11 Mayıs 2018 Cuma

Sınırın dibinde yeni kurban!.. - MEHMET FARAÇ

Bilmeyenler zanneder ki; hakça paylaşım, adil düzen, topyekûn müreffeh toplumlar, sağlıklı gelişen ülkeler, savaşsız coğrafyalar ve huzurun adıdır o emperyalist söylem...

Her zaman sömürülmeye müsait kimi gafiller de ezelden beri sanıyor ki, o çakma düzen gelince, tüm dünya güllük gülistanlık olacak, devletler huzura erecek ve tüm uluslar da çok mutlu yaşayacak...
Oysa elin yabancısı bizde olduğu gibi gelecek hedeflerini "beş yıllık kalkınma planı" üzerinden yapmadığı için, 50 yıl öncesinden dizayn etmeye çalışıyor küresel düzeni...

Sakın yanlış anlaşılmasın; Söz konusu 50 yıllık sinsi plan, emperyalizmin kendi rotasını çizeceği, geleceğini kararlaştıracağı bir yapılanmanın adı değil, tam aksine mazlum, sahipsiz ve güçsüz ülkelerin rant uğruna şekillendirilmesi hedefinden ibarettir...

Velhasıl, "yeni dünya düzeni" diye bir şey tutturmuşlardı ya, ondan söz ediyoruz işte... Süre de 50 yıl olduğu için siz başlangıcı 1979-1989 arasındaki Afgan-Rus savaşından itibaren de alabilirsiniz...
Zaten Türkiye'nin çevresinde, El Kaide ve IŞİD gibi Selefi terörizmin türevlerinin temellerinin de atıldığı zamandır o kaos zamanı... Baştan söyleyelim, işte buraya çok dikkat edilmeli!!!

Yani, başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika olmak üzere, geri bırakılmış coğrafyaları, bizzat kendi içlerinden çıkan sözde "şeriatçı"- dinci gruplar eliyle birbirine düşürme planının temelleri işte o zamanlarda atılıvermişti...

İşte bu yüzden dünyaya çekidüzen vermenin, kainatı zapturapt altına almanın, milletleri kargaşa ve kanla korkutmanın, ülkeleri böl-parçala-yönet zihniyetiyle işgal etmenin, durup dururken, hem de "bahar" adı altında iç savaş çıkartmanın ve tam da kaos sürerken yeraltı kaynaklarını yağmacılar gibi pay etmenin kirli adıdır "yeni dünya" düzeni...

                                                                          ***
Sömürünün kukla bekçileri!..
Afgan-Rus savaşının başlangıcının üzerinden neredeyse 40 yıl geçmiş... Rusya bugün ABD'ye bile kafa tutan ve Suriye üzerinden Orta Doğu'da da etkili olmaya çalışan bir süper devlet...
Peki, bir zamanların laik devleti Afganistan'a ne demeli?..

Ne yazık ki orası ise gericilik ve bağnazlığın terörizminde, kan deryasına karşı kürek çekmeye devam ediyor... Heyhat, o kürek uygarlık kayığını hep geriye götürüyor!!!

İşte bu 40 yıl içinde "Birinci Körfez Savaşı" diye adlandırılan Irak-İran çatışması da ortaya çıktı ki, Afganistan'daki savaştan da soyutlanamaz onun gerekçesi...

1980-1988 yılları arasında, Orta Doğu'daki iki büyük ülkeyi kan gölüne çeviren o savaş da ne yazık ki pusuda bekleyen emperyalizmin ekmeğine yağ sürdü... Çünkü orada da petrol vardı...
Afgan-Rus ve Irak-İran savaşları demişken, 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle körüklenen "Körfez Savaşı", temelleri Afgan-Rus çatışmasında bizzat Suudi Arabistanlı iş adamı Usame bin Ladin tarafından atılan "Selefi" dinciliğini de zirveye çıkardı...

1990'da başlayan ve Irak'ı daha sonra emperyalizmin ısrarlı kuşatmasına uğratan o savaşın ardından 28 yıl geçmesine rağmen Orta Doğu'da kan durmuyor... Ne yazık bugüne kadar geçen süreçte yalnızca Irak'ta bir milyondan fazla insanın öldüğü varsayılıyor...

İnsanlığın gözleri önünde, 1979'dan bugüne kadar savaşan geri kalmış coğrafyalarda krizlerin çoğu diplomatik anlaşmazlıklara bağlansa da, dünyanın jandarması geçinen süper devletlerin bu savaşlarda parmağı olduğuna ilişkin kuşkular hiç bir zaman bitmedi ve belki de hiç bitmeyecek...
Çünkü Afgan-Rus, Irak-İran savaşları ve Kuveyt-Irak çatışmasının sonuçları ne yazık ki başta ABD olmak üzere Avrupa ülkelerine, yani sömürgeciliği meslek edinmiş emperyalizmin jandarmalarına yaradı... Yalnızca onlar nemalandı bu kargaşalardan ve onların "lider" diye görevlendirdiği kukla bekçileri!..
                                                                           ***
İran boyun eğer mi?..
Evet; konu işgal, iç savaş, petrol rantı ve her yerde yağma olunca, Orta Doğu'da savaş bitmez ve gidişattan da belli ki hiç bitirilmeyecek!..

Hele o coğrafyada gericilik, aşiretçilik, krallık ve şeyhlik kurumları ezeli hükümdarlıklarını sürdürme uğruna her şeyi mübah saydıkça da, hiç sonlanmayacak savaşlar, huzur göremeyecek masum insanlar...

İşte yazının başından itibaren dikkat çektiğimiz Afgan-Rus savaşından bu yana, aradan 40 yıl geçmesine rağmen Orta Doğu'da, Afrika'da ve çevresinde kriz de bitmiyor, savaşlar da...
Baksanıza; Irak'tan sonra Kaddafi'yi de IŞİD kafasına teslim ederek kendi yurttaşlarına linç ettiren barbar işgalcilik, vakit geçirmeden Suriye'ye çöreklendi ve orada da 6 yılı aşkın süredir kan akıtmaya devam ediyor...

Emperyalizmdir bu, bir dalı tutmadan diğerini bırakmayan iştahlı maymunlar gibi bir yandan Suriye'deki kan kazanını karıştırırken, diğer yandan da kendine yeni "kurban" arayışına girişiverdi...
Aslında çok eskiden başlamıştı bu arayış ve önceki gün kargaşa potansiyelinin yeni manzarası dünyanın jandarması tarafından hedef tahtasına konuluverdi...

Irak ve Suriye'deki gibi "kimyasal" yalanları yetersiz kalmış olmalı ki, bu kez "nükleer" gerekçesiyle rest çekildi yeni kurbana!..

Yani, özellikle İsrail'in huzuru için, oldum olası hedefte olan, ancak ihtiyatlı davranılan İran'a...

                                                                            ***
Molla, tehdit ve ihtiyat!..
Özetle; yine sinsi bir operasyon hazırlığı var memleketimizin yanı başında... Tıpkı eskisi gibi... 40 yıl öncesinde olduğu gibi yine bir işgal ve iç savaş tezgahı!..

Baksanıza; ABD Başkanı Donald Trump, 2015'te, Barack Obama döneminde, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'in de imzaladığı "nükleer" anlaşmadan tek taraflı olarak çekileceğini duyurdu...
Trump, "Bu utanç verici anlaşma barış getirmedi... İran'a en üst düzeyde yaptırımlar uygulayacağız" dedi ve Tahran yönetimini "terörist devlet" olarak nitelendirmekten de geri durmadı...

Trump, hükümet üyeleriyle yaptığı bir toplantı sırasında kendisine, "Eğer İran nükleer programını yeniden başlatırsa ne yapacaksınız" diye sorulduğunda da, şu yanıtı verdi:
"İran nükleer programını yeniden başlatırsa çok ciddi sonuçları olur; İran müzakere edecek ya da bir şeyler olacak!!!"

Lafı fazla uzatmayalım; İran'ın hedef tahtasına konulacağı, Tahran ve çevresinde, geçen yılın Aralık ayında başlayan ve bu yılın Ocak ayına kadar devam eden gösteri ve ayaklanmalarla duyurulmuştu zaten...

Trump, İran'da bir kargaşa potansiyeli görmüş olmalı ki, Arap Baharı'nın yönünü Tahran'a çevirdi!!!
Bakalım emperyalizm bu zorlu hedefe karşı yine ihtiyatlı mı davranacak, yoksa Orta Doğu'ya son darbeyi vurmak için bir kez daha gözünü mü karartacak?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

10 Mayıs 2018 Perşembe

Rüşvetle seçim kazanmak - KADİR SEV

Çok hareketli ve heyecanlı günlerden geçiyoruz. Erken seçim, ittifaklar, sandık tahminleri, YSK’nın maceraları, Cumhurbaşkanı adaylarının kimlikleri, seçim rüşvetleri ve Tayyip Erdoğan’ın sağa sola savurduğu hakaretler…

Toplumun ateşi yavaş da olsa yükseliyordu. Ama birden bire beklenmedik bir gelişme oldu ve ivme kazandı. Twitter’da 100 bin hedefiyle başlatıldığı söylenen “TAMAM” kampanyası, birkaç saat içinde 1 milyonu aştı. Kimi haber sitelerine göre 2 milyonun üzerinde paylaşım yapıldı; Facebook ve instagram da katılırsa 5 milyonu aştığını iddia edenler var.

“Gezi” de böyle başlamıştı.

Olaylar sosyal medya ile sınırlı kalır mı bilinmez ama TAMAM yürüyüşlerine ilişkin bilgiler geliyor.

Bütün bunlar olurken, köklü üniversiteleri bölen tasarı, gece yarısı saat 0,29’da kabul edilerek yasalaştı. Nedendir bilinmez; AKP kadroları, tam da seçim arifesinde, oy yitirmeyi göze alıp üniversiteleri böldü.

Tasarı daha Meclise sunulduğu gün, öğretim üyeleri, görevlileri, öğrencileri ile çalışanları tepkilerini göstermişler ve toplumun ilgisini çekmeyi başarmışlardı. TAMAM kampanyasını sokaklara çıkarak ilk kez onlar başlatmıştı.
Bütün bunların yansımaları olacaktır.

                                                                 ***

Her burjuva iktidarı gibi AKP’nin de temel görevi, sermayenin çıkarlarına hizmet etmektir. Bu görevini de yıllarca başarıyla yürüttü. Ama artık zorlanıyor. Dünya giderek ısınıyor ve kadroları, karmaşıklaşan ilişkileri çözümleyip tavır belirleyebilecek düzeyde değil. 
Taşıyamıyorlar.
Ülkenin hangi kampta yer alacağı kararını siyasal iktidarlar verir ama, asıl belirleyici olan, sermaye sınıfı ve onların ticari ilişkilerinin yönüdür. Sermayenin bileşenleri arasında belirgin bir oydaşma görülmüyor. Bu nedenle hem AKP, hem de sermaye kesimi yalpalayıp duruyor. Kim paranın ucunu göstermişse onun peşine takılıp gidiyorlar.
Bir yandan Akkuyu’da nükleer santral, bir yandan NATO; AB’den kopmamaya çalışırken, bölgede ağabeyliğe oynamak… Bu işleri belki büyük devletler başarabilir. Türkiye öyle değil!

Paniklediler, yurt içinde de yurt dışında da güvenilir olma özellikleri zedelendi. Kimi ülkelerde henüz itibar görüyor olsalar da bunu neye borçlu olduklarını bilmiyoruz. Nereye giderlerse patronları da alıp götürüyorlar ve onlarca sözleşme imzalayıp dönüyorlar.
Ülkeye verdikleri zararın büyüklüğünü, hasar tespiti yaparken göreceğiz. Neyse ki, o günlerin yaklaştığı anlaşılıyor. 

                                                                 ***

AKP kadroları şaşkın, seçim rüşvetleri dağıtarak günü kurtarmaya çalışıyorlar. Onun da sınırlarına gelindi; etkisini yitiriyor. Daha çok işçi çalıştırsınlar diye patronlara verilen paralar, patronların cebine gidiyor. Neredeyse vergi alınmıyor, üstelik toplanan vergiler onların şirketlerine boca ediliyor; Ülkenin bütün zenginlikleri, hizmetlerine sunuluyor.
AKP, son 6 yılda; “vergi barışı… alacakların yeniden yapılandırılması…” gibi adlarla  af niteliğinde 6 yasa çıkardı. Milyarlarca lira kamu alacağından vazgeçti. Şimdi de seçim rüşveti niteliğinde bir af yasası daha görüşülüyor.

Tasarı, bugüne değin Meclise getirilmiş olanların en kapsamlısı. 120 milyar lirası vergi; 64 milyar lirası SGK Primi olmak üzere 184 milyar lira kamu alacağı yeniden yapılandırılacak.

Milyarlarca lira kamu alacağından vazgeçilmesinin amaçlandığı tasarı komisyonda 4 Mayıs günü birkaç saat içinde kabul edildi. Bugün ya da yarın Genel Kurulda görüşülecek. Herkes seçim girdabında, kimsenin dönüp bakmaya mecali yok.
Patronlar zaten vergi ödemiyor. Bankadan %20 faizle kredi alacağına, Devletin parasını kullanıyor. Bedava çünkü. Nasıl olsa her yıl bir af yasası çıkarılıyor.

2016 yılında 120 milyar liralık bir af paketi kabul edilmişti. 2018 yılında ise 184 milyar liralık bir paket daha getirildi. Patronlara yalnızca iki yılda getirilen çıkarın parasal tutarı 300 milyar lira ediyor.

Patronlara tanınan vergi çıkarı bununla kalmıyor. Komisyon Raporundaki bilgilere göre; çıkarılan yasalarla teşvik vb yollarla; 2017 yılında 102; 2018 yılında ise 132 milyar lira vergi patronlara bağışlanıyor. Bu sayıları topladığınızda 500 milyar lirayı aşıyor.
İktidarda kalmaları için bunlar yetecek mi? 
Göreceğiz.

Kadir Sev / SOL

Dolar neden değerleniyor? - ASLI AYDIN

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Ülkemiz ekonomisi, yapısal özellikleri gereği, döviz hareketleri karşısında oldukça kırılgan, kur oynaklığının oldukça yüksek olduğu bir ülke. Ve kendiliğinden de bu hale gelmedi… Üretim alanları yok edildikçe, dışa bağımlılık ve dış borçlar arttıkça adım adım, göz göre göre bu noktaya geldi.

Türk Lirası, Nisan ayının sonundan bugüne yani yaklaşık bir 10 günde yüzde 7 değer kaybetti. TL’nin değer kaybetmesi, ithalat ve enerji maliyetlerinin, dolayısıyla üretim maliyetlerinin artmasına, döviz borçlarının tırmanmasına, enflasyon ve cari açığın yükselmesine neden oluyor. Dolar kurunun yükselmesiyle birlikte Merkez Bankası, bu yükselişi frenleyebilmek için faizleri yukarı çekme eğilimine giriyor. Yani ülkenin gelirinden daha büyük bir pay, küresel finans sermayesini ülkeye çekebilmek için kullanılıyor.

Son haftalarda dolar kurundaki artışın spesifik nedenleri var elbette. Dolar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke para birimleri karşısında değerleniyor. ABD ekonomisinde işsizlik verilerinin olumlu gelmesi, bu sinyallerin ardından Fed’in faiz artışını kapsayan sıkı para politikasına yoğunluk vereceğini belirtmesi, Trump’ın İran’la nükleer anlaşmasından çekilme kararı ve bunun petrol fiyatlarına olumsuz yansıması, doların tüm dünya genelinde değer kazanmasının başlıca nedenleri arasında sıralanabilir.

Peki, Türk Lirası neden değer kaybediyor?

İşte burası zurnanın zırt dediği yer. Burada, TL’nin hareketine yakından bakıldığında, doların dünya genelinde değerlenmesinden muzdarip bir ülke açıklaması, bu hareketi tanımlamak için oldukça yetersiz kalıyor. Diğer bir ifade ile dış gelişmelerden etkilenen, edilgen bir ekonomi tablosundan farklı bir resim karşımıza çıkıyor. Bu resimde, dış gelişmelerle birlikte iç dinamiklerin, ekonomide büyüyen girdapların neden olduğu bir değer kaybı hikayesi yer alıyor.

Çünkü TL, sadece dolar karşısında değer kaybetmiyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunun para birimleri karşısında değer kaybediyor. Kırılgan ülke liginden bakıldığında, Brezilya Reali, Güney Afrika Randı, dışarıdan bakıldığında Rus Rublesi, Euro, Sterlin… vb. birçok para birimi karşısında TL’nin ciddi bir değer kaybı izleniyor.

Türk Lirası, birçok para birimi karşısında değer kaybederken aynı zamanda dolar karşısında yılın başından bu yana en çok değer kaybeden para birimi olarak da öne çıkıyor. Kaldı ki yüzde 15’lerdeki faizi ile Arjantin’den sonra en yüksek faizi vermesine rağmen.

Para birimimizin değer kaybetmesinin nedeni, aslında ülkenin ta kendisi, yani iç ve dış siyasette izlediği yolu, ekonomik risklerinin artık kontrol edilemez hale gelmesi, hala ülkenin OHAL koşulları altında yönetilmesi vb parçaların oluşturduğu bir bütün yapısal sorun yumağı.

Ülke koşullarının artık öyle bir sürdürülemez noktaya eriştiği, sıcak paranın yüksek faize yani yüksek getiri vaadine rağmen Türkiye riskine katlanmak istemediğinden ortaya çıkıyor. Ne borsaya, ne de Hazine kağıtlarına talep var. Piyasadaki karamsarlık, geçtiğimiz hafta iki tekstil firmasının halka arzının geri çekilmesiyle de görünür hale geliyor.

Ortada her yanıyla işlemeyen bir sistem olduğu açık. İşsizlik, enflasyon, gelir adaletsizliği, borçluluk vb reel sorunlar bir yana, bugüne kadar kör topal bu sistemi yürüten mekanizmaların da artık işleyişe yanıt vermediği gözleniyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Resmileştirilen yalan: “Parlamenter hükümet sistemi yerine cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi-İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Başbakan tarafından TBMM’ye 8.5.18’de sunulan 6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanun Tasarısı” (30.04.18) ne anlama geliyor?
Kanun yerine KHK düzenlemeleri ile uyum sağlama yolu;
Önce, Anayasa’nın emredici hükmünün ihlali anlamına geliyor.
Sonra, ‘tasfiye’ de Anayasa’ya aykırı yol ve yöntemle kotarılacağı için ‘yeni dönem’in mevzuata ilişkin temeli konusunda fikir veriyor.

Nihayet, ‘yeni dönem’in resmi yalanlara dayandırılacağını gösteriyor.

Anayasa’nın açıkça ihlali
6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre,
1) “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
2) “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde yapılır.”
3) “Meclisin seçim kararı alması halinde 27’nci yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır”.

TBMM’de 24/4/18 tarihli seçim kararı, bu anayasal düzenlemeye açıkça aykırı. Altı aylık sürede düzenleme yükümlülüğünü 12 ayda bile yerine getirmeyen Meclis, seçimleri 16 ay öne çekmekte sakınca görmedi.

Anayasal yükümlülüğü yerine getirmemesi, ihmal yoluyla anayasaya aykırılık oluşturmakta; bu ihmali gecikmeli de olsa telafi etme yerine seçimleri yenileme kararı alması, ‘eylemli’ anayasaya aykırılık durumu oluşturmakta.

Anayasa’ya aykırı tasfiye kararnamesi
Yasa tasarısı ile, ‘yasama yetkisi’nin, yani ‘Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapma’ yetkisinin, Anayasa md.7’ye aykırı bir biçimde Hükümete devri istenmekte.
Kanun-i Esasi’den bu yana oluşan anayasal kurum ve kurallar ile denge-denetim düzeneğini tasfiye için, ‘ilkeler ve yetki süresi’ başlıklı md.2; Bakanlar Kurulu bu Kanuna göre verilen yetkiyi kullanırken; yürürlükteki kanun ve kanun hükmündeki kararnamelerin 6771 sayılı Kanuna uyumlu hale getirilmesini, kamu hizmetlerinin verimli, süratli ve etkin bir şekilde yürütülmesi ile hizmetin özelliği ve gereklerine uygun düzenlemeler yapılmasını, …” öngörüyor.

Burada, başlıca üç temel sorun öne çıkıyor:
»TBMM, 12 aydır ihmal ettiği ve kullanmadığı yetkisini, Bakanlar Kurulu’na bir ay gibi sıkıştırılmış bir zaman diliminde kullanması için devrediyor. (Haliyle bu yetkiyi, tıpkı OHAL KHK’lerde olduğu gibi fiilen bürokratlar kullanacak).
»TBMM, yetki kanununa dayanılarak çıkarılacak kararnameleri denetleyemeyecek ve yasalaştıramayacak.
»Anayasa Mahkemesi, yetki kanunu ve bu çerçevede çıkarılacak kararnameler üzerinde -iş işten geçmeden- anayasallık denetimi yapamayacak.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi: Tam bir yanılsama
Kanun Tasarısı genel gerekçesine göre; “21/1/2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/19/1982 tarih ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında değişiklik yapılmış ve yapılan değişiklikle, parlamenter hükümet sistemi yerine cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi getirilmiştir”.

Seçimler için en güçlü slogan olarak kullanılan ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ kavramının resmileştirilmesi, gerçek durumu değiştirmez. Çünkü;

»Bir kez, anayasa hukukunda böyle bir kavram yok. Ama olsa da fark etmez; çünkü Hükümeti ortadan kaldırmak, 6771 sy.lı Kanun’un öncelikli amacı.
»Cumhurbaşkanlığı ise, örtülü bir biçimde kaldırıldı. ‘Cumhur’ başkanlığı, ‘parti’ (halkın bir kısmı) başkanlığına indirgendi. Uygulama ise, bunun teyidi.
»Ya sistem? ‘Eşgüdüm içerisinde bulunan kurumlar bütünü’ şeklinde tanımlanan sistem ile 6771 sayılı Kanun düzenlemesi arasında bir ilişki yok. Zira bu metnin özü, kurumlar eşgüdümünü değil, bütün kurumları bir kişinin güdümüne koyma hedefini yansıtıyor. Anayasal düzlemde hukuki öngörülebilirlik ve hukuki güvenlik ilkelerinin ikinci plana atılması da, güdümlü yapıyı pekiştiriyor.

Özetle, hükümetin, cumhurbaşkanlığının ve sistemin olmadığı bir düzenlemeyi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırmak, bir yanılsama, hatta yalanın resmileştirilmesi ötesinde bir anlam taşımaz.

Monokrasinin temel taşları
Yaşadığımız süreç ve değinilen sorunlar, 24 Haziran seçimlerinde ‘Cumhur İttifakı’nın çoğunluğu alması durumunda ülkemizi nelerin beklediğini göstermesi bakımından işlenmeye değer.

»Anayasa değişikliği: TBMM’deki oylama şeklinden 16 Nisan halkoylamasına kadar ‘meşru olmayan’ bir süreç.

»Uyum yasaları: Uyum yasalarının çıkarılmaması ve bu görevin Anayasa dışı yol ve yöntemle, yetkili olmayan organlara bırakılması, ‘meşru olmayan’ bir geçiş tarzı.

»Tek kişi yönetimi: OHAL ortam ve koşullarında dayatma yöntemiyle değiştirdiği Anayasa’ya kendilerinin koyduğu bir kurala bile uymayan bir yönetim, meşru olabilir mi? Hele bu, ‘gerçek iktidarın Devlet başkanının iradesine dayandığı yönetim’ (monokrasi) ise!

İBRAHİM Ö. KABOĞLU  / BİRGÜN

‘Çapulcular’ Erdoğan’ın bu kıyağını unutmayacak! - AYŞE YILDIRIM

“Daha çok özgürlük, daha çok demokrasi” diye yutturmaya çalıştıkları seçim manifestosu daha sandığı bile göremeden çöktü. 

Erdoğan“Milletimiz tamam derse çekiliriz” dedi, sosyal medyada yer yerinden oynadı. TAMAM paylaşımlarını anlatmama gerek yok, gördünüz. 


Dünya gündeminde ilk sıraya yerleşti. Haliyle dünya basını bile bu duruma sessiz kalmadı; T A M A M’ı haberleştirdi. 

Daha çok özgürlük vaat eden AKP’nin kurmayları ne yaptı? Özgürlüğünü kullanarak iradesini beyan eden ‘millet’“Klavye kahramanları”, “24 Haziran’da görürsünüz”, “Algı operasyonu” diyerek saldırdı.

“Tamam ne ya” diyen polisler 10 kişiyi gözaltına aldı. 

Dün gazetelere göz atanlar da görmüştür ‘dünyanın en bağımsız medyası’nın halini. 
Elbette ‘Havuz’ ve sonradan ‘Havuz’a dahil olan medyadan söz ediyorum; tık yok. Herkesin gözü önünde cereyan eden haberi atladılar. 

Sadece dört gazete birinci sayfasında yer verebildi T A M A M’a. Cumhuriyet, Birgün, Yurt ve Evrensel. Üçünde manşet, birinde haber olarak yer aldı. 

AKP medyasına göre ise bu bir ‘algı operasyonu’. T A M A M diyenler ‘FETÖ ve PKK’ işbirlikçisi, sahte hesaplar… Falan, filan… Her zaman ki bildik şeyler yani. 
‘Metal yorgunluk’ paçalarından aktığı için kendilerini savunurken bile saçmalıyorlar. Kazdıkları kuyuya hızla yuvarlanıyorlar. 

Baskın seçim yaparak muhalefeti hazırlıksız yakalama planları altüst oldu. MHP ile birlikte seçime girmek için hazırladıkları ittifak yasası, beklemedikleri bir şekilde muhalefetin elini güçlendirdi. 

Yetmedi, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefete seçim sloganını hediye etti. Hem de dörtlü ittifakın dışında bırakılan HDP’yi de işin içine kattı ve tüm muhalefeti 
‘T A M A M’da buluşturdu.
 
Bir havuz yazarına göre T A M A M’ın altında ‘İslamofobi’ yatıyormuş. Türkiye’de ‘Erdoğanofobi’ olarak sahneye konuyormuş. Bu ‘yazar’ AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün temsilcisi Saadet Partisi’ni unutmuş olamaz herhalde. Hayır yani, SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da seçimlere giriyor. Kimse de kendisine ‘İslamcısın’ suçlaması getirmiyor.

Ama dedim ya öyle saçmalıyorlar ki; devam ediyor aynı ‘yazar’
“Eskiden, ‘Erdoğan’a oy vermiyorum ama istikrar için kalması gerek’ diyenler bile artık ‘İsterse ülke batsın, umurumda değil, yeter ki Erdoğan gitsin’ demeye başladı...” 
Üstüne bir söz söylemeye gerek bile yok. 

Bir başka ‘havuz’ yazarı ise Erdoğan’ın ‘münafıklar çetesi’ sözünü ‘düzeltmeye’ çalışıyor kendince. Ama ‘Metal yorgunluk’tan olsa gerek o da bir itirafta bulunuyor. 
“Halbuki Cumhurbaşkanı’nın kast ettiği aslında çoktan Ak Parti’yle de Erdoğan’la da bağını koparmış ama tamamen ‘duygusal’ sebeplerle öyledeğilmiş gibi davranan ikiyüzlü muhterislerdi. Referandum sürecinde Hayırcı tarafta yer alsa da bunu açıktan belli etmeyen, ekranlarda birkaç kez daha fazla görünmek, birkaç ihale daha koparmak, birkaç menfaat ortaklığını kaybetmemek için açıktan Erdoğan karşıtı blokta yer aldığını ilan edemeyen birkaç kuruşluk adamlara yani.” 
‘İhale’‘menfaat ortaklığı’‘duygusal sebepler’… 

AKP seçim manifestosuna artık kimsenin inanmadığı “daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha bağımsız yargı” gibi cümleleri yerleştireceğine tabanının itiraf ettiği “Bal tutan parmağını yalar, yalamaya devam eder” gibi bir cümle kursaydı daha inandırıcı olurdu. 

Slogan da T A M A M artık. Erdoğan, o çok korktuğu ruhu (Gezi) kendi eliyle canlandırdı. Ve öyle de gidecek. 

‘Çapulcular’ da Erdoğan’ın bu ‘T A M A M’ kıyağını unutmayacak!

Ayşe Yıldırım / Cumhuriyet

‘Tamam’ da tehlikenin farkında mısınız? - ERGİN YILDIZOĞLU

Önümüzdeki seçimlere olağanüstü baskılar altında gidiliyor. Buna karşılık  “boykot” koşulları oluşmadı. Şimdi bu seçimlere hemen her düzeyde asılmak gerekiyor. Çünkü çok uzun zamandır ilk kez muhalefetin, İnce gibi mücadeleci, kapsayıcı olmaya niyetli, demokratik eğilimleri güçlü, dolayısıyla “yapışkan statükonun” dışına taşabilen bir adayı var. 

“Tamam” da, siyasal İslamın liderlik kadrosuna, yazarlarına bakınca gerçeklikle bağları çok tehlikeli biçimde kopmuş bir küme görüyoruz: Adeta seçimlere değil kıyamete hazırlanıyorlar. Muhalefet cephesinde de, “stratejik cahillik” eğilimi yine nüksetti.

‘Biz gidersek...’ 
AKP liderliği bir ‘devrilme’ korkusu yaşıyor, “biz gidersek Türkiye batar” diyor. Kapitalist ekonominin, döviz, enflasyon, faiz, dış ticaret gibi değişkenlerin arasındaki ilişkiyi yok saydıktan, piyasa ekonomisini adeta ahbap-çavuş ilişkileriyle işleyen komuta ekonomisine çevirdikten, kapitalizmin kutsalı “mülkiyet güvencesini” ortadan kaldırdıktan sonra, “kur üzerinden yapılan birsaldırıdan” söz ediyor. Paranoyak akıl, bunların bir saldırı değil, ülkenin mali sorumluluklarını yerine getireceğine ilişkin güvenin kaybolmasıyla ilgili olduğunu kavrayamıyor. 

Siyasal İslamın önde gelen yazarları, kendi fantezi dünyalarında, gaspetmeyi, yalan söylemeyi, günah işlemeyi, suç işlemeyi, zaruretebağlayarak caiz kılacak dini yorumlar üretmeye çalışıyorlar. Kısacası: Seküler yasaların yerine, ‘Kitabı’ şöyle veya böyle yorumlayanların, ‘zaruret gereği’ koyacağı, kolaylıkla değiştireceği buyruklara tabii kılmanın, keyfi yönetimin zeminini hazırlıyorlar. 

Bu yazarlardan bazıları Nazileri anımsatan bir “Bin yıllık iktidar” söylemiyle, okurlarını, 24 Haziran’ın ülkeyi yıkmak isteyenlerle, bin yıllık yükselişin mimarları arasında bir hesaplaşma günü olduğuna inandırmak istiyorlar.. 

Bu paranoya “Türkiye seçim kararı aldı, her şey durdu. Coğrafya sustu...dünya sustu. ABD-Çin-Doğu Asya, Baltıklar’daki gelişmeler adeta dondu. ABDve Avrupa politikaları durdu, müthiş bir sessizlik dünyayı kapladı” gibi şizofren halüsinasyonlara yol açıyor. Normalde, kendilerine veya başkalarına zarar vermemeleri için bir klinikte gözetim altına alınması gerekecek tipler, gazete köşelerinde Siyasal İslamın tabanını seçimlere hazırlıyor.

Stratejik cahillik 
Muhalefet tarafında kimi yazarlar, ya iktidarın yayınlarını, entelektüellerinin argümanlarını bilerek izlemiyor ya da “zevzeklik” deyip geçmeyi tercih ediyor. Bazı şeyler olurken, kasıtlı olarak bilmemeyi, “stratejik cahilliği” seçmek, Nürnberg mahkemelerindeki kimi ifadelerin gösterdiği gibi trajik sonuçlara yol açıyor. 
Dün, Siyasal İslam yükselirken, “Ben değişmedim”“ılımlısı olmaz” diyenlerin sözlerini, duymayarak, onların değiştiklerini iddia edenler, Fethullah’ın devleti ele geçirme planlarına ilişkin kayıtları, gittikçe artmakta olan “mahalle baskısını” görmemeyi seçenler, bugünkü duruma geliş sürecine katkıda bulundular. 

Bugün seçimlere gidiş koşullarını, Siyasal İslamın seçimlere hazırlanma psikolojisini ve harekete geçirdiği söylemleri önemsizleştirenler benzer bir risk alıyorlar. Seçimleri kaybetmeyi, “ülke batar”, bin yıllık bilmem ne, olarak gören aklın karşısında “Kesin olumsuz yargılara şimdiden varmayalım” (adeta bu aklın neler yapabileceğini daha şimdiden tartışmayalım) yoksa “iktidardakinin saldığı korkuyu içselleştirirsiniz” diyenler de...
 
Eğer muhalefet seçimleri kazanacağına inanıyorsa, iktidardaki hareketin doğası hakkında bir fikri varsa, “o zaman ne olacak” sorusunun cevabını bugünden düşünmek, gereken hazırlıkları yapmak zorundadır. Bu bir korkuyu içselleştirmek değil, özgüven ve sağduyu göstergesidir.


Dün, tehlikenin farkında değildiniz; gözünüzün önündekini, görmemeyi seçerek, demokratikleştirme bekliyordunuz. Şimdi yine tehlikenin fakında değilsiniz, “stratejik cahilliğe” sığınıp olağanüstü bir seçimlerin ertesi günü, her şeyin sıradan olmasını bekliyorsunuz. 7 Haziran seçimlerini izleyen dönemden de mi bir şey öğrenmediniz?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

T A M A M derken - ÖZGÜR MUMCU

Memleketimiz sürekli bir seçim kampanyasının içinde. Bu tek sesli bir kampanya ama yine de bir seçim kampanyası. Cumhurbaşkanı’nın programına bakıldığında, nutuk atmaktan ülke yönetmeye pek vakti kalmadığı anlaşılıyor. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın açıklamasına göre, sayın Erdoğan son üç ayda 50 şehre gitmiş. Buralarda yaptığı saatler süren konuşmalar da neredeyse bütün televizyon kanalları tarafından canlı yayınlarla ve kesintisiz aktarıldı. 

Demokrasiye geçildiğinden beri yapılan en adaletsiz seçim bu. Bir yanda devletin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanan, neredeyse bütün medya kurumlarını ele geçirmiş ve aylardır seçim çalışması yapan biri. Öte yanda mitingleri yayımlanmayan, medyada ancak hakaret edildikleri zaman yer bulabilen, biri hapiste daha yeni belirlenmiş diğer adaylar. 

Bu sıkışmışlık ortamında, muhalefeti birleştiren sloganın Cumhurbaşkanı’ndan gelmesi doğal. “Millet tamam derse kenara çekiliriz” deyince Twitter’da 2 milyon 
“T A M A M” tweet’i atıldı. Öyle oldu, çünkü insanların seslerini duyurabilecekleri yerler son derece az.


Şaşırtıcı olan, zaten her yeri ele geçirmiş olan iktidarın, kendi kendine gelişen hareket karşısında paniğe kapılarak, parti sözcüsü, bakan düzeyinde tepki göstermesi. Troller aracılığıyla karşı kampanya düzenlemeye çalışarak sahte hesaplarının yakayı ele vermesi. 

Sayın Erdoğan’ın “milletimiz tamam derse” ifadesinde kastettiği milletin, milletin tamamı olmadığı açık. Otoriter popülist iktidarlar millet kavramını bölerek ayakta durur. Kendisinden yana olan millet, gerisiyse millete yabancı unsurlardır. Sahte balkon konuşmalarına kulak asmanın bir anlamı yok. İktidar kendine benzer yönetimlerle aynı dili ve yöntemleri kullanmaktadır: “Böl ve yönet”

Sosyal medyadaki “T A M A M” çıkışı, milletin dışlanan kısımlarının gür bir sesle milletin sadece AKP ve Bahçeli seçmeninden ibaret olmadığını haykırması açısından önemlidir. 

Çok parçalı muhalefetin temel ve basit bir konuda ortak bir nokta paylaşabilmesi bakımından Meclis’te çoğunluğu kazanırsa birliktelik kurabileceğinin işareti olduğu için de kayda değerdir. 

En ufak bir tweet sebebiyle hapse atılan, işlerini kaybeden insanlar varken, uzun süredir sessiz kalan ahalinin bir korku duvarını aşmaya başlattığı için de kıymetlidir. 
Gelgelelim işin basit bir evet-hayır, tamam- devam ikiliğine saplanması bir süre sonra iktidarın işine yarar. Muhalefetin adayları neden tamam dediklerini ve iktidara gelirlerse nasıl devam edeceklerini de anlatmak zorunda. Hem de kapıları kendilerine kapanmış, ilerde utançla anılacak bu medya ortamında. 

AKP, kendini Menderes geleneğiyle beraber anmayı sever. Oysa uyguladığı parti devleti siyaseti sebebiyle şimdi bir “Tamam, söz milletindir” tepkisiyle karşı karşıya. Sayın Erdoğan, “Tamam İnşallah” diyerek 1994’te İstanbul’a belediye başkanı olmuştu. Şimdi o slogan terse döndü. Sembolik anlamı doludur ve boş iş değildir. 

Muhalefet, tamamın muhalefeti ortaklaştıran yanının altını çizer, tamamın iktidarın işine yarayacak kutuplaştırıcı yanından sakınırsa, T A M A M meselesi tarihe geçer. Diğer türlü de geçer ancak bir dipnot olarak.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Seçmen fiyatları - MİNE SÖĞÜT

Siyasiler “Her şeyin bir fiyatı vardır” sözünü çok severler; 
Onun da ötesinde bu söze pek güvenirler. 
O yüzden seçmeni ikna etmenin değil satın almanın peşine düşerler. 
Seçim vaatlerinin yarısı ideolojikse diğer yarısı da hep ekonomiktir. 
Doğru ya da yanlış... 
Samimi ya da samimiyetsiz... 
Türlü vaatlerle dolu konuşmalarda seçmeni en çok ‘nakit’ tekliflerin cezbedeceğinden emindirler. 
Her şeyin ve herkesin satılık olduğuna inanıldığı sürece siyaset kirli bir meseledir. 
Ekonomik önlemleri ve sosyal devlet modelinin gereklerini ideolojilerine uygun bir dille anlatmak yerine... 
Seçmene nakit paranın ucunu göstermeyi tercih eden siyasetçiler; 
Ve bu siyasetçilerin kullandığı dile kıymet veren seçmenler siyasi etiği en aşağı seviyeye çekerler. 
Bu vaatlerle kandırılabilecek kadar ucuz değerlere sahip olduğu izlenimini veren kalabalıklar, etik değerleri yeniden belirlerken kendi kaderlerini de belirlediklerinin farkına varmazlar. 
Ucuz vaatlere kanan seçmeni çantada keklik gören siyasetçiler de kendi siyasetlerinin ucuzluğunda sakınca görmezler. 
Tercih edecekleri siyasi partinin ülkeye ve insana sağlayacağı maddi manevi kârdan ya da vereceği zarardan ziyade... 
Cebe girecek nakit paranın cazibesine kolayca kapılmaya hazır omurgasız seçmen kitlesinin hiç de azımsanmayacak bir oy potansiyeli olması, dengeleri belirler ve ahlakı da zedeler. 
Bu potansiyelin peşine düşen ve onları nakit vaatlerle kendine çekmeye çalışan politikacılar birbiriyle yarışırken, siyasi ahlakın yerlerde sürünmesinden gocunmayan milletler; 
Nihayetinde hep hak ettikleri gibi yönetilirler. 
Siyasiler seçmenin gözünün içine bakar ve hayâsızca sorarlar: 
“Oyunuzu kime vereceksiniz?” 
“Her kış kapınıza odun kömür bırakana mı?” 
“Size koli koli erzak taşıyana mı?” 
“Kredi borçlarınızı sıfırlayana mı?” 
“Emeklilere ikramiyeler dağıtana mı?” 
“Gençlerin cebine harçlık koyanlara mı?” 

Seçmen de bu sorulardan gocunmaz. 
Vaatlerin peşine düşer, beklentilere girer, hesaplar yapar, oyunu ona göre atar. 
Ve nihayetinde ortaya böyle bir ülke çıkar. 
Sosyal bir devletin zaten vermesi gereken destekleri, oltanın ucuna takılmış yem gibi ortaya atan ve avını bekleyen siyasetçilerin dilinden fayda uman seçmen, tercihlerinin neye mal olacağını hiç düşünmediğinden; 
Sonradan başına gelen beklenmedik felaketlerin nedenini de çözemez. 
Ve tarihten ders almayan kitleler kendi kaderlerini sittin sene değiştiremez.

***

O yüzden size vaat edilen paralara kulak asmayın. 
Hatta ayıplayın. 
Ama... 
Bu parayı sarayı kapatarak elde edeceği tasarruftan sağlamayı ve o görkemli binayı bir bilim merkezine çevirmeyi vaat eden siyasi söylemi de es geçmeyin, muhakkak önemseyin. 
Bilime değer veren...
Rasyonel düşünceleri destekleyen... 
Aklı ve vicdanı gerçekten hür yeni nesiller yetiştirmeyi hedefleyen siyasetler değerlidir. 
Onlar, nihayetine her şeyin bir fiyatı vardır sözünü can alıcı bir şekilde boşa çıkarırlar. 
Parayla ölçülemeyecek çok daha yüksek gerçek değerler olduğunu yeniden hatırlatırlar.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘Afrin Türküsü’nde kim başrolde? - TAYFUN ATAY

Afrin şehitlerine yönelik Cumhurbaşkanlığı patentli klip “piyasa”ya çıktı. Makamın sözcüsü İbrahim Kalın’ın türkünün de sözlerini yazdığı, makama “ilişik” bir grup şarkıcı-türkücünün yorumlarıyla “renklenmekte” olan, nihayet finali de “makam sahibi”nin yaptığı klibi izleyince ben bu filmi daha önce de görmüştüm dedim. 
2015 Nisan’ında “Çanakkale 1915” vesile edilerek, yaklaşan 7 Haziran seçimleri akılda tutularak yapılandırılmış anma klibinde de özellikle son sahne, şimdiki klibin neredeyse tıpkısının aynısıydı. Orada Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale’de şehit düşmüş askerlerin mezarı başında dua ediyordu. Elbette kameralar eşliğinde!.. 
Afrin klibinde de Erdoğan şimdi Çanakkale’den yaklaşık bir asır sonra, neredeyse daha dün toprağa düşmüş şehitler için mezarlıkta dua ederken karşımızda. 
Elbette yine kameralar eşliğinde!..
***

Benzerlikler çoğaltılabilir. O zaman 7 Haziran seçimleri vardı ufukta. Şimdi 24 Haziran seçimleri var!.. 
O zamanki Çanakkale anma klibinde Erdoğan’ı Arif Nihat Asya’nın şiirini yorumlarken dinliyorduk: “Kahraman bekleyen yığınlarını/Kahramansız bırakma Allah’ım!..” 
Şimdiki Afrin klibinde Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün güftesini İbo’nun, Orhan Baba’nın, Yavuz Bingöl ve diğerlerinin yorumlarıyla dinliyoruz; sözler aynı minval üzere: “Analar aslan doğurur/Vatan aşkıyla yoğurur/Yiğit burda harman olur/Vatanına siper olur, heyy!..” 
Çanakkale klibinde üç yıl önce Erdoğan söylüyordu: “Bilelim hasma karşı koymasını/Bizi cansız bırakma Allah’ım!..” 
Şimdi AlişanSeda SayanSibel Can ve diğerleri söylüyor: “Mehmed’imcephede vurur/Düşmana dünyayı dar eder/Düşmesin gönlüne keder/Milletinduası yeter, heyy!..”

***

Görüldüğü üzere, 2015 Bahar’ından 2018 Bahar’ına değişen bir şey yok. İktidar harcı, aynı malzemeyle karılmaya devam ediliyor!.. 
Bakalım daha ne kadar zaman böyle devam edip gidecek? Savaş, çatışma, kan, gözyaşı, ölümler, şehitler, şehitlikler… 
Ve klipler, klipler, klipler!.. 
Bir düşünün, kim bu filmlerde “başrol”de karşınızda olanlar?.. 
Mehmetler ve şehitler mi?.. 
Yoksa kameraların önünde türkü söyleyip dua edenler mi?!

***

Üç yıl önce de yazmıştım: İbadetin makbulü “sakıngan” olanıdır. Dindarın has olanı ne namaza durmuşken ne de dua ederken fotoğraflanmak, kameraların odağında olmak ister. 
Tanrı ile kulun arasına kamera girdiği, “mabutla âbid”in ilişkisine elektronikle müdahil olunduğu noktada ibadet temaşaya dönüşür. Dinin kalple, ruhla, maneviyatla bağlantılı bir pratik olmaktan çıktığı, görüntü ve gösterişle ilişkili bir siyasal tüketim “meta”sı haline geldiği noktadır bu. 
İbadetin de vatanın da milletin de “Mehmed”in de şehidin de iktidara, iktidar yarışına vasıta kılındığı bir nokta. 
Sorun kendinize, izlediğiniz kliplerde kim özne, kim nesne?.. 
Kimler ön plânda, kimler aksesuar?!
***

Siz bu sorular üzerinde düşüne durun, biz üç yıl önce nasıl bitirdiysek yazıyı, yine öyle bitirelim: 
Ah şehitler, biçare şehitler! 
Reklamın değil, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

21. Yüzyılda kurucu fikirler: Çözüm halk iktidarında - BURCU CANSU

Redaksiyon Dergi ile TAKSAV’ın ortaklaşa düzenlediği, “21. Yüzyılda Kurucu Fikirler/ Halk Egemenliği: Direniş Stratejileri ve Sol Program” sempozyumu ikinci gününde de yoğun katılımla gerçekleşti. TAKSAV Sümmanı Can Toplantı Salonu’nda düzenlenen sempozyumun açılışı, Denizlerin anısına hazırlanan sinevizyon gösterimiyle başladı. Sempozyumun ikinci gününde Alper Taş, İlhan Cihaner, Güray Öz, Korkut Boratav ve Kansu Yıldırım konuşmacı olarak yer aldı.


Boratav: Küreselleşme terimi de iflas etti
İkinci günün ilk oturumunda “Halk Egemenliği, Emperyalizm ve Sınıf” başlığı tartışıldı. İlk sözü alan Prof. Dr. Korkut Boratav, “Sistem ciddi bir meşruiyet bunalımından geçiyor. Emperyalizme itibar kazandırmak için kullandıkları küreselleşme terimi de iflas etti. IMF son iki raporunda küreselleşme sözcüğünü tasfiye etti. Bunda etkili olan şeylerden birisi Marksist muhalefeti tasfiye edememeleridir” dedi.

Kapitalizmin meşruiyetini sağlayan düzenin çalışmadığına vurgu yapan Boratav, şunları söyledi: “Krizi yaratanlar krizi yönetmeyi de üstlendi. Halk sınıfları ise muhalefet yapmak istiyor. Sistem halk sınıflarının muhalefetini neo-faşist figürlere, siyasetlere doğru yönlendiriyor. Buna rağmen halk muhalefetleri burjuva iktidarları zorlamaktadır.”

Dünyada sınıf haritasının güncel durumundan bahseden Boratav, kazanan ve kaybedenleri gruplandırdı. Emperyalist sistemin en üst diliminin kazançlı çıktığını söyleyen Boratav, “Batılıların tabiri ile ‘yüzde 1’i, hatta bazıları ‘binde 1’ diyor. Bunlar avantajlı durumda” dedi.

‘Bu gidişat ancak devrimle değişir’
Türkiye’ye ilişkin de bir perspektif ortaya koyan Boratav, kapitalizmin yıkıcı bir pozisyon aldığını, öldüğünün farkında olmadığını ve etrafına da ölüm bulaştırdığını belirtti. Boratav, bunun karşısındaki sınıfların henüz “kendi için sınıf” olduğunun farkında olmadığını da ekledi. Boratav, “Türkiye de bu emperyalist sistemin dışında değil. Kişi başına tüketim milli geliri aştı. Ürettiğinden fazla tüketen bir toplum var. Türkiye ekonomisi ve geleceği için finans kapitalin egemen olduğu sistemde çıkış görünmüyor” dedi. Bu gidişatın ancak devrim ile değişebileceğini vurgulayan Boratav, radikal bir hamle ile halk iktidarının mümkün olduğunu söyledi.

‘Burjuvazi artık yönetemiyor’
Kansu Yıldırım ise, OXFAM’ın 2017’de açıkladığı rapora değinerek şöyle dedi: “Dünyanın en zengin 8 kişisi toplam 426 milyar dolar büyüklüğünde bir servete sahip. Bu servet en yoksul 3,6 milyar insanın, yani dünyanın yarısının sahip olduğu varlıkla eşit seviyede. Bu rakamlar, yaklaşık 128 yıl önce Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki şu tespitini doğrulamaktadır: Kapitalist üretim tarzı, yığınların üretimin kişisel koşulu emek-gücüne sahip bulunmasına, üretimin maddi koşullarının, sermaye ya da toprak mülkiyeti biçiminde emekçi olmayanların elinde bulunmasına dayanır.”

‘İlk hedef AKP-MHP blokunu yenmek’
Son oturumda ise Alper Taş, İlhan Cihaner ve Güray Öz söz aldı. 

“24 Haziran bağlamında ne yapmak lazım, biz ne yapacağız?” sorusu üzerinde yoğunlaşılması gerektiğine değinen Taş, şöyle konuştu: “Öncelikle olarak AKP-MHP blokunu yenmek ilk hedefimiz olmalı. ‘Biz düzeni değiştirmek istiyoruz, bu işlerle ne uğraşalım?’ diye düşünmeyelim. Temel çelişki emek-sermaye, buna devam edelim ama bugünün görevi ne ona da bakalım. Milyonlarca insan AKP’den kurtulmak isterken buna karışmayan bir solculuk olabilir mi? 
Bu bloku yenmek için birinci olarak güçlü adaylar çıktı. Bu adaylar ile seçimin ikinci tura kalacağını düşünüyorum. İkinci turda Erdoğan’ın karşısında Meral Akşener’in olmamasını sağlamamız lazım. Akşener olursa biz daha zorda kalacağız. HDP’nin de barajı aşması gerekiyor. Çünkü öyle bir sistem oluşturdular ki ittifak yapmazsanız kaybediyorsunuz. 50-60 vekil AKP ve MHP’ye gidiyor. Öyle bir hale getirdiler ki inanmadığınız siyasi partilerle bile ittifak yapma zorunluluğu doğuyor.

‘Ufkumuz Fatsa ufku’
Parlamento işlevsiz kılındı ama parlamentodaki oranlar önemli değişimlere yol açıyor. Bizim ufkumuz Fatsa ufku ama temsili demokrasiyi de reddetmiyoruz. Eski mevcut parlamenter sistemi savunan konumuna düşmeden daha da pratikleşmiş bir parlamenter sistemi savunuyoruz. Enkazın altında kalıp kalmamayı tartışmamalıyız. Memleketin başındaki zat, istikrarsızlık kaynağı. Enkazı gördükleri için baskın seçim yapıldı. Enkazın politik sonuçlarını örgütlemeye çalışacağız. Gitseler de gitmeseler de bizim yapacağımız iş Fatsa’da olduğu gibi halkın öz örgütlenmesini kurmak.” 

‘Biz devrimcilik yapıyoruz’
Kendilerine vekillik teklifi gelmediğini de kaydeden Taş, “Gelirse yetkili kuruluşlar değerlendirir. Gelirse de biz siyasetçilik değil, devrimcilik yapıyoruz. Biz siyasetçi olmamaya çalışıyoruz. İttifak sıfır barajı ittifakı olabilseydi düşünebilirdik ama şimdi HDP’ye baraj konuldu. Biz etik olarak bunun içerisine girmeyiz. Bütün söylediğimiz lafları yutamayız” dedi.

‘Sandık güvenliğini sağlamalıyız’
İlhan Cihaner ise, seçim güvenliğine odaklanmaya dikkati çekerek, “Sandık güvenliğini sağlamalıyız. Sandık güvenliği için herkes elinden geleni yapmalıdır. Hedefimiz Türkiye’yi yeniden kurmaktır” ifadelerini kullandı.

Burcu Cansu / BİRGÜN

Yangından sonra orman - FATİH YAŞLI

Son günlerde sosyal medyada, memleketin içinde bulunduğu durumu anlattığı varsayılarak “bir Afrika atasözü” yaygın bir şekilde paylaşılıyor: “Arslan, ceylan, sırtlan ve zebra, aynı yöne doğru koşuyorsa, orman yanıyor demektir.”

Sözün neyi anlatmak için kullanıldığı anlaşılıyor olmalı: Yangın metaforu, iktidarın kurduğu rejimi ve ülkeyi getirdiği hali, hayvanlar metaforu da normalde yan yana gelmesi pek mümkün olmayan farklı siyasi partileri/akımları ve farklı çıkarlara sahip toplum kesimlerini anlatıyor. “Önce yangın sönsün, sonra işimize bakarız” deniliyor.


Aslında “kötü niyetli” bir okumayla, yangından kaçarak yangının söndürülemeyeceğini ve hatta yangından kaçıldıkça gerçekleşme ihtimali en yüksek şeyin yangının boyut ve şekil değiştirerek de olsa devam etmesi olacağını söyleyebilirdik ama bunu yapmayalım; “yangının sönmesi” ihtimaline ve “ormanın hali”ne odaklanalım.

Madem metaforlar kullanıyoruz, oradan devam: “Yangın” az önce söylediğim üzere, inşa edilen rejimi ve ülkenin halini sembolize ediyordu, buna kısaca “rejim” diyelim; “ormanın hali” ise yangın söndükten sonra elde kalacak olanı işaret ettiğine göre, bu da “düzen” olsun.

Rejimle düzen arasındaki fark ne peki? Rejim, iktidarın inşa ettiği siyasal, toplumsal ve iktisadi yapıya işaret ederken ve doğası gereği, bu iktidardan sonra değişmesi beklenen şeyken, düzen iktidarı aşan, ondan önce var olan ve eğer değiştirecek –düzen dışı- bir güç ortaya çıkmazsa, ondan sonra da varlığını devam ettirecek olanı anlatıyor. Hadi daha da basitleştirerek söyleyelim, rejimi iktidar partisi son on beş yılda inşa etmişken, düzen en az yüz yıllık bir yapıya, yani Türkiye’nin sermaye düzenine, Türkiye kapitalizmine işaret ediyor.

Bugün Türkiye siyasetine ve toplumsal muhalefete damgasını vuran esas olgunun, “yangın”ı söndürmek olduğunu kolaylıkla söyleyebiliyoruz. Bir zamanların “aşamalı devrim” tartışmalarının yerini adeta “aşamalı muhaliflik” almış durumda. Deniyor ki, “öncelikli görevimiz yangını söndürmektir, hele şunları bir gönderelim, ülke fabrika ayarlarına bir dönsün, ormanın halini, ormanın düzenini öyle konuşuruz.”

Güzel, bu düşünceyle, bu toplumsal ruh haliyle kavga etmememiz, ona tepeden bakmamamız ve anlamamız gerektiğini pazar günkü yazıda anlatmaya çalışmıştım. İnsanlar yorgun, insanlar bıkkın ve yangının sönmesini istiyorlar, onları şu an için politize eden, harekete geçiren şey bu: “Boğuluyoruz” hissinden kurtulmak, yeniden nefes almak, aşırı derecede yabancılaştığı, kendisini adeta sürgün gibi hissettiği bu topraklara ve bu topluma yeniden inanmak, kendini yeniden buraya ait hissetmek.

Öte yandan bunun bir bedeli var: Kimlerle koştuğunu ve onların geçmişte yaptıklarını unutmak, hafızasızlaşmak, seni siyaseten var ettiğini düşündüğün ilkelerden kopmak. Örnek mi? “3 Mayıs Türkçüler günü”nü, yani 1944’de Sabahattin Ali’yle Nihal Atsız’ın davasında Atsız’a destek için faşistlerin adliye önünde toplanması üzerinden bizzat Atsız tarafından icat edilmiş bir günü anan bir siyasi liderden demokrasi kahramanı çıkarmak, ondan ülke adına birtakım beklentiler içerisine girmek mesela. Başta “Kürk Mantolu Madonna” olmak üzere kitapları son yıllarda yeniden keşfedilen ve iyi ki de keşfedilen Sabahattin Ali’nin, Atsız’ın onu ihbar etmesinden ve bir linçe davet çıkarmasından birkaç sene sonra Atsız’la aynı zihniyetten biri tarafından katledilmesini unutarak üstelik.

Ya da başka bir örnek: Sivas Katliamı esnasında kentin belediye başkanı olan ve olayların bizzat içerisinde olduğunu bildiğimiz ve o katliamla hafızalarımıza kazınması gereken bir siyasi parti liderini sempatik, sevimli göstermek, ondan bir “şeriat dede” çıkarmak, bugünün iktidar kadrolarının yetiştiği ve içinden çıktığı partiyi ise kurtarıcı olarak görmek. Tarihsel olarak siyasal İslam’ın Türkiye’deki ana örgütü ve hem Cumhuriyet hem Atatürk düşmanlığının merkezi olan Milli Görüş’ten demokrasi beklemek.

Şimdi denilecektir ki, “bunların hepsi geçici, hele şu yangın bir sönsün, bunların hepsini tekrar hatırlayacağız, ülke fabrika ayarlarına dönünce biz de fabrika ayarlarımıza döneceğiz, ilkelerimiz, hasımlarımız, katledilen insanlarımız tekrar aklımıza gelecek, biraz sabır.”

Açıkçası iyi niyetli olmakla birlikte pek mümkün görünmüyor bu bana, çünkü sağcılıktan kurtulmak adına başka bir sağcılık, İslamcılıktan kurtulmak adına başka bir İslamcılık, Türkiye siyasetine ve toplumsal akla inceden inceden işleniyor ne zamandır. Sömürüden, emeğin haklarından, sermaye düzeninden bahis dahi açılmamasını, bunların görmezden gelinmesini, geçiştirilmesini saymıyorum bile. Her bir seçim ise bunun dozajının artışı anlamına geliyor, her seçimden “sağa karşı sağ, İslamcılığa karşı İslamcılık” biraz daha güçlenerek çıkıyor ve Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sağcılaştırılıyor.

Dediğim gibi, yangına dair ruh halinin, yorgunluk ve bıkkınlığın, yangından kurtulma ve soluk alma arzusunun farkındayım, bu ruh haliyle kavga etmenin de şu kırk küsur günde kimseye faydasının olmayacağını biliyorum. Öte yandan, bu ruh halini anlamanın, hem kimlerle nereye koşulduğuna dair bir farkındalık davetine, hem de yangından sonra ormanın düzeninin değişmeyeceğini hatırlatmaya engel olmadığını düşünüyorum. Önce bir nefes alalım, eyvallah tamam da, o nefesi alacağız diye kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmayalım mümkünse, yoksa bir daha hiç nefes alamayacağız.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN