4 Mayıs 2018 Cuma

‘Makyavel’ de şaşardı! - Meriç Velidedeoğlu

Televizyonu her açtığımızda, Erdoğan ile karşılaşmanın ne denli bir “lütuf (!)” olduğunu pek bilenlerdenim... 
“Yeter, kanal değiştireyim!” diyerek, kendimizi rahatladığımız günler çok gerilerde kaldı. 
Ayrıca oluşturduğu “Tayibizm”de, siyasal düşünce tarihinde, “Amaca ulaşmak için her araç meşrudur!” diyen “Makyavelizm”i, birçok bağlamda aştı, geçti. 
“16. yy”ın, siyasal bilimcisi Makyavel’in (Machiavelli, 1469-1527), “siyaset” bağlamında oluşturup, geliştirdiği bir kuram olan “Makyavelizm” ile “Tayibizm”i, kısaca karşılaştırsak, diyorum değerli dostlar.

 
Şöyle başlayalım:
 • Makyavelizm, daha ilk adımda, siyaseti dinden uzak tuttuğunu, ünlü yaptığı, “Il Principe”de ortaya koyar. 
“Tayibizm” ise, “Referansımız İslamdır!” diyerek, temelinin de, amacının da, “din” olduğunu vurgular. 
• Makyavelizm’de, “toplumun uzlaşmaz, çelişkiler içinde iki kampa bölünmüşlüğü” kabul edilir. 
Tayibizm” ise, toplumu ilkin, “laik olanlar” ve “laik olmayanlar” diyerek böler, ayırır. 
• Makyavelizim, “siyaseti, hukuka bağlamak istemez.” 
Tayibizm” ise, “bağlar görünüp bağlamaz!” 
• Makyavelizm’e göre, “Sıradan bir insan iken, hükümdar olmak ya yetenek ya da bir talih işidir.” 
“Tayibizm”de ise, din eğitiminin ardından, “emperyalist ‘ABD’nin seçtiği siyasetçi olarak, adım adım yükseltilmesi işidir..” 
• Makyavelizm’de, “bir hükümdarın tarih okuması gerekir; böylece büyük adamların eylemleri üzerinde kafa yormuş olur!” diye önemle vurgulanır.
“Tayibizm” ise -özellikle- başında bulunduğu devleti, “77 düvelle savaşarak” yaratan kurucu büyüklerini, “ayyaş” diye anmak yeterlidir; bunu bilmek “tarih okumaktır (!)” 
Ayrıca, “İslam”ın tarihini noktasından virgülüne dek öğrendikten sonra, artık tarihten söz etmeye gerek yoktur... 
• Makyavelizm’de, “hükümdarın esen rüzgârların değişikliklerine uyabilecek bir yeteneğe sahip olması” önemli kurallardandır. 
“Tayibizm” de bu konuda istenen, neredeyse, “rüzgâr fırıldağı” gibi olmaktır... 
• Makyavelizm’de, “bir hükümdar verdiği sözü tutmayabilir!” 
Tayibizm”de ise, “söz verip tutmamak, yerine getirmemek”“Takiyye yolu” ile “olağan”dır. 
• Makyavelizm, “her zaman aldatılabilecek insanlar bulunur!” söylemini pek bir keyifle dile getirir. 
“Tayibizm” ise, bunun “bir paket makarnayla”, daha yoğun olarak yapılabileceğini ileri sürer... 
• Makyavelizm’de “doğruluk ve barıştan başka söz etmeyen hükümdarın aslında, bunların düşmanı olması da geçerlidir...” 
“Tayibizm”in, durmadan “birlik beraberlik” çağrısı yaparken bile “dindar-kindar” bir kuşak yetiştirilip, böylece “bölünmenin” yolunu açtığı ortadadır. 
• Makyavelizm’de hükümdar, halkı öyle korkutmalı ki, sevilmese de, “nefret” uyandırmamalı! 
“Tayibizm”de ise, “sevilmemek de nefret uyandırmamak da”, kaçınılacak konu oluşturmaz; yalnızca, “Ulülemr”in isteğini yerine getirmek söz konusudur. 
Ehh, bu “rejim”de, “Ulülemr” pek üstün özellikler (!) taşıdığına göre... 
Ve değerli dostlar, “16. yy”ın siyasal bilimcisi Makyavel’in de önemli bir konusudur “Danışmanlar!”... 
Hükümdarların, “Dalkavuklardan korunmak için, doğruyu söylemekten çekinmeyecek insanlara ihtiyacı” olduğundan söz ederek girer bu konuya Makyavel. 
Ve şöyle de sürdürür: “Fakat herkes size doğruları anlatabildiği zaman da saygınlığınız azalır. Bu nedenle hükümdarın, ülkesindeki akıllı insanlarıseçerek, onlardan sadece kendi sorduğu sorular konusunda bilgi alması, geri kalanları karıştırmaması gerekir: Fakat bu insanlara her konuda soru sormalı,düşüncelerini almalı, sonra da kendi anlayışına göre karar vermelidir. Öyle davranmalıdır ki, bu insanlar ne kadar açık konuşurlarsa kendilerinden o kadarmemnun kalacağına inansınlar...” 
Böyle diyor ve sürdürüyor bu konuyu Makyavel; bir ara şunu söylüyor: “Hükümdar, bu insanların dışında kimseyi dinlememeli...” 
İnsan büsbütün merak ediyor; “Tayibizm”deki durumu...


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Hayaller ve gerçekler - MİNE SÖĞÜT

Bu ülkenin popüler cumhurbaşkanı adayı; 
Peşinde zırhlı araçlar olmadan, bisikletiyle makamına gidebilmeliydi. 
Etrafında korumalar dolanmadan elini kolunu sallaya sallaya metroya binebilmeliydi.
Herhangi bir lokantada eşiyle dostuyla sıradan biri gibi yemek yiyebilmeliydi. 
Saraylarda değil, herkes gibi evlerde yaşamalıydı. 
Yasalar karşısında boynu kıldan ince genç biri olmalıydı. 
Çok değil beş yıl önce bile... 
Hepimiz böyle birini hayal edebilirdik. 
Ya da demokrasi tutkunu, erdemli, deneyimli bir cumhuriyet ve laiklik havarisi, cumhurbaşkanı aday olarak gönüllere taht kurmalıydı. 
Bunu da yakın zamana kadar kolayca düşleyebilirdik. 
Ya da ya da...



Her türlü önyargıyı ve ideolojik tabuyu bir kenara bırakıp bir araya gelmiş Türk, Kürt, sosyalist, kapitalist, sağcı, solcu, milliyetçi, ulusalcı tüm politik partiler ortak bir aday konusunda tartışmasız uzlaşmalıydı.
Üstelik istesek bunu bugün gerçekleştirebilirdik. 
Ama yapamadık. 
Neticede... 
Ölümle korkutulduk; sıtmaya razı ediliyoruz. 
Korkularımız var. Kaybetmek istemediğimiz şeyler ve kazanmak konusunda ısrar ettiğimiz şeyler elimizi kolumuzu bağlıyor. 
Seçmen olarak da hem kifayetsiz hem de muhterisiz. 
Sahip olduklarımızdan vazgeçemediğimiz için elde etmek istediklerimize hiç ulaşamayacağımızdan habersiziz. 
Sıradan siyasi liderler de halklara benzerler. 
Kalabalıkların korkularından şekillenirler. 
Kitlelerin yılgınlıklarından biçimlenirler. 
İsteksizlikten müteşekkildirler. 
Ve şuursuzca muhteristirler. 
O yüzden birbirimize benziyoruz. 
Bu işi hep birlikte beceremiyoruz.
***
Sadece devrimciler... 
Ne diğer siyasilere ne de kalabalıklara benzerler. 
Sistemin beklentilerine yüz vermeyenler...
Kendi bildiği yoldan ilerleyenler... 
Onlar, siyaseti de halkı da nihayetinde kendilerine benzetirler. 
Bu ülkede bir şeylerin değişmesini, ama gerçekten değişmesini istiyorsanız, şu bahar günlerinde gelmiş geçmiş devrimlere ve devrimcilere dair romanlar okuyun, filmler seyredin ve hayaller kurun. 
Bu ülke başına gelen şahane bir devrimi nasıl hiç etti ve hangi akılla yeni aydınlık devrimlere sırtını döndü, bu soruya cevap arayın.

***
Bu ülkenin kurtuluşu... 
Eğer işler yolunda gider de iktidar değişirse; 
Başa geçecek olandan sadece parlamenter döneme dönülmesini isteyerek gerçekleşmez. 
Ondan, yetkiler elindeyken acilen eğitim sistemini de 1920’lere döndürmeyi vaat etmesini beklemek gerekir. 
Yoksa bu ülke şu kısa sürede hızla kaybettiği şeyleri kolay kolay geri kazanamaz. 
Bu sistemde yetişen bir nesille, kaçırdığı uygarlığı kuyruğundan bile yakalayamaz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

3 Mayıs 2018 Perşembe

Değinmeler - OĞUZ OYAN

Haftalar yoğun geçiyor. Geçen hafta da seçim siyasetinden, seçim paketlerine ve futbola kadar her uğrakta yozlaşmış ve kapkaçcı siyasetin bütün görüntüleri bolca vardı.

Saray'dakinin futbola açık müdahalelerinin sürmesi, otokratın, hiçbir alanın kendi iradesi dışında özgür bir gelişim çizgisine sahip olmasına müsaade etmeyeceğinin adeta uygulamalı bir kanıtı gibidir. Bunun yakın bir örneğini Galatasaray-Başakşehir maçı öncesinde vermiş, Başakşehir taraftarlarını stadyuma çağırmıştı. Herhalde çifte bir amaçla: Hem Başakşehir bu iktidarın bir proje takımı olduğu için, hem de "muhterem" Fenerbahçeli olduğu için... Ettiği tarafsızlık yeminine bile uymayarak Cumhurbaşkanlığını partizan bir anlayışla yöneten ve taraflılığını futbol takımlarını kayırma noktasına kadar götüren bu zihniyete gereken tepkiyi Galatasaray seyircisi (diğer takım taraftarlarının da anlamlı desteğiyle) maç sırasında göstermişti.

Fenerbahçe-Beşiktaş arasında oynanan Türkiye Kupası yarı finalinin, Beşiktaş yedek kulübesine yapılan sözlü ve fiziki saldırılar ve Beşiktaş teknik direktörünün yaralanması sonucunda tatil edilmesinden sonra Türkiye Futbol Federasyonu Disiplin Kurulu üzerinde iki cepheden baskı kuruldu. Başlangıç startını veren, Saraylının "Burada bir kumpas var" açıklaması oldu. İddianın iması, hiç kuşkusuz, ev sahibi olduğu için olaylardan sorumlu tutulması gereken Fenerbahçe'ye karşı kumpas kurulduğuydu. Sonuçta olay, Reis'in işaretini kapanlarca, bir polisiye vakaya indirgenerek halledilmek istendi. Başbakan ve Bahçeli de koroya katılmakta gecikmediler.

Ama bir karşı suçlamayla ortalık bulandırılmadan bu kadarı hafif kalacaktı. Bundan sonra ikinci cephe açıldı. Yakınlarda Demirören'e hediye edilen Doğan Medya'nın Hürriyet'inde birinci sayfada manşet-üstü bir haber olarak Fenerbahçe kulübü teknik direktörünün Şenol Güneş'in 'sahtekarlık yaptığına' dönük iddialarına yer verildi. Ertesi gün Aziz Yıldırım da koroya katıldı. Aslında Hürriyet'in yeni sahibi aynı zamanda TFF Başkanı da olduğundan, Hürriyet'in haberi sunuş biçimi ve zamanlaması adeta bir "ihsas-ı rey" gibiydi.
Ardından, esasen başka seçenek bırakılmadığından, Federasyon Disiplin Kurulu'nun "maçın kaldığı yerden devamı" kararı geldi. Beşiktaş Divan Kurulu (YK böyle bir kararı almaya cesaret edemediğinden topu Divan'a atmıştı) yürekli bir kararla "maça çıkılmayacağını" bildirdi. Bu karar TFF'den ziyade, onun kararının arkasındaki Saray'a yönelikti. Başkan ve yöneticileri sermayedar olan bir büyük kulübün bu kararı alması böyle bir dönemde kuşkusuz yürek ister; ama cesaret, bu kararda direnilmesi halinde geçerli olacaktır.

Yazımın yukardaki bölümünü geçen hafta kaleme almıştım ve her an bu kararı geri aldırmaya yönelik baskıların gelmesini bekliyordum. Nitekim iki gün önce Bahçeli'nin medya açıklaması geldi. Saray'ın -dolaylı- müdahalesinin ise onun adına telefonla yıpıldığı anlaşılıyor. Beşiktaş YK konuyu tekrar değerlendirmek üzere dün toplanma kararı almıştı. 

Federasyonun maçın oynatılmasına dönük kararı sonrasında Türkiye'de hiçbir maçın güvenliği kalmamıştır. Hiçbir hakem, ölüm (ler) olmadıkça tatil kararı veremeyecektir artık. (Onu bile kumpasa bağlamak pekala mümkündür elbette).

Konu futbol fanatizmi olunca, sosyalist cenahta bile her türlü mantıklı değerlendirmenin önüne geçebileceğinin farkındayım. Örneğin son Galatasaray-Beşiktaş maçında evsahibi takımın seyircisi "tiyatrocu Güneş" sloganıyla rakibini aşağılamaya çalışırken, aslında Başakşehir maçında kendisine yapılanı hiç hatırlamaz gibiydi. Anlık rekabetlere kilitlenerek olaylar arasında ilişki kurma kapasitesini tamamen yitirmişti.

Ancak mesele takım taraftarlığının çok ötesindedir. Aslında bütün takımların taraftarlarına düşen, bu müdahaleci, adaletsiz, pervasız anlayışa karşı ortak hareket etmek ve 24 Haziran'da kırmızı kart göstererek onu siyaset dışına atmak olmalıdır.

***

SEÇİM PAKETİ
AKP dün itibariyle yeni bir seçim paketi açıkladı. Seçime iki aydan az zaman kala, adeta "kör kör parmağım gözüne" şeklinde, seçmenin gözüne sokulan bir paketti bu.
Ama ekonomi öylesine bıçak sırtındaydı ki, paketin açıklanması -tıpkı büyük sermayeye 135 milyar dolarlık süper teşvik paketinin açıklandığı günde olduğu gibi- borsada yüzde 3,1'lik rekor günlük düşüşe yol açtı. Dövizde de yukarı doğru gidiş oldu.

Peki, niçin böyle bir tepki? Bir kere dün sabahtan açıklanan dış ticaret verileri dış ticaret açığı ile cari açığın durdurulamaz bir artış temposu içinde olduğunu gösteriyordu zaten. Üstüne bu paket açıklandı. Açıklanan paket yeni bir genişletici maliye politikasını haberliyordu. Oysa bütçe sadece Mart ayında 20 milyar TL açık vermişti. Yeni paketin bütçeye hemen yansıyacak doğrudan maliyetinin (yalnızca bayram ikramiyeleri ve yaşlılık aylığı artışının) 30 milyar TL dolayında olacağı tahmin edilebilir. (Bu ekonomik destekler, veriliş amacı ve zamanı dışında yanlış değildir). 

Kamu alacaklarının yeniden yapılandırılması, stok affı, Bağ-Kurlulara "prim ödemeksizin" sağlık hizmeti gibi ikramların bütçe gelirlerinde azalış ve giderlerinde artış gibi dolaylı/dolaysız maliyetlerinin ise daha da yüksek bütçe kayıplarına neden olabileceği söylenebilir. Kuşkusuz kamu maliyesini birbuçuk/iki yıldabir af/barış çevrimleriyle döndürebilenler açısından, vazgeçilen gelirlerden ziyade, kuşkulu veya uzun vadede tahsil edilebilecek alacakların o mali yıl içinde kasaya girmesi ilgilendirmektedir. Maliye teşkilatı adeta sürekli bir factoring şirketi gibi çalışmaktadır.

Bu arada paketle getirilen imar affı ile kimlere peşkeşler çekildiği, hangi doğal afetlere yıkıcı davetiyeler çıkarılmış olduğu, hangi kentleşme dinamiklerine ölümcül darbeler vurulmakta olduğu da incelenmek durumundadır.

AKP ve RTE'nin ülkeye maliyeti giderek kabarmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Mardin Bienali dördüncü kez başlıyor - AYŞEGÜL SÖNMEZ

İlki 2010 Haziran ayında Döne Otyam’ın özverili emeği ve fikir anneliğinde gerçekleşen Mardin Bienali, devletin fonladığı bir bienal olması itibariyle çok özel bir yere sahipti.

GAP İdaresi, Mardin Valiliği ve Başbakanlık Tanıtma Fonu işbirliğiyle düzenlenen uluslararası sergi, özel sektörün desteğine alışık olduğumuz kültür sanat dünyasında ilginç bir deneyimin ister istemez kapılarını araladı.

Mardin Bienali’nin ikincisini de yine GAP İdaresi, Mardin Valiliği, Başbakanlık Tanıtma Fonu destekledi.
Lakin bu deneyim uzun süreli olmayacak devlet desteğini üçüncüsünden çekmekte gecikmeyecekti.
Üçüncü Mardin Bienali, Mardin Sinema Derneği tarafından özel sektörün desteğiyle 15 Mayıs -15 Haziran 2015 tarihleri arasında gerçekleştirildi.


İlkinden bu yana danışmanı olduğum Mardin Bienali, bir büyük sergi olarak kültür sanat dünyasındaki devlet ve özel sektör desteğinin zaman içinde edindiği ve kaybettiği rolleri göstermesi açısından örnek olmayı sürdürüyor.

Bu yıl fonunu tamamen Crowd Funding usulüyle izleyicisinden oluşturdu. 
Örneğin, izleyicinin küçük büyük katkılarıyla 3 küratörün bir araya getirdiği bir sergiyle sanatın dilini sözün ötesi ilan ediyor.İzleyicisini “dünyaya ve sanata bakışta sözün ötesindeki anlam üretme biçimlerinde buluşmaya çağırıyor”.

Serginin küratörlerinden Fırat Arapoğlu, kendi sergisinin ismini Sonsuz Bakış olarak tayin etmiş.
Rousseau’nun bedeni de düşünme eyleminin içine kattığı sözlerinden hareket ediyor:
“Düşüncelerimi uyaran ve onlara can veren yürümeye dair bir şey var. Bir mekanda kaldığımda, zorlukla düşünebilmekteyim...”

Mekânın sınırlarını coğrafyanın sınırlarıyla birlikte ele alıyor ve soruyor:
“Acaba sanat, coğrafyayla birlikte dünyamızdaki aktüel dönüşümleri nasıl gösteriyor? İnsanlar ve mekânlar arası ilişkinin kolaylıkla tanımlanamadığı ve birbirlerine öyle ya da böyle bağımlı halde oldukları bir dünyaya nasıl reaksiyon verilebilir?”

Nazlı Gürlek ise Beden Dili alt başlığında, toplumsal çerçevede aciliyet taşıyan sorunların çeşitliliği, bu çeşitliliğe uygun yeni yaratıcılık kanalları geliştirme endişesini gündeme taşıyor.
Gürlek’e göre farklı disiplinlerin yöntem ve araçları doğal olarak yepyeni yaratıcılık kanalları açıyor.
Gürlek, bu farklı disipliner yaklaşımlarla Mardin ve bienal bağlamında nasıl farkındalık alanları yaratabiliriz, sorusunu önemsiyor.

Gürlek için bu soru da performans pratiğinin alanı:
“Beden Dili, disiplinlerarası (canlı ve video performanslar, performanslardan arta kalan dokümantasyonlar, tuval, heykel ve mekânsal yerleştirmeler katılımcı dans, hareket ve beden farkındalığı atölyeleri) ve performans odaklı üretimleri deneyime açıyor. “Beden Dili” ile insanlarla ve geniş sosyal çevreyle nasıl ilişkilenebileceğimiz sorusunu, bedenlerin dilinden deneyimi.”

Derya Yücel, “Sınırlar ve Eşikler”de, sanatçıların, çok uzun zamandır fiziksel ve zihinsel mekânların, sınırların ve eşiklerin ardında olanla yüzleştiği ve yüzleşmeye devam ettiği iddiasında. Sergisi aracılığıyla bu yüzleşmenin sanatsal forma dönüşme sürecindeki yolculuğuna izleyiciyi de dahil ederek, kendi sınırlarını ve eşiklerini araştırmasını diliyor.

Bir Mardin Bienali daha orada, Mardinlilerin talebi doğrultusunda, öncelikli ve özgün bir biçimde (en başta ve en makbulü  ve Mardinlilerle birlikte gerçekleşiyor.

İzleyicisi tarafından şekillenmeyi bekliyor. Yolu açık olsun.

AYŞEGÜL SÖNMEZ / CUMHURİYET

İran’ı, Suudi ile İsrail birlikte vuracak - MUSTAFA K. ERDEMOL

Başkanlık seçimleri sırasında verdiği, İran’la yapılan anlaşmayı iptal edeceği sözünü yerine getirme konusundaki ısrarı sürüyor Donald Trump’ın. Kişisel olarak, anlaşmayı imzalamış Avrupa ülkelerinin Trump’la aynı kanıda olmamasından ötürü bu anlaşmanın kolay bozulacağını sanmam. ABD tek taraflı olarak bir iptal gerçekleştirirse anlaşmayı imzalamış olan Avrupa ülkeleri anlaşmayı sürdürecekler kanımca.

Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un son ABD ziyaretinden “anlaşma iptal edilmese de yenilensin” düşüncesiyle dönmesi Avrupa’da çatlak olarak yorumlanabilir tabii. Zamanla göreceğiz böyle olup olmayacağını.

Trump neden bu kadar karşı bu anlaşamaya peki? Trump bunu tek başına yapıyor değil tabii. Ülkesinin politikasını belirleyen Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde İran’ın “terörist gruplara verdiği destek”ten “balistik füze üretme niyetine” kadar bir dolu suçlama var. Ulusal Güvenlik Stratejisi bu haliyle kaldığı sürece bu konuda ısrarını sürdürecek Trump. Bir de bu anlaşma sayesinde İran’ın yaptırımlardan kurtularak Rusya ile daha rahat ilişki gerçekleştirebilecek oluşu da Trump’ın arzu ettiği bir durum değil.

Tabii zaman zaman ABD’nin kimi kurumlarından Trump’a itirazlar da geliyor. Örneğin eski CIA Başkanı John Brennan, Trump’ın anlaşmayı bozacak oluşunu “aptalca bir tavır” olarak değerlendirmişti. CIA’in buna karşı çıkıyor oluşu şaşırtıcı gelebilir ama CIA bu anlaşma sayesinde İran’ın denetlenebilecek oluşuna inanıyor. Tabii yeni CIA Başkanı da Trump gibi düşünüyor.

Trump’ın “ABD için berbat” sözleriyle değerlendirdiği anlaşma iptalini son zamanlarda daha çok dile getirmesi ortamın uygunluğuyla ilgili. İptali gerçekleştirirse, İslam dünyası içinde en büyük desteği alacağı ülke Suudi Arabistan. Bu ülkenin medyasında İran’ın İsrail’den daha tehlikeli olduğu yolunda dünya kadar yorum (!), analiz (!) okursunuz. Dileyen Şarkül Evsat’ın Türkçe sitesine girip okuyabilir. Veliaht Prens (bence fiili Kral) Muhammed bin Salman’ın ABD yanlılığında babası ile dedesini bile geçtiği ortada. Daha da ileri giderek İsrail’in başta Filistin olmak üzere birçok konudaki görüşlerini de aynen paylaşıyor. Hatta geçen gün Filistinlilere “İsrail’in önerisini destekleyin” çağrısında bile bulunabildi.

Yabana atılacak çıkışlar değil bunlar. Kim ne derse desin devasa para gücüyle başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Müslüman ülkeyi bu yönde etkileyebilir Suudi Arabistan. Trump için müthiş bir destektir bu. 

Suudi Arabistan’ın İsrail’le daha önce hiçbir Müslüman ülkenin (Mısır’ın bile) kurmadığı yeni ilişkiler geliştirdiği sır değil. Yakın bir zamanda İsrail’e hava sahasını da açmıştı. İran konusunda birbirleriyle istihbarat paylaştıkları da biliniyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun önceki gün İran’ın nükleer faaliyetlerine ilişkin açıkladığı sözde belgeler üzerinden harekete geçen Trump, 12 Mayıs’ta İran ile ilgili yeni kararlarını açıklayacak. Netanyahu’nun iddialarının gerçek olmadığını Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, hazırladığı çok sayıda raporda vurguladı. Zaten başta AB yetkilileri olmak üzere Almanya gibi üye ülkeler bu nedenle İran’la yapılan anlaşmanın bozulmasından yana değiller.

Ancak anlaşma ABD tarafından iptal edilecek görünüyor. Ancak eski CIA Başkanı’nın yaptığı gibi kimi itirazlarla karşı karşıya kalan Trump, iptalden sonra yeni bir anlaşmanın daha yapılabileceğini söyleyerek “açık kapı” bıraktı. İptal sonrası yapılacak anlaşmanın hem ABD için “berbat” olan tarafları düzeltilecek hem de ABD kurumları içindeki itirazları dindirecek maddeler eklenecek.

Ama İran’ın vurulması konusunda ısrarlı olan İsrail, daha önce defalarca yaptığı gibi İran’a “tek başına” bir operasyon gerçekleştirebilir. Uluslararası hukukun engelleyebildiği bir ülke değil İsrail. Ülkesindeki “reformlarla” batıda ılımlı, modern bir tip çizen, bu nedenle hatırı sayılır bir batı desteği de arkasında olan Velihat Prens Muhammed bin Salman’ın İran’a karşı İsrail’le birlikte oluşu da bu modern, batı yanlısı özelliklerine, “İslamcı teröre karşı” bir İslam ülkesi lideri sıfatı da kazandıracak.

Bunlar tahmin değil, somut gelişmeler bunu gösteriyor. İsrail ile Suudi Arabistan arasında henüz ortaya dökülmemiş, küçük çaplı askeri işbirliği adımlarını izleyen bunu rahatlıkla görebilir.

İslam dünyası ne mi der?

Hangi İslam dünyası?

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

2 Mayıs 2018 Çarşamba

Kir ve sol siyaset - OSMAN ÇUTSAY

Liberal gericiliğe entelektüel bombardıman sürüyor. Üst üste kitaplar yayımlanıyor. Biri Yalçın Küçük Hocamızın iki yol arkadaşı B. Sadık Albayrak ve Taylan Kara ile birlikte yayımladığı “Kir Teorisi”. 

Diğeri yazarımız Orhan Gökdemir’in yine ilginç yeni kitabı “AKP’li Yıllarda Türkiye’nin Düzeni”. İkisi de Türkiye’den, yani kire batmış ve içinde her an patlamaya hazır metan gazı birikmiş bir çöp dağından söz ediyor: Çoktan “Tayyibistan”a dönüştürülmüş Türkiye’nin çöküş sendromları analiz ediliyor.

Liberal bayağılığın geçici üstünlük yıllarının çoktan kapandığına bu tür art arda yayımlanan kitaplarla da tanık oluyoruz. Ancak İslamcılığın, “liberal sol” dayanaklarıyla tam bir can çekişme döneminden geçmesi, hiçbirimizi aldatmamalı. Çünkü İslamcı iktidar, bu ülkeyi ve halkını gerçekten yerle bir etmeyi başardı. Yalçın Küçük ve arkadaşlarıyla Orhan Gökdemir’in uyarılarını, belki şöyle anlayabiliriz: Önümüzde bir çöküş dönemi var ve bunu yıllar sürecek bir “kir kazıma eylemi” izleyecek. Bu da siyasal ve sosyal bir devrim demek. Yoksa bu coğrafya ve halkları tam bir cehennemi yaşayacak. Paramparça olacak. Metan gazının kontrollü çıkışını örgütlemek isteyenler, bu çöp dağını korumak isteyenlerdir: Türkiye insanı bir patlama olmadan bu çöp dağında yaşamayı sürdürmelidir. Dertleri bu.
Orada değiliz: Biz başka bir yerden hareketle, farklı birkaç kapı açmak istiyoruz.

1.
Dışımızdaki somut gerçeklik (“realite“) nasıl tanımlanmak gerekir? Temiz mi, kirli mi? “Her ikisi de” denebilir. O zaman hangisi ağır basıyor? Bu kiri normal karşılayıp, öylece, korunmasız ve bodoslama içine atlayınca mı siyaset yaptığımızı sanıyoruz? Bazı önlemler almayalım, örneğin kendi ilkelerimiz ve programımızla bir koruyucu/engelleyici duvar oluşturmayalım mı? Kendi analizlerimizle sahayı okumayalım mı? Bu çöp dağına şu veya bu biçimde katkıda bulunmuş olanların “değerlendirmelerini” mi öne çıkaralım, onlardan medet umalım? Onların maymunu olalım...

Günümüz kapitalizmi ve yarattığı yaşam alanı esas olarak kirlidir. Ancak Pandora'nın Kutusu misali, içinde temiz kalmak için çırpınan dokular da yok değildir.
Biz kir’i mi esas alacağız? Yoksa sağlıklı dokularla bir yenilenme mi arayacağız?
Bu kiri yaratan koşullara bulanarak, gerekirse biraz kirlenerek adım atmak elbette mümkün. Cepheciliğin kapitalizmi hedef almış bir program eşliğinde kitleselleşme olduğunu unutup “Birazcık sağcılıktan bir şey çıkmaz” diyerek mesela, sola yeni yaşam alanları da açılabilir. Ama nereye kadar? Kendi acil programımızı anlatmaktan ve savunmaktan imtina ederek mi solcu, sosyalist kalacağız? Sahnedeki rezalete ve kerih kokuya, iğrenç ilişkiler ağına, kendi teşhislerimiz ve emperyalist-kapitalist düzeni temelinden sarsan alternatif çözüm önerilerimizle yaklaşmayınca mı siyaset yapmış sayılıyoruz?

Bunu kabullenemeyiz.
Solun, uzun sürmüş yenilgiler çağı, bu kire bulanarak, aslında da ona benzeyerek siyaset yapılabileceği yanılsamasını bir “fikrisabit”  haline getirdi: Sol güçsüzdü, çünkü hep kendi steril diliyle steril siyaset yapabileceği ortamlar arıyordu. Sekterdi. Kendi geçmiş başarılarına takılıp kalmış, yenilgilerden ders çıkarmamıştı. Diğer ortamlara kir gerekçesiyle girmekten kaçınıyordu. Zaten kullandığı dili kimse anlamıyordu. Böyle deniyor veya aynen ifade edilmese bile böyle “denmek isteniyordu”.
Bu mu gerçek?

Farklılaşmaksızın hasımlara veya düşmanlara iyice yakınlaşarak bağımsız sosyalist dokunun korunabileceğini düşünenler, 1989'daki küresel kapitalist restorasyonla yanıtlarını aldılar. En acımasız umutlardan biri dünya finans sistemiyle (emperyalist sistemle) yoğun mali ilişkiler kuran, büyük borçların altına giren, bu arada Moskova'ya zaman zaman densiz eleştirileriyle Batı'nın gözüne girmeyi başaran Çavuşesku ve yoldaşları oldu. Acımasızca katledildiler. Libya ve Batı'ya milyarlar döken Kaddafi’nin sonu daha feciydi, malum. Orhan Pamuk bu cinayete kendisinden beklenen onayı verince “bizlerden” hak ettiği yanıtı almıştı. Yugoslavya bir başka örnek.

Farklılaşmayan ve bu kiri kazıyacağını ilan etmeyen, kapitalizmi tüm kurucu ve yürütücü unsurlarıyla ortadan kaldıracağını, bunu da kendi örgütlülüğüyle yapacağını siyaset sahnesinde ikna edici bir dille savunmayan sol, o kirin parçasıdır. Genç TKP, yıllardır bunu anlatmaya çalışıyor.

CHP'den, HDP'den, Akşener'den krize sol çare çıkarabileceğini, bunlar Erdoğan’dan iktidarı devralırsa sola ferahlık geleceğini sananlar, kendi acil sosyalist programlarını krizin ve toplumun önüne çıkarmayı öneren devrimcilere hep “steril ortamcı” ve “sekter” vs. kavramlarla yaklaşırlar.

Kirle işbirliği yapmayacağını kirin orta yerinde bağıran, mücadele veren sosyalistlerin “steril ortam arayıcıları” türü suçlamalara gülüp geçmesi gerekir. Bu tepki ve etiketler doğal karşılanmalıdır. Kapitalizmin yenilmezliğine ve bekasına gönül vermişlerin tepkisi böyle olur. Sonuçta, kapitalizmi koruyanların arayışları doğaldır, sorun bunu solculuk olarak propaganda etmelerinde. Böyle bir tutumun sosyalizm düşmanlığı olduğunu savunanlara yönelik saldırıların ardında başka bir “nefsi müdafaa” yatıyor.
Reel sosyalizmden, her zaman insanlığın en önemli kazanımı saydığımız o eski dünya sistemi ve yıkılmasından gerekli dersleri çıkarabilenler için ortada sürpriz bir tepki yok. Her şey doğal seyrinde. İyi.

2.
İyi ve şu, doğrudur: İslamcılar cumhuriyetin tüm kurumlarını yerle bir edecek, ülkeyi ahlaksızlığın ve dinciliğin elinde bir çöp dağına dönüştürecekler, ama sosyalistler bu kire hiç bulaşmadan devrimcilik yapabilecekler, öyle mi? Olmaz tabii. Ama bu kirin bir parçası olacak kadar bulaşmak mı gerekir? Her uzatılan sopanın üzerinden atlamak, onun bunun maymunu olmak mı siyaset? Türk ilericiliğine sızmış ve ondan nefret etmek dışında bir özelliği olmayan liberal dangalakların önünde takla atınca mı sol siyaset yapıyorsunuz? “Bu rezalete biz bulaşmayacağız, ama hepinizi bitireceğiz” diyenler mi “steril siyaseti” savunmuş oluyor? Kılıçdaroğlu ve Uras-Temelli çizgisiyle yürümek isteyen yürüsün.

Acı soru şu, tabii: Bu yoğun rezaletin içinde, adına seçim denilen kanlı komedinin oluşturduğu bir tabloda, temiz kalmak hiç mi mümkün değil? “Kir Teorisi”ni yeni yayımlayan Yalçın Hocamız ve yol arkadaşlarının kulakları çınlasın: Her an patlamaya hazır bir çöp dağında (“Tayyibistan”) topluma bu kirli düzenin tamamen dışında bir çarenin var olduğunu gösterme çabası steril ortam arayışı anlamına gelmiyor. Devrimciler her yerde, her zaman, seçimlerde de ısrarla halkın karşısına çıkmalı ve sosyalizm dışında bir çarenin bulunmadığını anlatmalıdır.

Bizler bu krizden sosyalizm dışında bir çıkış veya kaçış olmadığını savunuyoruz. İç cebimize mi konuşuyoruz, kendimizi mi aldatıyoruz? Hepsi görecek. Şu sıralarda sola ve hatta geniş kesimlere egemen ruh hali şöyle: “Aman şu kriz bir geçsin, şu gericiler sandıkta üç-beş puan bir gerilesin, Erdoğan gitsin, belki ondan sonra...” Tekelci kapitalizmin düzen içi muhalifleri böyle. Bu demokratların içinde faşistler/faşigeler de var (“İyi Parti”), İslamcılar da, liberaller, sosyal demokratlar ve hatta “sosyalistler” de... Hepsinin ortak derdi, krizin bir toplumsal patlamaya dönüşmesini engellemek... Metan gazına kontrollü çıkış sağlamayı siyaset sayıyorlar. Çöp dağını imha etmek ve insanlarını yeni bir hayatı örgütlemeye itmek, evet, mecbur bırakmak demokratlıklarına sığmıyor. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmayacağı böyle bir mecburiyeti bu solcuların aklı almıyor ki... 

Çöküş sürerken “Başka ve sosyalist bir dünya mümkün!” diyebilenlere, önce en yakınlarından tepki gelmesi doğal. Göğüsleyeceğiz.

Ama ne olursa olsun, 12 Eylül öncesinde gerçekleşemeyen “devrimci demokrasi ile sosyalistler arası” bir iktidar konuşması, her zaman mümkün bırakılmalı. Siyaset sahnesindeki her aktörün, şimdilik marjinal kabul edilen komünistler ve dostları hariç, mevcut kirin bir parçası olduğunu bilerek...

3.
Tamam, bu sahnede pek az şey lehimize. soL Dergi’nin bu haftaki sayısında, devrimci duruşu, entelektüel kapasitesi ve göz kamaştıran tekniğiyle yıllardır dikkatleri üzerinde toplayan çizerimiz Sait Munzur, soruları yanıtladı, mizahın ve mizahçıların durumunu değerlendirdi. Hiç de iyi bir tablo yoktu karşımızda. Karanlıktı:
“Bizim ülke hakikaten bir garabet hali yaşıyor. Olağanüstü, büyük çizerlerimiz var. Birçok isim sayabiliriz büyük yetenek olarak fakat bu insanlar bizden önceki büyük ustaların hissettikleri sorumlulukları hissetmiyor. Bir boşvermişlik var, ben bu kuşaktan bir şey çıkabileceğini düşünmüyorum. Türkiye kültür dünyasını yeni bir dönemde, yeni bir rüzgarla ortaya çıkarmalı. Geniş bir kuraklık var, verili olanlar miadını doldurdu, söyleyecekleri, diyecekleri bu kadardı, bitti. Bu defter kapanmış gibi görünüyor.”
Munzur, solun genel halini anlatıyor aslında. Zor bir dönemeçten geçiyoruz, zayiatımız büyük. Bunu görebilmeliyiz. Kiri kazırken, önlemler almak zorundayız. Öte yandan, tamam, gerçekten yeni zamanlardayız, genç insanların büyüyen bir müdahalesi/öfkesi de var.

Bunlar pek görünmüyor olabilir, ama zaten tarihte hep böyle olmuştur: Büyük dönüşümler ve dönüştürücüler öyle önceden afişler filan bastırıp büyük tezahüratlar eşliğinde sahneye çıkmazlar. Birdenbire olur her şey...

Her şey birdenbire olacak. Kir birdenbire kazınmaya başlayacak. Önemli olan ellerinde ıspatulalarla nasıl bir kitlenin hazır tutulacağı. Şu, çok açık: Ölümcül hastanın başındaki cerrahın eli titrememeli ve neşter de inanılmaz boyutlarda keskin olmalıdır.


Osman Çutsay / SOL

1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı olsun diye - FATİH YAŞLI

TEKEL’in özelleştirilmesinin ardından, TEKEL işçilerinin adeta kölelik koşullarında istihdam edilmesinin kamuoyundaki kod adı, yasanın ilgili maddesi uyarınca “4-C” olmuştu ve TEKEL işçileri bu kölelik düzenlemesine karşı Türkiye’yi günlerce sarsan bir eylem dalgası başlatmışlardı.

İşçiler Ankara’nın göbeğine çadırlarını kurmaya başlamadan önce kendi yaşadıkları şehirlerde eylemler düzenlemişlerdi ve bunlardan biri İstanbul’da, bir açılış töreni esnasında ve “en yetkili ağız” konuşurken gerçekleşmişti. O “en yetkili ağız” ise kürsüden eylemci işçilere şöyle seslenmişti:
“Kusura bakmayın. Biz sizleri şu andaki işlerinizde istihdam edemeyiz. Sendika temsilcilerine sorarsanız onlar size gereğini anlatır. Lütfen burayı da provoke etmeyin. Bunların anlayışları böyle. Bunlar ‘devletin malı deniz yemeyen domuz’ dediler. Biz artık yatarak para kazanma dönemini geride bıraktık.”

İşçiler eylemlerini Ankara’ya taşıdıktan ve kamuoyunun giderek artan desteğiyle birlikte eylem bir numaralı gündem maddesi haline geldikten sonra, iktidarın gerilimi ve kaygıları da artmaya başlamıştı. Çünkü belki de ilk kez “çalışmadığı yerden gelen bir soru” ile karşıya karşıyaydı: Eylemci işçilerin çoğu iktidar partisinin “doğal tabanını” oluşturan ve küçük şehirlerde yaşayan sıradan dindar insanlardı.

Gerilim yükseldikçe kızgınlık da yükseldi kaçınılmaz olarak ve “en yetkili ağız” açlık grevi başlayınca bu sefer de şöyle bir açıklama yaptı:
“TEKEL işçilerini uyarıyorum. Yaptıkları açlık grevi ajitasyon. Muhalefetin bu çirkin oyununa gelmeyin. O marjinal örgütlerin tuzağına düşmeyin. 18 bin 4-C’li vatandaş değil mi? Özel sektör boş duranı işten atar, tazminatını öder, gönderir ama devlette böyle bir şey var mı? Onun için de devlette verimlilik yok. TEKEL işçilerimize sesleniyorum: O yanınıza gelip gidenler, bizim düşündüğümüz, sevdiğimiz kadar sizi sevmiyorlar.”

TEKEL’in kapatılması küresel sermaye adına IMF tarafından Türkiye’ye dayatılan neoliberal iktisadi programın tarıma bakışının bir parçasıydı ve bu bakış hem tarımı hem tütünü, uluslararası tekellerin çıkarları adına bitirmek istiyordu. Bu programın sadık takipçisi iktidar partisi döneminde tütün ekiminin köylü açısından giderek para getirmez bir iş halini alması ve sigortalı bir işte çalışma arzusu, proleterleşmeyi de beraberinde getirdi. Özellikle Ege’de, tütüncülük bittikçe yöre halkı madenlerde çalışmaya mecbur kaldı, proleterleşti.

O esnada iktidar, bir yandan madenleri özelleştirmeye açarak sermayeye devrediyor, bir yandan bu madenlere işletme ruhsatı verilmesini tek bir elde topluyor ve bir yandan da şirketlere çıkarılan tüm kömürü oy adına yoksullara dağıtmak için satın alma garantisi veriyordu. O büyük felaket bu nedenle göz göre göre gelecekti: Sermaye, kâr hırsıyla, güvencesiz ve güvenliksiz çalıştırmayla, hiçbir önlem almaksızın ve devlet denetimi olmaksızın işçileri madene soktu. Türkiye tarihinin en büyük cinayeti de bir madende yaşandı, tam 301 işçi Soma’da yaşamını yitirdi.

İşçilerin katili şirket, yani Soma Holding, hem iddialara göre havuzun bir parçasıydı, örneğin Sezgin Tanrıkulu, TBMM’ye verdiği bir soru önergesinde, söz konusu şirketin malum vakıflara bağışta bulunup bulunmadığını soruyordu, hem de işçilerin tanıklıklarına göre işçileri iktidar partisinin mitinglerine götürüyordu. ‘Zamanın ruhu’nu tam olarak yansıtan şey ise şirketin aynı zamanda inşaat sektöründe faaliyet göstermesiydi. Yani kömürden kazanılan paralar inşaata, iktidarın ekonomi modelinin merkezinde yer alan sektöre, betona gömülüyordu.

İstatistiklere göre Türkiye’de iş cinayetlerinde 2016 yılında en az 1970, 2017’de ise 2006 işçi hayatını kaybetti. 2016’daki ölümlerin 422’si, 2017’deki ölümlerin ise 453’ü inşaat sektöründe gerçekleşmişti ve işçi ölümlerinin en yoğun yaşandığı sektör burasıydı. On işçinin yaşamını yitirdiği Torunlar İnşaat davasında mahkeme suçlu bulduğu dokuz kişinin hapis cezasını kişi başına 60’ar bin 800’er lira para cezasına çevirdi. Dolayısıyla hem işçi öldürmenin suç sayılmadığı hem de işçi başına ortalama 60’ar bin liraya, yani bir daire parasına “ceza” denildiği görülmüş oldu.

Dün 1 Mayıs’tı. Sermaye sınıfına doğrudan ve açıktan “OHAL sayesinde grev olmuyor” diye seslenebilen ve bunu yaparken kendisini ezilenlerin, yoksulların, garibanların temsilcisi diye sunabilen bir iktidarın yönetiminde yaşanan on altıncı 1 Mayıs oldu bu. Bu on altı yıl boyunca TEKEL direnişi benzeri bir işçi sınıfı eylemine tanıklık etmedi bu ülke. Oysa iktidarın üzerinde durduğu ve hükmünü icra ettiği yapay ikiliklere, yapay çelişkilere karşı ancak hakiki bir çelişkinin, yani emek-sermaye çelişkisinin dillendiricisi ve taşıyıcısı olabilen bir siyaset, gerçek bir özne, gerçek bir aktör halini alabilirdi.


Geriye kalan on altı yılda belki bu olmadı ama unutmamak gerekiyor ki emek eksenli bir siyasetin inşası için gereken bütün koşullar var ülkede ve sadece işsizlikten, borçtan kendini yakmaya çalışan işçilere bakmak bile yeterli bunu görmek için. Bu yüzden, sahteliğin ve yalanın karşısına hakikatin siyasetiyle çıkmak gerekiyor. 

Emek işte o hakikatin ta kendisini temsil ediyor.

Fatih Yaşlı / CUMHURİYET

Yoksulların yoksul teorisyeni: Karl Marx - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kapital’i yazarken o kadar çok tütün tüketti ki,”Bana tütün parası bile kazandırmadı” demişti. İşçi sınıfının büyük teorisyeni eşinin bileziklerini rehinciye götürürken hırsız sanılarak gözaltına alınmıştı. Yoksulluk tüm yaşamında yakasını bırakmamıştı.

Bugün 1 Mayıs. Tüm dünya emekçileri için ne anlam ifade ettiğini biliyoruz bu günün. Sosyalizmin kurucusu Karl Marx’ın 200. doğum yıldönümünü de bir kaç gün sonra kutlayacağız. 5 Mayıs (1818) Marx’ın dünyaya geldiği gün. İnsanlığın kurtuluşunun dinsel ya da siyasal baskılardan kurtulmak kadar, hatta onlardan daha çok, ekonomik, toplumsal baskılardan kurtulmak olduğunu bize öğreten büyük Marx, 200 yaşında.

Doğum yıldönümü nedeniyle çok şey yazılacak Marx hakkında. Düşünce sistematiği, insanlığın kurtuluşu için sunduğu reçete, hepsi dünyanın hemen her yerinde bir kez daha konuşulacak, tartışılacak. Büyük bir düşünce insanı olmasının yanı sıra Marx’ın bir de “özel yaşamı” var. Kişisel olarak benim daha çok ilgimi çeker bu. Bu olağanüstü beynin aslında sıradan insanlar gibi yaşamış olduğunu, çoğumuzun yakındığı dertlerden onun da yakındığını bilmek ilginç geliyor. Bunda şaşılacak bir taraf yok elbette ama insanların hangi düzeyde olursa olsun ortak tutumları oluyor. Marx’la en azından bu konuda aynı oluşumuz çok güzel. Önemli bir bilgi olmayabilir ama benim açımdan okuduğu kitapların arasına çok sevdiği defne yapraklarından koyup koymadığı önemlidir. Defne yaprağını çok severdi çünkü. O nedenle Marx’ın bilimsel çalışmalarına vakfettiği yaşamından bize çok az yansıyan kimi bilgileri paylaşayım istedim. Marx gerçekten çok çok renkli bir karakterdir çünkü.

Rehinciye giderken gözaltı
Hayatı boyunca parasızlık çekmiş olan büyük Marx, üç çocuğunu yoksulluk yüzünden kaybetti, malum. Ömrü boyunca ortadan kaldırılması için mücadele ettiği fakirliğin kurbanlarından biri de oydu. Çok parasız kaldığı bir dönemde eşinin mücevherlerini rehin vermeye giderken hırsızlık şüphesiyle gözaltına alınmışlığı da vardır. Tütüne düşkündü, puro tutkunuydu derler, içkiyle arası nasıldı bilemem ama gençken sarhoş olup halkın huzurunu bozmaktan da gözaltına alınmıştı. Dediğim gibi bunlarda şaşılacak bir yan yok, ama Marx söz konusu olunca onun da hepimiz gibi olduğunu bilmek hoş geliyor.

Tütün parası bile kazandırmadı
Tütün üzerinde biraz duralım. Öyle geçilecek gibi değil, çok ama çok tütün içerdi. Özellikle büyük eseri Kapital’i yazarken içtiği puronun, piponun haddi hesabı yoktur. “Kapital, bana onu yazarken içtiğim purolara harcadığım paralar kadar para kazandırmadı” demiş bir gün damadı Paul Lafargue’ye. Kapital’i yazarken ne zorluklar çekmiştir kimbilir, ama sırtındaki çıbanlar canını çok yaktığı için Kapital’in büyük bölümünü oturup sandalyeye arkasını dayayarak değil, ayakta yazmıştır. Çoğumuzun bundan haberi bile yoktur. Damadı Lafargue, Kapital’i iyi bir sonla bitiremeyeceği endişesini duyduğunu da söylüyor Marx’ın. Bu büyük eserini yazdığı sıralarda gerçekten hastadır çünkü.

Herhalde puroya olduğu kadar kibrite de para harcamıştır. Çünkü inanılmaz bir kibrit müsrifiydi. Sık sık sönen purolarını defalarca yakmak zorunda kalmış olmasından ötürü. Kahve, hem de en koyusundan, sabahları kalkar kalkmaz içtiği yegane içecektir. Yemeğe düşkünlüğü ise neredeyse yok gibidir.

Don Kişot’u çok sevmesine şaşırmadım. Bilinir, Cervantes’in bu ünlü eserinde şövalyelikle dalga geçilir. Marx’ın, çocuklarına uykudan önce bu en sevdiği romanı okutmasının nedeni beki de budur.

Nasıl çalışırdı? Bunu merak ettiğim için Londra’da sık sık gittiği kütüphaneye gittim, Jubilee Garden’ın oralarda bir kütüphanedir bu. British Library’de de çok zaman geçirmiştir ama benim gittiğim kütüphanede Marx’ın çalıştığı masayı aynen korumuşlar. Düşünürlerin, yazarların, şairlerin çalışma düzenleri nasıldı, çalışırken ne yaparlardı, hep merak ederim. Başka kaynaklardan, çalışırken kitaplara pek de nazik davranmadığını öğrendim Marx’ın. Sayfa kenarlarını bükmekle kalmaz, kurşun kalemle çizikler de atarmış sürekli. Kitaba not düşmez ama kitabın yazarının bir cümlesine takıldığında soru ya da ünlem işareti koyarmış hemen. Ben de kitap okurken cümlelerin altını çizen biri olduğum için Marx’ın da böyle yapmasına çok memnun oldum. Çizilen yerleri yıllar boyunca dönüp dönüp okurdu üstelik. Bunu Hegel’in tavsiyesi olarak görürmüş.

Büyük düşünür, kötü şair
Felsefe okudu, tarih okudu, hukuk okudu, birçok lisan öğrendi. Böyle bir adamın şiir yazmaması düşünülebilir mi? Yazdı da. Kötü bir şairdi tabii, kendisi de bilirdi bunu. Gençliğinde yazdığı şiirlerini, özellikle sevgili eşi Jenny’ye yazdıklarını, yok etmemiştir ama. Jenny ile birlikte bu şiirleri okuyup gülerlerdi yaşlılıklarında. İyi bir şiir hafızası vardı, Heinrich Heine’nin Goethe’nin mısralarını ezbere bilirdi. Dante’yi, Robert Burns’ü çok severdi. Üç Avrupa dilinde, İngilizcede, Fransızcada, ana dili olan Almanca’da olağanüstü güzel metinler yazan Marx’ın dil öğrenme hevesi hiç bitmedi yaşamı boyunca. İlerleyen yaşında Rusça öğrenip büyük Rus şairi Puşkin’i, Gogol’ü kendi dillerinde okuyabilmiştir. Balzac en tutkunu olduğu yazardı. Çok severdi bu Fransız yazarı. Balzac için, aristokrasinin içinde olup da aristokrasinin iğrençliklerini onun kadar iyi yazan yoktur derler. Marx belki de bu yüzden çok sevmiştir Balzac’ı. Ama Shakespeare tutkusu bambaşkadır. Sadece o değil tüm aile bireyleri bu büyük İngiliz yazarının hayranıydı aslında.

Fielding’in Tom Jones romanını çok sevdiğini öğrenince ben de okudum bu romanı gençliğimde. Sevdim de haliyle. Gülünç hikâyeleri, macera romanlarını sevmesi çok ilgimi çekmiştir Marx’ın.

Matematikle dinlenmek
Çalışması sırasında yorulursa divana uzanır, hayır, kestirmezdi tabii, roman okurdu dinlenmek için. Damadı Lafargue, asıl dinlenme biçiminin matematik olduğunu söyler. Sadece dinlenmek için değil, yine Lafargue’nin dediğine göre sevgili eşi Jenny’nin hastalığı sırasında Marx üzüntüsünü unutmak için de matematiğe sığınmıştır.

Kızlarına ne kadar düşkün olduğunu bilmeyen yok. Saatlerce oynarmış onlarla kızları küçükken. Kağıttan yaptığı savaş gemileriyle koca bir leğenin içinde savaşçılık oynardı baba ile kızları.

Marx bir kitap yazacak, diyelim ki size ithaf edecek. Kabul etmez misiniz? Ben ederdim, hem de nasıl. Ama reddedenler de oldu elbette. Kapital’i büyük bilgin Charles Darwin’e ithaf etmek istediği ancak Darwin’in bir hayli dindar olan kızkardeşlerinin tepkisinden çekinerek bunu reddettiği söylenir örneğin. Darwin, Marx’a, “Beni kız kardeşlerime öldürtmek mi istiyorsun” demiştir derler.

Büyük düşünür, sosyalizmin büyük teorisyeni, işçi sınıfının büyük evladı, 14 Mart 1883’te Londra’da öldü. Marx’ın ölümü için, mezarı başındaki törende yakın dostu Engels şunları söylemiştir: “14 Mart günü öğleden sonra saat üçe çeyrek kala yaşayan en büyük düşünür artık düşünemez oldu.”

Düşünceleri ışığımızdır. Marx’a saygıyla, sevgiyle.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Maliyet 24 milyarın çok üstünde - ÇİĞDEM TOKER

Başbakan Binali Yıldırım’ın açıkladığı seçim paketinin verdiği ilk mesaj, AKP’nin 24 Haziran seçimleri konusunda endişeli olduğudur. 

Afrin harekâtını ve harekâtı takiben ilan edilen Cumhur İttifakı’nı içine alan sürecin, iktidar partisine yüzde 51 garantisi vermediği konuşuluyordu. 

Dayatma seçim takvimiyle birlikte de İYİ Parti’nin seçimlerde yer almasında kuşku algısı yaratacak prosedürel engeller, bunun CHP hamlesiyle aşılmasıyla da önceki Cumhurbaşkanı Gül’e “gönderilen” ziyaretçiler bu endişeyi enikonu görünür kıldı. 
Son olarak da bütçe kaynaklarının 90’lı yılları hatırlatır tarzda saçılmasıyla sonuçlanacak malum paket, AKP’nin iktidar kaybetme endişesinin bir korkuya dönüştüğünü belgeliyor. 

O kadar ki, yanlış rakamlar telaffuz edecek/ettirtecek kadar.

Hangi 24 milyar? 
Başbakan Yıldırım, emekliden esnafa, çiftçiden üniversite öğrencisine dek milyonlarca “seçmen”in cüzdanına doğrudan etki eden paketin, bütçeye maliyetinin 24 milyar TL olduğunu söyledi. Ne var ki, paketin af, yapılandırma, indirim, borç silme, aylık artışı gibi birbirinden farklı unsurlarını toplu olarak dikkate aldığımızda, bu rakam gerçek durumu yansıtmıyor. 

Başbakanların toplumu bilerek yanıltmayacağı varsayımından hareketle açıklanan rakamın yanlış olduğunu vurgulayalım ve rakamlarla açmaya çalışalım.

Sadece emekli parası 23 milyar 
Upuzun liste bir yanda dursun. Sadece “Emeklilere her yıl Ramazan Bayramıve Kurban Bayramı öncesi olmak üzere biner TL ikramiye” vaadi bile bizi paketin açıklanan toplam maliyetine epeyce yaklaştırıyor. 

Şöyle: Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) verilerine göre, Türkiye’de emekli aylığı alan kişi sayısı: 11 milyon 473 bin 735. (Dağılım ise şöyle: SSK: 7 milyon 70 bin 162, Bağ-Kur 2 milyon 430 bin 880, memur: 1 milyon 972 bin 693) 
Toplam 11 milyon 473 bin 735 kişiye biner TL ikramiye verilmesi, 11 milyar 473 milyon 735 bin TL’dir. Bu ikramiyeyi iki bayram ödediğinizde bütçeye 22.9 milyar TL olarak yansır. 
Yani Başbakan Yıldırım’ın 24 milyar TL açıklamasını veri aldığınızda, emekliye iki bayramda biner TL verildiğinde, geriye 1.1 milyar TL kalıyor. 

Kalan bu tutara üstelik paketin diğer bütün unsurlarının sığması gerekiyor. Sayın Başbakan, stok affı, ceza yapılandırması, emekli borcu, sağlık imkânı, gençlere prim desteğini “maliyet” saymıyorsa bir diyecek yok. Ama bu paket kapsamında devletin vazgeçtiği cezalar, vergi ve prim alacaklarının en az 20 milyar TL’ye ulaşacağı konuşuluyor. Bu durumda paketin, mali sisteme yansıyacak toplam büyüklüğünün en az 40 milyar TL civarında olması bekleniyor. 

Maliye Bakanı Naci Ağbal, geçen yıl sonunda Meclis’teki bir yasa görüşmeleri sırasında bir daha vergi affı olmayacağını söylemiş, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek de CHP’nin seçim dönemi emekliye ikramiye vaadine “Kaynağını göstersinler CHP’ye oy veririm” demişti.

Bu hatırlatmalar, iktidarın siyasetin nasıl da belleksizlik üzerine oynadığının somut örnekleri. Bundan daha somut ve vurucu olan ise devletin resmi rakamları ortadayken, dolayısıyla basit hesap yaparak gerçeğe ulaşmak mümkünken yanlış söylenen ya da söylettirilen rakamlar. 

Gerçekten yazık.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Kore’lerin barışı - CEYDA KARAN

Güney Kore’nin Devlet Başkanı Moon Jaein, kendisine NobelBarış Ödülü almasını dileyen eski mevkidaşına “Ödülü, ABD Başkanı Donald Trump alabilir. Bizim almamız gereken tek şey barış” yanıtını vermiş.
 
Doğrusu uluslararası ilişkilerde son dönemde bir liderden işittiğim en özlü söz. Hatta ABD’nin dünyaya ‘barış ve demokrasi yayan istisnai ulus’ olma iddiasının, tek bir cümle ile üstünün çizilmesi desek yeridir.
***
Bölünmüş Kore’ler, ABD emperyalizminin sola karşı bitmeyen hırsının 21’inci yüzyıla taşınmış çatışmalardan. 1950-53 savaşından beri bir sınırın iki yanına düşmüş bir halkın onulmaz yarası. Mesele Kuzey’in ABD tehditlerine karşı kendini nükleer caydırıcılıkla savunmaya girişmesi eşliğinde bugüne geldi; ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bölgede ‘müttefikleri koruma’ temalı askeri varlığı için gerekçe teşkil etti. 
Kuzey ve Güney’in 1970’lerden itibaren başlattığı temaslar ise sonuç vermedi. 1990’larda Kuzey’i vuran kıtlık sonrası Clinton yönetiminin, nükleer programın askıya alınması karşılığı gıda ve enerji yardımından cayması; Güney’de 2000 ve 2007’de barış arzulayan liderlerin, altılı görüşme formatı ile hamleleri sonuçsuz kaldı.

***
Şimdi iki Kore’nin liderleri yine deniyor. 11 sene sonra geçen cuma tarihi bir zirve düzenlendi. Güney’in liderleri daha önce Kuzey’in başkentine gitmişti. İlk kez Kuzey’in lideri Kim Jongun sınırı aştı, Güney’in solcu lideri Moon Jaein ile kucaklaştı, 80 milyonluk bir ulus olduklarını anımsadılar. İki lider, sınır kasabası Panmonjom’da Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması, barış ve birleşme hedefli deklarasyonu duyurdu. Kim, nükleer deneme tesisinin şalterini Batılıları davet ederek mayısta kapatmayı vaat etti. Korea Times’a bakılırsa her 10 Güneyliden 7’si Moon’u destekliyor, Kim’e de güveniyor.
***
Peki ya ABD? Trump ‘roket adam’ diye andığı, ‘benim nükleer düğmem seninkinden büyük’ diye laf yarıştırdığı Kim ile buluşmaya hazırlanıyor ama ABD bu işte ‘gol yedi’. Yardımcısı Mike Pence, Olimpiyatlar’da spor diplomasisini baltalamaya kalkıştı, olmadı. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’ya nisan başında CIA Başkanı sıfatıyla Pyongyang’a gidip zevahiri kurtarmak kaldı. O yüzden Trump, Panmonjom zirvesi sırasında ABD’nin ‘gurur duyması gerektiğini’ söyleyip Korelileri hiç anmayan, bunun ‘azami baskıları sonucu’ yapılabildiğini savunan laflar etti. Şimdi ABD’li uzmanlar kendisini ‘vaatlere kanmaması’ için uyarıp askeri güç kullanımı ve yaptırımların eşlik ettiği kampanya salık veriyor. Trump’ın ‘şahin’ danışmanı Kuzey Kore için enkaza çevirdikleri Libya örneğini bile verdi! Ne hoş bir barış arayışı.
***
Gerçekte ABD jeopolitik okuması Asya’da olanlardan rahatsız. Obama’nın ‘pivot Asya’ hedefi tutmadı. Koreleri bu noktaya getiren dinamiği ise Çin ve Rusya’da arasak yeridir. Çin’in ‘Kuşak ve Yol Girişimi’ ile Rusya’nın Trans-Sibirya’dan Kuzey ve Güney Kore’leri bağlayarak geçip Asya-Pasifik’e açılan tren yolu/enerji hattı projeleri... Nitekim Moon, Trump’a göz kırparken Rusya liderini aradı, geçen eylülde Vladivostok’taki Doğu Ekonomi Forumu’nda görüştüğü Putin’i bilgilendirdi. 

Esasında Asya’da pek çok gelişme yaşanıyor. Biz Kore’lerle ilgilenirken Çin ve Hindistan liderleri buluştu. İran gazını Pakistan’dan Hindistan’a taşıyacak hat şekilleniyor.
***
Çin’in ve Rusya’nın iç kalkınma ve Avrasya hedefleri için ABD askeri tehditlerinden azade bir iklime ihtiyaçları var. Bu yüzden iki Kore, ABD ile Japonya eşliğinde altılı formatı sürdüreceklerdir. Ancak Kore’ler anlaşırsa Güney’de ABD nükleer şemsiyesine de 28 bin askerine de ihtiyaç kalmayacak.

Tecrit haldeki Kim’in elbette paraya ve açılıma ihtiyacı var. Moon halkına barış vaat etti. Trump’ın açabileceği belaları biliyor ama Kuzey’i ‘haritadan silme’ tehdidi Güney’i de siler. ABD Asya’da faul yapma potansiyaline sahipken Korelilerin işi hakikaten zor. 

Kore’ler barışamasa bile Obama’dan sonra Trump da ‘nükleer temalı’ bir Nobel Barış Ödülü alabilir. Ne de olsa Amerikalıların artık geldikleri yer ‘Savaş çıkaramıyorsak, o zaman Nobelimizi alırız’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET