere alan açtı. Evdeki hesaplar çarşıya hiç tam uymadı. Hem ne zaman uymuş ki?
***
Liberal müdahaleciliğin bu dizaynlar için kullandığı mefhumlar etnikçilik, mezhepçilik, kimlikçilik oldu. Tesis edilen zihniyeti de toplumsal mücadeleleri siyasetten arındırılmış ‘insan hakları’ söylemi üzerinden okumak, şahısları ‘şeytanlaştırmak’, medya eşliğinde algıları belirlemek diye özetleyebiliriz.

***

Aslında 2000’lerin başında ABD’nin Irak işgaline giden süreçte doğrusu işler daha zordu. Neoliberal müdahaleciliğin başrol oyuncusu George W. Bush bile işgal ve savaşı meşrulaştırmak için sahte kimyasal silah yalanları üretip medya üzerinden pazarlamak zorunda kaldı. Dünyada barış gösterileri eşliğinde zavallı Bush yönetimi BM oturumları boyunca aylarca uğraştı. (O zamanlar BM’de bir genel sekreter vardı, Kofi Annan. Uluslararası barış ve dengeler için kök söktürdü. Bir daha öyle bir şahsiyetin seçilmesine geçit verilmedi.) Sonunda kitle imha silahları olmadığı işgalle ortaya serilince bu kez ‘demokrasi’ ve ‘ulus inşası’ teması belirlendi. Kaç sene geçti, sonuç ortada. Fırsattan istifade ederim diyenlerin hali de...

***

Bugün öyle mi? Yeni savaş başlatmaktan, bir ülkeyi bombalamaktan söz ediyorlar. Talihin azizliği ortaya sahte bile olsa kanıt koymak zorunda kalmamak, parlamentosundan onay aramamak ABD’nin ‘çılgın’ Başkanı Donald Trump ve müttefiklerine düştü. 

Çünkü ‘akıl yitimi’ çağındayız. Çünkü liberal akıl, saldırı/saldırganlık, savunma/ meşru müdafaa, caydırıcı güç ne demektir sorgulamıyor. Kim saldırgan, niye saldırgan, kim savunuyor, neyi, niye ve nasıl savunuyor diye de... Haliyle ‘objektiflik’ adı altında saldırganlığın yanında kolayca yer alınabiliyor. Çünkü kendini ‘özgürlükçü’ addederken, mütemadiyen sorumluluk almaktan kaçınarak arka plandan yönetme hırsı olarak tezahür eden, bir nevi ‘iktidarsızlık hastalığı’ haline gelmiş liberalizmin düşünsel hegemonyasında yaşıyoruz. Moda haliyle ‘post-truth’ denilen, bildik demagoji ve manipülasyon âleminde enformasyon bombardımanının kurbanlarıyız.

***

Neoliberal düzen, militarist müdahalecilik silsileleriyle gelinen aşamada, ciddi bir hegemonya çöküşü eşliğinde ortada uluslararası sistem bırakmıyor. O zaman geriye ‘kimin gücü neye yeterse’ kalıyor. O hiç hazzetmediğimiz, adil bulmadığımız uluslararası hukuk ve dengelerle mekanizmaları bile arar hale geliyoruz. Yeni bir akıl çağı gelecek belki ama kendiliğinden değil, bu sistemle de değil, orası muhakkak.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Ferrari’sini satan değil yakan bilge - MİNE SÖĞÜT

İnternette buzdolabı modellerine bakıyorsunuz...
Sonra hangi sayfayı açsanız karşınıza anında buzdolabı reklamları düşmeye başlıyor... 

Tatile nereye gitsem diye hayal kurarken konuyla ilgili birkaç metin okuyorsunuz... 
Otel ve uçak reklamlarına boğuluyorsunuz. 
Kapitalizm, zaaflarınızın, hayallerinizin ve eğilimlerinizin peşinde. 
İzleniyorsunuz. 



Kayda alınıyorsunuz. 
Size ait bilgiler havada uçuşuyor. 
Ne yersiniz, ne giyersiniz, nelerden hoşlanır nelerden nefret edersiniz... 
Politik eğilimleriniz, kişisel sorunlarınız, cesaretiniz ve korkularınız... 
Ve aşklarınız ve arkadaşlıklarınız... 
Hepsi analitik bir marifetle bilgiye dönüşüp kapitalizmin eline geçiyor. 
Ama bunun böyle olduğunu bilmeniz hiçbir şeyi değiştirmiyor. 
Yönlendirilmeye, etkilenmeye, güdülmeye açıksınız. 
Bu bilgilerinizi kullananlar size dilediklerini satıyorlar. 
Siz zaten almaya bayılıyorsunuz. 
Çoktan evcil bir tüketici oldunuz. 
Sattıkları bazen hamburger oluyor, bazen ülke başkanı. 
Yelpaze geniş, sizin zaaflarınız engin. 
Seçim kampanyalarının sirk havasında yapılmasına karşı çıkmıyorsunuz. 
Liderlerin paraları kadar konuşmasından kötü bir çıkarım yapmıyorsunuz. 
İdeolojilerin bile pazarlanabilir bir şey olduğuna çoktan iknasınız. 
Peki, neden Facebook size ait verileri sattı diye hayıflanıyorsunuz? 
Politikacıların kirli ilişkilerinin bilgilerini ifşa eden Assange’e kesilen ağır faturanın... 
İnsanların özel bilgilerini şirketlere satan Zuckerberg için kesilmeyecek olduğunu herhalde siz de görüyorsunuz. 
Assenge, eline geçirdiği bilgiyi şirketlerin ve politikacıların aleyhine halkın lehine; 
Zuckerberg ise elindeki bilgiyi halkın aleyhine, şirketlerin ve politikacıların lehine kullanan bir suçlu olarak hukukun karşısına geçtiler. 
Neticede her ikisinin de başına gelecekler çağın ahlakına ayna tutacak. 
Bir bakın bakalım sistem bu iki suçludan hangisi için daha hoşgörülü olacak? 
Neticede kimi aklayacak kimi karalayacak? 
Bilginin değerine hangi durumda ne biçmiş olacak? 
Bilginin değerini aslında siz belirliyorsunuz. 
Tercihlerinizle, suskunluklarınızla ve zaaflarınızla. 
Kendi aklınızı kullanmadan fastfood ideolojilere kanarak...
Özgün ve sıra dışı olanı dışlayıp, vasat olana taparak... 
Sıradan olmayı güvenli sanarak... 
Köhne değerleri baş tacı yaparak... 
Çabuk yılarak, kolay kanarak... 
Kendi değerinizi kendiniz biçiyorsunuz. 
Ve sosyal medya tuzaklarına kolayca, gönüllü olarak düşüyorsunuz. 
Bu tuzaklara düşmekten kurtulmanın tek yolu var. 
Değerlerinizi yeniden gözden geçirin. 
Bugüne kadar değer verdiğiniz şeylere değer vermeyin. 
Bir kere de değer vermediğiniz şeylere değer vermeyi deneyin. 
Tercihleriniz sistem için para etmezse ve istekleriniz sistemin dayatmalarına göre şekillenmezse o sizden çalınan ve kapitalizmin hizmetine sunulan bilgilerin hiçbir değeri kalmaz. 
Kapitalizmin ağzını sulandıran bir bilgi üretmezseniz özgürleşirsiniz.
Üstüne bir de bilgeleşirsiniz. 
Haberiniz olsun; 
Ferrari’sini satana bilge denmez. 
Ferrari’sini yakana denir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Size Audi, Passat, Volvo yakışır - ÇİĞDEM TOKER

Ziraat Bankası günlerdir suskun. Doğan Medya Grubu’nun Demirören Grubu’na satışı gibi geniş etki alanlı, büyük ölçekli bir devirde, 675 milyon dolar tutarında Ziraat kredisi kullanıldığı haberiyle ilgili açıklama yapılmadı. 

Yalanlama gelmediğine göre, Ziraat Bankası’nın (2 yılı ödemesiz, düşük faizli olduğu belirtilen) krediyi sağladığı bilgisini gerçek kabul etmek durumundayız. 
Türkiye’nin en köklü ve en büyük bankasının, böyle bir konuda sergilediği suskunluk, bize “kurumsallaşma”nın tarihsellik ve büyüklük dışında bir ölçüsü olduğunu anlatıyor. 
Belli ki, bu konuda sağlıklı bir bilgilendirme yerine meselenin saklanması bazı tarafların işine geliyor. Aksi halde herhalde TBMM Genel Kurulu’nda HDP’nin bu konuda verdiği araştırma önergesi AKP oylarıyla reddedilmezdi. Ya da o görüşmelerde AKP’nin bankacı kökenli Bayburt milletvekili Şahap Kavcıoğlu’nun şu konuşmasıyla yetinmemiz bekleniyor: “Arkadaşlar, lütfen, 675 milyon kredi, daha fazla ya da daha az, bugün bankacılık sektöründeki bankalar bu kredileri verirken dünyadaki uluslararası normlara, Basel kriterlerine göre normal firmaların. Verilen krediler tamamen firmaların mali durumlarına göre, nakit akışlarına göre, ekonomik güçlerine göre yapılan incelemeler sonucunda Basel kriterlerine göre oluşturulan ratingler üzerinden verilir.” 

Ziraat Bankası’nın 2017 yılı başında Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildiği malum. 
Bankanın sermayesinin artırılarak kısa süre sonra da 5 milyar 600 milyon TL tutarındaki hisselerin tamamının TVF’ye devredildiğini de geçen gün aktardık. 

Bu bilgi, Ziraat Bankası’nın 2017 yılı Faaliyet Raporu ile 2016 yılı Sayıştay Denetim Raporu’nda yer alıyor. Sayıştay’ın denetim raporu, olması gerektiği gibi kapsamlı. Orada yer alan tüm bilgileri değerlendirmek bir yazının sınırlarını aşsa da bugün mal ve hizmet alımlarıyla ilgili bazı verileri aktaralım:

2 milyon 320 binAvro’luk araç kiralama 
-Bankanın 2016 yılına ait mal alımları, önceki yıla göre yüzde105.7 oranında 
238.7 milyon TL artarak 464.5 milyon TL’ye yükselmiş. 
-2016 yılındaki hizmet alımları ise önceki yıla göre yüzde 14.65 oranında 83.4 milyon TL artarak 652.3 milyon TL’ye yükselmiş. 
- Raporda “1. İhale Komisyonu tarafından gerçekleştirilen hizmet alım ihaleleri” başlığı altında, karar tarihleriyle birlikte yapılan alımların listesi yer alıyor. Bu listeye göre 2016’da yıl boyunca toplam 2 milyon 320 bin 560 Avro tutarında araç kiralaması yapılmış. 

Değişik tarihlerdeki araç kiralamalarında tabii ki “yerli ve milli” otomobilin üretimi beklenecek değil. Audi A6-3.0, Volvo ve VW Passat tercih edilmiş. 

Sayıştay’ın Ziraat Bankası denetim raporundaki tabloda, 2016 yılındaki kiralamaların kasım ayında yoğunlaştığı görülüyor. 

11 Kasım’da biri beş, diğeri altı hizmet aracı olmak üzere, iki parti halinde 11 araç kiralanmış. Her partide birer Audi A6, birinde 4, diğerinde 5 adet VW Passat var. 11 Kasım’daki kiralamaların ilki 226 bin 200 Avro, ikincisi ise 181 bin 800 Avro. 
Yine kasım 2016’da yapılan “1 adet hizmet aracı kiralaması”nda da 102 bin Avro karşılığında 1 Audi A6-3.0 kiralanmış. 

24 Kasım’a gelindiğinde ise 545 bin 280 Avro karşılığında 8 adet , 2016 model Volvo S90 kiralandığı yine Sayıştay raporunda yer alıyor. 

Denetime konu 2016’da yılın son araç kiralaması ise 28 Aralık’ta gerçekleşmiş. 144 bin 960 Avro karşılığında 4 adet VW Passat kiralanmış. 

Bu araçların kimler için kiralandığının bilgisi ise Sayıştay raporunda yer almıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

12 Nisan 2018 Perşembe

Teknoloji hamlesi nasıl olur? Nasıl olmaz? - ASLI AYDIN

Türkiye ekonomisinin yeni bir sanayileşme adımına ihtiyaç duyduğunu, bir üretim ekonomisi olma yönünde nitelikli adımların atılması gerektiğini gerek gazetemizde gerekse de bu köşede çok yazdık, çok konuştuk.

Çünkü büyüme adı altında salt niceliksel bir artışa değil, kalkınmaya, refah artırıcı ve gelir getirici faaliyetlere ihtiyacımız var. Gündelik yaşantımızda ekonomik şikayetlerimizi; yani enflasyonu, pahalılaşmayı, her anlamda çevresel kirlenmeyi, işsizliği, düşük ücretleri, yaptığımız işin kalitesini vb tüm sorunlarımızı başka türlü aşmak mümkün değil.

Bilindiği gibi yeni bir teşvik paketi daha yayımlandı. Proje Bazlı Teşvik Sistemi kapsamında, ‘Süper Teşvik Paketi’ olarak lanse edilen paketin 135 milyar TL tutarında 23 proje ve sahibi 19 firmaya teşvik vereceği açıklandı. Burada da teşviklerin teknolojiyi destekleyen nitelikte olacağı belirtildi.

Ne var ki, ülkemizde teknoloji, ‘kaynak sıkıntısı nedeniyle’ gelişemiyor değil ki…

Her şeyden önce yüksek teknoloji bandında üretim yapmak istiyorsak, yani ileri teknoloji içerikli ürünleri üretmek ve ihraç etmek istiyorsak- ki ülkeye katma değeri de yüksek olacaktır-öncelikle sanayinin üretim kapasitesini belli bir noktaya getirmek gerekir. Yani, düşük kapasitede üretim yapan bir firma, üretimine yüksek bir teknoloji uygulama arayışında olmaz. Eğer ki ölçek ekonomisinden faydalanamıyorsa, hangi firma maliyetini yükselterek üretim yapmak ister ki? Firmalara teşvik vererek de bunun sağlanmayacağı ortada değil mi?

Maliyet kısmından devam edersek, ülkemizde özel sektörün dış borç yükü giderek artıyor. 2018 yılının Ocak ayı verisine göre sanayi sektörünün tek başına döviz borcu 44 milyar doları geçti. Bu borcun yüzde 60’ı ise sanayinin motor gücü olan imalat sanayiye ait.

Yüksek teknolojili ürün üretmesi beklenen firmalar döviz üzerinden girdilerini sağlıyor, TL karşılığı üzerinden satıyor. Bir de üzerine döviz üzerinden borç ödüyor. Geçen yılın Nisan ayına göre Türk Lirası ise örneğin dolar karşısında yaklaşık yüzde 12 değer kaybetti. Dolayısıyla hiçbir şey yapmasa bile sırf doların TL karşısında yükselmesi sonucu sanayinin yazdığı zarar ortada.
Hal böyle olunca sonuç da beklenildiği gibi oluyor elbette. Özel sektör yatırımlarında genelde sanayinin özelde de imalat sanayisinin payı giderek düşüyor. İmalat sanayiye yapılan yatırımlar toplam yatırımlar içinde yüzde 46’lardan yüzde 34’lere değin düşmüş durumda.

Yazının buraya kadarki kısmı, ülkede gerileyen sanayiye, sanayiye olan iştahsızlığa yönelikti. Böylesi sanayiden uzaklaşma eğilimlerinin gözlendiği bir ülkede, sanayiye teknoloji yatırımı yapılmasını beklemek çok da gerçekçi olmuyor.

Bunların dışında daha yapısal, daha yakıcı bir durum var.
Üretimde yüksek teknoloji, öyle kendi kendine yeşermiyor. O da en nihayetinde insan elinden çıkıyor. Dolayısıyla buradaki kilit faktör insan! İnsana yatırım, eğitime yatırım, geleceğe yatırım… Bunlar olmadan, teknoloji üreticisi olmak da işte biraz hayal oluyor. Bunlar olmadan dışarıda üretilen teknolojinin ancak tüketicileri olabiliyoruz.

Teknoloji üreten bir ülke olmak istiyorsak veya bu konuda en ufak gerçekçi bir adımı atmak istiyorsak, örneğin Manisa’daki öğrencilerin melisa, okaliptüs ve karanfil yağlarının havadaki bakterileri temizleme özelliğiyle ilgili araştırmasının TÜBİTAK tarafından reddedilmesine yol açan sistemi bir kenara bırakacağız. 

Bu araştırmayı havada kapan, belki bu araştırmayla birlikte öğrencilerin de daha gelişmesini, daha büyük araştırmalara imza atmalarını sağlayacak olan Harvard Üniversitesi’ni hep aklımızın bir kenarında tutmalıyız. Amerika ile Türkiye arasındaki teknoloji açığının, TÜBİTAK ile Harvard arasındaki mesafeyle yakından bir ilişkisi var çünkü.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Şubat ayı cari açığı beklendiği gibi kötü - HAYRİ KOZANOĞLU

Cari açık 60 milyar dolara doğru yol alıyor. Sırf ödemeler dengesi rakamlarından bile TL’deki hızlı değer kaybını açıklamak kolaylaşıyor.

2018 Şubat ayı cari işlemler açığı beklendiği gibi 4.15 milyar dolar olarak açıklandı. Yalnız yukarıdaki ifadeyi işlerin yoluna girdiği değil, kötü gidişin sürdüğü biçiminde yorumlamak daha doğru. Nitekim geçen yılın aynı ayına göre 1.59 milyar dolar, yüzde 62’lik bir artış söz konusu.

Yıllıklandırılmış olarak da, 2018 Şubat’ında son 12 ayın açığı 34.1 milyar dolardı. Kısaca 1 yılda cari açık 19.2 milyar dolar, 20 milyar dolara yakın sıçradı. Petrol fiyatlarındaki yüksek seyir, Brent Petrolü’nün 70 doları aştığı düşünülürse, dış koşullar da pek iç açıcı değil.

İsterseniz, önemli kalemlere bir göz atarak cari denge rakamını daha ayrıntılı değerlendirmeye çalışalım:
»Hükümet yetkilileri, Saray çevreleri sürekli ihracat rekorlarıyla böbürleniyor. 2018 Şubatı’nda ihracat 14 milyar dolara dayanmış. 2018’in ilk 2 ayında 2017’ye göre yaklaşık 2.5 milyar dolar bir artış gerçekleşmiş. Gelgelelim aynı dönemde ithalat tam 9 milyar dolar fırlamış. Yıllık olarak da ihracat 16.8 milyar dolar kıpırdarken, ithalat 40.5 milyar dolar sıçramış. Böylelikle yıllık dış ticaret açığı 65.4 milyar doları bulmuş.
»Parasal olmayan altın ithalatı Şubat’ta 931 milyon dolar, yılın Ocak-Şubat döneminde 3190 milyon doları bulmuş. Ekonomik gerekçelerle açıklanamayan yoğun altın trafiği devam etmiş.

Turizmin olumlu etkisi düşük
»2018’in ilk 2 ayında hizmet gelirleri 1 milyon dolar artınca, özellikle turizm gelirlerindeki düzelmenin cari açığı kapatmaya ancak 640 milyon dolar net katkısı olmuş. Turizm gelirleri 266 milyon dolar yükselerek 835 milyon doları bulmuş.

Net sermaye çıkışı
»Gelelim cari açığın finansmanına; en dikkat çekici kalem doğrudan yatırım kaleminde gözleniyor. Yerliler yurtdışına 779 milyon dolar yatırım yaparken, yabancıların Türkiye’deki doğrudan yatırımları sadece 511 milyon dolar olmuş. Böylelikle net sermaye çıkışı gerçekleşmiş. Hatırlanırsa AB ile flörtün sürdüğü, AKP’nin yurtdışında itibar gördüğü dönemde sırf 2006-2008 arasında 56.5 milyar dolar net doğrudan yatırım girişi söz konusuydu. Henüz Türkiye sermayesi yurtdışına kaçıyor demek için erkense de, bu yönde bir eğilim gözlendiğinin altını çizmekte yarar var.
»Şubatta yabancılar 348 milyon dolar hisse senedi satarken, 313 milyon dolar borç senedi almış. Bu kalemde kayda değer bir gelişme gözlenmemiş.

İç kaynak tıkandı
»Diğer yatırımlar diye kodlanan yurtdışı banka borçlanmaları cari açığın finansmanına 2.8 milyar dolar katkı sağlamış. Burada ilginç nokta, diğer sektörler başlığı altında değerlendirilen, finansal olmayan şirketlerin davranışları. 2018 Ocak ayında 793 milyon dolar, şubat ayında 294 milyon dolar yurtdışı mevduatlarını ülkeye getirmişler. Bu bankacılık sistemindeki kredi tıkanması nedeniyle, yurtdışı kaynaklara başvurma şeklinde yorumlanabilir.

Rezervler eksildi
»Net hata ve noksan kaleminde ocak ayının aksine kaynağı belirsiz 1.375 milyar dolar bir döviz ülkeye girmiş, kabaca cari açığın üçte birini finanse etmiş.
»Merkez Bankası rezervleri de Şubat ayında 263 milyon dolar eksilmiş.
Özetle, cari açık 60 milyar dolara doğru yol alıyor. Türkiye’nin yurtdışı algısındaki bozulmayı, küresel borçlanma koşullarındaki sıkılaşmayı da göz önüne alınca, sırf ödemeler dengesi rakamlarından bile TL’deki hızlı değer kaybını açıklamak kolaylaşıyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Düşsel detaylar - REFİK DURBAŞ

Ivan Stepanovanych Marchuk yapıtları özgürlükçü, evrensel, fantastik, mistik olarak tanımlanan bir ressam. 12 Mayıs 1936’da bugünkü Ukrayna’nın batısında yer alan Ternopil bölgesinin Moskalivka köyünde dünyaya geliyor.
Dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde yedi yıl ilk eğitimini aldıktan sonra 1951-1956 yılları arasında Lviv Uygulamalı Sanatlar Okulu’nda Dekoratif Resim öğrenimi görüyor.

Askerliğini bitirdikten sonra 1965’te yine aynı okulun Seramik Bölümü’nden mezun oluyor.

1968’de başladığı Kyiv’deki Anıtlar ve Dekoratif Sanat Merkezi’ndeki çalışmasının ardından 1984’te bağımsız olarak üretmeyi seçiyor.

Fakat dönemin SSCB iktidarı Marchuk’u “hain, milliyetçi, tehditkâr” bulacak ve 17 yıl boyunca kendisine özgü sanatını itibarsızlaştırmaya çalışacaktır. Örneğin bir grup yasaklı sanatçıyla Eylül 1974’te Sosyalist Gerçekçi anlayışa karşı Moskova dışında açtığı sergi, yüzü aşkın milis tarafından buldozerlerle imha edilmek istenecektir.

Ve Marchuk bir süre Avustralya, Kanada ve ABD’de göçmen yaşamı sürdürdükten sonra, ülkesinde ilk resmi sergisini SSCB’nin dağılmasının ardından 1990’da bugün Ukrayna Ulusal Müzesi olarak bilinen dönemin Kyiv Ukrayna Güzel Sanatlar Ulusal Müzesi’nde açacaktır.

Ukrayna Ulusal Taras Shevchenko Ödülü’ün sahibi olan Marchuk, ülkesinin ressamları arasında Roma Modern Sanat Akademisi Altın Locası’na kabul edilen tek kişi.

İngiliz gazetesi “The Daily Telegraph” da 2007 yılında “insanlığın yüz dâhisi” arasında modern dünyanın çok boyutlu bir imgesini yaratmış ve zamanın önüne geçmiş olan, sanayi sonrası uygarlığın eğilimlerini ve geleceğini belirleyen dâhiler arasında Marchuk’un adına da yer verecektir.

Olena Balun, Marchuk’u şöyle değerlendiriyor:
“Ivan Marchuk ‘Ben hissederim, kopyalamam ya da taklit etmem’ düsturunu benimsemiş yeni bir özgür düşünenler kuşağına aitti. Lviv’deki atölyesi bu algının oluşmasında önemli bir rol oynadı. Galicia’nın Kyiv’deki politik merkezden çok uzak olması onun bu öğretme yöntemlerini seçerken daha özgür olmasını sağladı. Marchuk’un öğretmenlerii Karlo Zvirynski ve Roman Selskyi ilk avangard hareketin temsilcileriyle burada tanıştılar ve kendi sanatsal ilkelerini de olabildiğince öğrencilerine yalın bir şekilde aktardılar.
Naif sanat altmışların sanatçılarının yeniden yorumladığı en önemli eğilimlerden bir oldu. Ivan Marchuk da naif sanata yöneliyordu. Bir köyde büyümüştü. Eserleri, çarlık ve Sovyet rejimlerinde bile asimile olan şehirlerde değil, köylerde canlı kalan Ukraynalı kültür ve geleneklerden esinlenmişti. Bunların Marchuk’un resimlerindeki yansıması, sanatçının onları taklit etmekten çok, kendiliğinden yarattığı konu ve desenlerle duygularını ifade eder.”

Marchuk’un ilk yapıtlarının çekiciliğini de Andreii Topachevskyi 1967 yılında şöyle tanımlayacaktır:
“Marchuk bir hikâye anlatıcı gibi davranıyor, eserlerini ilginç bilmecelerle süslüyor: Bana söylemişlerdi, ama kendi dilimle anlatayım, çünkü kendi aklım var. Folklor kaynağından yudumluyorum, ama o kaynak suyundan aldığım şey ekşi bir borşç çorbası ya da (Ukrayna’nın geleneksel meyve içkisi) tatlı uzvar göreceksiniz.”
Proje direktörlüğünü Fahri Özdemir ile Nalan Uygur’un, küratörlüğünü Coşar Kulaksız’ın yaptığı Ivan Marchuk’un “Düşsel Detaylar” başlıklı resim sergisi 09 Mart 2018’de İzmir Folkart Gallery’de açıldı.
Sergi 20 Mayıs’a kadar izlenebilecek…

Refik Durbaş / BİRGÜN