24 Nisan 2018 Salı

Atatürkçülük - siyasal İslam - emperyalizm üçgenindeki ‘seçimimiz’ - EROL MANİSALI

Bugün de devam eden kavgada, 24 Haziran seçimi için, “Atatürkçü boyutun” ilk temeli, CHP-İYİ Parti işbirliği ile atılmıştır. Bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü kazandığımız ve çağdaş uygarlık ölçütleri yolunda Atatürkçü devrimlerle ilerlemeye başladığımız yıllardan beri bu üç faktör iç dinamiklerimizde etkili olmuştur. 
Atatürk devrimlerinin getirmeye başladığı eğitimden sanata ve sivil toplumsal örgütlenmelere kadar ortaya çıkmaya başlayan düzen değişikliği ve yaşam tarzındaki çağdaş uygarlık ölçütleri hem dincileri hem de dinci ve bölücülerle işbirliği içindeki emperyalist odakları rahatsız etti. 
- Ülke için siyasal İslam yapısını isteyen: bu sayede antidemokratik yolla güç elde eden eski “statükocuların” ellerindeki istismar araçları yok olmaya başladı. Öbür tarafı pazarlayarak bu tarafta, bu dünyada siyasi, iktisadi ve sosyal güç sağlayan istismarcı odaklar şaşkına dönmüşlerdi. 


Kuşkusuz önemli eksikler de vardı: toprak reformu yapılmadan ezilen köylüyü toprak ağası karşısında ayakta tutamazsınız. Toprak ağasının denetiminde sandığa gitmek zorunda bırakılan köylü, sonunda, güzelim insan yetiştiren Köy Enstitülerinin torpillenmesini engelleyemez. Çünkü hiçbir gücü yoktur. Sandıktan çıkan oylarla köylüyü tekrar ağasının kölesi yaparsınız. 

- Komünizm geliyor yalanı ile bir taraftan, “emperyalizmin yeşil kuşağının maşası olursunuz”: öte yandan traji komik bir biçimde “komünizmle mücadele dernekleri” kurdurup bir Hollywood filmi çevirirsiniz. 
- Emperyalizmin, “dinci ve etnik bölücü maşaları”, Atatürk devrimleri ile açılan uygarlaşma yolunun en büyük engelleri haline gelirler.

Ve halkın seçimi 
24 Haziran seçimi, üç faktör arasına sıkıştırılan Türkiye’nin kader seçimi olacaktır. Emperyalizm bugün de Atatürk ve devrimleri ile kavgasını sürdürmektedir. Emperyalizmin “Ortadoğu hesapları, Çin ve Rusya ile kavgaları bunu gerektiriyor”. Son kanıt, ABD-İngiltere-Fransa üçlüsünün zehirli gaz yalanı ile Suriye’ye saldırmasıdır. 
Bu saldırıya destek veren bölge ülkelerine baktığımız zaman resim, turnusol kâğıdı misali ortaya çıkar. En çelişkili ülke ise biz olduk: hem ABD FETÖ’cülük yapıyor: Cumhuriyetimizi ve Lozan’ı yıkmak istiyor. Ankara ise Suriye’nin parçalanmasını hedef alan bu operasyonlara destek veriyor. Üstelik Esad’ı savunan Rusya ile adeta bir kader birliği içinde iken.
 
Atatürkçülük-siyasal İslam-emperyalizm şeytan üçgeninde çabalayan bir ülkenin çelişkili konumunun sonucu da çelişkili “Suriye ve Batı politikası” oluyor. 
İktisatta, Prof. Brian Arthur’un öncülük ettiği “karmaşa ve yığımlı hareketler” kuramına Türkiye adeta örnek. 

Üst üste biriken yanlışlar (girdiler), kendi aralarında birbirlerini besleyen öğeler olarak, stratejik bir yanlışlar komedisi oluşturuyorlar. Hastalığa bağışıklık kazanıp hastalığı devam ettiren, iyileşmenin yolunu kapatan bir hastalık misali! 

Bugün bunun en açık örneğini Ortadoğu ülkeleri vermektedir. Bir yandan İslam ülkeleri arası birlikler kuruyorlar: bir yandan da en büyük kırımı, emperyalizmin maşası olarak birbiriyle yapıyorlar.

Atatürk, ülkeyi bölge bataklığının çürümüş değerlerinden kurtarıp çağdaşlaşma yolunu açtı. “Seçimler”, çağdaşlaşmak mı, bölgenin bir parçası olmak mı sorusuna yanıt olacak. 

Ve Fenerbahçe stadındaki BJK maçı: Fazıl Say’ın Mezopotamya Senfonisi’nde tarihten yansıttığı “ölüm kültürü” misali: bu toplumda “kutuplaştırmalarla”, adeta bir linç kültürü enjekte edilmiş, yazıklar olsun. 

Meral Akşener’e de selam: meğerse Bahçeli başta, “erkek” siyasileri o kadar korkutmuş ki, haberimiz bile olmamış...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

‘Seçilmiş Diktatör’ Adayı mı? - ÖZGEN ACAR

Uluslararası basının geleneklerinde bir gazeteci, bir yetkiliye bir soru sorduğunda üç yanıt bekler! “Evet doğrudur… Hayır Yanlıştır… No comment (Yorum Yok)…” 
İsmet İnönü, doktorunun önerisi üzerine her sabah yürüyüş yapardı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal (Ağa) Gürsel’den, Çankaya Köşkü’nün bahçesinde bu yürüyüşü yapması için izin aldı. Biz gazeteciler de her sabah o yürüyüşe katılır, sorular sorardık. İşine gelmediği soruları “Yorum yok!” yanıtı yerine, “Hadi canım sende…” sözleriyle savuştururdu! 

Uluslararası diplomasi protokolünde bir ilke vardır. Bir ülkenin Dışişleri Bakanlığı ya da İçişleri Bakanlığı Sözcüsü bir başka ülke hakkında bir şey söylerse, yanıt öteki ülkenin aynı bakanlığının sözcüsünden gelir. Bakanından ya da başbakanından gelmez, çünkü onlar sözcünün “muhatabı” değildirler…
***

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert“OHAL sırasında seçimlerin Türk hukuku ve Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle tutarlı bir biçimde, bütünüyle özgür, adil ve saydam bir biçimde yapılması zor olacaktır. Bunun farkındayız. Bunu çok yakından izliyoruz…” dedi. 
Yanıt, Türkiye’nin Veziri Azamı’ndan “Kendi işine baksın…” sözleriyle geldi. Bayan Nauert kendi işine bakıyordu, o sözcüydü, ABD Dışişleri Bakanlığı adına konuşma yetkisi olan sözcüydü… 
Sözcü Nauert’in sözlerini ABD Dışişleri Bakanlığı “2017 yılı insan hakları raporu” pekiştirdi. Bakanlık görevine vekâlet eden John Sullivan; Suriye, Myanmar, Türkiye ve Venezüella’yı “insan hakları sicili kötü olan ülkeler” arasında saydı. 
Raporda OHAL’in Türkiye’nin “toplum ve kurumları üzerinde geniş kapsamlı etkileri olduğu, birçok temel özgürlüğü kısıtladığı” belirtildi. 2016 yılı sonu itibarıyla terörizm gerekçesiyle 100 binden fazla kamu görevlisinin görevden alındığı, 50 binden fazla vatandaşın tutuklandığı, 1500’den fazla sivil toplum kuruluşunun kapatıldığı anımsatıldı. 

“En dikkate değer insan hakkı sorunları” arasında şunlar sayıldı: “Gözaltında işkence ve zorla kayıp iddiaları, yürütmenin bağımsız, adil yargılama hakkınıetkileyecek biçimde müdahale etmesi, seçilmiş yetkililerin de aralarında olduğu siyasal tutuklamalar, ifade ve basın özgürlüğünün ciddi biçimde kısıtlanması,çok sayıda gazetecinin tutuklanması, internet sitelerinin engellenmesi, toplanma özgürlüklerinin kısıtlanması…”

***

Dünyada özgürlüklerin durumunu izleyen “Freedom House (Özgürlük Evi)” adlı kuruluştan Nate Schenkkan, Türkiye’de erken seçim kararını şöyle değerlendirdi: 
“OHAL, yine uzatıldı. Bu da demektir ki seçimler çok kısıtlayıcı OHAL yönetimi altında; toplanma, örgütlenme, ifade özgürlüklerinin sınırlandırıldığı bir ortamda yapılacak. Bu özgürlüklerin tümü, adil bir seçim için gerekli olan hususlardır. Dolayısıyla OHAL’in kaldırılmadığı, etkilerinin Türk toplumugenelinde hâlâ görülmeyi sürdürdüğü bir ortamda seçime gitmek açıkçası kaygı vericidir…” 

Avrupa Birliği Komisyonu ise “Tarihinin en sert raporu” olarak vurgulanan “Türkiye Raporu”nda şu eleştirilere yer verdi: “OHAL ile hükümetin olağan yasama sürecinde ilerlemesi gereken konuları da KHK’lerle düzenleme yoluna gitmesiyle, parlamentonun yasama gücü olan anahtar görevi kısıtlandı. Ülkedeki kötüye giden siyasal sürtüşmeler ışığında, Meclis’teki siyasi partilerin diyalog kurma alanı daraldı… 
Cumhurbaşkanının yürütme rolü, KHK’lerle çeşitli güçlerin cumhurbaşkanına transfer edilmesinin ardından arttı. Yerel yöneticileri ve seçilmiş temsilcilerinyerine kayyım atanması, yerel demokrasinin önemli bir biçimde zayıflamasına sebep oldu.”
Birleşmiş Milletler (BM) “Türkiye’yi OHAL uygulamasını sonlandırmaya” çağırdı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el Hüseyin, gözaltına alınan, görevinden uzaklaştırılan kişilerin sayısının “afallatıcı” olduğunu söyledi.

***

Almanya’nın Sesi, “Yaklaşık iki yıldır uygulanan OHAL’in 7. kez, üç ay daha uzatıldığını” duyurdu. AKP Reis-i Umumisi, TÜSİAD toplantısında “OHAL’in gerekirse sekiz ve dokuzuncu kere uzatılacağını” söyledi… 

İngiliz Guardian gazetesi, Erdoğan seçimi kazanırsa adı konulmamış bir diktatör olacak!”, Amerikan The Nev Yorker dergisi de “Türkiye’nin oy hakkıErdoğan’ı etkili bir diktatör yapıyor!” diye yazdılar… 

Hatta AKP’nin güdümündeki resmi Anadolu Ajansı bile İngilizce Tvitter hesabında AKP Reis-i Umumisi’ne ilişkin “Seçilmiş Diktatör” başlıklı bir video paylaştı. Tepkiler üzerine silindi…

Özgen Acar / CUMHURİYET

Sakın ha!.. - ALİ SİRMEN

Seçim döneminin AKP, MHP manevrası ve YSK işbirliği ile seçimlere katılması engellenmeye çalışılan İYİ Parti’ye CHP’nin ödünç milletvekili vererek sandık yolunu açması çok iyi oldu. 

Böylelikle kimin yasakçı, kimin özgürlükçü demokrat olduğu ayan beyan ortaya çıktı. 
AKP ve MHP’nin şaşkınlık ifadesi olan feryadı figânı, yasakçı cephenin çok canının yandığının kanıtıdır. 

Ama yasakçı cephenin oyunları bitmemiştir. AKP- MHP baskı ve yasak koalisyonunun, şimdi parlamentodaki çoğunluğuyla, CHP’den istifa yoluyla İYİ Parti’ye ödünç verilen milletvekillerinin seçim öncesi dönemde zamanında partilerine dönüşlerinin önünü tıkayıp, girişimi akim bırakacak yeni tezgâhlar peşine düşeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın! 

Tabii muhalefet cephesi de demokrasinin önünü açmak için boş durmuyor. 
Şimdi sırada görüşülecek konu olarak “sıfır baraj ittifakı” var. 
Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’den sonra, Saadet Partisi Başkanı Temel Karamollaoğlu ile görüşecek.

***

Son günlerde kilit kişi konumuna gelen Karamollaoğlu ile görüşmenin AKP’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün adının yeniden devreye girmesine yol açtığı, Erdem Gül’den, Abdülkadir Selvi’ye Ankara kulislerinin tüm kesimlerinde dillendiriliyor. 

Abdullah Gül’ün bu konuda çok istekli görünmüyor, adaylık için, herkesin kendi adı üzerinde ittifak etmesini önkoşul olarak ileri sürüyor bir görüntü yaratma havasına ne denli güvenmek gerekir bilemiyorum. 

Eğer herkes üzerinde ittifak ederse, demokrasiye karşı tüm girişimlerde, “Reis”lerinin peşinden göğüslerini siper ederek giden, tek yumruk halinde dayanan AKP’nin son Cumhurbaşkanı’na karşılık, AKP’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Gül seçenek olarak sunulacak ve bu davranış da sonra demokrasi mücadelesi olacak. 

Bu olacak iş mi?
 
Abdullah Gül’ün, Cumhurbaşkanlığı döneminde AKP’nin Çankaya noteri gibi davranmış olmasına karşın yine de kimi çevrelerce ılımlı olarak sunulmaya çalışılabilmesi sadece halefine oranla daha az kırıp döken, demir yumruğa kadife eldiven giydirilmiş algısı yaratan bir üslubu olmasındandır. 

Ama Türkiye’nin şu andaki sorunu üslup değil, demokrasiyi dışlayan tek adam rejiminden kurtulma sorunudur. 

Yani karşı çıkılan Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı ve tek adam yönetiminin özüdür, yoksa üslubu değil. 

Aldatıcı bir ılımlılık kılıfı ile kaplanmış, laiklik ve Cumhuriyetin temel değerlerinin karşıtı AKP’nin tezine karşı, antitez olarak yine aynı seçeneği sunarsanız Reis sentezinden başka bir şeye ulaşmanız mümkün olamaz. 

Bugün yürürlükte olan OHAL rejimine karşı tamamen tersi bir demokrasi anlayışıyla halkın karşısına çıkmak zorunda olanların, hele de aralarında CHP’nin de olduğu da göz önünde bulundurulursa, böyle fahiş bir hataya düşecek kadar aymaz olmadıkları konusunda, endişe edilmemesini söyleyenlere de, 2014’teki ortak aday Ekmeleddin Faciası’nı acı sonuçlarıyla birlikte yaşamış kişi olarak hak veremiyorum ne yazık ki... 
Burada Abdullah Gül aynı zamanda bir simgedir. Aynı görüşler onunla aynı kökenden gelen antilaik siyasal İslamcı diğer kişiler için de geçerlidir.
 
2014’te Şedit Tayyip Bey yerine Mülayim Tayyip modeli olarak  Ekmeleddinİhsanoğlu seçeneğinin çıkarılması Tayyip Bey’in siyasal gündemimizi ve eylemlerimizi yönlendirme konusundaki eşsiz ustalığının kanıtıydı. 

CHP’nin ya da tüm muhalefetin cumhurbaşkanı adayının gündemde olduğu şu günlerde, nelerin olabileceğini tartışırken, önce neyin katiyen olamayacağını görmekte yarar var. 

İsmet Paşa 60 yıl kadar önce, bir sohbet sırasında, Menderes hakkında ne düşündüğünü soran dönemin seçkin gazetecisi Emin Karakuş’a “Çok fazla hata yapıyor” deyince Karakuş sormuş: “Paşam siz hiç hata yapmaz mısınız?” 
İsmet Paşa gülerek şu yanıtı vermiş: 
- Çook, ama aynı hatayı ikinci kez yapmam. 
Aman ikinci bir Ekmeleddin hatasına dikkat!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

23 Nisan 2018 Pazartesi

‘Çocukluğun ilanı’dır 23 Nisan! - TAYFUN ATAY

Çocukluğun modern zamanlarda, yani Yeni Çağ’dan itibaren keşfedildiği, Orta Çağ’da ise adeta bir “kayıp kıta” olduğu görüşü çok işlenmiş, tartışılmıştır. Ben de bu köşede başka vesilelerle değindim. Bilindiği üzere tezin kaynağı, Fransız tarihçi Philip Ariés’dir. O, Avrupa Orta Çağ’ına ilişkin görsel tarihsel belgelerden hareketle çocukların Orta Çağ’da “çocuk-luk” hallerinin bulunmadığını, başlı başına bir kültürel (duygusal) kategori olarak çocukluktan söz etmenin mümkün olmadığını öne sürmüştür.

Tabii Ariés’in abarttığına dair bir tepkisel mutabakat vardır ve çocukların tarihin her döneminde “çocuk” olarak bilinip ayırt edildiği hususundaki karşı çıkışlar, onun tezini ihtiyatla karşılamayı kaçınılmaz kılar. Ne var ki çocukların, adına “çocukluk” denen bir “kültürel tekne” içinde alabildiğine yoğrulup hayata hazırlanmasının gerçekten de modern dönemde beliren ve bu dönemin ekonomi-politik ihtiyaçlarıyla uyarlı bir gelişme olduğu savını da kanımca yabana atmak mümkün değildir. En azından kendi çalışma alanım antropolojiden gelen veriler, bebeklik ile yetişkinlik arasında özel ilgi ve muameleye tâbi bir kültürel özelleşme alanı olarak çocukluğun ne avcı-toplayıcılarda, ne tarımcı köylülerde, ne de hayvancılıkla geçinen konar-göçer topluluklarda mevcudiyetini gösterir. 

Bu, modern (şehirli-endüstriyel) toplumlarda karşımıza çıkan ve esasen iki amaca hizmet eden bir yeniliktir. Bunlardan birincisi, söz konusu toplumların iş bölümüne, mesleki farklılaşmaya dayalı işleyişi doğrultusunda ihtiyaç duyduğu iş-güç sahibi “profesyonel” insanı yetiştirme zorunluluğudur. İkincisi ve daha önemlisi, modern toplumun siyasi karşılığı olan “ulus-devlet”in ihtiyaç duyduğu “yurttaş”ı var etme zorunluluğudur. Her iki zorunluluk, çocukluğu, modern-öncesi toplumlarda olduğu şekilde bebekliğin ardından varla yok arası ve hemencecik yetişkin yaşamla (geçim derdiyle) bütünleşik bir evre durumundan çıkarmış; modern toplumun meslek sahibi yurttaşı olmaya yönelik başlı başına ve uzun süreli bir hazırlık evresi yapmıştır.

Elbette bu evrenin başat bir mekânı da vardır: Okul… Ve aslında çocukluk, okulla muteberdir.
Okul, ulus-devlete çocuğun hazırlandığı yer, bir anlamda onun “2’nci ev”i olmuştur.
Dolayısıyla çocukluk bu bakımdan insanın içerisinde doğduğu evden, aileden, ana-babadan ayrılıp yeni bir “ana-baba”nın himayesine bırakılması olarak da değerlendirilebilecek bir evredir. Yeni ev, ulus; ana, okul; baba da devlettir.

Ne diyor mesela o meşhur okul şarkımız, “Daha dün annemizin”, hepimizin söylediği bilindik sözlerin ardından gelen ve pek bilinmeyen dörtlüğünde, bakalım:
“Okul yurt güneşidir / Bize bilgiler saçar /Annemizin eşidir / Severek kucak açar.”
Demek ki çocukluk, en işlevsel çerçevede ulus-devletin “yurttaş”a ihtiyacının sonucudur.
O halde bu topraklarda da Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında, ulus-devlete giden yolun en önemli hukuki dönemeci olan 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışına yönelik anmanın aynı zamanda Çocuk Bayramı olarak takdir edilmiş olmasını, idealist bir güzellik olmanın ötesinde gayet “realist” bir motivasyonla açıklamak gerekir.

Yeni ulus-devlet, çocukta “yurttaş”ı görmek istemiştir. Bu doğrultuda “ulusal” egemenliğin simgesi olan Meclis açılışı ile bir kültürel kategori olarak çocukluk buluşturulmuştur.


Çocukluğun tarihsel ve toplumsal serüvenine ilişkin yukarıda aktardığımız özet doğrultusunda bakıldığında, Cumhuriyet kurulduğu zaman modern Batı’da olduğunun aksine bu topraklarda “çocukluk” yoktur. Çünkü Türkiye yüzde 90’ı kırsal alanda tarımsal etkinlikle hayatını sürdüren ve yine yüzde 90-95 oranında okuryazar olmayan insanın bulunduğu bir köylü toplumudur. Ve bu yaygın tarımsal yaşantının bir sonucu olarak da bebeklikten yetişkinliğe yıldırım hızıyla geçilmektedir. Ne demiştir mesela Cumhuriyet’le beraber 1923’te doğmuş edebiyatımızın abide ismi Yaşar Kemal, hatırlayalım:
“Bana hiçbir zaman çocukmuşum gibi köyde kimse davranmadı. Başka çocuklara da… Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım.”

Sözün özü, Cumhuriyet, ulus-devletin ihtiyaç duyduğu okuryazar, eğitimli, meslek sahibi “birey-yurttaş”ı var etme yolunda yaklaşıp önemsedi çocuğu da, çocukluğu da… Ulus-devlete giden yolda simgesel anlamı en büyük günü çocuklara hediye etmenin önemini bu sosyopolitik arka plân üzerinden anlamak, anlamlandırmak gerekir.

O yüzden 23 Nisan Çocuk Bayramı, bu topraklarda “çocukluğun ilanı”nı da işaret eder.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Medyayı kurtarmak?! - ANIL ABA

Gazetecilik, kerameti kendinden menkul sosyal medya uzmanlığının aksine, kadim bir meslektir. Enformasyonu gazeteciler üretir. Dolayısıyla gazeteci yoksa enformasyon da yoktur. Ancak, pek çok ülkede, toplam entelektüel kadro ve mesleklerin içinde gazetecilerin payı 1950’lerden bu yana sürekli düşüyor.

Medya ve gazetecilikteki kriz derinleşiyor… Sadece Türkiye’de değil, başta Amerika, İngiltere ve Fransa olmak üzere köklü gazetecilik geçmişleri ve gelenekleri olan tüm ülkelerde medya kuruluşları ciddi sıkıntılar yaşıyor. Mesela, dünyanın en büyük gazetelerinden biri olan The New York Times borsada büyük kayıplar yaşadıktan sonra S&P 500 listesinden düşmüş ve iflasın eşiğine gelmişti. The Washington Post ise ancak yeni zengin Jeff Bezos tarafından satın alınarak kapanmaktan kurtulmuştu.

Çok açık ki bu krizin temel ekonomik sebebi sürekli değişen iletişim teknolojisinin gazete ve dergilerin gelirlerini düşürmesi. Fakat sanılmasın ki bu internet yüzünden oldu. Çünkü gazetelerin reklam gelirlerinin GSYH içindeki payı, ABD örneğinde, 1956 senesinden beri sürekli düşüyor. Diyeceğim, bu yeni bir durum değil. Önce radyo, sonra televizyon, sonra da internet… Yaratıcı yıkım her zaman kendinden önceki teknolojileri eskitir.

Ekonomik dinamikler ve dijitalleşen reklamlar
Haber üretmenin “sabit” maliyeti aslında oldukça yüksektir. Çok sayıda gazetenin, gündelik ve jenerik haberleri farklı muhabirlerle ayrı ayrı toplaması iktisadî açıdan verimsiz olduğundan Associated Press, Reuters, DHA ve benzeri haber ajansları kurulmuştur. Böylece gazeteler kaynaklarını gündelik olayların dışındaki önemli haberlerin üretimi için kullanabilirler. Fakat bu bir ekip ve bütçe işidir. Mesela, bol ödüllü Spotlight filmine konu olan, Amerika’nın Boston eyaletindeki Katolik Kilisesi rahiplerinin cinsel istismarlarını aydınlatmak için Boston Globe muhabirleri sekiz aylık bir çalışma yapmış ve yargı masrafları hariç, gazetenin kasasından bir milyon dolardan fazla para harcamışlardı.

Öte yandan haberleri vatandaşlara ulaştırmanın maliyeti artık sıfıra yakındır. Haber, girildikten sonra iktisadî açıdan “kamusal mal” haline gelir. Yani ne bireylerin haber tüketimi başkalarının tüketimini azaltır ne de kimse haberleri okumaktan mahrum edilebilir.

Haber ve yorum yazıları artık bir tık mesafede olduğu için gazete tirajları, dolayısıyla satış hasılatları, hızla düşüyor. Tirajlar düşünce reklam gelirleri de düşüyor. Okuyucu aynı habere ücretsiz bir şekilde kolayca ulaşabildiğinden online abonelik modeli işe yaramıyor. Amerika’da NYT, İngiltere’de The Guardian ve bizde Cumhuriyet bunun için çok uğraştı ancak hiçbiri online abonelik modelini oturtamadı.

Gazeteler azalan satış ve reklam gelirlerini internet sayfalarına aldıkları tık sayısını arttırarak telafi etmeye çalışıyorlar. Fakat bunun da, özellikle büyük gazeteler için, pek işe yaradığı söylenemez. Zira, toplamda, gazetelerin online’dan elde ettiği gelirler basılıdan kaybettikleri gelirlerin onda birini dahi karşılamıyor. Çünkü dijital reklamlar etkisiz. Mesela banner reklamlara tıklama oranı on binde dört; bunların yarısı da yanlışlıkla yapılan tıklamalar. Hâl böyle olunca büyük firmalar etkisiz ve kalitesiz dijital reklamlara büyük paralar harcamak istemiyorlar.

İnsanlar internet gazetelerini, pazar kahvaltısında oturup basılı bir gazeteyi yarım saat sayfa sayfa okudukları gibi okumuyorlar. Genelde sosyal medyada önlerine gelen ilgi çekici bir haberin linkine tıklayıp gazetenin internet sitesinde 3-4 dakika geçirip siteyi kapatıyorlar. Hatta (eskiden) zaman tüneline düşen paylaşımlarda haberin başlığı ve spotu zaten haberin içeriğini yansıttığı için bir sürü insan linke dahi tıklamıyor(du). Bu yüzden de, Posta’yı Takvim’i zaten geçtim, sol kanatta yer alan saygın gazeteler bile artık tık tuzağı-olta başlık (İşte erken seçim tarihi!!) denilen manipülasyona başvuruyorlar. Her ne kadar son zamanlarda, “Saved You a Click” ve “Spoiler Haber” gibi, tuzaklı haberlerin içeriklerini başlığa taşıyan Twitter hesapları çıksa da maalesef, malûm sebeplerden ötürü, yeteri kadar popüler olmayı başaramadılar.

Medya patronluğuna 1979 senesinde Milliyet’i satın alarak başlayan Aydın Doğan, 2000’li yılların ortalarında Türkiye’deki basılı, görsel ve işitsel medyanın yüzde ellisinden fazlasını kontrol eder durumdaydı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışıyla birlikte havuz medyası gazetelerinin, tek isim altında olmasa da, toplam tiraj içerisindeki payı bugün yüzde 90’a ulaştı.

Biz reklamdan kaçtıkça sistem markaları gözümüze sokmak için yeni yollar buluyor. İnternet reklamlarının çoğu kalitesiz (etkisiz) olduğundan artık ajanslar giderek artan şekilde native advertising’e yöneliyorlar. Özellikle Kafa, Deve, Ot, Mot gibi dergilerde haber, yorum, karikatür gibi gözüken ama aslında ajanslar tarafından yazılmış reklam içerikli metinlere çok sık rastlanıyor.

İnternetteki reklam pastasını Google ve Facebook yutuyor. Arama ortamı ve haber akışının çok büyük kısmı bu iki şirketin kontrolünde. Parayı verenin sitesi ve paylaşımları üste çıkıyor. Misal, 600 bin beğenisi olan bir Facebook sayfasının paylaşımları, takipçilerin sadece yüzde 10’unun zaman tüneline düşüyor. Hepsine ulaşması için Zuckerberg efendi sizden para istiyor. Twitter, belki henüz doğru dürüst para kazanamadığından, ülkelerle olan siyasi dinamikleri dikkate alıyor. Ama Facebook direkt para odaklı. Zuckerberg’e parayı veren düdüğü çalıyor.

Gülün adı…
Kimse pazarladığı yoğurda ekşi demeyeceği için Google, Facebook, Instagram, Twitter, Periscope ve Swarm gibi uygulamalar “sosyal medya uzmanları” tarafından yerlere göklere sığdırılamıyor. Ortamlarda “gelecek dijitalde” diye çok klişe bir slogan vardır. Hangi sosyal medyacıya sorsanız size kâğıdın öldüğünü, geleceğin dijitalde olduğunu söyler. Vizyon gibi vizyon!!! Aynı “uzmanlar” bu uygulamalar sayesinde artık herkesin gazeteci olduğunu, böylece haber üretiminin demokratikleştiğini düşünüyorlar. Gönder’e basmak bedava olduğundan, herkes kendi kişisel hesabından haber ve yorum üretip (!!!) paylaşabiliyor.

Fakat bizim tartıştığımız mesele haberin ne tür bir ortamda paylaşıldığı değil, Julia Cage’in “Saving the Media” kitabında anlatmaya çalıştığı gibi, üretilen haberlerin içeriğidir. Dijital teknolojiler ilerlerken, maalesef, enformasyonun kalitesi artmıyor. Aksine, gün boyu haber değeri taşımayan haberlerin akışına maruz kalıyoruz. Ortalık maalesef Buzzfeed, Mashable, Onedio ve Listelist vb. dijital medya sitelerinden geçilmiyor. Bu sitelerin paylaştıkları haber değeri taşımayan haberlerin önemli kısmı native advertising (doğal reklam) kullanıyor.

Ayrıca sosyal medya, tarih boyunca hiç görülmemiş ölçüde bir bilgi kirliği yarattığı için Doğruluk Payı ve teyit.org gibi doğrulama siteleri zarurî bir ihtiyaç haline gelmeye başladı. Doğru ve dürüst haber almanın sıradan insanlar için giderek daha zahmetli bir hâl almaya başlaması kapitalizmin yarattığı teknoloji paradokslarından sadece biri.

Gazetecilik, kerameti kendinden menkul sosyal medya uzmanlığının aksine, kadim bir meslektir. Enformasyonu gazeteciler üretir. Dolayısıyla gazeteci yoksa enformasyon da yoktur. Ancak, pek çok ülkede, toplam entelektüel kadro ve mesleklerin içinde gazetecilerin payı 1950’lerden bu yana sürekli düşüyor. Sistem her şeyin ucuzuna kaçtığı gibi gazeteciliğin de ucuzuna kaçıyor. Gazetecilik ucuzladıkça da enformasyonun kalitesi Onedio seviyesine düşüyor.

Yurttaş Kane’ler…
Haldun Simavi’ye göre en iyi gazeteci, en az kâğıdı en ucuza boyayıp en pahalıya satandı. Yani Simaviler’in çarpık bakış açısına göre “haber alma” bir hak değil bir ayrıcalıktı. Gazeteler de kâr ettikleri oranda başarılıydı. Fakat gazeteciliğin ekonomik kazanç için yapıldığı dönemler geçti. Havuz medyasındaki grupların çoğu gazetecilik faaliyetinden zarar ettiğini söylüyor. Vatandaşların doğru ve dürüst habere ulaşmalarını engelleyip toplumun siyasi yönelimlerini manipüle etmenin karşılığında alacakları ihaleler için bu işe giriyorlar.

Medya patronluğuna 1979 senesinde Milliyet’i satın alarak başlayan Aydın Doğan, 2000’li yılların ortalarında Türkiye’deki basılı, görsel ve işitsel medyanın yüzde ellisinden fazlasını kontrol eder durumdaydı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışıyla birlikte havuz medyası gazetelerinin, tek isim altında olmasa da, toplam tiraj içerisindeki payı bugün yüzde 90’a ulaştı.

Büyük bir medya grubunu, rüşvet veya ihale vermek suretiyle, “satın almak” irili ufaklı 25-30 gazeteyi ayrı ayrı satın almaktan kolay olduğundan medyadaki ekonomik temelli tekelleşme burjuva siyasetinin de işine geliyor.

Bu bağlamda, bugün medyanın yaşadığı bu kriz sadece gazete şirketlerini bağlayan bir kriz değil, haber alma hakkını ve demokrasiyi tehdit eden bir kriz. Medyadaki dijitalleşme ve tekelleşme hem enformasyonun kalitesini düşürüyor hem de otoriter iktidarların tarafından kontrol edilmelerini kolaylaştırıyor.

Sosyal medya bu krizi çözmüyor, aksine, derinleştiriyor. Çok iyi şeylermiş gibi lanse edilen Google, Facebook, Twitter ve Buzzfeed gibi “yeni medya” kuruluşları aslında insanlığı, enformasyonun kilise tekelinde olduğu Orta Çağ karanlığına geri götürüyor. Cambridge Analytica skandalında bu yeni medyanın aslında ne amaçla kullanıldığını gayet iyi gördük.

Alternatif bir medya yapılanması?
Julia Cage tezinde, vakıf ile anonim şirket arası bir yerde “kâr amacı gütmeyen medya ortaklığı” modelinin sürdürülebilir bir alternatif olduğunu öne sürüyor. Vakıf olmanın avantajı kâr amacı gütmeksizin kaliteli haber üretmek ve devamlılığı olan bir sermaye yapısıdır. Anonim şirket olmanın avantajıysa çeşitlendirilmiş hissedarlık ve demokratik karar alma mekanizmasıdır. Cage’ye göre bu model, Amerika ve İngiltere’deki büyük üniversitelerin ticari faaliyetle kamu hizmetini birleştiren modele yakın bir modeldir.

Medya ortaklığı “crowdfunding” (katılımcı finansman) ile okurlara da yer açmalıdır. Sadece “pamuk eller cebe” demek yetmez. Gazeteye bağış yapan okuyucular karar sürecinde söz sahibi olmalıdır. Böylece haber ve enformasyon sadece onu üretenlerin değil tüketenlerin de sorumluluğunda ve denetiminde olur.

Tabii bunlar etraflıca tartışılması gereken evrensel meseleler. Zaten Türkiye’nin mevcut şartlarında havuz medyasından başka yeni bir medya yapılanması anaakımda pek mümkün değil. Ancak kısa vadede bizim yapmamız gereken bir yandan farklı alternatifleri düşünürken diğer yandan özgür ve patronsuz basından geriye ne kaldıysa fraksiyon ayırt etmeksizin desteklemek.

Anıl Aba / BİRGÜN

Ülkü Tamer için nakarat - HAYDAR ERGÜLEN

Atları kim sevmez? Ne güzel varlıklardır. Özene bezene yaratıldıklarına hiç kuşkum yok. Kafalarından gövdelerine, bacaklarından yelelerine, sanki rüzgar tarafından yaratılmış gibi uçmaya hazırdırlar. Nazım Hikmet “Salkım Söğüt” şiirini atlar için değil, atından ve yolundan düşen eski yoldaşları için yazmıştır ama, “atları rüzgar kanatlılar” demeyi de unutmamıştır. Zira atların yoldaşlığı da “uzun yola çıkmaya hüküm giymiş”ler için bir rüzgar ve ateş yoldaşlığıdır. Necip Fazıl’ın atlara düşkünlüğü de bilinir. Adana’da bankada çalışırken bir toprak ağasının armağan ettiği atla işe gidip gelir. Ünlü “Ata Senfoni”sini de 1958’de Türkiye Jokey Kulübü’nün ısmarlaması sonucunda yazar. Yaşar Kemal “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” derken, atla insanın yoldaşlığını güzelce anlatır.


Ata şiir, senfoni yazan şairler var, bir de ata kupon yazan şairler var. Hem çeşitli konuşmalarda dile getirdiğim hem de çeşitli yazılarda değindiğim bir şey bu. Diyeceksiniz ki atın yok, araban yok, sana ne bundan? İşte tam da bundan ilgilendiriyor beni. At yarışı oynayan, kupon dolduran şairlerden bazılarını tanıyorum. Bazıları şiirimizin şimdiden büyükleri arasında yer alan yakın arkadaşlarım, bazıları yine şiirimizin özgün şairlerinden olan, şiirlerini okuyarak büyüdüğümüz ve etkilenerek yazdığımız büyük şairlerimiz, abilerimiz. Yalnızca şairler mi, değil, önde gelen şiir eleştirmenlerimiz de var ganyan bayilerinin önünde bülten okuyup at yarışı için kupon dolduranlar arasında.
Güvercin yarıştıranları çocukken Eskişehir’de görmüştüm, çatılarımız alçaktı ama güvercinlerimiz yüksekti, belki de şiirin, göğe bakma biçimlerinden biri olduğunun bilindiği ama söylenmediği o günlerde, güvercinleri şiir yerine uçuruyorlardı. Güvercin besleyenlerin, uçuranların iflah olmayacağı, uzun yaşamayacağı gibi bir inancı o günlerde duymuştum, öyleyse onların iflah olmaz birer şair ve güvercinlerin de şiirleri olduğunu düşünmem için çok nedenim vardı artık.

Sonra o güvercinleri şiir olarak gördüm. Nerelisin? Eskişehir’in çocuk göğünden. Böyle demiş olmalı beyaz kanatlarını çırparak güvercinler. Bir kitaba girmişlerdi şiir kılığında, kitaba kanat olmuşlardı, Soğuk Otların Altında’n göğün yüzüne çıkmaya hazırlanıyorlardı. Hem zaten güvercinler çok eskiden beri yeni şiirler değil miydi hep? ‘Güvercin donuna girmek’ten söz edilmiyor muydu masallarda, söylencelerde?

O güvercinleri Eskişehir’e, benim çocukluk göğüme yetiştirmişti işte Ülkü Tamer. “O eski bir güvercindi, gittikçe hatırlanan,/O eski bir güvercindi, uçması da iyiydi bana kalırsa,/O eski bir güvercindi, çünkü tenhaydı şehirler” de. Sonra bizi bir şiire, kitaba bırakarak gidiyordu “O eski bir güvercindi, bıraktı beni onlara,/ Götürmedi kanatlarından bir başka yalnız suya,/Geçti çocuk gölgelerinden, dönmedi artık,/Yapacak işleri vardı utanmaktan başka.” 

Gök Onları Yanıltmaz diyordu sonra da, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür diyordu, o zaman göğümüz de göğsümüz de genişliyordu. Bir şiir göğünü çocukluğa açıyordu. Çocuklar, serçeler, güvercinler, atlar, uçarlar, kaçarlar, konarlar, göçerler, yürürler, yüzerler kendilerine “Nuhun Gemisi” olan bir şiirde, Ülkü Tamer şiirinde yer buluyordu. İçimiz rahattı artık, göğe bakabilirdik, ama daha da güzeli göğe bakar gibi şiire bakabilirdik, birbirimize bakabilirdik, atlara bakabilirdik. O “Ben tenhalık diye serçeleri bilirdim” diyordu, biz de “Nuhun sevinci” diye Ülkü Tamer’in şiirini okuyabilirdik.

Atlara bakmaktan geliyorum. Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’a üç kere söylettiği “Kurbağalara bakmaktan geliyorum” dizesini Ülkü Tamer için değiştirdim. O ünlü sinema oyuncusu “Gary Cooper için beş şiir” yazdı ve “Çocuklar Atlara Gülümserdi” dedi adına: “Atlar, atlar, atlar, atlar./Irmağın yanındaki haritadan geçen,/onun kalbine azgın bir çiçek koyan,/kanatlı çizmelerinin ucuna,/tabancasının ordaki ıssızlığa.Atlar,/atlar.” Son dize ise hem çocukluğu hem atları birlikte över, güzeller: “Çocukların yelesini taşıyan atlar.” 

O atlar sonra Antep Neresi? kitabında “Atlının Türküsü” olacaktır: “Gece vakti Azrail’de yol uzun/Yürü atım rahvan atım tez yürü”. 

Yerin göğün şiirini yazdı Ülkü Tamer. Çocukluktan, yani şiirin anayurdundan fazla uzaklaşmadan. Atların güzel yeleleri kadar güzel adları da vardı. Yarış bültenlerini şiir gibi okudu ve atların güzel adlarını o bültenlerde nakarat gibi yineledi. Nakarat sözcüğü kendiliğinden çıkıp geldi bu yazıya, içinde at geçen dize diyelim. Onların koşmalarını çok sevdi, hangisi daha hızlı koşuyor diye baktı, uzuuuun zaman şiir yazmadı, sanırım atlara bakmayı şiire bakmak olarak gördü. Salihli Şiir İkindileri’nde onur konuğu olduğu yıl kuponuna ortak olmuştuk 7 şair 20’şer lira vererek. Altılıyı tutturmuştu, payımıza 175’er lira düşmüştü. ‘Atlara bakmak’tan geliyorduk hep birlikte.

Şairlerle ilgili yazı ve konuşmalardan aldığım telifleri, Nar için ‘baban şiirden para kazanıyor kızım’ diye saklıyorum. Fakat ‘Ülkü Tamer’le at yarışından kazandığım para’ yazılı zarfın içi çocukluk, sevinç, gökyüzü, atlar, serçeler dolu. Nar o zarfı açtığında atlar, kuşlar, şiirler birbirleriye yarışarak göğe koşacaklar, çünkü Gök Onları Yanıltmaz! Ülkü Tamer’in şiirine inanırız.

HAYDAR ERGÜLEN / BİRGÜN

Bir liberal ve bir Marksist aynasında: Faşizm, sivil darbeler ve otoriter rejimler - TANER TİMUR

Fransız düşünürü Alain Badiou liberal değil Marksist; o da bir kitap yazdı (Eloge de la Politique, 2017) ve küresel gelişmelere kendi ülkesinden bakarak o da “Macron fenomeni”ni mercek altına aldı. Tabii hemen “Macron ve faşizm? Ne ilgisi var?” diye yükselen sesler duyar gibi oluyorum.


“28 Nisan 1945’te, Mussolini, Milano’da bir gaz istasyonu kenarında ayaklarından asılıp, iki gün sonra da Hitler Berlin’in harap sokakları altındaki sığınağında intihar edince, faşizmin öldüğünü sanıyorduk” (N.Y.Times, 6 Nisan 2018). 

Bu yanılgı ve itiraf eski ABD dışişleri bakanlarından Madeleine Albright’e ait ve kendisi bir süredir çok kaygılı. Dikkatleri yükselen faşizm tehlikesine çekiyor ve bu konuda bir de kitap yazdı. “Uyarı” niteliğinde bir kitap; zaten başlığı da “Faşizm: Bir Uyarı”! (Fascism: a Warning; Harper, 2018). Son günlerde promosyon için makaleler yazıyor; söyleşiler yapıyor. Kitabı henüz inceleyemedim; izleyen satırları bana yazarın söyleşileri, makaleleri ve kitabı hakkında yapılan yorumlar telkin etti.

• • •

Evet, Albright uyarıyor! Önce kendi vatandaşlarını, sonra da tüm dünyayı! Ne de olsa küresel kapitalizm çağında yaşıyoruz ve bu çağda faşizm de küresel bir tehlike teşkil ediyor. Zaten Albright da tehlikeyi küresel boyutlarda ele alıyor; üstelik bunun için de uygun bir profile sahip. Kendisi henüz emekleme çağında iken, ülkesi Nazi orduları tarafından işgal edilmiş Çek kökenli bir ailenin çocuğu ve en eski anısı da, savaş yıllarında sığındıkları Londra’daki evlerinde kendilerini Nazi bombardımanından koruyacağını sandıkları geniş, madeni bir masa! Savaştan sonra aile Çekoslovakya’ya dönüyor ve ülke komünizme kayınca orada da barınamayarak bu kez Amerika’ya göçüyorlar! Böylece Albright bir Amerikalı oluyor ve kariyerine de orada başlayarak hızla yükseliyor. Columbia Üniversitesi’nde doktora, Georgetown Üniversitesi’nde profesörlük ve arkadan da siyaset: Bill Clinton döneminde önce dört yıl BM’de temsilcilik, sonra da yine dört yıl (1997-2001) dışişleri bakanlığı! Kısaca, Amerikan liberalizminin “kırmızı çizgileri” içinde “teori ile pratiği” birleştirmenin parlak bir örneği!

• • •

Aslında Albright o kadar da kötümser değil; tehlike önlenebilir, diyor ve Trump yönetimini hiç de faşist bir yönetim olarak görmüyor. Daha genel planda “faşist” ülkelerle “otoriter” ülkeler arasında ilginç bir ayrım yapıyor; ölçütü de bu rejimlerin halk yığınları ile kurduğu ilişkiler. Albright’a göre otoriter rejimler aslında halktan korkuyor ve halk yığınlarına değil “koruma orduları”na ihtiyaç duyuyorlar; buna karşılık faşistler de kitleleri seferber etmeye çalışıyor ve bunun için de her türlü aracı mubah görüyorlar. Yazara göre Trump’la Hitler ve Mussolini arasında birçok ortak nokta var, fakat “modern ABD tarihinin en anti-demokratik başkanı olan” Trump, bir faşistten ziyade faşizm potansiyeli taşıyan bir lidere benziyor. Bu yüzden de, yazar, bu eğilime karşı net bir tavır almadıkları için Cumhuriyetçi Parti önderlerini kınıyor.

• • •

Putin’in Rusya’sı, Maduro’nun Venezuella’sı, Orban’ın Macaristan’ı, Erdoğan’ın Türkiye’si.. İşte Albright’a göre günümüzde “otoriter rejimler kulübü”nün bazı göze çarpan üyeleri.. Almanya, Fransa, Polonya, Yunanistan gibi ülkelerde de aşırı sağ partilerin yükselişi faşizan bir tehlike olarak görülüyor.. Yine de Albright’ın aynasında günümüzde gerçekten faşist olan tek ülke var, o da Kuzey Kore.. The Economist dergisinin (14 Nisan 2018) yazdığına göre, Albright, 2000 yılı Ekim ayında, Pyongyang stadyumunda, ABD Dışişleri Bakanı olarak Kim Jong İI ile yan yana oturmuş ve kızlı erkekli 100 bin Kuzey Kore’linin, ellerinde silah, mükemmel bir uyum içinde yaptıkları gösteriyi izlemişti. Halk, ideoloji, silah, führer her şey tamamdı ve herhalde kafasından da bu imajı hiç silememişti. Büyük bir olasılıkla zihnindeki “faşist Kore” imajı da o sırada şekillenmişti.

Doğru ki, burada “faşist” kavramı uygun düşmese de, Kuzey Kore’nin acımasız “komünizm”i günümüzde insan hakları ve demokratik özgürlükler açısından çok olumsuz bir profil sergiliyor. Yine de Albright’ın, Kore’yi aşağılarken, bir bakan olarak yıllarca dost geçindiği çürümüş teokratik Arap despotlardan söz etmemesi de gözden kaçmıyor. İşte tam da bu noktada, faşizm yorumunda, liberal düşünceyle Marksistleri ayıran temel noktaya gelmiş bulunuyoruz. Aslında liberaller insan haklarına saygı gösterilmesini, tüm özgürlüklerin korunmasını içtenlikle arzu ediyorlar; fakat tüm verilerin aksini göstermesine rağmen, bu özgürlüğün bugünkü sermaye düzeni ve sermaye hegemonyası altında da sağlanabileceğini sanıyorlar; ya da buna inanır görünüyorlar. Gerçek şu ki 1917’de insanlığa büyük umutlar saçan devrimden yetmiş iki yıl sonra, Sovyet tecrübesinin iç karartıcı koşullar altında iflası ile sanki tekrar başlangıca, Fransız Devrimi koşullarına dönmüşe benziyoruz. 1789’da, bir yandan devrimciler “evrensel haklar beyannamesi”ni kaleme alırken, öbür yandan da burjuvalar “halkı” silahlandırıyor ve “servet”lerini korumak için “Ulusal Muhafızlar” (Garde Nationale) ordusunu kuruyorlardı. Oysa bunlardan ikincisi (Garde Nationale), birincinin (Evrensel Haklar) garantisi olamazdı ve olmadı. Nitekim Bastille’in zaptından daha iki yıl geçmeden, bir yasayla (Le Chapelier yasası, 14 Haziran 1791) işçi örgütlenmeleri yasaklanıyor ve sermaye emniyet altına alınıyordu. 1848’de, Ulusal Muhafızlar ayaklanan işçileri ezdiği zaman bu gerçek çok daha dramatik bir şekilde ortaya çıktı. Günümüzde ise “ulusal muhafızlar”ın yerini tomaları, tazyikli suyu, biber gazı ve copuyla toplum polisi almış bulunuyor. Durum böyle iken “faşizm tehlikesi”ne de asıl bu pencereden bakmak ve başarılı olmak için buna uygun araçlarla donanmak gerekiyor.

“Bugünkü Ulusal Meclis, Macron lehine bir plebisitin ürünüdür” diyor Badiou (s. 117). Bu yolla da, Macron, kendi seçtiği/seçtirdiği “vekiller” üzerinde tam bir kişisel dikta kurabilmişti. Trump’ın Amerika’da, Cumhuriyetçi partiyi rehin alarak gerçekleştirdiği “darbe”yi, Fransa’da eski “sosyalist” Macron, kendine ait bir parti kurarak daha radikal bir şekilde gerçekleştirmişti.







• • •

Peki, bu kavgada “liberaller”in yeri ne? 

Madem ki sorgulamaya liberallerin önemli bir temsilcisi olan Albright ile başladık; onun kavgasını tartışıyoruz; o halde onunla devam edelim. Mütevazı şirketini (Albright Capital) gayet tedbirli bir şekilde yöneten ve George Soros, Jacob Rothschild gibi ünlülerle Afrika’da ortak yatırımlar yapan eski dışişleri bakanının bu kavgadaki yeri aslında belli: liberal burjuvazinin safları. “Anti-faşist” kavgası da burjuva demokrasilerinin “kırmızı çizgileri” ile sınırlı kalıyor. Yine de bu karanlık günlerde, görmüş geçirmiş bir diplomatın, Trump ve irili ufaklı diktatör taslaklarını teşhir ederek yararlı bir iş yaptığını da kabul etmek gerekiyor!

• • •

Albright’ın kavgası böyle; bir de Badiou’nun kavgası var.

Fransız düşünürü Alain Badiou liberal değil Marksist; o da bir kitap yazdı (Eloge de la Politique, 2017) ve küresel gelişmelere kendi ülkesinden bakarak o da “Macron fenomeni”ni mercek altına aldı. Tabii hemen “Macron ve faşizm? Ne ilgisi var?” diye yükselen sesler duyar gibi oluyorum. Gerçekten de yok görünüyor; zaten Badiou da “faşizm”den söz etmiyor; onun tercih ettiği kavram “darbe” (coup d’Etat). Günümüze özgü, farklı, sivil bir “darbe”! İleri kapitalist ülkelerde darbeler artık askerler tarafından yapılmıyor. “Partiler içinde, ya da partiler tarafından da yapılmıyorlar; darbeleri belli bir konjonktür doğuruyor” (s. 117). Demokrasilerde ilke olarak partiler kurulur; bunlar zamanla güçlenir, oylarını artırırlar ve sonunda da iktidara gelirler. Gelmeseler de siyasi hayatın bir parçası olurlar. Oysa Macron olayında böyle olmadı.

Peki, nasıl oldu? 

Önce Macron’u “destekleyen ve onun siyasi meşruiyetini sağlayan bir araç (appareillage)” kotarıldı; sonra da plebisit niteliği taşıyan bir seçimle “kim olduğunu ve ne yapacağını bilmeyen” kimselerden meydana gelen bir Meclis çoğunluğu oluşturuldu. Aday olmak isteyenler Macron’a başvurup özgeçmişlerini yollamış, Macron ve danışmanları bunları incelemiş ve süzgeçten geçirmiş, sonunda da bugün Fransa parlamentosundaki çoğunluğu içeren liste ortaya çıkmıştı. “Bugünkü Ulusal Meclis, Macron lehine bir plebisitin ürünüdür” diyor Badiou (s. 117). Bu yolla da, Macron, kendi seçtiği/seçtirdiği “vekiller” üzerinde tam bir kişisel dikta kurabilmişti. Trump’ın Amerika’da, Cumhuriyetçi partiyi rehin alarak gerçekleştirdiği “darbe”yi, Fransa’da eski “sosyalist” Macron, kendine ait bir parti kurarak daha radikal bir şekilde gerçekleştirmişti. Macron’un konumu ve “parti”si ile ilişkisini Badiou şöyle betimliyor: Fransa, son seçimlerle “III.

Napolyon’dan beri ilk kez” bir “parti”nin bir “aday”a değil de, bir “aday”ın bir “parti”ye sahip olduğu bir durumla karşılaştı! (s. 68). III. Napolyon’un iktidara gelir gelmez yaptığı ilk şey İngiltere ile bir serbest ticaret anlaşması imzalamak olmuştu. Bu, Fransa’yı zamanın küreselleşmesi içine sokmak demekti. İşte, Badiou’ya göre, bugün kendisini siyasetin üstünde (“ne sağda, ne solda!”) ilan eden, fakat aslında borsa prensleri (CAC 40) tarafından yönlendirilen Macron’un yaptığı şey de buydu! Bir yıl önce Badiou’nun bu konularda işaret ettiği icraat bugünlerde de emekçileri sokağa dökmüş bulunuyor!

• • •

III. Napolyon, Macron, darbe! Gördünüz mü şimdi? Bizler AKP’nin zuhuru ve “darbe”sinde III. Napolyon’u anımsatan taraflar bulurken, Marx’ın izinde bir Fransız düşünürü de Marx’ın “yeteneksiz ve grotesk” dediği bir darbecide bugünkü Fransa’yı açıklayıcı taraflar buluyor. Kaldı ki Fransa’da yaşananlar daha önce İtalya’da da yaşanmıştı. “Partinin adayı” değil de “adayın partisi” olgusu daha önce orada ortaya çıkmıştı. Geleneksel siyasetin dışında kalma heveslisi “anti-sistem” dalga, ilk işaretlerini dokuz yıl önce İtalyan komedyeni Beppe Grillo’nun yarattığı “Beş Yıldız” hareketinde vermişti. Siyasetin amatör lig şampiyonları geçen Mart ayında, son seçimlerde de büyük bir zafer kazandılar.

• • •

Badiou, emperyalizmin farklı gelişme düzeyindeki ülkeleri farklı şekillerde dizayn eden bir süreçte benzer taraflar da olduğunu söylüyor ve bunda da çok haklı! Bizde de AKP alelacele kotarılıp bir yıl içinde iktidara gelmedi mi? Gerçi Erdoğan’ın “tek adam”laşma süreci hayli uzun sürdü ve badireli oldu. Ne var ki ABD ve Fransa’da mevcut kurumsal güvenceler Türkiye’de bulunmuyor ve bu konuda yapılacak kıyaslamalar da gülünç olur. Ne Amerika’da ne de Fransa’da, kendi bağlamında haklı tüm eleştirilere rağmen, örneğin tek bir gazetecinin, tek bir hâkimin, tek bir avukatın tutuklandığını duyan, bilen var mı? Bizde ise darbeler darbeleri izledi ve sonunda da -halkın yarısına yakınının oyunu alsa bile- halka güvenemeyen ve ülkeyi halka değil de OHAL ve korumacılar ordusuna dayanarak yöneten bir rejim çıktı ortaya. Varılan noktada da, aynı zamanda parti başkanı olan bir devlet başkanının, artık parti il-ilçe kongrelerinde militanlarını “kapı kapı dolaşmaya” teşvik ettiği sahnelere tanık olmaya başladık.
Bu anormal durum daha ne kadar sürebilir? Bir “baskın”a dönüşen 24 Haziran seçimleri köklü ve kalıcı bir değişimin başlangıcı olabilir mi? Olursa, bunun hangi yönde gerçekleşme olasılığı daha fazla görünüyor? Artık bu sorulara teorik tartışmalarla değil de, pratik planda, seçim sandığına atılacak oy pusulaları ile yanıt vermenin zamanı gelmiş bulunuyor. Bu oylar, 24 Haziran akşamında ya umut kapılarını aralayarak ülkede hüküm süren karamsarlığa son verecek, ya da “uzatmalar” bir süre daha devam edecek ve mevcut sorunlar daha da ağırlaşacaktır.

Taner Timur / BİRGÜN

22 Nisan 2018 Pazar

CHP’nin adayı kim olmalı? - ORHAN BURSALI

CHP salı günü aday belirleme için toplanacak. Hayat yavaş işliyor orada. Baskın yapan her zaman çok daha hazırdır. Erken seçim bir yıldır 2018 için konuşulduğuna göre, muhalefetin de en az iktidar kadar seçimlere hazır olması beklenir. Hazır olma hali, iktidarı da aşacak ve toplumu kucaklayacak bir program ve adayın varlığıdır. 

İktidardan memnuniyetsizlik var mı, var. Özellikle Referandum’da bu net ortaya çıktı. 
Geçen süre içinde bu memnuniyetsizlikte artışı durduracak bir ciddi gelişme olmadı. Afrin operasyonu mu? Anket şirketleri en çok artı 1 puandan bahsediyor, ama bugün ülkede ana babaların çocukları için taşıdıkları endişeye bakarsanız, Afrin’in iktidara oy taşıyacak bir mekanizma olarak görülmesine karşı ciddi bir tepki oluşmasını da beklersiniz. 

Yani kazın ayağı pek de öyle iktidarın sandığı gibi olmayabilir. Ama ne yazık ki, ciddi araştırmalarla elde edilen bilgi yok. Oysa millet ne düşünüyor konusunda çok ciddi verilere ihtiyacı var toplumun. 

Hiçbir parti lehine manipülasyonun yapılmadığı seçim anketlerine ise çok daha fazla ihtiyaç var. 8 hafta boyunca tekrarlanacak anketler gerek. 

Çünkü, ciddi verilerle-bilgiyle seçime gidilmeli ki, seçim sonuçlarıyla karşılaştırılabilsin ve sonuçlar arasındaki farklara bakarak büyük alavere-dalavere varsa ortaya çıkarılmasına bu veriler de yardımcı olsun. CHP’nin ve sivil toplumun bu konuda harcama yapmaya niyeti var mı?

Sadece hoşnutsuz olanlar değil 
Dedik ki iktidarı aşacak program gerekmekte. Muhalefet partileri iktidardan kopmakta olan seçmenlerle yetinebilir mi? Şüphesiz ki hayır, tüm ülkeyi kapsayıcı, cezbeden programlar ortaya konulmalıydı. Ki ülkeyi bugünkü zor koşullarından esenliğe çıkartabileceklerine inandırsınlar. 

Bu konuda, Türkiye’nin demokrasi ve adalet gibi temel sorunlarının çok daha ötesinde, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi çıkmazlara çözüm öneren büyük hazırlıklar yapması gerekirdi. 

İktidarın Doğu ve Batı’da ülkeyi sürüklediği yalnızlık ve açmazlar, adeta kader olarak    kabul edilmektedir. 

Hayır, kader değil, siyasette “kader”, hele bir iktidarın yarattığı kötü durum ise, var olana boyun eğme asla olmaz, olamaz. Sonraki yazılarımda iki örnek vereceğim.

Kim olmalı? 
Öncelikle şu saptamayı yapalım: Muhalefetin daha ilk turda tek bir ortak aday ile seçimlere katılma olasılığı, Meral Akşener’in adaylığını açıklamasıyla ortadan kalkmıştır; bu konuda bir saniye bile boşa harcanmamalı. Bu zaten iki turlu seçimlerde eşyanın doğasına aykırıdır. 

İktidarın Meral Akşener’in adaylığını bile engelleme durumu ortaya çıkarsa, yeniden düşünülebilecek bir seçenek olabilir. 

Önceki gece bir dost sohbetinde CHP’nin ortalıkta dolaşan aday isimleri üzerine konuşurken, İlhan Kesici adı öne çıktı. Bunu sosyal medyada paylaştım. 
Yazıyı yazarken şimdi saat 17.20; 245 beğenen olmuş, 53 kişi bu bunu kendi izleyicilerine yaymış, 123 kişi de görüş belirterek tartışmaya katılmış. 

Tartışmaya katılıp görüş belirtenlere bakıyorum: 25 kişiye yakın olumlu; 40’a yakın olumsuz. Şüphesiz Muharrem İnce’yi önerenler de var, 12 kadar, ve bir o kadarı da Büyükerşen’i öneriyor. Kimi Ali Koç gibi genç birisi olsun demiş, Sunay Akın’ın ve Metin Feyzioğlu’nun da adını veren az sayıda kişi var. Bana özel yazan bir kişi de Uğur Dündar diyor. Kılıçdaroğlu için 3 kişi olumlu.

Birleştirici güç aranıyor 
Aramızdaki tartışmada Kesici’nin CHP etkinliklerine, mesela Adalet Yürüyüşü’ne katılmadığı ve parti tabanında mücadele etmediği, Muharrem İnce’nin ise tabanda büyük bir mücadele gücü olduğu ve halk adamı olduğu gibi görüşler de vardı. 
Bu konuyu, bir ismi desteklemek amacıyla değil, bir somut isim üzerinden giderek neler düşünüldüğünü anlamak için gündeme getirdik. Hayır diyenler, sağdan adaya karşı sol adayda ısrarcıydı. Fakat, ilk turda en çok oyu alırsa, CHP adayının ikinci turda büyük kitleyi sürükleyip sürükleyemeyeceği de, aday belirlemede zaten temel tartışma konusudur. 

Şüphesiz sol olsun da ne olursa olsun anlayışı tartışmaya açık. 
Eğer ikinci tur olursa, birinciliğin hangi adayla göğüslenip ülkede yeni bir sayfa açılabileceği, çok daha el yakıcı bir mesele. 

Birleştirici büyük ve mücadeleci güç aranıyor! 

Seçimler ikinci tura kalırsa, CHP’nin aday profili zayıf kalırsa, Meral Akşener’in en çok oyla muhalefetin adayı alma olasılığı var. 

Kim kalırsa kalsın, herkesin destekleyeceği açık.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Buldunuz mu cumhurbaşkanı adayını? - KEMAL OKUYAN

Memleket başkan dolu. Şefi, müdürü filan da sayarsak milyonlarca… Ne güzel, gelir dağılımında yakalayamadığımız adaleti azıcık da olsa sıfatlarda, koltuk ve makamda yaşıyoruz, her taraftan başkan fışkırıyor.

Neye yarar! Başkanımız çok ama iş cumhurun başına geçmeye gelince yok, onun için uygun biri bulunamıyor. 

CHP bulamıyor ya da buldu ama söyleyemiyor örneğin. Kılıçdaroğlu “Ekmeleddin’e ne laflar etmişlerdi, şimdi kafamdakini söylesem ortalık yıkılır” demişti, kim bilir belki son anda açıklayıp tartışmaların önünü kesmeyi planlıyor.

Karayalçın deniyor, Kesici deniyor, Büyükerşen deniyor. Abdullah Gül’ün de ismi geçiyor… 

Lakin geciktikçe bu geçen isimlerin ağırlığı azalıyor, çünkü beklenti büyüyor, daha büyük, daha etkili bir isim gerekiyor!

İşte Ahmet Hakan Hürriyet’te “anlaşıldı CHP doğru düzgün bir aday çıkaramayacak” diye yazıverdi. Yazarken rahat, çünkü bu saatten sonra hiçbir isim “hah işte, budur” dedirtmez, hoplatmaz, zıplatmaz.

Sizin aklınıza geliyor mu?

CHP’yi boş verin, onları örnek diye verdim. Bu yazıyı okuyanlar, “Erdoğan’ın karşısına aday olarak şu çıksın” diyebiliyorlar mı? 

Yanlış anlaşılmasın, memlekette doğru düzgün insan az değil. Yöneticilik sorumluluğu üstlenebilecek çok sayıda bilim insanı, siyasetçi, sanatçı, emekçi var. Ancak “başkanların başkanı”ndan beklenti büyük.

Bir kere sandıkta Erdoğan’ı alt edeceksin. E... bu nasıl olacak? Tanınacaksın, medyatik olacaksın. Nihat Doğanların, Seda Sayanların, Hülya Avşarların, Yavuz Bingöllerin, cinci hocaların, kediciklerin domine ettiği “ünlüler dünyası”nda gölgede kalmayacaksın.
Sonra?..

Aslında sonrası yok diye düşününler de var. Erdoğan yenilince sonrası halloluyor zaten!
Yok hallolmuyor. Madem başkan oldun, memleketi düzlüğe çıkaracaksın.

Düzlükten herkesin anladığı da farklı. Kimisi dolar artmasıncı, kimisi Avrupa Birliği ve ABD ile aramız düzelsinci, kimisi iş derdinde, kimisi rant…

Biz kendi doğrumuzdan hareket edelim ve laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılan, insanın insanı sömürmesine karşı duran, bugünkü toplumsal sistemi sorgulayan, eşitliği savunan, ırkçılıktan tiksinen, yurtsever bir Cumhurbaşkanı adayı bulmaya çalışalım.

Bu özellikleri taşıyan bir değil, on binlerce kişi var kuşkusuz Türkiye’de. Ancak azıcık şöhret olacaksın, Erdoğan kültüyle baş edeceksin, ona laf yetiştireceksin.

Hadi bunu da becerdin, o halde bütün bunları yaparken nereye dayanacaksın, gücünü nereden alacaksın?

Örgütsüz ve örgütsüz olduğu oranda pusulasız bir toplumu esenliğe çıkartmaktan söz ediyoruz.

Böyle şey yok. Lider, önemlidir, tarihte bireyin rolü diye bir şey vardır ama bugünün Türkiyesi’nde “bir kişi berbat etti, başka birisi düzeltir” beklentisi her açıdan zırvalıktır.
Üstelik bir kişi berbat etmiş filan değil, Türkiye’nin bugünkü durumunun sorumlusu sömürücü patron sınıfıdır, bu sınıfın egemen olduğu toplumsal sistemdir. Buradan “başkan”la filan çıkılmaz.

Tersine “başkan” fikrine karşı durarak, toplumu göreve çağırarak, örgütlü siyasetin altını kalın kalın çizerek kurtuluş yoluna girilir. Sermaye sınıfı için ipleri tek kişinin elinde toplamanın avantajları vardır, nasılsa sömürü çarkı dönmekte, tek kişi ise işleri kolaylaştırıp kitleleri uyutabilmektedir.

Oysa halk için tek çıkış yolu, bir ortak irade, bir toplumsal irade oluşturmak, gerekiyorsa liderleri bu iradeye dayanarak yaratmaktır. 

Yok bu irade olmasın, vatandaşın biri çıksın yensin Erdoğan’ı, sonra da hep birlikte ihya olalım. Hadi ya!

Geçiniz… “Yar bana bir başkan adayı” diye kıvranıp durmak yerine, her tarafından başkan fışkıran bu ülkenin nasıl bu kadar aciz hale getirildiği sorusuna cesur bir yanıt vermek gerekir.

Türkiye’nin önceliği başkan değil bizzat cumhurun kendisidir, onun ayağa kalkması, kendine gelmesi…

Meşru ve doğru olan da budur. 

Kemal Okuyan / SOL