20 Mayıs 2018 Pazar

Bir ülke bir kere kurulur, ikincisi neyin nesi ? - ORHAN BURSALI

RTE’nin ‘Dava’sı ve Muharrem İnce’nin onarım manifestosu üzerine 
Cumhurbaşkanı AKP milletvekilleri ile bir veda iftarı yaptı. Konuşmasına baktım, en önemli iki noktası vardı: 
1) Yeni gelecek milletvekillerinin bir dava uğruna mücadele ettiklerini bilmeleri gerektiğini ve, 
2) Meclis’in ikinci kurucu meclis görevini üstlendiğini söylemesi... 

Birinci Meclis ülkeyi kurtardı, ülke kurdu, devlet kurdu, ulus oluşturdu, medeni hukuku kurdu, Cumhuriyeti kurdu, yurttaşlığı kurdu, dünyada Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. 
Peki görevi biten Meclis neyi kurdu? 

Türkiye mi işgal edildi ve ortadan kaldırıldı, ikinci kurtuluş savaşı verdik de düşmanı denize mi döktük, ülkeyi yeniden geri kazandık da haberimiz mi olmadı? 

Birinci Meclis başbakandı, cumhurbaşkanıydı, demokrasiydi, her şeydi. 

Şimdiki Meclis’in ise ne başbakanı ne cumhurbaşkanı ne bakanları ne demokrasisi var... Üstelik denetleme yetkisi de yasa yapma yetkisi de önemli atama yapma yetkisi de tırpanlandı. Meclis, kendi kendini yarıladı bile denebilir.

Ülke ile davası var 
“Dava” lafını Cumhurbaşkanı ilk kez etmiyor, geriye doğru gidin, kritik zamanların hemen hepsinde bir “dava” lafı var. Dava nedir? Davaya baş konur, beden konur, kefen giyilir, korkulmaz.. Cumhurbaşkanı tüm bunları dile getirmiştir. 

Allah aşkına, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmek için aday olanların “nasıl bir kişisel, grupsal, partisel davası” olur? Geleceksiniz, yöneteceksiniz, gideceksiniz, başkası gelecek. Arkanızda bu ülke ve insanlar için yaptığınız güzel şeyler varsa bunlarla anılacaksınız... 

Görevini bitirmekte olan Meclis’teki milletvekillerini Kurucu Meclis diye anmasının “dava” ile ilişkisini kurabilir miyiz? 

Bu Meclis evet ciddi bir yönetim değişikliği yaptı. Parlamenter sistemi sona erdirdi ve başkanlık sistemine geçildi. 

Cumhurbaşkanı bu değişikliği haksız ve yanlış yere yeni bir “Kurucu”lukla özdeşleştiriyor. 

Akla başka şeyler geliyor tabii. Baştan beri Cumhuriyetle ve Atatürk’le, yani ülkenin kuruluş ilkeleri ve babalarıyla bir türlü barışık olmayan AKP’li politikacıların pek çoğu, kendileriylebaşlayan Yeni Ülke, Yeni Türkiye düşleriyle yatıp kalkıyor. Ana bağlantıları Abdülhamit ve Osmanlı ile. 

Tüm bunların vitrindeki cilası ise  “Yeni Türkiye!”

Türkiye Cumhuriyeti ayakta 
Çok şükür. Cumhurbaşkanı yeniden seçilirse de ayakta duracak. Sorun millete nerede yaşıyorsunuz diye, “Türkiye Cumhuriyeti’nde” yanıtını verecekler ve Atatürk’ü de Kurucu Lider olarak söyleyecekler. 

Şu 19 Mayıs’ların ülkece ve büyük bir duygusallıkla, heyecanla kutlanması, ne anlatıyor? 
Atatürk’e koşmalar, Anıtkabir’den dalga dalga dışa akmalar, iktidarın da kutlamak zorunda kaldığı Zafer bayramları, 23 Nisan’lar, bunların hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlatıyor. 

Bu ülke bir kez kuruldu ve bu millet de bir daha kurtuluş için cephelere koşmayı görmesin. 

AKP’nin bu konuda kuracak düşü yok. Boş hayaller kurmak, ülkeye zaman kaybettirir, kan kaybettirir, can kaybettirir.

Evet, yenilenmeye ihtiyaç var 
Türkiye, AKP’den önce ülkeyi yöneten merkez sağ - liberal “şirket” partilerince ekonomik olarak dibe vurduruldu kaç kez. 

AKP bu yıkıntı üzerinde yükseldi. Yapması gereken, bu partilerin hatalarından ders alarak, ülkeyi ileri demokratik ve hukuk ülkesine taşımak, düzgün bir gelir paylaşımı sağlamak ve bunun için de ülkenin yaratıcı güçlerini üretici ekonomi - kültür sanat için seferber etmekti. 

Bunları yapamadı; dahası tam tersini yaptı.. trilyonlar aktı bu ülkeye, onlarla bir tüketim ülkesi yarattı... 

Akan trilyonlar ve 500 milyar dış borçla iktidarını sürdürebilen AKP, şimdi ise dış güçler dolarla, TL ile, benimle oynuyor palavrası içinde çırpınıyor. 

Muharrem İnce, manifestosu ile, 17 yıl önceki çöken ülkenin nasıl ayağa kaldırılabileceğinin işaretini verdi dün. 

AKP’nin yaptığı pek çok alanda tahribat onarılmadan, Türkiye’nin çağdaş dünyada gidebileceği yer yok.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Son şans, son seçim! - Mine G. Kırıkkanat

İnançlarımız vardı, bizim.
Kimimiz Allah’a, kimimiz hümanist düşünceye inanır, ilahi ya da beşeri adaletten çekinir, kötülük etmemeye çalışırdık. Yoksullara acırdık. Cahilleri eğitmeye, insana, hayvana ve doğaya zarar vermemeye uğraşırdık.
Vicdanımız vardı.
Açın yanında tok olmaya utanır, yemeğimizi paylaşırdık. Bir ağacın kopan dalına üzülür, bir hayvanın ölümüne kederlenir, bir çocuğun yalnızlığına kahrolurduk.
Birine bilmeden zararımız dokunsa, uyuyamazdık geceleri…
Önce inancımızı öldürdüler.
İyiliğin kötülüğe galip geleceğine, ilahi ve beşeri adalete güvenimiz kalmadı. Vicdanımız karardı. Bırakın rızkımızı olmayanla paylaşmayı, sadaka bile vermiyoruz artık. Yoksullara ve cahillere acımayı bıraktık. Onları sorumlu tutuyoruz, hırsızın, yolsuzun, haksızın ve hatta düpedüz kötünün; dürüst, ilkeli, haklı ve iyi olanı yok ettiği ahlaksız düzeneğin devamından. Bölündük, düşman olduk ötekine.

***
Sevinçlerimiz vardı, bizim. Azla yetinen, neşeli insanlardık.
Kadın-erkek birlikte güler, eğlenir, kahkaha atmaktan çekinmezdik. Günah dediler ayırdılar, eğlenmeyi, gülmeyi ayıpladılar, kahkahamızı bastırdılar.
Doğru bildiğimizi söylemekten korkmazdık, özgürlüklerimiz vardı… Hepsini tek tek elimizden aldılar. İşten attılar, hapse attılar, sattılar, kapattılar, yasakladılar. Paralanan kötünün, iyiyi açlıkla tehdit ettiği bir dehteşe düşürüldük. Her şeyden, herkesten korkar olduk, sindirildik, sustuk…
Çocuklarının geleceği için hayaller kuran, umutları olan insanlardık. Hayallerimizi yerle bir ettiler, umudu öldürdüler.
Kendi mutsuzluğumuz, umutsuzluğumuzdan geçtik. Bebeleri, gençleri bekleyen zifir gelecekten nasıl kurtaracağız diye, uyku tutmuyor artık…

***
Bu son seçim. Sonuncu virajdayız.
Ya aydınlığa çıkacak ya da karanlığın en dibine batacağız.
Oysa 16 Nisan 2017 referandumundan beri, artık çoğunluk olduğumuzu biliyoruz. Sandık denetimi sağlanmıştı referandumda. Hile, oylama sürerken kural değiştiren YSK’nin mühürsüz oyların kabul etmesiyle yapıldı ve muhalefetin vahim hatası, 2.5 milyon sahte oyun kabulüne tepki vermemesi oldu.
Bu kez öyle olmayacak.
Muhalefet bu kez oldu bittilere izin vermemeye, hiçbir hile ve sahtekârlığı geçirmemeye nihayet kesin kararlı.
Yeni yasadaki tüm hukuk dışı ve tarafgir düzenlemelere rağmen, sahte oy kullanmak ve hile yapmak hâlâ suç…
Yeter ki geçen yıl da başarıldığı gibi, sandık güvenliği sağlansın.
Bizlerin daha rahat soluk alacağı, çünkü çocuklarımıza özgür ve yaşanır bir ülke bırakmak için vereceğimiz bu son mücadelede, hepimizin oy vermesi şart, ama yeterli değil!
Hem oy vermek, hem de çaba harcayarak verdiğimiz oya sahip çıkmamız gerekiyor.

***

Sandık güvenliğini sağlamak için yurt düzeyinde 1 milyon müşahide ihtiyaç var. Referandumdan beri sandık denetimi üzerinde uzmanlaşan ve gönüllülük esasına dayanan üç kuruluş, yurt sathında avukatlardan ve bilinçli yurttaşlardan oluşan müşahitleri kaydediyor, eğitiyor: www. sandikgucu.com, www.oyveotesi.org, @SensizOlmazHrkt. 

Gün, demokrasiyi ter dökerek, uğrunda mücadele ederek hak etmek günü.
Gün, hile ve hurdayla elimizden alınan egemenliğimizi, özgürlüğümüzü ve hayallerimizi; sahtekârlığı önleyerek yeniden kazanmak günü. 

Sahtekârlar öylesine fütursuz, ihanet öylesine büyük ki, bir cumhurbaşkanı adayını oy hesabıyla hapiste tutan zihniyet; bugünlerde sanki muhalif görüşte kişilerden geliyormuş gibi iletiler gönderiyor ve seçmenler nezdinde “sonuç nasılsa değişmeyecek” algısı yaratarak, oy vermekten caydırmaya çalışıyor. 
Kanmayın! 

Elimizi taşın altına koyalım, oyumuzu verelim ve verdiğimiz oya sahip çıkalım. Değişim mümkün!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Gerçeğimsi varoluşun kırılma noktası - UĞUR KUTAY

TV dünyasının en iyi muhalif şovmenlerinden Stephen Colbert -kendisini trajikomik “RTE’yi Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’a benzeten Bilgin Çiftçi’nin yargılanması” olayındaki tepkisinden hatırlarsınız- 2005’te ünlü programı The Colbert Report’ta “Gerçeğimsicilik!” (truthiness) diye bir sözcük uydurmuştu: “Şimdi eminim bazı dil jandarmaları, Webster’s Sözlüğü’ne sarılan bazı ‘sözcükerilla’lar ‘Hoop, böyle bir sözcük yok!’ diyecekler. Bilenler bilir, sözlükler ve başvuru kitaplarıyla aram hiç de iyi değildir. Onların hepsi elitist! Bize sürekli neyin doğru olduğunu ve neyin olmadığını söyleyip duruyorlar. Ya da ne olduğunu ve ne olmadığını… Britannica Ansiklopedisi kim oluyor da bana Panama Kanalı inşaatının 1914’te bittiğini söylüyor?! Belki ben bunun 1941’de olduğunu söylemek istiyorum?.. Bu kitaplara hiç güvenmiyorum; sadece gerçeklerle uğraşıyorlar, kalbî duygulara hiç yer yok… Kabul edin artık millet, biz bölünmüş bir ülkeyiz; kafasıyla düşünenler ve kalbiyle düşünenler arasında bölündük. Bölündük, çünkü hanımlar ve beyler, gerçeğin çıkış noktası aslında bağırsaklardır.”

Colbert postmodern dünyada gerçek ve doğru bilginin itibarsızlaştırılmasıyla böyle dalga geçerken Trump’ın başkanlığı henüz hayal bile değildi, dolayısıyla 2016’da bazı düşünürlerin Trump dönemini açıklamak için kullandığı ‘post-truth’ (gerçek-sonrası) terimi de Oxford Sözlüğü’ne girmemişti daha (post-truth: nesnel hakikatlerin belirli bir konuya dair kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu). Ama bu programdan kısa süre önce Başkan Bush’un danışmanlarından Karl Rove, kurmaya çalıştıkları yeni dünya düzenini tanımlarken ‘gerçeklik temelli toplum’ diye ‘eski’ bir şeyden bahsedip şöyle demişti: “Gerçeklik temelli toplumda insanlar çözümlerin net gerçeklere dayalı akılcı çalışmalarla ortaya çıktığına inanır. Ama dünya artık bu şekilde işlemiyor.”

Tabii dünya doğal bir diyalektik süreç yüzünden artık böyle işlemiyor değil; 2000lerin başından bu yana dünya politikasını totalitarizme doğru yönlendiren ülke liderlerinin hepsi önce medyayı kontrol altına aldı. 11 Eylül’ü kullanarak ‘patriot act’i ve ‘teröre karşı savaş’ palavrasını inşa eden Bush, medya patronu başbakan Berlusconi, muhalif gazetecileri öldürtmesiyle ünlü Putin, akrabalık ilişkileri ve gizli kapaklı anlaşmalarla yandaşlaştırdığı koskoca ülke medyasını halkın gerçeklik algısını bulanıklaştırmak için kullanan RTE, inşaatçı medya patronu Trump gibi distopik karakterlerin yönettiği bir dünyada gerçek, doğru ve hakikat kavramları tarihte görülmemiş bir kırılganlıkla oradan oraya savruluyor bugün.

Belli ki 24 Haziran seçimleri de kelimenin tam anlamıyla ‘gerçeğimsici’ bir ortamda yapılacak. RTE’nin kamera önünde rakiplerinin karşısına çıkmamasının nedenini ‘muhaliflerce sıkıştırılma korkusu’, ‘sorulara makul yanıtlar verememe endişesi’ olarak açıklayanlar var. Bunlar doğru tabii, ama derinlerde yatan asıl neden, hep 50 liralık benzin aldığı için zamlardan etkilenmediğini söyleyen, ülkenin para birimi TL olduğu için dolardaki yükselişin fasa fiso olduğunu haykırıp kamera önünde sahte düğün dolarları yakan, ay sonunu nasıl getireceğini bilmezken ‘itibardan tasarruf olmaz’ insafsızlığına hak veren gerçek-sonrası seçmen kitlesine rağmen, medyada yaşanabilecek bir çatlama sayesinde eğer halk gerçek ile gerçeğimsi arasındaki varoluşsal gerilimi bir anlığına bile fark edecek olursa, RTE de biliyor, vay haline!

Uğur Kutay / BİRGÜN

Haftanın verileri ışığında ekonomi - HAYRİ KOZANOĞLU

İşsizlikte şubat ayı verileri 17 yılda bir arpa boyu yol bile gidilemediğini gösterdi. Sanayide büyümeye rağmen yeterli istihdam sağlanamadı. Kredili konut satışları ise nisanda geçen yıla göre yüzde 35.6 azalarak korkutucu bir boyut kazandı.


Geride bıraktığımız hafta Türkiye ekonomisinde yoğun bir veri trafiği yaşandı. Normal bir ülkede değerlendirmelere bu rakamlar damgasını vurur. Ancak ekonomik istatistikler de artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hızına ayak uyduramıyor. En son Londra’da bankacıları kendinden menkul faiz teorilerine ikna etmeye kalkınca döviz kurlarında yeni rekorlar kırıldı. Örneğin, en son açıklanan işgücü istatistikleri şubat dönemine ilişkin. Diğer bir ifadeyle, işsizlik rakamları 2.5 ay geriden geliyor. Buna karşın Erdoğan her ağzını açtığında ekonominin dengeleri şipşak değişebiliyor.

Yine de eğilimleri izleyebilmek açısından 14-18 Mayıs haftası verilerine yakından bakmakta yarar olabilir. Cari açığı salı günü ele aldığımız için bu yazımızda diğer istatistiklere yoğunlaşacağız.

Yüksek işsizlik devam ediyor
Türkiye ekonomisi 24 Haziran seçimlerine yol alırken, işsizlik oranı çift hanelilerin altına bir türlü inmiyor. 2018 Ocak-Mart dönemini kapsayan şubat verileri de yüzde 10.6 işsizliğe işaret ediyor. Evet bu oran, bir yıl öncesine göre 2 puan azalmış durumda. Ancak başta KGF kredileri, onca teşvik yeterince sonuç vermemiş görünüyor.

İlginçtir ki, ekonominin dibe vurduğu, AKP sözcülerinin hatırlatmaktan haz duyduğu 2001 krizinde de işsizlik tam aynı düzeyde yüzde 10.6’ymış. Yani 17 yılda bir arpa boyu yol bile gidememişiz. Avro bölgesinde dahi işsizlik yüzde 8.5’e kadar geriledi. Yükselen ülkeler kategorisinde de, yüzde 13.1 işsizlik oranına sahip Brezilya’yı bir yana bırakırsak, Türkiye’den kötü durumda ülke bulunmuyor. İşsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 546 bin azalmış olsa da, 3 milyon 354 bin yurttaşımız istediği halde işgücüne katılamıyor.

Dikkatle izlediğimiz bir gösterge, 15-24 yaş arası genç nüfusta “ne eğitimde ne istihdamda” olanların oranı da yüzde 22.8. Bu bir anlamda gelecek umudunu yitiren gençlerin yüksekliği gibi çok karanlık bir tabloya işaret ediyor.

Sanayi üretimi yüzde 7.6 arttı
16 Mayıs Çarşamba günü açıklanan mart ayı sanayi üretiminin bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 7.6 arttığı açıklandı. Böylelikle sanayi üretiminde 2017 yılının ilk çeyreğine göre yüzde 9.8 genişleme gerçekleşti.

Bu istatistikler 2017 yılındaki hızlı büyüme seyrinin 2018’de de devam ettiğini gösteriyor. Ne var ki, iki noktaya dikkat çekmekte yarar var. Birincisi, hızlı büyüme döneminde dahi sanayinin yeterince istihdam yaratamaması, olası bir daralma sürecinde daha vahim bir işsizlik tablosuyla karşılaşacağımız sinyalini veriyor. İkincisi, mevcut döviz kuru ve faiz düzeylerinde yılın ikinci yarısında sanayi üretiminin de stop edeceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü hem bu kurlarla ham madde ve ara mal ithalatı yavaşlayacak, hem de yüksek fiyatlar nedeniyle talep hız kesecek.

Döviz sıçraması ‘menkul kıymet’ten okunamıyor
Döviz kurlarının haftalık yüzde 5 civarında sıçrama sergilediği bir konjonktürde, normalde bu trendi yabancıların menkul kıymet davranışlarından ve yerlilerin mevduata yönelik tutumlarından gözlemlemek gerekir. Değerlendirmeye geçmeden önce isterseniz rakamlara bir göz atalım:
En son açıklanan, 11 Mayıs’ta biten haftanın verileri, yurtdışı yerleşiklerin 28.8 milyon dolar hisse senedi aldıklarını ve 230 milyon dolar devlet iç borçlanma (DİBS) senedi sattıklarını gösterdi. 2018 başından bu yana ise, 1 milyar doların biraz üzerinde bir DİBS alıp, 832 milyon dolar hisse senedi satmışlar. Özetle, yabancıların Türkiye’den bariz bir çıkış eğilimi gözlenmiyor. Üstelik, daha iki ay önce 9 Mart’ta 94.1 milyar dolar portföyleri varken (53.1 hisse senedi, 31 DİBS), 2 ayda bu rakam 67.9 milyar dolara (40.8 hisse senedi, 27.1 DİBS) gerileyerek, 26.2 milyar dolar erozyona uğramışken. En genelde, yabancı yatırımcıların zaten Türkiye pozisyonlarını daralttıkları, beklemede oldukları söylenebilir.

11 Mayıs haftasında yabancı mevduatlarda da belirgin bir hareket gözlenmiyor. Mevduat bankalarındaki hesaplar 1 haftada sadece 40 milyon dolar, yıl sonuna göre ise 700 milyon dolar azalmış. Alt kırılımlara bakınca gerçek kişilerin yıl sonuna göre dolar hesaplarını 4.5 milyar dolar aşağı çektikleri görülüyor. Diğer bir ifadeyle, döviz hesapları bir ölçüde daralmış, doların başta avro, diğer paralara karşı değer kazanmasıyla, yani parite etkisiyle stok yerinde kalmış.
Buradan, döviz hareketlerinin büyük ölçüde yurtdışı alımlardan veya yerlilerin yastık altına koyan spekülatif davranışlarından kaynaklandığı sonucu çıkarılabilir.

Konut sektörü zorda
Konut sektörünün zorda olduğunu söylemek için istatistiklere bakmaya gerek yok diyebilirsiniz. Haklısınız, zaten istatistikler de inşaat sektörünün kabataslak yüzde 60’ını oluşturan konutlardaki sıkıntıyı ortaya koyarak, yaygın kanıyı destekliyor.

Önce konut fiyatlarından başlayalım. Merkez Bankası’nın konut endeksi Mart ayında bir önceki aya kıyasla enflasyonun altında, yüzde 0.91’lik bir artış göstermiş. Bu yıllık değişimi yüzde 9.29’a taşıyarak, reel olarak yüzde 0.85 oranında azalmaya işaret etmiş. En vahim tablo ise İstanbul’da; aylık yüzde 0.15 azalış gözlenmiş, son 12 ayda da tüketici enflasyonunun çok çok altında sadece yüzde 3.24’lük bir kıpırdama gerçekleşmiş.

Cuma günü açıklanan konut satış istatistikleri de sektördeki durgunluğu doğruluyor. Türkiye genelinde 2018 Nisan’ında konut satışları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 9.9 oranında azalmış. İpotekli, yani banka kredisiyle yapılan konut satışlarında gerileme ise yüzde 35.6 oranıyla korkutucu bir boyut kazanmış.

Sektör sözcüleri aylık konut kredi faizlerinin yüzde 1 psikolojik sınırın altına çekilmesini talep ediyorlardı. Nitekim Ziraat ve Halkbank öncülüğünde aylık yüzde 0,98 faizle konut kredisi verilmeye başlandı. Mevcut faiz, kur ve enflasyon düzeylerine bakılırsa, bu oran gerçekçi görünmüyor. Seçim belirsizliğinde, bu ikram gerçek alımları mı tetikler, yoksa ucuz krediden yararlanmak için hülleli işlemlerin mi önünü açar, yakında anlayacağız…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN


19 Mayıs 2018 Cumartesi

Ekmek ve şarap - ORHAN GÖKDEMİR

Başım sıkıştığında kapısını çaldığım Dionysos adında bir karakterim var benim. Artık tedavülden kalkmış eski tanrılardan biri Dionysos. Trakya veya Frigya çıkışlı olduğu sanılıyor. Bugünkü duruma bakınca Trakyalı olması ihtimali daha yüksekmiş gibi geliyor bana!


Dionysos antikçağ Yunanistan’ın üç büyük tanrısından biri. Fakat o, diğerlerinden farklı olarak bir dinin oluşumuna da yol açmış. Çiftçiliğin, bağcılığın, tabii özellikle üzümün koruyucusu. Üzümü yeterince koruyunca, malum, şaraba dönüşüyor. Haliyle şarap tanrısı olarak da anılıyor adamımız. Başka lakapları da var: Keder dağıtan (Ioaios), yumuşatıcı (Meilikhios) bunlardan ikisi. E bunlar da şarabı yeterince içince az çok dönüştüğümüz şeyler sayılır.

Çiğdem Dürüşken, “Roma’nın Gizem Dinleri” adlı kitabında adamımızın Romalı versiyonu Bacchus-Bacchos-Baküs ve ritüelleri hakkında geniş bilgi veriyor. Bu inancın müritleri boğazlarına kadar şaraba bulandıktan sonra kendilerinden geçer, böylece tanrıyı da içlerine aldıklarına inanırlarmış. Üstelik tanrının kendilerine vahşi hayvan kılığında göründüğüne inandıklarından, şaraptan kendini kaybetmiş sarhoş sürüleri halinde dağlara yönelirler, naralar atarak dans ederler, karşılarına çıkan hayvanların üzerine atılarak diri diri yerlermiş. Din bu, ritüelinde mantık aramaz. Kadın dinidir Dionysosculuk üstelik. Büyük ihtimal dağa çıkanların arasında da kadınlar çoğunluktadır. Manzarayı gözünüzde canlandırın!

Din de tanrısı da göçtü gitti gerçi ama kalıntılarına sağda solda hala rastlamak mümkün. Mesela bir teze göre Hıristiyanlıkta ekmek ve şarapla yapılan komünyon töreni bu inancın mirası. Yunanistan’dan sonra Roma’da da Baküs adıyla itibar görmüş. Belli ki oradan da Hıristiyanlığa miras kalmış, bir aziz olarak kabul edilmiş.  İstanbul'un Kumkapı semtindeki Küçük Ayasofya caminin kitabesinde hala adı kayıtlı duruyor. Sonradan camiye çevrilen bu kilise Bizans İmparatoru I. Justinianus ve karısı Theodora tarafından 527-536 yılları arasında yaptırılmış ve Bachos Kilisesi olarak anılmış. İnşa edildiği tarih paganizmden Hıristiyanlığa geçiş dönemidir, eski Yunan ve Roma tanrıları Hıristiyanlığın azizlerine dönüşmüştür. Kaldı ki, “Sofia” da paganizmden miras biz azizimizdir.

                                                               ***

"Ne işin var peki bu tuhaf âdemle” diyorsanız söyleyeyim. Malum çok tuhaf bir muhafazakâr topluma dönüştük az zamanda. AKP iktidarının 16 yıldır düzenli olarak yaptığı tek iş içkiye, rakıya ve şaraba zam yapmak, vergi yüklemek. Bir servet harcamanız gerekiyor bir şişesini edinmek için. Öyle bir hal ki bu, artık içmek için Dionysos müritlerinden daha tutkulu bir içici olmanız gerek. İçkiye karşı takınılan bu düşmanca saplantılı tutumun binde biri hırsızlığa, yolsuzluğa, çocuk tecavüzüne takınılmıyor. Sanki tanrı bütün günahları affetti ve geride tek günah olarak içki içmeyi bıraktı.
Hâlbuki dinler tarihinin en önemli materyallerinden biri şarap. İçeni tanrıya yaklaştırdığına inanılmış hep. Doğruluk payı da var bir anlamda. Günlük kaygılardan, hırslardan uzaklaştırır kararında içildiğinde, daha bir insan yapar içeni, tanrıya yaklaştırır.
Sonuçta fermente olmuş üzümdür. Usulüne göre şıraya da, şaraba da, sirkeye de yol açar. Aynı ürünün ayrı versiyonlarıdır hepsi. Bu ürünü damıtırsanız rakıya veya brendiye ulaşırsınız. Esası aynı, lezzeti ve alkol oranı farklıdır sadece.


Sağ olsun, AKP bu irrasyonel tutumu nedeniyle 1920’li yıllardaki büyük çalkantıdan sonra silinmiş olan içki kültürünü yeniden diriltti. Marketten alması imkânsızlaşınca halkımız evde şarap, bira ve rakı yapmaya girişti. Sürahiyle geliyor artık sofralara. Doğrusunu söylemek gerekirse çok başarılı örneklere de rastlanıyor. Biraz daha iktidarda kalırsa bu gericilik, içki kültüründe dünyada hak ettiğimiz yeri alacağız yakında.
Türkiye öyle bir tuhaf halde ki toplam içki satışı düştü son on yılda ama buna karşın tüketimde devrimsel bir sıçrama oldu. Devletin vergi kaybı muazzam. AKP iktidarı buna rağmen dinsel takıntısı nedeniyle vergileri makul bir seviyeye çekmeyip içkiye yüklenmeye devam ediyor. Ama sınıra dayandı artık bu politika. Almaz kimse o fiyata içki miçki, evinde yapar. Olmadı kaçak yollarla temin etmeye tevessül eder. Olan işte bu.
İslamiyet’te de yeri var, merak eden için ekleyeyim. “Kitap”ta ne dediğinden bağımsız olarak Emevi-Abbasi kültüründe vazgeçilmez bir gelenek içmek. Osmanlı padişahların bir kısmı alkolik, hatırı sayılır bir kısmı akşamcıydı. Daha geriye gideyim, Tabip İbn-i Şerif’in “Yadigâr-ı İbn-i Şerif” adlı tıp kitabı 15. yüzyılda, demek ki 1400’lü yıllarda yazılmış. En uzun bölümü akşam ölçüsü kaçırılmış şarabın yol açtığı arazlardan kurtulma formüllerine ayrılmıştır.
                                                                ***

Değerli oyuncu İhsan Yüce “Ekmek ve Şarap” şiirinde şöyle diyor…
“Ne diyordum arkadaş,
Diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
Ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
Daha sonra yaparım hayatın felsefesini

Sırayla olurum Fatih, Selim, Kanuni
Bazen kadın hamamında tellak...
Bazen Kristof Kolomb
Napolyon'ken düşünürüm Elbe’de geçen günleri
Timur'ken Beyazıt'ı yenişimi...
Bir kere Aristo'nun hocası olmuştum
Ona verdiğim dersle gurur duymuştum
Bazen Jan Dark'ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
Bazen odununu ateşleyen bir cellat olurum

Eğer daha da içersem
Shakespeare halt etmiş derim karşımda
Salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
İşte Mozart'ın aradığı melodi bu diye gülerim
Enayiymiş be Platon.
Bir içsinde görsün.
Ne felsefesi varmış bu hayatın
Anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu”
Bu, hakkıyla ve layıkıyla içilmiş rakının, sindirilmiş içki kültürünün dışavurumudur. İçinde ne inanç vardır, ne inançsızlık. Ne kötülük vardır, ne de şeytanlık. Ne herhangi bir dine saygısızlık vardır, ne de hak etmediği bir saygı gösterisi. İçilmiştir ve dünya eskisinden daha hoş görünmektedir. Keder dağılmıştır (Ioaios) ve içen yumuşamıştır (Meilikhios), işte hepsi bu…

                                                                ***

Bizde kutsal çok. Düzen dağıldıkça, geriledikçe daha çok kutsala ihtiyaç doğuyor. Üstelik kutsalına sınırsız bir saygı beklentisi doğdu son zamanlarda. Bu inancın en okumuş yazmışları “yeryüzü sofrası” kurarak muhalefet ediyor buna. Tek itirazları işin esasına değil, biçimine.

Gerçek mi uydurma mı bilmem “Orucuma Saygı Duy” diye bir ilanın görüntüleri dolaşıyor ortalıkta. Fakat ilanla olacak iş değil saygı. Ancak kazanabilirsiniz onu. Birisinin sana saygı göstermesi için bir marifetin olmalı mesela, bir şey katmış olmalısın büyük insanlık ailesine. Belki bir fikir, belki bir icat… Ne bileyim, ahlaklı olmalısın en azından.

Bunların hiçbiri olmadığından olacak bizim göçük Dionysos popüler bir şahsiyete dönüştü az zamanda. Üstelik bilebildiğim kadarıyla en hoşgörülü tanrılardan biri. İçtikçe sevap yazıyor hanemize ki çoğumuza cennet garanti!

İnandığı tanrısı kabul etsin, kim neye inanıyor ve nasıl ibadet ediyorsa. Bu da bizim yeryüzü soframız ve ibadetimiz. Ne karışırız, ne karıştırırız.

Bu da içilmeden önceki felsefesidir. Dionysos birikmiş günahlarımızı affetsin, afiyet olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

Kore yarımadasında hangi barış? - ERHAN NALÇACI

Trump Kore’deki genel olarak olumlu yankı bulan gelişmelerle ilgili olarak “İyi şeyler oluyor, ama zaman gösterecek” gibi bir mesaj paylaştı.

Bir kere ABD emperyalizminin bu insanlık düşmanı mendebur temsilcisinin “İyi şeyler oluyor” demesinden hemen şüphelenmeliyiz, demek ki “iyi şeyler” olmuyor. “Zaman gösterecek” ise ABD’nin “Kore Barışında” inisiyatif kaybettiğini gösteriyor. Gerçekten hemen sonra bir gövde gösterisi ve tehdit anlamına gelen ABD-Güney Kore askeri manevralarından birinin başlatılması nedeniyle Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC)’nin görüşmeleri askıya alması gündeme geldi.

Ama biz ABD’nin bu sabotajı olmamış gibi sürece bir kez bakalım:
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD öncülüğünde emperyalizmin müdahalesi ile Kore’nin bölündüğünü, kuzey sosyalist bir halk cumhuriyeti haline gelirken, güneyin kapitalist bir ülke olarak yoluna devam ettiğini biliyoruz. Son 20 yıl içindeyse güney ucuz emek gücüyle büyük bir sermaye yatırımı çekti ve dünyanın en çok sanayileşmiş ve ihracata dayalı ekonomilerinden biri haline geldi. Ayrıca bitmeyen Kore savaşı nedeniyle ABD’nin sürekli bir askeri üssü oldu. Kuzey daha önce yaşanan kayıpların travması ile güneyden gelecek askeri tehdide karşı kendini savunma durumunda hissetti. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra bu tehdide yalnızlık eklendi ve sevimsiz nükleer silah teknolojisine yöneldi.
Tabii ki bugün emperyalist rekabete bağlı olarak bir nükleer savaşın insanlığı çok daha fazla tehdit ettiğinin farkındayız ve işçi sınıfını ileriye taşımayan Kore adasındaki nükleer gerilimden hoşlanmıyoruz.

Buna karşılık aşağıdaki fotoğrafta gözüken Kuzey ve Güney’in liderlerinin el ele dolaşmasına ne dersiniz? Ve biz tek milletiz ve aynı kandan geliyoruz söylemine?

         Fotoğraf 1: Kim Jong Un ve Güney Kore Cumhurbaşkanı Moon Jae-in el ele sınırda dolaşıyor.

Kuzey’in lideri kendi ülkesinin sosyalizmini ve emekçi halkını, Güney’inki emperyalizmin işbirlikçiliğini ve Kore’nin milyonlarca işçiyi sömüren tekellerini temsil ediyorsa, diplomatik bir el sıkışmanın ve görüşmenin ötesine geçmiyor mu bu yakınlık?
Kuzey bir jest olarak saat dilimini Güney ile eşitledi, nükleer silah test alanını tek taraflı olarak kapatmaya başladı. Şahinleri şahini ABD Dışişleri Bakanı Pompeo KDHC’ni ziyaret etti ve “Kim ABD ideallerini taşıyor” diye ayrıldı. 12 Haziran'da iptal edilmez ise Kim ve Trump Singapur’da bir zirve gerçekleştirecekler. Bu gelişmeler Rusya ve Çin tarafından hararetle desteklendi.

Oysa daha dört beş ay önce KDHC ABD’yi nükleer başlık taşıyan balistik füzelerle vurmakla tehdit etmişti. Bu ani değişikliğin nedenini anlamalıyız.

Bir kere herkes KDHC ve ABD arasındaki gerilimin arkasında yatan asıl olayın Çin-ABD rekabeti olduğunu fark ediyor. Çin denizi dünyada üretim ekseninin değişmesi ile son derece stratejik yolları içerir hale geldi. Buna ilave olarak oluşan emperyalist hegemonya krizi askeri olarak da bu bölgeye büyük bir yığınağın yapılmasına neden oldu.
Ve Kore krizi gerildikçe ABD bölgeyi daha fazla abluka altına almak için bunu fırsat bildi. Bu gerilim nedeniyle Güney Kore’ye yerleştirdikleri radar sistemleri Çin’in derinliklerinden bilgi toplayabiliyor. Bu nedenle Çin gerilimin çözülmesinden ve bu bahanenin ortadan kalkmasından yana.

Güney Kore ise ekonomisinin yüzde 45’ini oluşturan ihracatını güvene almak için yeni stratejik yollar arıyor ve Çin’in Yeni İpek Yolu’na ulaşması bir avantaj ve bu nedenle KDHC’nin emperyalist sisteme dâhil edilmesini istiyor.

KDHC Kim’in liderliğinde “piyasa sosyalizmi” denen ucube kavrama son yıllarda yaklaştı. Ülkede bazı serbest pazarların kurulmasına izin verildiği söyleniyor. Çin ise KDHC’yi sisteme dâhil etmek ve serbest yatırım bölgelerinin kurulması durumunda sermaye transferi için çok istekli gözüküyor. Zaten bu ani değişim, Kim’in Çin’i ziyaret etmesi ile düğmeye basılmış gibi başladı.

Geçen hafta KDHC’ni ziyaret eden Pompeo’nun şu sözü halkayı tamamlıyor: “KDHC’ye ABD’nin devlet yardımı söz konusu değil ama Amerikan şirketleri aracılığıyla destek olunacak.”
Parçaları birleştirince şu açığa çıkıyor, Çin’in inisiyatif aldığı ve Kuzey’i düzene kapsayacak bir barış projesiyle karşı karşıyayız.

İşçi sınıfı siyasetinin ilham kaynağı olduğu ve büyük köylü kitlelerinin sömürüye ve emperyalizme karşı geçen yüzyılda başlattıkları ileri atılış Kore’de de benzer bir sona doğru ilerliyor. Bıçak gibi keskin gözüken bir siyasi eylemin arkasından burjuvaziyle uzlaşma hızla yükseliyor.

Şimdi büyük coğrafyalarda işçi sınıfının bir sosyalist devrimler dönemi açmasının zamanıdır. Yeni, gelişkin ve umut verici.
Ve böyle bakınca bugün sosyalist olan KDHC yerine Güney Kore’nin dev fabrikalarında ve işyerlerinde ağır sömürü altında istihdam edilen 28 milyon işçiye ve geliştirdikleri direniş kültürüne gözleri çevirmek daha doğru.

             Fotoğraf 2: Güney Kore’de uzun süren bir grev sürecinde fabrika işgalinden bir enstantane

Bir paradoks olarak KDHC emekçileri serbest bölge cehennemi ile tanışmaya doğru giderken, Güney Kore belki bir sosyalist devrime tarihsel olarak daha yakın.

Erhan Nalçacı / SOL

#KapatGitsin dedik, kapattık - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kapama düğmesi televizyonun keşfinden daha büyük bir keşiftir” demiş zeki insanlardan biri. Karşımızda her gece yalanı allayıp, pullayıp getiren havuz medyasının televizyonlarını görünce “televizyonun kapama düğmesi”nin ne kadar önemli olduğunu görüyor gerçekten insan.

İyi ki var. Yalandan, talandan söz etmeyen, toplumsal duyarlıklara sırtını dönmüş, kimi duyarlıkları toplumu bölmek için bile isteye kaşımış, tarafsızlığını da gerçeğe bağlılık duygusunu da yitirmiş, toplumsal hiçbir kaygının yanında saf tutmamış “televizyonları” görünce o “düğme”ye kutsal bir nesne gibi bakıyorum inanın. Elim gidiyor, hemen kapatıyorum.

Görmemek çözümdür demiyorum tabii ki. Görmeyince her şeyin çözüldüğünü düşündüğüm de yok. O kahrolası “izleme ölçüm oranı” içerisinde yer almamanın ilk yolunun o düğmeyi kapamak olduğunu bildiğim için yapıyorum bunu. Benden mahrum kalmaları için. Benim de içinde bulunduğum seyircilerin çokluğu oranında pastadan alacakları payı büyütmemek için yapıyorum. Yani o “televizyonun kendisinden daha önemli bir keşif olan televizyonu kapatma düğmesi” hiç de yabana atılacak, küçümsenecek bir nesne değil.
Bu uğursuzların, bu yalancıların “pazarları”ndan çıkarıp alıveriyor beni hemen o küçük nesne. Dün gece öyle yaptık dostlarımızla. Birleşik Haziran Hareketi’nin çağrısına uyup saat 20.00’den itibaren üç saat kapattık havuz medyasının televizyonlarını. Konuştuk bolca, eğlendik, konuşacak ne kadar konumuz olduğunu fark ettik. Kimimiz daha sonra kitap okuduk. “Okumak zaman alır doğru, ama televizyon zamanın daha fazlasını götürür” diyen Stephen King’in kulaklarını çınlattık.

Bu kadar yalanı ustaca nasıl evlerimize sokabiliyorlar? Bu konuda kendilerini o kadar geliştirdiler ki her türlü takdiri(!) hak ediyorlar gerçekten. Yaptıkları haberlerle, açık oturumlarla vicdanımızı yaraladılar yıllarca. “Savaşta önce gerçekler ölür” vecizesini doğrulayacak onlarca yalan haber pompaladılar evlerimize, Suriye ile Irak ile Libya ile ilgili. Havuz medyasının, dünyadaki benzerleri gibi, şaşırmadan bulduğu hedef hep “gerçekler” oldu. Tahammül gücümüzü zorlamadıklarını, yalanları karşısında sinirlerimizin yıpranmadığını söyleyebilir miyiz? Alfred Hitchcock haksız değildi demek ki “televizyon psikiyatri üzerine çok şey başarmıştır, hem psikiyatriyi tanıtmış hem de ona muhtaç olanları yaratmıştır” demekle.

Mesele, “seyretmeyin o zaman” denecek kadar basit değil. Televizyon biz seyretmesek bile, haberlerini(!), yorumlarını(!), açık oturumlarını(!) izleyenleri çıkarıyor karşımıza her yerde. Büyük yalanları doğru zanneden insanlarla karşılaşıyoruz birçok yerde. Bu nedenle sadece bizim “televizyon düğmesini” kapatmamızla yıkılacak bir yalan duvarı değil bu, kabul, ama en azından üç saat boyunca izlemezsek, bunu toplumsal direnişin aracı haline getirebilirsek çok ama çok etkili olabiliriz. Üç saat boyunca “rating”lerine darbe vurabilir, reklam gelirlerini sarsabiliriz. Yalan haber vermenin, doğruları çarpıtmanın, gerçekleri ters yüz etmenin bir bedeli var, onu böylelikle ödetebiliriz.

Gücümüzün farkında olmakla ilgili her şey. “Düğmeyi kapamakla” tek adamın sesini, tek adamın yüzünü, tek adamın kadınlı erkekli dalkavuklarını da hayatımızdan üç saatliğine silmiş olduk biz dün gece. Bunun ne kadar değerli olduğunu fark ettik. Üç saate “bir dolu özgürlük” sığdırdık.


Protesto kanalları kapatılmış bir toplumda, aslında her durumda protesto gereçlerinin yaratılabileceğinin bir örneği de oldu dün geceki “eylemimiz”. Bulunduğumuz her yeri, evimizin salonunu bile bir “itiraz” meydanına çevirebildik. O “meydan”a iznimiz olmadan kimsenin giremeyeceğini de gösterdik.

Toplumsal hiçbir itirazın yer almadığı, “gücün sesi”ne dönüşmüş havuz medyasının televizyonları da aslında bizim sayemizde özgür olacak. Zincirlerinden kurtulacak. Her görüşe verdiğinde, her demokrat sese kulak kesildiğinde kendisi de bunun ne zenginlik olduğunu anlayacak. Dalkavukluk, yandaşlık sürdürülebilir bir tutum değil. Her gün kendini tekrarlaması zordur yandaşın. Çeşitlilik onları da bu dertten kurtaracak.

Birleşik Haziran Hareketi, #KapatGitsin dedi, kapattık. Üç saat boyunca. Yine çağrı yapacak, yine kapatacağız.

Hazır mısınız?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Demokrasilerde A, B, C planı olmaz: Geldiğin gibi gidersin - ERK ACARER

Siyasi iktidar ve temsilcileri sadece Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri ihlal etmekle kalmıyor, Cumhurbaşkanı’nın onayından geçen ‘Yetki Kanunu’ ve “Seçimden sonraki A, B, C planları”, ifadeleri ile Anayasayı da delebileceğine yönelik sinyaller veriyor, deliyor. O halde yargıyı göreve çağırmak neden suç sayılıyor? Açıklaması, ‘korku imparatorluğunun yıkılma korkusu’ olabilir.

45 gün içinde kaldırılması mümkün olan olağanüstü hal (OHAL), 18 Nisan 2018 tarihinde 7. kez uzatıldı. OHAL’in devam etmesi hali, AKP ve Saray iktidarının artık Türkiye’yi ‘yönetememe süreci’ olarak değerlendiriliyor. Yaşam ve adil yargılama hakkı ihlalleri, masumiyet karinesine aykırı tutumlar, emniyette kötü muamele artarak sürüyor.

OHAL, Anayasa gibi Birleşmiş Milletler (BM) Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de (AİHS) aykırı. AİHS’in 15. Maddesi’ açık: Tahmin, olasılık ya da varsayıma göre OHAL uygulanmaz, uygulanabilmesi için tehlikenin mevcut ya da çok yakında gerçekleşmiş olması gerekir. Oysa bugün herhangi bir tehlikenin olmadığı ortada.

Anayasal kurumları kim tehdit ediyor?
Uluslarası platformda ‘olağanüstü hali’ tanımlayan, ‘Sirakuza İlkeleri’ ise OHAL’in uygulanabilmesininin 3 şarta bağlı olduğunu belirtiyor. Buna göre özetle; (1) nüfusun tamamının ve coğrafyanın büyük bir bölümü ile (2) anayasal kurumların tehdit altında olması ve (3) bu tehdidin olağan güçlerle giderilemeyecek boyutta olması şart. Son madde ironik; çünkü anayasal kurumların ‘kim tarafından tehdit edildiği’ sorusu tartışılmaya değer!

Sandıkla gelen…
‘OHAL’siz Türkiye’yi yönetememe sürecinin’, bu süreçteki hukuksuzlukların; ‘Yetki Kanunu’ ve sözü edilen A, B,C planları ile çok daha ileri boyuta taşınması sinyalleri veriliyor. Bu yüzden seçmenin aklında, ‘Sandıkla gelen, sandıkla gitmeyecek mi?’ sorusu var. 7 Haziran- 1 Kasım 2015 arasında yaşananlar hafızalarda. İktidarın, hukuk kılıfında sunacağı kanunsuzluklara yönelik zemin hazırlaması ise önemli bir endişe.

Partili Cumhurbaşkanı’nın bakanlarına imtiyaz
Yetki Kanunu’nun tanımı şöyle: “Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanı’nın yemin ederek göreve başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilir.”

Partili Cumhurbaşkanının ‘bakanlarına’ KHK çıkarma imtiyazı veren kanun, bu nedenle ‘Meclis’i fesih hamlesi’ olarak da değerlendirilebilir. Cumhurbaşkanının yemin süresinin ne olduğu belli değil. AKP’nin yasayı, Meclis çoğunluğunu kaybetme korkusu nedeniyle düzenlendiği açık.

Yetki Kanunu referansını; TCK’deki; ‘Anayasa’da değişiklik yapılmasına yönelik 6771 Sayılı Kanunu’ndan alıyor. Çerçevesi; “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yapılan değişikliklere uyum sağlanması amacı” olarak çiziliyor. Oysa, Erdoğan’ın birkaç gün önce imzalayıp, CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne taşıdığı Yetki Kanunu daha ilk bakışta bile kendini ele veriyor. Çünkü bununla ‘uyum’ değil ‘radikal bir değişiklik’ öngörülüyor.

Hangi sistem?
Ancak “Seçimden sonraki A, B, C planları”, Yetki Kanunu’nun ‘yetmediğinin’ de göstergesi. Erdoğan, 24 Haziran 2018 tarihine çekilen Cumhurbaşkanlığı ve genel milletvekili seçimleriyle ilgili olarak 15 Mayıs’ta Bloomberg TV’ye verdiği mülakatta aynen şunları söyledi: “AKP’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki (TBMM) çoğunluğunu kaybetmesi olasılığına ilişkin “A, B, C planlarımız var.” Bu sözler, Havuz medyasında; ‘AKP’nin Meclis’te çoğunluğu sağlayamaması durumunda yeniden seçim yapılabileceği mesajı’ olarak yorumlandı. Bunun medyanın bir tevili olduğunu anlayabilmek güç değil. Çünkü Erdoğan bu cümlesini, “Sistemi tıkayacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyiz” diye tamamladı.

“Hangi sistem?” diye sorup, başa dönelim. Anayasa’nın 309. maddesi, yine aynı kitabın ilk satırlarına göndermede bulunarak özetle şu ifadeleri kullanıyor: “Anayasanın başlangıç kısmında aynen ‘Millet iradesinin mutlak üstünlüğü; egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiç bir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk dışına çıkamayacağı’ belirtilmiştir.”

Maddenin fiile dünüşmesinin yaptırımları da açık. Suçu anımsatmak ‘suç değil’ ancak yurttaşlık ve gazetecilik görevi olsa gerek. Demokrasilerde A, B, C planı yoktur. 

Plan basittir: Geldiğin gibi gidersin.

Erk Acarer / BİRGÜN

Saray ekibi! - Ayşenur Arslan

İtiraf edeyim, Muharrem İnce’nin aday olmasını.. Olsa da böyle bir performans göstermesini beklemiyordum. 
Yanılmışım.
Kılıçdaroğlu, partideki rakibini aday gösterdi. Çok kritik bir eşiği, çok önemli bir adımla aştı.
Muharrem İnce de, dostunu düşmanını şaşırttı.
Yandaş medyaya, AKP’nin kurmaylarına bakıyorum da.. Muharrem İnce’ye karşı politika üretemiyorlar. Muharrem İnce’yi “neresinden tutacaklarını” bilemiyorlar! Nereden ve nasıl saldıracaklarını kestiremiyorlar. Alevi değil. Kavgacı değil. Hem Kürtler’e mesaj veriyor, hem ulusalcılara. Ezan okunurken susuyor. Kendisiyle de Erdoğan’la da alay edebiliyor.

Yandaş / yanaşma medya ne yapsın! Hiçbir şey bulamayınca, “ekibi yok” teşhisine sarıldı. İnce’nin ekibi yokmuş. Ekonomide, dış politikada, kültür - sanatta danışmanlarının kim olduğu belli değilmiş. Falan filan.
Bunları yazıp söyleyenlerin Saray danışmanlarını gördüğü yok herhalde!
Malum, Erdoğan’ın -son dönemin en mayınlı alanı- ekonomide danışmanları çok ilginç isimler.

Yiğit Bulut’u defalarca yazdım.Sizler de yakından biliyorsunuz. Tekrarlamaya gerek yok.

Son günlerde adı öne çıkan Cemil Ertem’e gelince..
Hazret, daha Mart sonunda yaptığı tespitle tarihe geçti: “Dolar 4’e çıktı algısı yanlış. 3.85’in üzerindeki çıkışlar oldukça spekülatif çıkışlar. Dalgalı kurda temellere uygun dengeye geleceğiz.”
Geldik beyefendi. Bu sözlerin üzerinden sadece bir buçuk ay geçti. Ama dolar, sizi duymamış olacak, 4.50 dolaylarında salınıp duruyor!
Bu “başdanışman” bey, Erdoğan’ın son İngiltere ziyaretini de aynı ferasetle takdim etti. Ona göre,”ziyaret ve özellikle iş çevreleriyle yapılan toplantı bazı “merkezleri” oldukça rahatsız” etmiş!
O ziyaret sırasında doların uçtuğunu.. Bunda, Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yok sayan görüşlerinin de payı olduğunu.. Zaten gerek BBC gerekse Bloomberg yayınlarındaki soruların bile Türkiye’nin halini ortaya koyduğunu fark etmemiş.

                                                          •••

Yüksek irtifada oksijen azlığından görüş bulanıklaşır ya! Bu beyefendilerde de öyle oluyor anlaşılan. Aşağıdaki satırlar da Erdoğan’ın muhteşem ekibinden Cemil Ertem Bey’e ait:
“Erdoğan, hem iş çevreleriyle yaptığı toplantıda hem de sonrasında gerçekleşen canlı yayında, bütün sorulara içtenlikle cevap verdi; dileyen dilediğini sordu.”
Bizim buralarda iş çevreleri de gazeteciler de soru sormayı bilmiyor herhalde. Baksanıza, dileyen dilediğini sorabilirmiş.. Sorunca da Erdoğan içtenlikle cevap verirmiş.
Fotoğraf bu konuda size net bir fikir verecektir. Erdoğan Londra’da, özenle seçilip heyete dahil edilmiş Türk gazetecileri toplamış. O anlatmış, gazeteciler dinlemiş. Elbette “içtenlikle”!!!
                                                          •••

Saray’ın ekonomi başdanışmanı Cemil Ertem, bu tabloya bakıp da “hakikaten bizimkiler elin İngilizi gibi soramıyor azizim” diye iç geçirmiş midir? Bilemem.
Kendisinin ekonomik alandaki liyakatı hakkında da bir fikrim yok.
Elbette, ekipce Türkiye’yi getirdikleri ekonomik / toplumsal yıkıma bakıp bir fikir sahibi oluyoruz. O ayrı!
Merak ettiğim, “nasıl bir insan” Türkiye’de medyaya / emekçilere / iş dünyasına yönelik baskının farkında olmaz? “Nasıl bir insan” bir an olsun durup “yahu sahiden Türkiye’de Erdoğan’a neden dileyen dilediği soruyu soramıyor” diye düşünmez? “Nasıl bir insan” inşaat sektöründen başka umudu kalmamış bir ülkede işlerin yolunda gittiğini, İngilizler’in, Kraliçe’nin falan bizi takdir ettiğini zanneder?
Geçiniz.
Muharrem İnce’nin de böyle bir ekibi olacaksa hiç olmasın daha iyi!!

                                                           •••

Saray ekibi ekonomiyi yönetemiyor, dış politika danışmanları çoktan pert oldu da Erdoğan siyasette toz mu attırıyor! Hadi canım siz de!
Hürriyet’te Nuray Babacan’ın -iç sayfalara küçücük sıkıştırılmış- müthiş haberi siyasi danışmanların nerelere / ne hallere geldiğini anlatıyor:
“İktidar partisi, seçim çalışmalarında vatandaşın nabzını tutmak ve ona göre politika geliştirmek için ‘anlık-günlük strateji’ belirleyecek. Tüm söylemler ve alınan kararlar, telefon anketiyle halka sorulacak. Kampanya boyunca kullanılacak söylem ve başlıklar, günün gelişen koşullarına, muhalefetin kullandığı dile ve gündem oluşturacak konulara göre belirlenecek. Yapılan konuşmaların ve geliştirilen söylemin ‘sosyal kırılganlık algısı’ anlık ölçülecek. Ona göre politika değiştirilecek veya geliştirilecek.”

                                                           •••

Dünyada para bolken.. AB Erdoğan’ı desteklerken.. Liberaller, Gülen’le birlikte AKP’nin değirmenine su taşırken.. Bu ülkenin vatandaşlarının alınteriyle, vergisiyle yaratılmış ne kadar fabrika / tesis / banka varsa haraç mezat satılıp parasıyla gösteriş yapılırken.. Erdoğan’ı ASRIN LİDERİ diye takdim etmek kolaydı.

Hadi bakalım, şimdi “anlık politikalarla yürümeye çalışan” partiyi ve liderini parlatın da görelim!

Ha bir de Cemil Ertem parlatayım derken, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz-enflasyon ilişkisi hakkında söyledikleri bugün tam da çağdaş bilimsel iktisat teorisinin konusudur. Aksi iddialar da bilimdışı safsatadan ibarettir” demez mi!
Ekonomistler bir gül bir gül..
Nohuta artık kıyma bile koyamayan vatandaş bir gül bir gül..
O kadar olur yani!

Son dakika notu:
Saray danışmanları hakikaten şahane. RTE’nin neyi danıştığını bilemediğimiz İlnur Çevik “seçimden sonra yeni bir açılım süreci başlayabilir” dedi. Anında Saray sözcüsü Kalın’dan yalanlama geldi. Ekip dediğin böyle olur!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN