7 Temmuz 2018 Cumartesi

Turpun büyüğü - REMZİ ÖZDEMİR

"Benim dolarla işim yok. Maaşımı TL alıyorum TL harcıyorum."


Bu sözleri hatırladınız mı?
Doların 3.50 olduğu dönemde televizyona çıkıp konuşan bazı vatandaşlara ait.
Adeta slogan olmuştu.
Evet doğru! Maaşını TL ile alıp, TL ile harcamasını yapan adamın dolardaki artıştan ona ne?
Bu sözü 30 yıl önce söyleseydi yüzde 100 haklıydı. Çünkü o gün Türkiye bu kadar ithalat yapmıyordu.
15 yıl önce söyleseydi yüzde 50 haklıydı.
Bugün söyleyenin bırakın haklılığını aklını yemiş muamelesi görmesi lazım.
Bu sözler o gün için adeta olay olmuştu. Sosyal medyada tepki gösterenler, dalga geçenler..
Ne ararsanız vardı.
Aslında bu insanlara kızmamak lazım. Bu insanların bir suçu yok. Bu ne cehalet ne de aptallık.
Bunun adı finansal okuryazarlık.
Finansal okuryazarlık maalesef Türkiye'de çok düşük. Dolardaki her kuruş artışın kendisini daha da fakirleştirdiğini anlamıyor.
Ne zaman anlayacak?
Pazara ve markete gidince. Yani enflasyon cebini yakınca anlayacak.
Haziran ayı enflasyon rakamı yüzde 16'ya dayandı.
Soğanın 6, patatesin 5, domatesin 5, limonun kilosunun 10 liraya satıldığı bir ülkede hem de yazın ortasında bu rakamların görülmesi o ülke insanının fakirleştiğini, alım gücünün azaldığını ifade eder.
Eğer bu insanlar maaşlarını dolarla alsalardı hiç fark etmezlerdi. Dolardaki artış, pazardaki artışı karşılardı.
30 yıl önce olsaydı fark etmezdi derken o yıllarda Türkiye'nin üreten bir ülke olduğunu ifade etmek istedim. Yıllar geçtikçe Türkiye üretmek yerine ithalat ile tüketmeye başladı. Türkiye şu an üretmiyor tam tersi her şeyi ithal ediyor.
Sizin aklınıza patates ithal edeceğimiz gelir miydi?
Nohut, fasulye, bezelye, pirinç, buğday ve daha bir çok ürünü artık ithal eden bir ülkeyiz.
Bunun için dolar ödüyoruz. Dolar arttıkça bizim için yaşam daha çekilmez duruma gelecek.
İşte buna enflasyon deniliyor.
1 kilo peynir 35 lira. Buyrun gelin alın ve kahvaltı yapın.
Bir AKP milletvekilinin sosyal medyada dolaşan videosu var. Matematik dehası bir hesap kitap.
Bu vekil diyor ki, "Amerikalıya marketten bir torba kahvaltılık al desen hesabını yapamaz."
Amerikalının hesap yapmasına gerek yok ki.
Bir poşet kahvaltılık için 5-10 dolar atar çıkar. Parası değerli ve alım gücü yüksek.
Önemli olan Türkiye'de bir emekli veya asgari ücretli markete gidip o poşeti doldurabiliyor mu?
Paran değerli olsun ve cebinde paran olsun o hesabı yapmana gerek yok...
Türkiye 16 yıl önceki döneme döndü. 16 yıllık bir illüzyon bitti.
Peki yaşanan ekonomik kâbus bitti mi?
Elbette bitmedi.
Hani eskilerin bir deyimi var ya, "turpun büyüğü arkada, heybede" diye.
İşte bizimki de öyle. Enflasyonun büyüğü akaryakıttaki verginin yeniden devreye girmesi ile arkadan gelecek. Biz o zaman gerçek enflasyonu ve hayat pahalılığını göreceğiz.
Bir kez daha söylüyorum;

Allah bizim yardımcımız olsun!


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

6 Temmuz 2018 Cuma

Madımak sonrasında konuşan siyasetçiler - KORKUT BORATAV

Madımak Faciası üzerine söylenecek her şey söylendi; yazılması gerekenlerin pek çoğu da yazıldı. Yeni şeyler söyleyecek; bilinmeyen olguları açıklayacak değilim.


Facia sırasında ve sonrasında devlet aygıtının sorumluluk derecelerini, araştırıcılar ve Madımak kurbanlarının yakınları, temsilcileri, avukatları yıllardan beri incelemekte; ortaya koymaktadır. Ben, sadece, facianın hemen sonrasında iktidar ve siyaset çevrelerinin olaya ilişkin demeçlerine, teşhislerine dikkat çekeceğim. Sadece bu söylemler dahi, bence, Türkiye’yi adım adım İslamcı faşizmin eşiğine taşıyan tehlikeli gidişin ön-işaretlerini taşımaktadır.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le başlayalım: Linç girişiminin ciddiyeti ortaya çıktıktan sonra, "halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz" talimatını verdiği biliniyor. Güvenlik güçlerine verilen bu talimattaki “halk” sözcüğü ile, elbette şeriatçı güruh kastedilmiştir.

Peki, öldürülen 33 aydın, sanatçı ve can pazarından sağ kurtulanlar? Demirel, onları “tahrikçiler” olarak görüyor: "Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı  vardır. Olay münferittir."
Balık baştan kokar. Bu söylem, diğerlerine de yol gösterecektir.

Başbakan Tansu Çiller de şeriatçı güruhun “selameti” ile ilgili olduğu için gelişmelerden hoşnuttur. Bu güruh da “halk” olarak nitelendirilecektir: "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.”

DYP’li İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu da,“halk” teşhisine katılmakta; bunları galeyana getiren “ötekilerle” ilgilenmekte ve baş tahrikçiyi teşhis etmektedir: "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir. Aziz Nesin hakkında da soruşturma açılabilir."

Ana muhalefetin (ANAP’ın) lideri Mesut Yılmaz geri kalmayacaktır: “Devletin valisi, yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de halkımızın dini değerleriyle alay eden bir konuşmacıya karşı tepkisiz kalmışsa, milletin o valiye güvenmesini bekleyemezsiniz. Fikir özgürlüğünün halkımızın mukaddes değerlerine karşı kullanılmasına hiçbir şekilde kayıtsız kalamayız.”

Ne yazık ki,  SHP  Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de 3 Temmuz’da aynı söyleme  katılacaktır: “Güvenlik güçlerimiz vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır.” Burada “zarar görmemesine özen gösterilen vatandaşlar” ifadesi, Demirel’in “halk” sözcüğüyle kastettiği cihatçı güruhtur.
Erdal İnönü’ye haksızlık yapmayalım. Linç girişiminden haberdar olduktan sonra “bazı yetkilileri” aradığını ve Madımak’takilere telefonla "en kısa zamanda takviye güç gönderileceği, kimsenin kılına dahi zarar gelmeden kurtarılacakları" mesajını verdiğini daha sonra Aziz Nesin’den öğreniyoruz. Ne var ki, “yetkili makamların güvencesi”nin boş çıktığını ertesi gün fark eden İnönü, “zarar görmeyen vatandaşlar” ile ilgili yukarıdaki talihsiz demeci verecektir.

Erdal İnönü, sonraki yıllarda Madımak Faciası’nın sorumluluğunu üstlenmiştir. Oral Çalışlar’a, "olaylara geç müdahale edilmesinde Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de benim kadar sorumluluğu var” açıklamasını yapmıştır.
Bu “itiraf”ta Genelkurmay Başkanı’nın yer alması, sözü geçen “güvence”nin adresi olarak da yorumlanabilir. Bu “adres” üzerinde de yeterince değerlendirme yapıldığını tahmin ediyorum.

“Aziz Nesin’in Sivas konuşmasında Müslümanların dinî değerleriyle alay ettiği” iddiası da doğrudan doğruya yalandır. Nesin’in konuşma metni olduğu gibi yayımlanmıştır ve Alevi kültürü, inançlarıyla ilgili bir söyleşiden ibarettir. Şeriatçı güruhun iddia ettiği ve siyasetçilerin benimsediği herhangi bir “tahrik” öğesi yoktur. Linç girişimi, Nesin’in, Salman Rüştü’nün Şeytan Ayetleri üzerinde daha önce yazdıkları bahane edilerek önceden örgütlenmişti.
                                                                   ***

Madımak Faciası’nın gerçekleştiği tarih anlamlıdır. Temmuz 1993’te Türkiye, 12 Eylül karanlığından çıkma arayışı içindeydi ve darbecilerin yasakladığı iki siyasetin, DYP ve SHP’nin koalisyonu tarafından yönetiliyordu.

1980 sonrasında askerî faşizmin, 1982 Anayasası’nın ve bu dönüşümlerin uygulayıcısı olan ANAP iktidarının ana gündemi, “Türkiye demokrasisinin altın çağı” olan 1960’lı-1970’li yılların siyasi, ideolojik ve toplumsal kazanımlarını kalıcı olarak tasfiye etmekti. Öncelikli hedeflerin ilk sırasında, sola dönük tüm akımların, sendikal, sosyalist, devrimci örgütlenmelerin yasaklanması; kadrolarının etkisizleştirilmesi yer almaktaydı.
Cunta, meşruiyet arayışını İslamcı akımlara açılımlarla desteklemeye çalıştı. İmam-Hatip okullarının, Kur’an kurslarının sayıları hızla artırıldı ve 1982 Anayasası, din derslerini ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu hale getirdi. Ne var ki bu adımlar, yasaklanan Merkez-Sağ siyasetçiler tarafından desteklenmedi. Bu siyasetin ana temsilcisi olan Adalet Partisi’nin liderleri, başta Süleyman Demirel, 12 Eylül rejimine ve onu büyük ölçüde benimseyerek devralan ANAP iktidarına karşı çıktı.

Turgut Özal 1987’de siyasi yasakları sürdürme referandumunu kaybetti ve “12 Eylül karanlığına son verme” fırsatı böylece doğdu. Temmuz 1993’e kadar uzanan sonraki altı yıl, bu fırsatın kullanıldığı aşamaları gösterir.

1987 genel seçim sonuçlarında, siyasetin zirvesi, Orta-Sol (SHP ve DSP) ve Merkez-Sağ (DYP) muhalefet ile 12 Eylül’ün ve 1982 Anayasa düzeninin ürünü olan ANAP arasında (bu üç akım seçmenlerin yüzde 90’ını toplayarak) saflaşmıştı. İslamcı ve faşizan sağ ise marjinalleşmişti.

1980 sonrasının emek-karşıtı, neoliberal  bölüşüm politikalarının rövanşı, işçi sınıfının 1989’da başlattığı Bahar Eylemleri dalgasıyla alındı. Bu dalga, 1989 yerel seçimlerinde SHP’yi birinci parti yaptı; ANAP büyük kentlerin tümünde belediyeleri kaybetti. 12 Eylül karanlığının sola açılarak aşılma fırsatı böylece doğmuştu. Bu tarihte, Türkiye’nin emekçi sınıfları sol siyasete daha yakın durmaktaydı. Halk sınıfları saflarında siyasî İslam, henüz kök salmamıştı ve 1970’li yılların devrimci birikiminin izleri hâlâ yaşanmaktaydı. Türkiye siyasetinin, on yıl önce sol akımların belirleyici olduğu yelpazeye yaklaşma fırsatı mevcuttu.

12 Eylül karanlığının sol siyaset öncülüğünde aşılma fırsatı 1991 seçimlerinde kaçırıldı. Orta-Sol partilerin bölünmüşlüğü ve sınıfsal muhalefetten uzak durmaları, halk sınıflarını kararsızlığa savurdu. Demirel (DYP) / İnönü (SHP) koalisyonu bu sürecin uzantısıdır. Yine de askerî faşizmin baskısını yaşamış olan bu iki partinin, ekonomik ve sosyal politikalarda değilse bile, insan hakları ve siyasî plüralizm alanlarında demokratik bir programı sahiplenme; hayata geçirme seçeneği  hâlâ gündemde görünüyordu. 

Bence, Madımak Faciası’nın kendisi değil; ama siyasetçilerin Sivas’ta patlak veren şeriatçı şiddete karşı gösterdikleri tepkiler, demokratikleşme gündeminin geçersizliğini göstermiştir.

İslamcı siyasetle göbek bağları bilinen Özal’ın partisinin (ANAP liderinin) Madımak güruhuna örtülü desteği şaşırtıcı değildir.

Şeriatçı güruha karşı Temmuz 1993’teki hoşgörüsü hangi Süleyman Demirel’i hatırlatıyor? 12 Eylül sonrasında gösterdiği demokratik direnme çizgisini mi? 1970’li yıllarda faşizan ve İslamcı sağ partiler (MHP ve MSP) ile oluşturduğu Milliyetçi Cephe çizgisini mi? 
Şüphesiz ikincisini…

Devam edelim: 1968’de bir AP Kongresi’nde, öğrenci eylemlerini ve yürüyüşlerini eleştirenlere karşı “memleketimiz hareketlenmiştir; gösteriler yapılıyor diye asabımız bozulmamalıdır; sokaklar eskimez, takati olan yürür” (veya “sokaklar yürümekle eskimez”) tepkisini gösteren bilge Demirel’i mi? Çorum kıyımında CHP’yi suçlayan; faşistlerin zincirleme cinayetleri karşısında “bana milliyetçiler  suç işliyor dedirtemezsiniz” çıkışını yapan Başbakan Demirel’i mi? Hiç şüphesiz ikincisini…
DYP’li Başbakan ve  İçişleri Bakanı da Temmuz 1993’te Cumhurbaşkanı Demirel’i doğal olarak izlediler. Sonraki yılların Merkez-Sağ platformunu da bu yöneliş belirledi. Tansu Çiller’in derin devletin cinayetlerini açıktan destekleyen ve MSP-DYP koalisyonuna giden çizgisinin, sözünü ettiğim “ikinci Demirel”den ilham aldığı söylenebilir.
Daha da önemlisi, Temmuz 1993’te Başbakan Yardımcısı İnönü’nün de Demirel’den etkilenmiş olmasıdır. CHP / SHP / DSP tarafından temsil edilen Cumhuriyetçi siyasetin 1960 sonrasında İslamcı siyasetle ve şeriatçı şiddetle ilişkileri, elbette Erdal İnönü ile başlamaz. 1973’te CHP-MSP koalisyonu aşamasında İslamcı siyasetin anti-demokratik (şiddete yatkın)  özü henüz algılanmamıştı; anlayış göstermek mümkündür. Bir yıl sonra, koalisyon hükümetinin Af Yasası TBMM’de görüşülürken MSP milletvekilleri oylarıyla, 141-142. madde hükümlülerini af dışında tuttular. Böylece de, Türkiye’nin demokratikleşmesinde Cumhuriyetçi ve siyasi İslamcı akımların anlaşamayacağı ortaya çıktı. Cumhuriyetçiliğin özünde demokratlık vardır. Siyasî İslam ise, bu özden yoksundur.
Madımak Faciası’ndan on beş yıl önce Kahramanmaraş’taki Alevi kıyımını örgütleyenlere karşı CHP hükümetinin teşhisi doğruydu: Cinayetler, “dinî duyarlılıkları olan halk” değil, laik düzene karşı çıkan silahlı çeteler tarafından işlenmişti. Bu algılama nedeniyle sıkıyönetim ilan edilmişti. Soruşturma ve davalardan beklenen sonuçları alınmamıştı; ama, en azından, temel teşhis doğruydu. Temmuz 1980’de Demirel hükümeti döneminde gerçekleşen Çorum Alevi kıyımı sırasında da CHP’nin doğru teşhis yaptığı malumdur. Bu iki kıyımda, faşizan örgütlerin, sahte haberlerle İslamcı temaları kullanarak şeriatçı güruhu kullandığı malumdur ve 1993 Sivas eylemiyle benzerlik ortadadır.
Temmuz 1993’te siyaset çevreleri bu türden bir teşhis yapmaktan bilinçli olarak kaçtıkları için, Türkiye’nin İslamcı faşizm güzergâhına sürüklenmesinin ilk adımlarından birini attılar.

Temmuz 1993’te ortaya atılan “Müslüman halk ve tahrikçiler” karşıtlığına dayalı söylem, artık yerleşmiştir. Türkiye siyasetine, egemen ideolojiye damgasını vurmuştur. Bu nedenle Madımak davasının zaman aşımı gerekçesiyle kapanması sonrasında Başbakan Erdoğan, “milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” diyebilecek; dahası, mahkum yakınlarının mağduriyetini vurgulayacaktı.

Çeyrek yüzyıl önce Erdal İnönü’nün, gönülsüzce “vatandaşlarımız” diye adlandırdığı şeriatçı saldırganlar, Cumhuriyetçi siyasetin temsilcisi olarak bilinen CHP’nin bugünkü resmî söyleminde de gözetilmesi, tedirgin edilmemesi, desteği aranan saygın bir akımın temsilcilerine dönüşmüştür.

Ben de bu hazin yıl dönümünde, çeyrek yüzyıl önce kaybettiğim iki dostumu, Asım Bezirci ağabeyimi ve Metin Altıok kardeşimi sevgiyle, hasretle anıyorum. 

Korkut Boratav / SOL

Halk kötü bulduğu eğitim sistemini neden onayladı - ÜNAL ÖZMEN

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır katıldığı bir panelde halkın yüzde 82’sinin eğitim sistemini kötü bulduğunu, “kızımı Kuran kursuna gönderirim” diyenlerin oranının yüzde 80’den yüzde 20’lere düştüğünü söyledi. Bizim gözleme dayalı bilgimize anket araştırmasıyla kanıt sunmuş olan Ağırdır “bilime güvenirsek biz buradan çıkarız” diyor.

Ağırdır’ın sunduğu veri ne kadar gerçekse, çıkış yolu olarak bilimi işaret etmesi o kadar isabetli. Yanılmıyorsam Ağırdır bu saptamasını, eğitim sistemini sorunlu gören yüzde 82 ile kızını Kuran kursuna göndermek istemeyen yüzde 80’in eğitimden beklentisinin ortak olmasına dayandırıyor. İki oran üst üste konduğunda toplumun çıkışı din eğitiminde değil, bilim eğitiminde gördüğünü ortaya çıkar.

Fakat isabetsiz olan, halkımızın, eğitim politikası ile eğitimden beklentisi örtüşmeyen Erdoğan’ı yerinde tutmuş hatta ödüllendirmiş olmasıdır. Nimet Çubukçu’nun eğitim bakanı olarak tayin edildiği Mayıs 2009’dan beri Türkiye eğitim sistemi doğrudan Erdoğan ve aile fertleri tarafından şekillendiriliyor.  Eğitimden memnuniyetsizlerin oranı nerdeyse seçime katılım oranına eşit olduğu ülkenin halkı, din eğitimindeki ısrarından vazgeçmeyeceğini bildiği Erdoğan’dan neden vazgeçmiyor? Halkımız, RTE’nin yaparak, kendisinin yaşayarak görüp itiraf ettiği eğitimdeki başarısızlığı neden ödüllendiriyor?

Bu sorunun yanıtını bulabilmek için muhalefetin meydanlarda halka nasıl bir eğitim vaadinde bulunduğuna bakmak gerek. HDP hariç Millet İttifak‘ını oluşturan partiler müfredat, ders kitabı, dini derslerin zorunlu olmaktan çıkartılması, eğitim kurumlarının demokratikleştirilmesi, imam hatipleşme, öğretmenin rolü gibi eğitimin niteliğini etkileyen sorun alanlarını tartışmaya açıp bu konuda iyileştirici politikalarını anlatmak yerine tekli eğitime geçiş, öğrencilere yemek, öğretmen ataması, öğretmen maaşı gibi eğitimin niceliksel problemlerini çözeceği iddiasıyla çıktı ortaya. 
Muhalefetin eğitim ekonomisiyle ilgili vaatleri doğal olarak halk tarafından iktidara alternatif bir eğitim programı gibi algılanmadı.


Oysa sadece araştırmalar değil, halkın arayışı da gösteriyor ki büyük çoğunluk eğitimden uluslararası değeri olan bilgi, beceri ve davranış kazandırmasını bekliyor. Eğitimi bu ülkenin birinci sorun alanlarından biri olarak ele alıp yurttaşların beklentisine karşılık vermesi gereken CHP’nin, sorunu esastan çözecek önerisi olmadı. Haliyle (1) Tam gün eğitime geçilecek, (2) taşımalı eğitime son verilecek, (3) Öğretmenler Meslek Yasası çıkarılacak, (4) YÖK kaldırılacak (5) hiçbir öğrenci yurtsuz kalmayacak gibi sistemi değil teşkilatı düzenleyen vaatler seçmende karşılık bulmadı. Buna karşın, CHP’nin başkan adayı Muharrem İnce’nin öğretmenliğini öne sürüp her mitinginde eğitime yer vermesi karşılıksız kalmadı.

İnce’nin partisinden 8 puan fazla oy almasında eğitimin önemli bir tercih nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Farkın “stratejik oy” kullanımından kaynaklandığı doğrudur, ancak unutmayalım ki tercihini değiştirebilmesi için stratejik oy kullanıcısı en az bir gerekçeyle kendini ikna etmek durumundadır. Bence yeterli olmasa da seçmen, tercihini eğitim politikalarına bakarak yapmıştır. Yetersizliğin nedeni muhalefetin değişim öngören program sunamamasındandır.

Halkımızın yüzde 82’si eğitim sistemini kötü buluyorsa, her halde toplum eğitimde yeni politikalara açık demektir. Hele bir de değişim isteyenlerle kız çocuklarını Kuran kurslarına göndermek istemeyenlerin oranı çoğunlukta eşitlenmişse, onlara sunacağın eğitim bilimsel, demokratik ve laik olmak durumundadır.

Seçim kaybedildi fakat dünden bugüne halkın eğitimden beklentisi değişmedi. Aksine her gelişme, insanları eğitimi bilimle birlikte düşünmeye zorluyor. Önemli olan halka, beklentilerini karşılayacak, onları değiştirecek bir eğitim programı sunmaktır. 
Bunun için önce egemen dilden kurtulmak gerekiyor tabi. 
Özellikle eğitim seviyesi yükseldikçe oy oranı yükselen HDP ve CHP’nin eğitim düzeyi düşük seçmene yönelik program geliştirmekten vaz geçmesi gerekiyor. Eğitim düzeyi düşük seçmen her ne kadar “aydın”lardan hazlanmasa da onların ne dediğine kulak kabarttığını, kendisini onlara bakarak değiştirdiğini unutmayalım.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Zıkkım içesicilerden medet uman ülke ekonomisi - Feyzi Açıkalın

Yurt dışından gelmektesindir. Pasaport sonrası içinden geçirildiğin(!) freeshop girişinde işportacı tezgahı açmış genç satıcılar seni karşılar. “Ucuz şarap, indirimli rakı var!” diye bağırmaktadırlar.

Seçim sonralarında nelerin olabileceğini bilecek kadar, beyazlatmakla kalmayıp uçuşan tüyler formuna soktuğun saçlara sahipsindir. Hemen hızlı bir döviz çevirmesi yaparak 1 litrelik rakıgillerin neye tekabül ettiğini hesaplamaya çalışırsın.

Dünya duty free’lerindeki belki de tek özgün uygulama olarak, karşılaştırılma yapılabilmesi için ülke içi raf fiyatı da iliştirilmiştir. Fiyat farkını anlamlı bulmaz, almazsın.

Mutlaka geleceğini bildiğin zamlar silsilesinin başını çekecek alkol ürünleri öyle, Marmaray’a gelen zam gibi değildir. Fiyatı artacak diye durup dururken günde 10 kez boğaz geçişi yapılır mı?

Rakı bu, hem keyif hem kederden tüketileceği için ihtiyaca binaen el altında bulundurulmalıdır. Üstelik atletli, uzun yaz günlerin vardır önünde. Ama yine de elin gitmez almaya… Ertesi gün cezan kesilir; çok kısa zamanda ikinci ÖTV zammı bu kez yüzde 16 olarak gelmiştir…

Seçim öncesi emekliye ikramiye vereceklerini ilan ettikleri gün yapmışlardır ilk zamlarını. Ardından ikincisi, büyük olasılıkla iki dudağın iştahla aldığı karar açıklanır. Böylece seçim harcamalarının maliyeti “zehir zıkkım içesiciler” den çıkarılacaktır.

Ülkenin siyasi İslam iktidarı, kendilerince zıkkım saydıkları içkiyi toptan yasaklama yoluna gitmiyor. Mekruh olarak gördükleri içkiden elde edilecek kazançla, bir yaman çelişki hatta takiyyeye giderek ekonomiyi doğrultmayı düşünmekteler.

O zaman insanın aklına, Çin nüfusunun topluca sıçramasıyla deprem yaratabilme olasılığının bir benzeri olabilecek uygulama geliyor: Nerdeyse zındık ilan edecekleri içkicilerin, önümüzdeki iki üç ay boyunca içki tüketimi yapmasalar, ekonomi çökertebilecekleri ihtimali!

Bireysel içicinin kendine göre önlem almasının da artık engellendiğini biliyoruz. Ama asıl sorun hiç şaka kaldırmaz bir şekilde turizm nedeniyle tüketilecek alkolün niteliğinde olacaktır.
Siyasal İslam içkiyi mekruh kıldığı gibi, özellikle Batılı konuklardan oluşan turizmden de hiç hazzetmiyor. Ülke insanının Batılıyla her türlü etkileşiminden korkuyor. Bunu önlemek için Endonezya, Malezya modeli bir turizme yöneliyor.

Ekonominin zor günler yaşadığı günümüzde, örneğin 2017 yılının cari açığının büyük ölçüde sıcak turizm döviz girişiyle karşılandığını iyi biliyor. Bu deliğin iç turizmle ya da batı Avrupa’da yaşayan Müslüman nüfusunu çekerek yamanamayacağının farkında.

1990’lı yılların başında bir turizm gerçeği olarak ülkeye zorla sokulan “her şey dahil” sistemi gereğince, olağandır ki alkol de sunulan servis içinde yer almakta. Otel işletmecisi, sezon öncesi yaptığı, ucuz turisti getirebilme uğruna neredeyse yerlerde sürünen sözleşmenin gereğini karşılamak zorunda.
Çok ucuza pazarlanan düşük yıldızlı işletmelerin ya da eğlence yerlerinin kaçak alkol ya da başka tedarik yollarına gidebildiği bir sır değildir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabileceğimiz, ülke turizminin çok zarar görebileceği bir döneme giriyor olabiliriz. Yoksa istenen tam da bu mudur?!

Feyzi Açıkalın / CUMHURİYET

‘Helalinden yüzde 31’ - ÇİĞDEM TOKER

Önümüzdeki pazartesi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, TBMM’de yemin edecek. Aynı gün açıklayacağı kabineyle “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” fiilen başlayacak. 
Böylece kuvvetler ayrılığı tamamen tarihe karışıyor. 

Bu da -öncelikle - Cumhurbaşkanı’nın TBMM onayına ihtiyaç duymaksızın her konuda kararname çıkarabilecek olması anlamına geliyor. 

Son Başbakan Binali Yıldırım’ın 6 Temmuz (bugün) yayımlanacak son KHK ile OHAL’in son bulacağını açıklamasının ise bu nedenle hukuken ve pratikte fazlaca bir önemi bulunmuyor. 

OHAL kalksa bile pazartesiden itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan, OHAL KHK’leri kapsamına girebilecek her konuda kararname çıkarma yetkisine bile zaten kavuşmuş olacak. 

Dolayısıyla 24 Haziran kampanyasında, OHAL’in kaldırılacağı yönündeki açıklamaların muhalefet kazanımıyla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı daha net görülecek. 
Yeni düzende yanı sıra TBMM, bakanları denetleyemeyecek. Soru zaten sorulamayacağı gibi gensoru da verilemeyecek.

***

Temel değerleri hanidir tahrip olmuş Cumhuriyet’in yönetsel kazanımlarının da tarihe karıştığı bu günlerde, böylesi bir yol ayrımının, her kurumdan çok Cumhuriyet’i kurmuş olan CHP’nin gündeminde olması gerekirken, gözlerde heyecanlı pırıltılar oluşturduğu söylenemeyecek, “kurultay”, “imza” ve “delege” sözcüklerinin dolaşım değerinin yükselmesi karşısında söyleyecek söz bulmak zor. 
Gerçekten zor.
***

Aşağıdaki ifade, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin Erzurum ziyaretinde gazetemize yaptığı açıklamadan: 
“Helalinden bir yüzde 31’imiz var, bu 31’i 51 yapabiliriz. Bu umudu tüketmemek, yok etmemek lazım. Genel Başkan’ı seviyorum ama Türkiye’yi daha çok seviyorum.” 
“Arkadaşça” diye nitelediği mesajın seçim gecesi yayında açıklanması üzerine, “Gazetecilerden dost olmaz” diyen, haftasında “ailece” yenildiği vurgulanan yemekte konuşulanları gazetecilerle ve dolayısıyla Türkiye ile paylaşmakta sakınca görmeyen İnce, 24 Haziran’da aldığı yüzde 31 oy oranını muhafaza ettiği varsayımı altında konuşmuş belli ki. 

Seçim gecesi halkın karşısına çıkmayışının bir güven zedelenmesine yol açtığını görmek istemeyen, bu sonucun da kendisine verilen oylarda erimeye yol açabileceğini öngörmeyen bu yaklaşım, sorunlu görünüyor. 

O gün oy kullanan milyonlar adına, sorunlu görünen soru başlıklarını hatırlamakta yarar var: 
- Gerçekten de asıl mesele, Erdoğan ile İnce arasındaki oy farkı mıdır, yoksa ıslak imzalı tutanakların akıbetinin ne olduğu mudur? Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir yiğidi kurtarmaz mıydı? 
- 24 Haziran gecesi çalışmaz hale gelen seçim denetleme sisteminin çalışmasıyla ilgilenmek kötü müdür? AA’nın kısa sürede sonuç ilan etmesini sağlayan sistemin sorgulanmasının toplumsal bir karşılığı yok mudur? 
-Sokaklarda erken bir zaferi silahlı atışlarla kutlamalardan rahatsız olan halkın rahatsızlığını yansıtmak iyi olmaz mıydı? 
-“Yenilmeyi bilmek lazım” ifadesi, o yarış ancak eşit ve adil koşullar altında gerçekleşmişse anlamlı değil midir? 
- OHAL altında, medyanın susturulduğu bir ortamda yapılan, müşahitlerin kaşının gözünün patladığı eşitsiz bir seçim gecesi çıkan sonucu “yenilmeyi bilmek” diye sunmak, seçmenin umutlarını ve güvenini bitirmek anlamına gelmez mi? 

Bu soruların tamamı “helalinden yüzde 31” ile ilgilidir. 

Bu yazı, Sayın İnce kampanya sırasında, kendisini eleştirebilecek gazeteciler istediğini söylemese de yazılırdı.

Çiğdem TOKER /CUMHURİYET

Milletin vekili! - BATUHAN ÇOLAK

Lüks, şatafat, gösteriş... Kapitalist ekonomide gelir dengesizliğinin ortaya çıkardığı olumsuzluklar.
Özellikle siyaset kurumumuz bu konuda sınıfta kalıyor. Harcamaların kısıldığı, gösterişin azaltıldığı, vekillerin tasarruf yaptığı bir döneme şahit olmadık.

Kişi başına düşen gelir bakımından Türkiye'nin önünde olan ülkelerdeki siyasetçilerin hayatlarıyla, ülkemizdeki siyasilerin hayatlarını kıyasladığımızda önemli farklılıklar ortaya çıkıyor. Özellikle lüks, şatafat ve aşırı gösteriş ülkemizdeki birçok siyasetçinin olmazsa olmazı.

Türkiye'de iktidar olan veya iktidarın çevresinde dolanan siyasilerin zenginleşmediği bir dönem (Cumhuriyet'in kuruluş yılları hariç) neredeyse yok gibi.

Bu zenginleşme, beraberinde gereksiz harcamaların ve beklentilerin ortaya çıkmasına da neden oluyor. İl protokolünde geri sıralarda olan müdürler, bürokratlar bile ilk fırsatta makam araçlarını yenilemek için ödenek alma peşindeler.

Düzce eski Belediye Başkanı'nın "Herkeste Audi var, Passat mı çekeyim yanlarına" sözleri, klasik bir siyasetçi hastalığının dışa vurumuydu aslında. Kendilerine, bilgilerine, eylemlerine güvenmeyenlerin, maddi değerler üzerinden üstünlük sağlayacaklarını düşünmesi durumu.
Ve son derece acınılası bir durum.

2000 öncesini hatırlayın... O günlerdeki kriz ortamına rağmen Meclis'te milletvekillerinin oturacağı koltuklar özel kırmızı derilerle kaplanmıştı. Dönemin muhalefeti etkin ve medya da çok sesli olduğu için "Vatandaş açken, siz o koltuklarda nasıl oturacaksınız" diye büyük bir kamuoyu oluşturuldu. Özal geleneğinin temsilcisi olan ANAP iktidarı oldukça yıpranmış ve bir süre sonra da iktidardan düşmüştü.

Geçmişte, siyasilerin yaptıkları medya sayesinde epey göz önündeydi. 'Kimin, nerede, kaç evi, kaç arabası, bankada ne kadar parası olduğu var', sık sık araştırılırdı. Devlet ihalelerinden kimlerin zenginleştiği, kimlerin çevresini zengin ettiği bilinirdi.

Ama şimdi işler epey değişti. Tek başına iktidar gücünü perçinleyen AK Parti, bu gibi sorunları kamuoyuna mâl etmeden kendi içinde çözmeye çalışıyor. Aşırı zenginleşen, vatandaşlardan şikâyet alan siyasiler görevlerinden el çektiriliyor, partiye zeval gelmesin diye de haklarında herhangi bir hukuki süreç başlatılmıyor.

Bu durum ilerleyen yıllarda büyük sorunlara yol açacak ama şu anda AK Parti açısından her şey yolunda gözüküyor.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı için yapılan harcamalar ve ayrılan bütçe de epey tartışma konusu olmuştu. Muhalefet bu konuyu çokça gündeme getirdi.

Ama seçim sonuçları, bu tartışmaları kapattı. Milyonlarca vatandaşın bu harcamadan, lüksten, gösterişten çok da rahatsız olmadığı anlaşılmıştı; bir onaylanma vardı.

Şimdiki gündem ise AK Parti Milletvekili Kenan Sofuoğlu'nun son model süper lüks aracı. Piyasa değeri milyonlarla ifade ediliyor.


Sofuoğlu, hükümete yakın bir gazeteye verdiği röportajında "Kendi hayatımdan taviz vermeyeceğim" dedikten sonra "İnsanlar beni böyle sevdi. Nereden geldiğimi unutmadım. İstanbul'un lüks yerlerine yerleşmedim, sosyete arkadaşlarım yok. İnsanlar konuşmayı çok seviyor. İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar gibi yarıştığım ülke insanlarının ileri geri konuşmasına alışkınım da Türklerin hakkımda konuşmasına alışkın değilim." ifadelerini kullandı.
Devamındaki sözleri de çarpıcı: "'Lamborghini'ye binip niye partiye gitti?' dendi. Alnımın teriyle kazandığım parayla aldığım arabama bindim gittim. Kimse hesap soramaz. Lamborghini'ye binmekle burnu yükseklerde adam olmuyorsunuz. Milletin derdinden anlamaz deniyor. Bu işler bindiğiniz arabayla olmuyor."
Bu sözler yapılan eylemle ciddi bir çatışma gösteriyor. Sofuoğlu "İstanbul'un lüks yerlerinde oturmamayı ve sosyeteden arkadaşlarının olmamasını" artı değer olarak konumlandırırken, süper lüks araca binmeyi "normal" olarak değerlendiriyor.

Asıl problem ise bambaşka bir noktada ortaya çıkıyor. Sofuoğlu'nun aracı, yabancı uyruklu eşinin adına kayıtlı. Dolayısıyla yabancılara uygulanan vergi muafiyetinden faydalanıyor. Böylece 3 milyon 200 bin liralık vergiden kurtulmuş oluyor.

Sorun var mı, yasal olarak yok. Ama etik bir problem var. İnsanların bin 600 lira için madenlere girdiği, 3 bin lira için can verdiği ve vergilerini fazla fazla ödediği bir ortamda, "Milletin vekiliyim, ama aracım da... Ben kazandım" derseniz sizi sorgularlar, tepki alırsınız.

Bu ülkede mesaisine erken başladığı için gazi sayılmayan, terörle mücadelede kaybettiği uzvuna rağmen mağdur edilen binlerce insanımız var. Engelli de sayılmadıkları için vergi indirimi alamadıkları için Sofuoğlu'ndan kat be kat fazla vergi ödüyorlar!

Siz bunları bile bile, "gösterişimden taviz veremem" diyorsanız sorgulanırsınız.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

5 Temmuz 2018 Perşembe

CHP’nin krizi - Ergin Yıldızoğlu

Seçimlerden sonra, CHP liderliği ağır bir krize girdi. Seçmeninde de bir düş kırıklığı, liderliğine ilişkin ağır bir güvensizlik görülüyor. AKP işine devam ederken, CHP’nin sonuçları açıklama “telaşı” durumu daha da ağırlaştırdı. Seçim sonuçlarını aşan, CHP’nin varlığını sorgulamaya başlayan bu durum, bence artık üzeri örtülemeyen, derin bir kimlik krizinden kaynaklanıyor. 

CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın, insanın aklına, T.S. Eliot’un deneyimi yaşadık ama anlamını kaçırdık” ve Talleyrand’ın Bourbon restorasyonu için söylediği ne bir şey öğrenmişler ne de bir şey unutmuşlar” sözlerini getiren değerlendirmelerinden başlayabiliriz. 
 
Mahalle sorunu 
CHP, bizim mahalle’ye hitap eden dili” terk edecek;“karşı mahalle’den oy isteyen, onlara hitap eden bir dil ve çalışma yöntemini” benimseyecekmiş. 

Böylece, CHP, siyasal İslamın projesine direnen tek kitleyi terk edeceğini söylemiş olmuyor mu? Sonra, bu “mahalle” kavramı... CHP’nin ait olduğunu iddia ettiği “Aydınlanma geleneği” insan gruplarını siyasi ekonomik ve kültürel özellikleriyle tanımlar. “Mahalle” kavramı hangi geleneğin söylemine ait? 

“Hitap etmek” de ilginç bir ifade. Sesini duyurmak anlamına geliyorsa, CHP medya tekeli nasıl aşacaktır? Yok, “arzulara cevap veren konuma geçmek” anlamında artık başka şeyler söyleyecekse, CHP, “bizim mahalle”ye hitap etmekten vazgeçerken, kimlerin, hangi arzularına cevap vermekten vazgeçecektir? 


Sakın CHP, “bizim mahalledekiler” nasıl olsa tıpış tıpış gidip oy verecektir; esas önemli olan AKP’ye oy verenlerin arzularıdır” diye düşünüyor olmasın? Öyleyse, burada hem bir kendi geleneğine ihanet, hem bir başka geleneğe biat ilişkisi birlikte işlemiyor mu? Kendi tabanına yukardan bakan bir aymazlık, hatta “hubris” sergilenmiyor mu? 
 
Proje yokluğu - Kimlik sorunu 
Seçim sonuçlarının “objektif bir analizi” de ne demek? “Türkiye’nin seçimlerdeki fotoğrafı” hangi açıdan çekilecek? Neler karenin dışında bırakılacak? Bu kararları hangi “fotoğrafçı” (ideolojisi, siyasi eğilimi -yine kimlik sorunu-) verecek? 
Toplumsal olaylara, ideolojilerden, arzulardan etkilenmeden bakmaya olanak veren nötr bir nokta yok ki! “Kısır tartışmaların içerisinde boğulmamaktan” söz etmek de, “tartışmayı kesin, liderliğin ideolojisinin, arzularının hâkim olduğu noktadan bakın” demek anlamına gelmiyor mu? 

Şimdi, gelecek seçimlerde, daha büyük bir krizi önlemek; yok olarak, ülkeyi bir tek parti düzeninin içine atmamak için, CHP liderliğinin, olaylara, hangi ideolojinin, arzuların, kısacası hangi projenin merceğinden bakmak istediğine acilen karar vermesi ve bu kararı açıklaması gerekiyor. 

CHP liderliği bugüne kadar siyasal İslamın karşısına tanımlanabilir bir proje koyamadı. Bu durum CHP’nin bir kimlik krizi yaşadığını gösteriyor. CHP ne sosyal demokrat ölçütlere uyuyor, ne muhafazakâr partilere; ne de İslamcı, milliyetçi partilere tam olarak benziyor. CHP hepsinin bir karışımı olmaya çalışıyor, hem de İslamcı-milliyetçi bir hegemonyanın altında. 

Bülent Tezcan, parti dışından uzman bir heyet getirmekten, parti hassasiyetleri dışında bir analizden, partinin Ar-Ge biriminin, seçimlerin sonuçlarına ilişkin siyasi analizinden dem vururken aslında ne demek istiyor? Niye parti dışından? Parti hassasiyetlerinin dışından ise, hangi hassasiyetlerin içinden? Partinin Ar-Ge biriminin analizine hangi hassasiyetler yön verecek? Ortada bir proje yokluğu, kimlik sorunu varken, tüm bunların “gereken komiteleri kurmak için komiteler kuracağız” gibisinden bürokratik bir “halı altına süpürme” işleminden başka bir anlamı var mı? 

“Partinin yetkili organlarında yapılacak değerlendirmenin ışığında gelecek planlamasını yapacağız” ifadesi de “hâlâ bir gelecek planımız, projemiz yok” demek değil mi? Adeta CHP liderliği, bakışı altında yaşadığını düşündüğü “Büyük Öteki”nin kendisinden, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olmasını değil de, daha Müslüman, daha milliyetçi, siyasal İslam karşısında daha teslimiyetçi olmasını beklediğine inanıyor. CHP liderliği partiyi adeta bir ötanazi sürecine sokuyor!

 Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Çakıcı’nın sırrı - Ayşe Yıldırım

‘Organize suç örgütü lideri’ ya da ‘çete lideri’ ya da eski tabirle ‘mafya babası’diye biliniyor kendisi; Alaattin Çakıcı. Sicili oldukça kabarık. Ömrünün büyük bölümünü cezaevlerinde geçirdi. 17 yaşındayken bir İETT görevlisini yaralama olayına karıştı. Daha sonra ismini yeraltı dünyasının yasadışı faaliyetleriyle duyurdu. 

1980 askeri darbesi sonrası silahlı eylemleri nedeniyle tutuklandı. 41 kişinin ölümünden sorumlu tutuldu. 1984 yılından itibaren çek-senet tahsilatı yaptı. 

Hıncal Uluç’u yaralamaya azmettirmekten, 15 kişinin yaralandığı Karagümrük Spor Kulübü Lokali’ne düzenlenen silahlı saldırı, borsacı Adil Öngen’in arabasının kurşunlanması, eski eşi Nuriye Uğur Kılıç’ın öldürülmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret suçlarından toplamda onlarca yıl hapis cezası aldı. Yurtdışına kaçtı. Yakalandı. Üzerinden sahte isimli yeşil, kırmızı pasaportlar çıktı. 


Bu, bildiğimiz olayları... 

Kendisini hep ‘devletin adamı’ olarak tanıtmaya çalıştı. 
Yurtdışında MİT adına çalıştığını ve hep devleti koruduğunu ama ‘piyon gibi’  kullanıldığını söyledi. Eski MİT Yurtdışı İstihbarat Başkanı Nuri Gündeş, bir televizyon programında Çakıcı’dan söz ederken “Dinliyorsa yanaklarından öperim; eğer devlete bir hizmeti varsa” dedi.

Ve biliyorsunuz 24 Haziran seçimlerine bir ay kala iktidarın ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli birdenbire bir af tartışması başlattı. 
Ve yine birdenbire 10 yıldan fazladır cezaevinde olan Çakıcı’yı anımsadı. Önce bir heyet gönderdi, ardından kendisi ziyaretine gitti. 
Ziyaretin fotoğraflarını basınla paylaştı. 

Çakıcı’nın daha önce de dikkat çeken ziyaretçileri olmuştu. Onlardan biri de Abdi İpekçi’nin katili ve II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulunan Mehmet Ali Ağca’ydı. 
Ama Bahçeli’nin ziyareti aynı zamanda bir ‘siyasi’ ziyaretti. Çakıcı gibi ‘ülküdaşlarının, davadaşlarının’ tahliye edilmesini isteyen Bahçeli ne diyordu: 
“Alaattin Bey’in bir yönüyle vatan millet için verdiği mücadeleler var. Bilen bilir. Devleti yönetenler de bilir, başkaları da bilir.” 

Mesela ben bilmiyorum. Ama Sayın Bahçeli de bilmemiz için daha fazlasını söylemiyor. 
Çakıcı ise cezaevinden önüne geleni tehdit ediyor. 

Cumhurbaşkanı’na, “kamuoyuna” diye başlayan mektuplar yazıyor. 
En hafifinden hakaretleri, ‘vur emri’ne kadar varıyor. 
Erdoğan’a “Sorumsuz Sultan”, “Devletin sahibi sen değilsin; sokak çetesi olmadığımı da o beyninin derinliklerine sok” diyebiliyor. 

Soylu için “Sayın Cumhurbaşkanı; insanlar kriminal suçlu olabilir, çetelerin arkasında olan hani senin var ya, Trabzonlu, çirkin ve kel, sana gündüz imam gece papaz diyen Süleyman efendi mi hedef gösterdi” diyebiliyor.

Başbakan Binali Yıldırım’ı “kendine ve çocuklarına dikkat etsin” diye uyarabiliyor. 
Erdoğan’a “ülkemiz ve coğrafyamız bir ateş sürecinden geçerken, tepeden bir baskıyla çocukları hırsız olan bir adama hükümeti nasıl teslim edebildin” diye sorabiliyor. 

HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’yi “Bak beni dinle, ben bu ülkede çok adam bayılttım seni de bayıltırım. Devlet Bahçeli’ye bir kelime konuşursan seni bayıltırım ve bu Türkiye’nin her yerinde, yurtdışına gittiğin zaman da seni mutlaka üç beş kişi karşılar” diyebiliyor. 

Demirtaş için talimat vermesi halinde cezaevinde koridora dahi çıkamayacağını söyleyebiliyor. 

Karar gazetesi yazarları için ‘ölüm emri’ verebiliyor. 

Ne ilginçtir ki hükümet kanadından -MHP lideri Bahçeli hariç- Çakıcı’ya yönelik tek bir söz duyamıyoruz.


Hani muhatap almıyorlar desek, Çakıcı için canını dişine takan ortaklarını nereye koyacağız. 

Peki ya CHP ve HDP’yi açıkça hedef haline getirip tehdit eden, bunu da büyük bir gururla söyleyen İçişleri Bakanı’na ne demeli? 

Nedir Çakıcı’yı ayrıcalıklı kılan ve sanki iktidar ortağıymış gibi konuşup hareket etmesine neden olan? 

Cezaevlerinde o kadar hasta tutuklu varken, insanlar tecritle cezaevinde yeniden cezalandırılırken ‘hastalığı’ bahanesiyle Çakıcı’ya sınırsız ziyaret izni verecek derece önemli olan. 

“Devlet çetelerle işbirliği yapıyor” dersem dava açılır mı? Ama ben değil bizzat Bahçeli söylediği için sanırım dava açılmaz. 

Hoş geldin 90’lar...

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

‘Anayasa dışı’ süreç, asla meşrulaştırılmamalı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Çankaya Köşkü önündeki veda töreni; görüntü ve sözler. B. Yıldırım kürsüde ve onu dinleyen başbakanlık bürokratı.


Çankaya Köşkü, bilindiği gibi sadece Cumhurbaşkanı makamı yeri değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in sembolü… Sn. Erdoğan’ın Külliye’ye taşınmasıyla Başbakanlığa kaldı. Şimdi Başbakanlık da lağvedildi.

Haliyle Başbakanın, veda konuşması sırasında dile getirdikleri arasında; Başbakanlığın lağvedilmesi ile 367 krizi arasında doğrudan ilişki; başbakanlığı ‘vesayet’ makamı; “iki başlılık yürümüyor” sözleri dikkat çekici olsa da, hiçbiri gerçeklik temeline dayanmıyor.

Mekânın önemini ve çalışanların işlevini, Kanun Hükmünde Kararname hazırlama karargâhı vurgusu ile belirtti; “hükümetin genel siyasetinin belirlendiği ve yürütüldüğü yer” (m.112) demedi.

Haliyle, Çankaya Köşkü’nün nasıl tasfiye edildiğine değinmedi: Sn. Erdoğan, Başbakan iken, Beştepe’deki inşaatın Başbakanlık konut ihtiyacını karşılamak için yapıldığını söylemişti. CB seçilir seçilmez, “Burayı ben kullanacağım, Çankaya Köşkü ise Başbakanlık için olacak” dedi.

16 Nisan 2017’de oylanan 6771 sy. Kanunla, Başbakanlık kaldırıldı. 16 Nisan kapısı ise, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi ile açıldı (ve 16 Ekim günü Bahçeli konuşması ile yolu döşendi)….

B. Yıldırım’ın 3 Temmuz veda töreni ve konuşması, bana hukuki anlamın ötesinde sembolik olarak da Cumhuriyet ile hesaplaşma şeklinde göründü. 

Nasıl?

‘Uyum kanunu’, KHK değil...
Daha önce yazdığım gibi, 6771 sayılı Kanun, Cumhuriyet (hatta Osmanlı) kurumlarını tasfiye için uyum kanunları öngörmekte idi: 6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre; “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
Bu düzenlemeler yapılmadan, Erdoğan-Bahçeli ikilisi, 3 Kasım 2019 seçimleri için 24 Haziran 2018 tarihini belirledi. TBMM, buna göre karar aldı.

TBMM’yi yenileme kararı aldıktan sonra 7142 sayılı yetki kanunu ile kendi yetkisini, Anayasa’ya aykırı bir biçimde Bakanlar Kurulu’na devretti:
6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu’na göre, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, tüzük, Bakanlar Kurulu, Başbakan, Başbakanlık, kanun tasarısı gibi bazı ibareler yer almayacağı için bu ibarelerin ilgili kanun ve KHK’lerden çıkarılabilmesi ve 6771 sayılı yasanın gerektirdiği düzenlemelerin yapılabilmesi için Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi verildi (10/05/18; 7142; R.G.:18.5.18).

Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname çıkarabilir.
4 Temmuz 2018 günü, çıkarılan ‘477 sayılı Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’ (KHK/698), Bakanlar Kurulu’nun yetkilerini CB’ye devrediyor. Bu KHK, ilke olarak,  ’24/6/2018 tarihinde birlikte yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihte’ yürürlüğe girecek.

Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi vermeye ilişkin Anayasa md.91’e göre, “Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, TBMM komisyonları ve Genel Kurulu’nda öncelikle ve ivedilikle görüşülür” (f.8).

Bu maddenin seçimlerle birlikte yürürlükten kalkması öngörülmüştür (6771 sy. K., m.21/a).

Bu nedenle, 7142 sy.lı Kanun ile KHK/698’i (muhtemelen diğerleri) TBMM tarafından görüşülemeyecek, görüşülse bile artık çok geç olacak. Anayasa Mahkemesi’nin olası denetimi de, iş işten geçtikten sonra gündeme gelecek.
Kuşkusuz sorun, yasama ve yargısal denetimin işlevselliğinden çok ‘hukuka saygı’ sorunu olarak öne çıkmakta.

Cenaze töreninin bile kuralı var...
Çankaya törenini izlerken, “Amaç Cumhuriyeti tasfiye olsa da, hiç değilse bu hukuka uygun olarak yapılamaz mıydı?” diyorum kendi kendime.
Öyle ya, Cumhuriyet’in nitelikleri madde 2’de ‘hukuk devleti’ eksen alınarak sayılıyor.
Öte yandan, ‘tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması’ da, devletin yükümlülüğü (m.63) altında.

Hukuksuzluk meşrulaştırılamaz
Bugünü okumak için fazla geçmişe gitmeye gerek yok; son dört yıla dair birkaç tarihe bakmak yeterli: 10 Ağustos 2014, 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016, 16 Ekim 2016, 16 Nisan 2017, 18 Nisan 2018, 24 Haziran 2018.
Ortak payda ne? Anayasa ve demokrasi dışı bir süreç; hukuka tam inançsızlık özetle.
Hukuka bağlı hiçbir siyasal parti, hukuksuzluğu meşrulaştırmaya katkıda bulunmamalı…

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN