1789’da patlayan devrimci fırtına 1793’te gücünü kaybetmiş görünüyordu. Her şeye rağmen 1804’e kadar etkisini sürdürdü; birinci cumhuriyettir. 1848’de fırtına yeniden patladı, ikinci cumhuriyetin açılışıdır. İkinci fırtınanın her şeyi silip süpüreceği sanılırken dört yıl sonra, 1852’de ikinci cumhuriyet de bir şarlatan tarafından tepelendi ve imparatorluk yeniden ihya edildi. Her şey güllük gülistanlık oldu sanılırken 1871’de yeniden patlak verdi, alt sınıflar ayaklandı, üçüncü cumhuriyettir. Demek ki cumhuriyet ile 1789, 1848 ve 1871 arasında bir bağ var. Cumhuriyet dediğimiz vakanın esası Büyük Fransız Devrimi, 1848 İşçi Devrimleri ve Paris Komünüdür.
Elimizde bu dönemle ilgili çok değerli üç kitap var. Birincisi, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” 1848-1950 arasındaki gelişmeler üzerinedir. İkincisi, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire”i, ikinci cumhuriyetin yıkılıp yerine imparatorluğun inşa edilmesini konu edinir. Üçüncüsü ise “Fransa’da İç Savaş”, 1852’de başlayan sürecin nasıl Paris Komününe yol açtığı üzerinedir.
Hatırlatmamızın nedeni, içinden geçtiğimiz karanlık dönemi anlamak için çok faydalı kaynaklar olmalarındandır. Özellikle “18 Brumaire”de yazılanlar yeniden hayat bulmuş, Türkiye’de sahne almıştır. Yani bugünlerde Marx’ın Fransa üzerine yazdıklarına bakmakta büyük fayda var.
Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, cumhuriyet kurmakla devrim yapmak bir ve aynı şeydir. Kurarız, gelip yıkarlar, kalkıp yine kurarız, iyi kurarız. Üç kitaptan çıkan sonuç işte budur…
***
“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” Engels’in nefis bir devrim analizi ile başlıyor. Cumhuriyet teorisine giriş de sayabiliriz. Şöyledir:
“Bugüne kadarki tüm devrimler, belirli bir sınıf egemenliğinin yerini bir başkasının almasıyla sonuçlandı; ancak, bugüne kadarki tüm egemen sınıflar, hükmedilen halk yığınları karşısında yalnızca küçük birer azınlıktı. Hükmeden bir egemen azınlık bu şekilde devriliyor, bir başka azınlık onun yerine devlet iktidarını ele geçiriyor ve devlet kurumlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendiriyordu.”
Yani? Aslında sosyalist devrimlere kadar bütün devrimler birer azınlık devrimiydi. Çoğunluk bu devrimlere katıldığında bile bunu bilerek veya bilmeyerek, bir azınlığın çıkarlarına hizmet edecek şekilde yapıyordu. Böylece azınlık da tüm halkın temsilcisi gibi görünebiliyordu.
Şöyle devam ediyor: Zafer kazanan azınlık ilk büyük başarısının ardından bölünüyordu. Azınlığın bir yarısı elde edilen kazanımları yeterli bulurken, diğer yarısı daha ileri gitmek istiyor, en azından kısmen büyük halk yığınının gerçek ya da görünürdeki çıkarlarını da yansıtan yeni talepler ileri sürüyordu. Burada, “sosyal demokrasinin” kaynaklarını teşhis edebiliyoruz. Gerçekte azınlık devriminin bir parçası olmakla birlikte, bir konjonktür süresince büyük halk yığınlarının çıkarlarını yansıtmak… Sosyal demokrasi budur.
Sözü edilen geçmiş zamandır. Şimdi sadece azınlığın çıkarını savunan yekpare bir blok oluşturdular. Arsız, utanmaz bir bloktur bu. Görüyorsunuz, toplandılar, bir karşı devrim yaptılar. Geçici bir süre için bile geniş kalabalıkların çıkarlarına değinme gereğini duymadılar.
Ama bu arada geniş kalabalıklar oylarını götürüp onlara verdi. Büyük sorumuz ve büyük sorunumuzdur. Soruyu Engels formüle ediyor. Bu büyük halk yığınları azınlıklar tarafından kandırılıp bu kadar kolayca mobilize edilebiliyorken, kendi çıkarlarını savunan fikirlerin peşine neden takılmasın? Ekleyelim; Bu yığınları sosyalist-komünist fikirlere ikna etmek, kendi aleyhlerine olan durumlara ikna etmekten neden daha zor olsun?
***
Karşıdevrimin teorisine geri götürüyor bu cevap bizi. Yeni Bonaparte, ilkinin bir karikatürü olsa bile cumhuriyeti alaşağı etmeyi başarmıştır. Bunda azınlığın olduğu kadar, elbette kalabalıkların da-bilerek veya bilmeyerek-onayı vardır.
Marx sorunun cevabına şöyle bir giriş yapıyor: “Devrimci ilerleme, kendi yolunu, dolaysız trajikomik başarılarıyla değil, tam tersine birleşik, güçlü bir karşı-devrim yaratarak, bir düşman yaratarak açtı; yıkıcı parti, ancak bu düşmanla mücadele içinde olgunlaşarak gerçek bir devrimci partiye dönüşebildi. “
Daha açık ne söylenebilir ki? Şimdi birleşik, güçlü bir karşı devrimle karşı karşıyayız. Mücadele içinde olgunlaşarak dönüşeceğiz. Demek ki devrim tarihimiz içinde karşıdevrim tarihi önemli bir yer kaplıyor. Şimdi karşıdevrim tarihi içindeyiz. Düşüyoruz veya düştük. Sorun bu değil. Sorun kalkmayı başarıp başaramayacağımızda…
***
İkinci kitap, bana kalırsa daha güncel! Fransa’da 1848 yılının Şubat ayında gerçekleşen devrimle başlayan İkinci Cumhuriyet dönemi, Cumhurbaşkanı Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’deki darbesiyle son buldu. Cumhuriyet yıkılmıştı. Bonaparte, 2 Aralık 1852’de imparatorluğunu ilan ederek III. Napoleon adını aldı. Marx, kitabı bu bir yılda yazdı. Konusu, 1848’de başlayan devrimci dalganın 4 yıl sonra bir darbeyle son bulması ve cumhuriyetin yıkılıp, imparatorluğun kurulmasıdır.
Anlatılanların tuhaf bir biçimde içinden geçtiğimiz döneme benzediğinin farkındayım. 2013’te Gezi’de başlayan ve üç yıl sonra 2016 Temmuzunda bir darbeyle sonuçlanan süreçten söz ediyorum.
İlginç, atlamışım, Marx önsözde bu kitapla aynı dönemde yazılan iki kitaptan daha söz ediyor. Victor Hugo’nun Küçük Napoleon, “Napoleon le petit”si ve Proudhon’un “Coup d’etat”sı. Marx, Victor Hugo’nun darbenin görünüşteki kahramanına karşı acı ve nükteli sövgülerle yetindiğini, böylece her şeyin sorumluluğunu tek bir kişiye yükleyerek aslında onu yücelttiğini not ediyor. Tarihte “tek adam” diye bir şey yoktur. Proudhon ise olup biten her şeyi öncesindeki tarihsel gelişmelerin basit bir sonucu olarak sunduğu için darbe kahramanını aklamış oluyor. Marx şöyle tamamlıyor iki kitabın eleştirisini: “Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum.” Yordam’ın “Fransız Üçlemesi”nden aktardım.
***
2018’de, 1852’dekine benzer bir komedinin içinden geçtiğimiz kuşku götürmez. Ama bu aynı zamanda bir başka şeye, devrimci bir bunalım çağına yaklaştığımız gerçeğini örtmemeli. Geçmişin ruhları böyle fütursuzca ortalıkta dolaşıyorsa yine, komik kahramanların korku içinde onları yardıma çağırmalarındandır. Cumhuriyet bir darbeyle yıkıldı. III. Abdülhamit tahta çıktı yeniden. Öfkelenmek ve üzülmek elbette insani şeyler. Ama asıl mesele dün olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını göstermekten ibaret.
Öfke kısmına gelince, onu da ödünç alalım. Diyor ki Marx, 1952 Fransa’sını anlatırken, “Fransızların yaptığı gibi, ulusların gafil avlandığını söylemek yetmez. Bir ulusun ve bir kadının, karşılarına çıkan ilk maceracının ırzlarına geçebildiği tedbirsizlik anları bağışlanamaz.”
Bizim de bağışlamayacaklarımız elbette var. Mesela karanlığa biat etmiş aydını bağışlamayacağız. Cumhuriyete ve laikliğe sırtını dönmüş bir halkı da öyle. Diktatörün elini eteğini öpen bilim adamının, gönüllü saray soytarısı olmuş sanatçının nesini affedeceksin? Fabrikası özelleştirilirken sessiz kalan işçi, okulu imam hatip yapılırken ses çıkarmayan veli nasıl bağışlanabilir?
“Onlar ağır ellerini toprağa koyup doğruldukları zaman…” dönüp yeniden düşünürüz bunu. Hem zaten esirgeyen ve bağışlayan yalnızca devrimin şaşmaz saatidir!
Orhan Gökdemir / SOL