Bir İslamcılık programı ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilecek Millî Görüş, “İdeolojiler Çağı”nın ürünüdür. Rabia ise “İmaj Çağı”nın, yani ideolojiler değil, “imgeler çağı”nın ürünü.
Bugün İslami siyasetin simgesel merkezinde Rabia var. Daha doğrusu onu her yerde 4 parmağını öne-yukarı kaldırarak gözümüze sokan, hakikilikten uzak bir “imge” var.İslamcılık mevzu bahis edilecek olursa, bir “distopik imge”...
Cumhuriyet Türkiye’sinde Necmettin Erbakan İslamcılığın ütopyasını temsil etmiş bir siyasi aktördür. Recep Tayyip Erdoğan ise İslamcılığın “distopya”sını temsil eden aktör... İslamcılığın ütopyasından, yani onu benimseyenler için bir “gelecek umudu” olmasından bir distopya, yani ân içinde ve gelecekte bir boş umut, bir bitmiş hayal olmaya doğru yol nasıl katedildi, bakalım!..
“Millî Görüş”, Cumhuriyet Türkiye’sinde, laikliği ciddi siyasal hassasiyet meselesi yapmış bir statüko karşısında olabildiği ölçüde, ve dünya konjonktürü de göz önünde bulundurularak geliştirilmiş, kısmen örtük bir “yerli İslamcılık” projesiydi. 1970’ler dönümünde, yürürlükteki siyaset sahnesine Milli Nizam Partisi/Milli Selamet Partisi ile çıkan Erbakan, Türkiye’de kapitalist işleyişin ivme kazanmasıyla çıkarları sarsılan, kendini tedirgin hisseden, gelecekten kaygılı kesimlere seslenirken ütopik bir siyasi programla karşımızda idi. Ve “ne Amerika (kapitalizm) ne Rusya (sosyalizm), tek yol İslam” demekteydi.
AKP kurmaylarının Erdoğan başta olmak üzere 2000’ler başında yola çıktıklarında hareket noktası bu yaklaşımın reddidir ve bir “helâl kapitalizm” arayışı doğrultusunda “İslamcı” değil “muhafazakâr demokrat” olduklarını söylerler. O ölçüde ki 2004’te Erdoğan, başbakan olarak Financial Times muhabirine mülakat verirken “Müslüman demokrat” lafzını bile “düzeltip” kendilerine ilişkin doğru nitelemenin “muhafazakâr demokrat” olduğunu belirtir. Israrla din partisi olmadıklarının altını çizerek dini siyasete karıştırmayı doğru bulmadıklarını da kaydeder (Vincent Boland, “Eastern Premise”, FT Weekend, 5 Aralık 2004).
‘Sonradan ‘din’ der oldular’
Bu doğrultuda hem Erbakan’ın siyasi çizgisinin başlangıçtan bugüne içinde olmuş, hem de Erdoğan’ı ilk gençlik yıllarından bu yana tanıyan bir “kaynak”, her iki siyasi anlayış arasındaki farkı şöyle işaret ettiğinde haksız sayılmaz: “Erbakan hep ‘din’ dedi. Bunlar (Erdoğan ve AKP) ‘din’ diyerek gelmedi, ‘demokrasi’ diyerek geldiler. Ha, ama şimdi ‘din’ diyorlar, o ayrı mesele...” Erbakan, “hep din dedi” ve bu, adı konmamış bir İslamcılıktır. Dinin yaşanan hayatın içinde her yerde her zaman olmasında ısrar yani... AKP ise başta “din” değil, “demokrasi” diyerek geldi; bu da “muhafazakâr demokrat” tabirinde aşikârdı. “Dindar nesil yetiştirme” hevesinden de eser yoktu.
Fakat o günler geldi ve yukarıdaki ifadedeki “Şimdi ‘din’ der oldular” sözünün hakkı verildi... Verildi de bu “din demeye başlama” durumu, şartların zorlamasıyla bağlantılı bir iktidarı kaptırmama isteğinin sonucuydu esasen... O yüzden pragmatist, stratejik, “hipokratik” (ikiyüzlü) çerçevede karşımıza çıktı ve dini sahiplenme demek olan dindarlığı değil, dini kullanarak dünyayı sahiplenme demek olan “dinbazlığı” işaret etti. Dolayısıyla İslamcılığı değil, “post-İslamizm”i işaret etti. “Din” diye diye dünyayı değiştirmeyi değil, olduğu şekli ile dünyayı talep ve elde etme halini işaret etti.
İslami bir ütopyayı değil, “distopya”yı işaret etti.
‘Milli Görüş’ten ‘Rabia’ya...
Bu durumun çarpıcı bir simgesel ifadesi de “Millî Görüş” ile “Rabia” farkıdır.
Erbakan deyince akla “Millî Görüş” gelir. Erdoğan deyince “Rabia” geliyor.
Bir İslamcılık programı ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilecek Millî Görüş, “İdeolojiler Çağı”nın ürünüdür. Hayatın akışında “yazılı kültür”ün önceliğini koruduğu, insanlığın yol alışında ideolojilerin kılavuzluğundan henüz vazgeçilmediği bir dönemde Türkiye’de İslami siyasetin dillere dolanmış simgesi Millî Görüş idi.
Rabia ise “İmaj Çağı”nın, yani ideolojiler değil, “imgeler çağı”nın ürünü.
Görünürlüğün çok ama çok ön plana çıktığı, okumanın gözden düştüğü, insanların spotları, sloganları, şarkı sözlerini okumakla, dinlemekle yetinir olduğu görsel kitle kültürü dünyasında Türkiye’deki İslami siyasetin de öyle ağır, “programatik” yazılı metinlerle uğraşacak vakti yok. O metinlere dayalı, uzun, (kendi kulvarında) entelektüel duyarlılığa sahip, dolayısıyla sıkıcı söylemelerle kaybedecek vakti de yok.
O yüzden Rabia yetiyor: “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet...” Eşittir, tek adam.
Bugün İslami siyasetin simgesel merkezinde Rabia var.
Daha doğrusu onu her yerde 4 parmağını öne-yukarı kaldırarak gözümüze sokan, hakikilikten uzak bir “imge” var.
İslamcılık mevzubahis edilecek olursa, bir “distopik imge”.
SOSYOLOG SEVİNÇ DOĞAN* : AKP Türkiye partisi olmaktan çıktı
-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
İktidar-kitle siyaseti bağlamında, geniş toplumsal kesimler nezdindeki itibar, meşruluk ve rıza devşirebilme anlamında düşünürsek AKP Türkiye partisi olmaktan çıktı, çıkıyor. AKPErdoğan toplumsal kutuplaşma zemininde düşmanlık ve taraftarlık sınırlarını sürekli biçimde körükleyerek, kendi seçmentaraftar kitlesini ayırıyor. Onları sürekli teyakkuz halinde tutuyor ve sadece siyah-beyaz olan bir tercih skalası içinde bakmaya zorluyor.
Oysa AKP ilk dönemlerinden son beş-altı yıla kadar toplumun tüm kesimlerine hitap eden ve geniş kesimleri kapsayan bir Türkiye partisi olma iddiasındaydı. Parti söylem ve propagandaları, çok daha inandırıcı biçimde bu izlenimi pekiştiriyordu. İktidarı ve onun açtığı olanakları gören kesimler de bir biçimde bu parti ağlarına katılmada beis görmemişlerdi. Zaten bir şirket gibi işleyen partiye katılmak, neoliberal iş ve yaşam koşullarında, pragmatik bir adım olarak da görülüyordu- özellikle AKP’nin hitap edebildiği alt-orta sınıflar için böyleydi.
İktidarı alan ve gittikçe iktidar alanını genişleten, bürokrasi da dahil tüm yönetim kademelerinde güç elde eden, yükselişteki bir siyasal partinin yarattığı ivme söz konusuydu. Fakat çember, yapısal anlamda da özgün koşullarla da daralmış görülüyor. Yani doların yükselişi, hayat pahalılığı, borçlanma oranı gibi bir dizi ekonomik yapısal koşulun yanında Türkiye özgünlüğünde, Kürt meselesinin bugün geldiği evre, tutuklamalar ve şiddet araçlarının tekrar öne çıkması, muhalif kesimlerin derinden hissettikleri hoşnutsuzluklar ve seçim sürecinde oluşturdukları ezber bozan ittifak siyaseti, iktidar çemberini daraltmış görünüyor.
Aslında 7 Haziran seçimleriyle birlikte ne Erdoğan’ın tüm Türkiye’nin lideri olduğu ne de AKP’nin tüm Türkiye’nin partisi olduğu açığa çıkmıştı. O zamandan bu yana, toplumsal değişim arzusuna karşı daha otoriter ve sert bir siyaset tarzı ile karşılık veriliyor.
Geniş kesimlerin rızasından vazgeçildi
Bir parti olarak AKP’nin kaderi Erdoğan’a bağlandıkça, AKP Erdoğan ile özdeşleştikçe sınırlar ve hatlar da keskinleşiyor. Bugün artık iktidarı desteklemeyen kesimler (ki toplumun yarısı demek) iktidar tarafından dışlanmakta, suçlu ya da hain ilan edilmekte. İktidarın otoriter pratikleri, 15 Temmuz sonrasında OHAL ilan edilmesiyle hukuksal alanda ve uygulamada ‘baş ağrıtmayacak’ biçimde mevzuata uydurulmaya çalışıldı. Fakat her şeye rağmen bunun kolay olmadığı görülüyor. Toplumun büyük bir kısmı, adalet sistemine güvenini yitirmiş durumda ve devletin işleyişi/yönetim anlayışı hukuksal alandan güç ilişkilerine kaydıkça huzursuzluk, istikrarsızlık ve inanç da azalıyor. 16 Nisan referandum sonuçları bu hissiyatların bir yansıması olarak da görülebilir. Ki sonuçlar iktidar nezdinde memnuniyetsizlik yaratmış, parti içinde büyükşehir belediyelerine de yansıyan tasfiyeler gündeme gelmişti.
Artık sınır dışı operasyonlarla, yükselen militarist atmosfer içinde, sürekli ‘büyük resme’ işaret ederek, Türkiye’nin kaderinin kendi kaderine bağladığı olduğunu iddia eden bir anlayış ön planda. Aslında AKP Türkiye partisi olmaktan çıktıkça, devletin bölünmez bütünlüğünün ve selametinin savunucusu olduğu iddiasını daha çığırtkan biçimde öne sürüyor.
Fakat bu öykü inandırıcı gelmiyor. Büyük bir anlatı kurmak için geniş kesimlerin rızasına ihtiyaç var ama iktidar kendisi geniş kesimlerin rızasından vazgeçmiş durumda.
Bunlarla beraber iktidara taraf olan kesimler için, taraftarlık düzeylerinin en son kertede ‘oy’ ile ifade bulduğuna inanılırsa, yaşanan değişimlerin ne kadar yansıyacağı muamma. Bir biçimde bu kesimlerin gönülleri artık kaymış olsa dahi, ilişkilerini kopardıklarına dair net emareler açığa çıkmış değil. İktidara güç veren, onun gövdesini oluşturan ve bugün artık bağlılıklarını parti değil ‘reis’ üzerinden gösteren kesimlerin desteği sürüyor.
Kazanımlarını ve statülerini kaybetmek istemeyen, güç dengeleri değiştiğinde önünü göremeyen kesimler iktidara destek olmaya devam ediyor. Bu koşullarda, kendisini gerekirse feda etmeye hazır olduğunu ‘gösteren’ bir anlayış da öne çıkıyor. Bu anlayışın bir ‘yıkıcılık’ içinde olduğu da gizlenmiyor.
Tüm bunlarla birlikte, bugün seçim sürecinde gerçekleşen siyasal ittifaklar, tüm ezberleri bozan bir yerde duruyor. İktidar 24 Haziran seçimlerinde moral üstünlüğünü kaybederken, 15 yıldır yarattığı hatta RP dönemini de sayarsak 25 yıldır dayandığı ağlara ve deneyimlere yaslanarak devam ediyor. Ruhunu yitirmiş ancak varlığını sürdüren bir “siyasal corpus”, renksiz ve soluk da olsa oyun kuruyor, kurmaya çalışıyor.
-Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Burada R.T Erdoğan’ı değerlendirirken sadece kendisi üzerinden değil, Erdoğan’ı Erdoğan yapan, bir lider ve reis olarak Türkiye siyasetinde öne çıkaran koşullara ve toplumsal kesimlere bakmanın daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Çünkü hem sınıfsal anlamda geçirdiği dönüşümün (ki buna eğitim sermayesi de dahil), hem etnik/ hemşerilik bağları anlamında gösterdiği aidiyet ve kimliğin, hem de siyaset yapma biçiminin belli toplumsal kesimler için temsil edici olduğunu düşünüyorum.
MSP döneminde Akıncılar içinde yer alan, RP döneminde Milli Gençlik Vakfı’nda yoğrulan ve AKP ile siyasete ön safhalarda atılan, iktidarı ve bunun deneyimlerini yaşayan belli kesimlerin kendi değişim serüvenlerini gördükleri biri Erdoğan. AKP için bir parti “habitus”undan, yani hayat pratikleri içinde onları benzer güzergâhlarda buluşturan ortak yatkınlık ve eğilimlerden bahsedersek, Erdoğan da bu habitusun içinde. Örneğin sınıf atlama hikâyelerinden dini referansları işaret eden yaşam tarzlarına, politik geçmişlerinden gelecek kurgularına kadar belli ortaklıklar ve eğilimler bu kesimleri buluşturuyor. “Dinsiz” devlete karşı gelen değil, artık onu tamamen sahiplenen, belediyelerde “kravat”la tanışan, popülist siyaset yapma biçimini öğrenerek “ılımlılaşan”, dahası piyasa süreçlerine dahil ve idealist değil gayet maddiyatçı olan, sadece kendine bakan bir birey anlayışını besleyen bir kültürel yapıdan çıkan öznelliklerden bahsedilebilir bu anlamıyla.
Erdoğan partideki kadınlar için ‘fetiş’
Aslında popülist bir siyasetçi olarak Erdoğan’ın daha pragmatik ve sınırlarının da bu anlamda daha esnek olacağı varsayılabilir ancak örneğin toplumsal cinsiyet meselesinde sergilediği sürekli erkeklik performansı ya da Ermeni meselesinde sahiplendiği “suç ortaklığı”nı gösteren tavrı, toplumdaki kimi hâkim kodlarla örtüştüğünü, bunları taşıdığını gösteriyor.
Erdoğan özdeşlik kurulan da bir güç imgesi aynı zamanda. Reisten bahsederken onun duruşuna, tavrına ve siyasal manevralarına methiyeler dizen erkekler sıkça kendilerini onun yerine koyup özdeşlik kuruyor. Erdoğan parti içindeki kadınlar için de bir “fetiş”. Çoğu orta yaş grubuna mensup ev kadınları, Erdoğan’a hayranlık duyuyor. Bu kadınların bir erkeğe olan duygularını ve coşkularını dizginsizce ifade etmelerinin “meşru” olduğu yegâne kanallardan biri olarak varsayılırsa, neden böyle davrandıkları ve hissettikleri toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden azade değil kuşkusuz. Sonuçta belli kesimler için Erdoğan onları temsil eden bir figür hâlâ. Daha da önemlisi kendi kaderini de Erdoğan’ın kaderine bağlamış da durumdalar.
Fakat bugün aynı zamanda Erdoğan’ın bir lider olarak yıldızının eskisi gibi parlamadığı da görülüyor. “Yeni” olarak söylenen bir şey kalmadı. Vaatler var, ancak son birkaç yılın bilançosu bu vaatlerin gerçekleşme ihtimalini askıda bırakıyor.
Artık İstanbul da tamamen fethedilmişken ve İstanbul’u dönüştürürken kendileri de dönüşen kesimler kendi yarattıklarından hoşnutsuzken (Erdoğan İstanbul’a ihanet ettim demişti), hizmet siyasetinin de sonuna gelindiği anlaşılıyor. Artık özünde mevzileri korumak dışında yeni hiçbir şey önermeyen bir siyasal iddia var.
*Sevinç Doğan, siyaset sosyoloji alanında doktorayapıyor. 2016 yılında yayımlanan “Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi,Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma” (İletişim Yayınları) kitabı, 2017 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülü’nü aldı. Şu an farklı kuruluşlarca düzenlenen siyasi algı araştırmalarında ve yerel kentsel tarih alanında çalışmaya devam ediyor.
Tayfun Atay / CUMHURİYET