10 Temmuz 2018 Salı

18 Brumaire’den 9 Temmuz’a - ORHAN GÖKDEMİR

1789’da patlayan devrimci fırtına 1793’te gücünü kaybetmiş görünüyordu. Her şeye rağmen 1804’e kadar etkisini sürdürdü; birinci cumhuriyettir. 1848’de fırtına yeniden patladı, ikinci cumhuriyetin açılışıdır. İkinci fırtınanın her şeyi silip süpüreceği sanılırken dört yıl sonra, 1852’de ikinci cumhuriyet de bir şarlatan tarafından tepelendi ve imparatorluk yeniden ihya edildi. Her şey güllük gülistanlık oldu sanılırken 1871’de yeniden patlak verdi, alt sınıflar ayaklandı, üçüncü cumhuriyettir. Demek ki cumhuriyet ile 1789, 1848 ve 1871 arasında bir bağ var. Cumhuriyet dediğimiz vakanın esası Büyük Fransız Devrimi, 1848 İşçi Devrimleri ve Paris Komünüdür.

Elimizde bu dönemle ilgili çok değerli üç kitap var. Birincisi, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” 1848-1950 arasındaki gelişmeler üzerinedir. İkincisi, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire”i, ikinci cumhuriyetin yıkılıp yerine imparatorluğun inşa edilmesini konu edinir. Üçüncüsü ise “Fransa’da İç Savaş”, 1852’de başlayan sürecin nasıl Paris Komününe yol açtığı üzerinedir. 

Hatırlatmamızın nedeni, içinden geçtiğimiz karanlık dönemi anlamak için çok faydalı kaynaklar olmalarındandır. Özellikle “18 Brumaire”de yazılanlar yeniden hayat bulmuş, Türkiye’de sahne almıştır. Yani bugünlerde Marx’ın Fransa üzerine yazdıklarına bakmakta büyük fayda var. 
Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, cumhuriyet kurmakla devrim yapmak bir ve aynı şeydir. Kurarız, gelip yıkarlar, kalkıp yine kurarız, iyi kurarız. Üç kitaptan çıkan sonuç işte budur…
                                                                  ***

“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” Engels’in nefis bir devrim analizi ile başlıyor. Cumhuriyet teorisine giriş de sayabiliriz. Şöyledir: 
“Bugüne kadarki tüm devrimler, belirli bir sınıf egemenliğinin yerini bir başkasının almasıyla sonuçlandı; ancak, bugüne kadarki tüm egemen sınıflar, hükmedilen halk yığınları karşısında yalnızca küçük birer azınlıktı. Hükmeden bir egemen azınlık bu şekilde devriliyor, bir başka azınlık onun yerine devlet iktidarını ele geçiriyor ve devlet kurumlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendiriyordu.”
Yani? Aslında sosyalist devrimlere kadar bütün devrimler birer azınlık devrimiydi. Çoğunluk bu devrimlere katıldığında bile bunu bilerek veya bilmeyerek, bir azınlığın çıkarlarına hizmet edecek şekilde yapıyordu. Böylece azınlık da tüm halkın temsilcisi gibi görünebiliyordu. 

Şöyle devam ediyor: Zafer kazanan azınlık ilk büyük başarısının ardından bölünüyordu. Azınlığın bir yarısı elde edilen kazanımları yeterli bulurken, diğer yarısı daha ileri gitmek istiyor, en azından kısmen büyük halk yığınının gerçek ya da görünürdeki çıkarlarını da yansıtan yeni talepler ileri sürüyordu. Burada, “sosyal demokrasinin” kaynaklarını teşhis edebiliyoruz. Gerçekte azınlık devriminin bir parçası olmakla birlikte, bir konjonktür süresince büyük halk yığınlarının çıkarlarını yansıtmak… Sosyal demokrasi budur. 
Sözü edilen geçmiş zamandır. Şimdi sadece azınlığın çıkarını savunan yekpare bir blok oluşturdular. Arsız, utanmaz bir bloktur bu. Görüyorsunuz, toplandılar, bir karşı devrim yaptılar. Geçici bir süre için bile geniş kalabalıkların çıkarlarına değinme gereğini duymadılar.

Ama bu arada geniş kalabalıklar oylarını götürüp onlara verdi. Büyük sorumuz ve büyük sorunumuzdur. Soruyu Engels formüle ediyor. Bu büyük halk yığınları azınlıklar tarafından kandırılıp bu kadar kolayca mobilize edilebiliyorken, kendi çıkarlarını savunan fikirlerin peşine neden takılmasın? Ekleyelim; Bu yığınları sosyalist-komünist fikirlere ikna etmek, kendi aleyhlerine olan durumlara ikna etmekten neden daha zor olsun?

                                                                  ***

Karşıdevrimin teorisine geri götürüyor bu cevap bizi. Yeni Bonaparte, ilkinin bir karikatürü olsa bile cumhuriyeti alaşağı etmeyi başarmıştır. Bunda azınlığın olduğu kadar, elbette kalabalıkların da-bilerek veya bilmeyerek-onayı vardır.

Marx sorunun cevabına şöyle bir giriş yapıyor: “Devrimci ilerleme, kendi yolunu, dolaysız trajikomik başarılarıyla değil, tam tersine birleşik, güçlü bir karşı-devrim yaratarak, bir düşman yaratarak açtı; yıkıcı parti, ancak bu düşmanla mücadele içinde olgunlaşarak gerçek bir devrimci partiye dönüşebildi. “

Daha açık ne söylenebilir ki? Şimdi birleşik, güçlü bir karşı devrimle karşı karşıyayız. Mücadele içinde olgunlaşarak dönüşeceğiz. Demek ki devrim tarihimiz içinde karşıdevrim tarihi önemli bir yer kaplıyor. Şimdi karşıdevrim tarihi içindeyiz. Düşüyoruz veya düştük. Sorun bu değil. Sorun kalkmayı başarıp başaramayacağımızda…

                                                                ***

İkinci kitap, bana kalırsa daha güncel! Fransa’da 1848 yılının Şubat ayında gerçekleşen devrimle başlayan İkinci Cumhuriyet dönemi, Cumhurbaşkanı Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’deki darbesiyle son buldu. Cumhuriyet yıkılmıştı. Bonaparte, 2 Aralık 1852’de imparatorluğunu ilan ederek III. Napoleon adını aldı. Marx, kitabı bu bir yılda yazdı. Konusu, 1848’de başlayan devrimci dalganın 4 yıl sonra bir darbeyle son bulması ve cumhuriyetin yıkılıp, imparatorluğun kurulmasıdır. 

Anlatılanların tuhaf bir biçimde içinden geçtiğimiz döneme benzediğinin farkındayım. 2013’te Gezi’de başlayan ve üç yıl sonra 2016 Temmuzunda bir darbeyle sonuçlanan süreçten söz ediyorum. 

İlginç, atlamışım, Marx önsözde bu kitapla aynı dönemde yazılan iki kitaptan daha söz ediyor. Victor Hugo’nun Küçük Napoleon, “Napoleon le petit”si ve Proudhon’un “Coup d’etat”sı. Marx, Victor Hugo’nun darbenin görünüşteki kahramanına karşı acı ve nükteli sövgülerle yetindiğini, böylece her şeyin sorumluluğunu tek bir kişiye yükleyerek aslında onu yücelttiğini not ediyor. Tarihte “tek adam” diye bir şey yoktur.  Proudhon ise olup biten her şeyi öncesindeki tarihsel gelişmelerin basit bir sonucu olarak sunduğu için darbe kahramanını aklamış oluyor. Marx şöyle tamamlıyor iki kitabın eleştirisini: “Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum.” Yordam’ın “Fransız Üçlemesi”nden aktardım. 

                                                                 ***
                          
2018’de, 1852’dekine benzer bir komedinin içinden geçtiğimiz kuşku götürmez. Ama bu aynı zamanda bir başka şeye, devrimci bir bunalım çağına yaklaştığımız gerçeğini örtmemeli. Geçmişin ruhları böyle fütursuzca ortalıkta dolaşıyorsa yine, komik kahramanların korku içinde onları yardıma çağırmalarındandır. Cumhuriyet bir darbeyle yıkıldı. III. Abdülhamit tahta çıktı yeniden. Öfkelenmek ve üzülmek elbette insani şeyler. Ama asıl mesele dün olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını göstermekten ibaret.

Öfke kısmına gelince, onu da ödünç alalım. Diyor ki Marx, 1952 Fransa’sını anlatırken, “Fransızların yaptığı gibi, ulusların gafil avlandığını söylemek yetmez. Bir ulusun ve bir kadının, karşılarına çıkan ilk maceracının ırzlarına geçebildiği tedbirsizlik anları bağışlanamaz.” 

Bizim de bağışlamayacaklarımız elbette var. Mesela karanlığa biat etmiş aydını bağışlamayacağız. Cumhuriyete ve laikliğe sırtını dönmüş bir halkı da öyle. Diktatörün elini eteğini öpen bilim adamının, gönüllü saray soytarısı olmuş sanatçının nesini affedeceksin? Fabrikası özelleştirilirken sessiz kalan işçi, okulu imam hatip yapılırken ses çıkarmayan veli nasıl bağışlanabilir?

“Onlar ağır ellerini toprağa koyup doğruldukları zaman…” dönüp yeniden düşünürüz bunu. Hem zaten esirgeyen ve bağışlayan yalnızca devrimin şaşmaz saatidir!

Orhan Gökdemir / SOL

‘Cülus töreni’ - TAYFUN ATAY

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş seremonisinin Meclis ayağından itibaren kendisini gösteren koyu bulutlar, kararan gökyüzü ve boşalan yağmuru nasıl yorumlamalı?.. Bu, Türkiye’nin hangi “kutbunda” olduğunuza bağlı olarak farklılaşabilir.


Bir yandan, “1923 Cumhuriyeti”nin en merkezi simgesi olan Meclis’in, yani parlamenter sistemin “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” kisvesi altında bir tek adam rejimine intikal ettirildiği duygu ve düşüncesiyle töreni izleyen milyonların ya gözlerinden açık seçik ya da kalplerinden sessiz sessiz süzülen gözyaşlarına göklerin de iştirak etmesi olarak alımlanabilir o kara bulutlar ve sağanak yağmur...
Barış Manço şarkısının sözlerinde olduğu gibi:
“Gökler ağlıyor dostlar, ben ağlamışım çok mu?..”
Buna karşılık, kendilerini “zulmetten nura” çıkardığını düşünüp ölesiye bağlılıkla bir efsaneye dönüştürdükleri karizmatik şahsiyetin “vurgun ve de tutkun”ları için onun muazzam bir güçle donanıp toplumu da, devleti de kendinde eritmesinin nişanesi olan törende aniden bastıran yağmur, “göklerden gelen ses”in de olup bitene iştiraki sayılabilir.

Onlar için de Manço’nun aynı şarkısının şu sözü makbul olsa gerek:
“Rahmet yağarken dostlar, ben ıslanmışım çok mu?..”
Her ne olursa olsun, toplumun nasıl derin bir yarla birbirinden ayrıldığının en “doğal” göstergelerinden biri sayılabilir cumhurbaşkanlığı yemin törenine eşlik etmiş o anormal hava koşullarına bakışımız!..
Makber ve mihrap
Meclis’ten sonra Anıt Kabir’deki tablo ne kadar ıssız, sessiz, kimsesiz, sönük, sıradan ve “talî” idi...
Beştepe ise nasıl da dolu, hareketli, renkli, coşkulu ve en önemlisi “merkezî” idi.
Elbette denilebilir ki bir “Kabir”den bahsediyoruz, orada temaşa beklenecek değil. (Kaldı ki “temaşa”, feci tren kazası nedeniyle Beştepe’de de iptal edilmişti.)

Ama biz Anıt Kabir’in çok daha hareketli, coşkulu, heyecanlı ziyaretlere uğradığına da fazlasıyla aşinayız. Orası laik, demokratik, parlamenter Cumhuriyet için bir nirengi noktası olmuştur hep.
Yeni sistemin nirengi noktası ise Külliye... Karşımızda cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin cismani karşılığı olan zatın Anıttepe’deki ve Beştepe’ki belirimleri arasındaki farka baktığımızda, Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayalım, aklımıza gelen ve hissiyatımız şu:
Anıt Kabir artık simgesel olarak da bir “makber”; eski sistem, yani parlamento, Meclis, kuvvetler ayrılığı ve anayasallık anlamında...

Beştepe ise bir “mihrap”; kuvvetlerin tek elde, tek kişide, tek iradede toplanması demek olan yeni sistem anlamında...

‘Cülûs-i hümayûn’
Erdoğan geçtiğimiz cumartesi günü yeni kabinenin kompozisyonuna ilişkin gazetecilerin sorularını yanıtlarken meclis dışından, iş dünyasından isimlerin bakan olabileceğini belirttikten sonra, benim çok takıldığım bir söz de sarf etti. “Ama sizi ters köşe de yapabilirim, Meclis içinden de olabilir bakanlar” dedi.
Hatırı sayılır bir futbolculuk geçmişi olduğu için bu “ters köşe” tabirini siyaset pratiğinde bir mecaz olarak sık sık kullanmıştır Erdoğan...

Ama bence onun siyasi hayatını en doğru aksettirecek tabir de budur. Siyasette en uzağındaki hasımlarından, en yakınındaki dava arkadaşlarına kadar herkesi, toplumu, siyaseti hep ters köşe yapmakla geçti hayatı.

Bakın mesela ne diyor 1999 yılında; siyasette “yaş haddi” hususunda:
“Türkiye’de siyasi düşünce ve parlamento daha genç, daha dinamik nesillere inmeli. Bunu sağlayabilmek için alt limit belirlenmiş. 25 iyi bir yaş. Nasıl alt limit varsa üst limit de konulabilir. Yasalar bu işe müsait değilse, partiler kendi iç tüzüklerine, adaylık şartlarına 65 yaşı aşmama şartını koyabilir. Ve bunun birilerini üzmemesi lazım. Kaldı ki Allah ömür verirse, yarın benim için de geçerli. 30 yıllık deneyimimden edindiğim tecrübe bu” (akt. Fehmi Çalmuk, “Recep Tayyip Erdoğan-Bir Dönüşüm Öyküsü” [R. Çakır’la birlikte], 2001, s. 100).

Demek ki onun da, bizim de görecek günümüz varmış! Bugün o, 64 yaşında ve 65’inden gün almış olarak başkanlık koltuğunda. Allah ömür verirse en az 70’ine kadar da orada. Sonrası da Allah kerim!..
İşte size ters köşe!..

Daha ne “ters köşe”ler var; hemen bir diğeri (Erbakan’ı ima ile konuşuyor):
“Artık şahıs merkezli, ben merkezli siyaset dönemi bitmiştir. Lider hegemonyası istemiyoruz. İşte yenilik. Bir kadro yönetecek partiyi. Liderin gölgesi düşmeyecek. Katılımcı, çoğulcu bir demokrasi anlayışını hayata geçireceğiz” (aynı kitap, s. 110).

Bu sözleri 2001 yılında etmiş olan kişi, şimdi yola beraber koyulduğu hemen herkesi ıskartaya çıkarmış mahiyette tek başına, şahıs-merkezli, ben-merkezli, lider-hegemonyalı/gölgeli ve katılımcıçoğulcu demokrasinin beşiği Meclis’i de fiili anlamda büyük ölçüde tarihe gömmüş olarak karşımızda. Ve monarşilerde alışık olduğumuz tarzda bir tahta çıkma ya da bir dostumun cuk oturan tabiriyle “cülûs töreni” denilebilecek bir gösteri eşliğinde kendi mutlakıyetini geçirdi hayata...

Kabinede “ters köşe” yapsa n’olur; memleketi “ters köşe” yaptı esas o...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ucuz hayatlar - ÇİĞDEM TOKER

Parmağın, telefon ekranı üstündeki her yukarıya doğru hareketinde 16/18 satır geçiyor. 
Her birinde görevleri, kurumlarıyla birlikte kamu görevlilerinin isimleri.
 
Ekranı her itiş hareketinde, kurum kurum listeler akarken ailelerle birlikte 60’ar, 70’er kişi, mutfak alışverişi, kredi kartı, çocukların okul giderleri, ev kirası ilaç parası tasaları bir yumak olmuş geçiyor. 

Pazar sabahı, yakınında bir masaüstü bilgisayar bulunmayan kamu görevlileri, 18 bin 632 kişilik listenin içinde isimlerini böyle aradı. 17, 18. 

Bakanlar Kurulu’nun tarihe karışmadan bir gün önce yaptığı son büyük icraattan biriydi 701 sayılı OHAL KHK’si. 

TBMM oturumlarında, mikrofon önünde, seçim bölgelerinde “millet millet” diyen onca bakan, haklarında idari soruşturma ya da ceza soruşturması olmayan binlerce insanın kamu görevinden atılmasına -kimisi önceden hazır edilmiş-fiyakalı imzalarıyla onay verdi.
 
Altına imza attıkları o listenin, nefesler tutulmuş baş ya da işaretparmağıyla ekranlar üzerinde taranacağını, ihtimal ki düşünmeden. 
Binlerce çift kısılmış gözün, her parmak hareketiyle ekrana gelen küçük tabloda, gerilimli bir kaygıyla kaderini arayacağını hayal etmeden. 

İhraç edilenler arasında kamu görevlisi olma niteliğini kaybetmiş kaç kişi olduğunu şimdiden bilme olanağı yok. Ancak kesin olan, bu sayı içinde haklarında idari ya da ceza soruşturması açılmamış pek çok insanın mutlaka olduğudur. 
Onlar şimdi kıyıcı, zorlu bir mücadele alanının içinde girdi. 

Kamu görevlisi olma niteliklerini halen taşıyan binlerce “muhrec” kamu görevlisi yeni rejimde, haklarını aramaya çalışacak. 
 
Boşlukta sallanan ray 
Tekirdağ-Çorlu’da devrilen tren, insan yaşamına ucuz bakış kadar bakıştaki ucuzluğu da isyan ettiren bir biçimde gözümüzün önüne koydu.


O trende bulunanların yakınlarının tek ihtiyacı olan şeyin haber olduğu saatlerde konulan yayın yasağı insanların acılarıyla alay etmekti. Parti medyasının dünyadaki büyük tren kazalarının hemen dolaşıma soktuğu haberi, “Bu facia o kadar da büyük” değil demeyen getiren, “normalleştirme” amaçlı gayri insani ama bir o kadar da “görevli” bir tutumdu. 

Adında düne kadar (artık değişti) haberleşme kelimesi de geçen bakanlığı açıklaması inandırıcı değildi. 

Boşlukta öylece sallanan, havada asma köprü gibi duran raylar, mühendisliğe en uzak insanlara bile facianın aşırı yağışlardan olmadığını anlatırken yapıldı bunlar. 
Mühendislik dediğimiz bilim, menfez ile ray arasındaki toprağın, yağış olsa bile boşalmamasını sağlamak için değil midir? Rayları yaptığınız zeminin doğası, bu tür taşkınlara eğilimliyse ve siz oradan bir demiryolu geçireceksiniz projesi ona göre yaptırılmaz mı? 

İnşaat teknolojinin bu kadar geliştiği mühendisliğe, müşavirliğe bütçeden avuç dolusu kaynak aktarılan bir ülkede yağmurda eriyecek bir toprak dolgu yapıp/yaptırıp insanların hayatını nasıl tehlikeye atarsınız? 

Bir söz de ana muhalefete: 
Yol bekçileri kadrolarının kaldırılması, bakım hizmetlerinin TCDD personeliyle değil ihaleyle yapılması, kârı önceleyen anlayış, menfezlerin aşınması önleyen malzeme kullanılmaması, rayın altına döşenecek malzemelerin yeterince kaliteli ve uygun olmaması... 

Bunların hepsi ama hepsi siyasidir. 

Dolayısıyla o trenin devrilmesi sonucu gencecik insanların, çocukların aralarında yer aldığı 24 kişinin yaşamını yitirmesi, 338 kişinin yaralanması da öyle. 

Hem de kamu yararının değil müteahhit yararının gözetildiği, kayırmacılığın normalleştiği bir iklimde sadece siyasidir. 

Dolayısıyla yaşamını yitiren insanların hakları aranacaksa bu hak arama işi öncelikle siyasi zeminde olmak zorundadır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Düzyatan Gazi’nin ABD seferi - TAYFUN ATAY

Cuma günü Ertuğrul Özkök yazdı ya, TRT’nin “resmen fenomen” dizisi Diriliş Ertuğrul’un“Ertuğrul Gazi”si Engin Altan Düzyatan, hamile eşi Neslişah Alkoçlar’la birlikte Los Angeles’ta imiş... Neslişah daha erken gitmişti; Ertuğrul, pardon(!) Engin de dizi final yapar yapmaz soluğu orada aldı. Son gelen haberlere bakılırsa doğumun da orada olacağı anlaşılıyor.

Hâlbuki Neslişah Alkoçlar, Mayıs’ta 3 yaşındaki oğlu ile beraber ABD’ye uçtuğunda basına yansıyan haberler, haziran sonunda Türkiye’ye dönmenin planlandığı, çünkü doğumu İstanbul’da yapmak istediği şeklindeydi. Anlaşılan karar değiştirmişler. Temmuz ortasına geliyoruz ve onlar, ailecek Los Angeles’ta.
Doğumun orada olması, bebeğin Amerikan vatandaşlığı alması demek... Tabii bu, Özkök’ün tabloya hafif bir fırça dokunuşunda bulunmasının da etkisiyle tam bir sosyal medya tartışmasının (elbette “geyiği”nin de) önünü açtı. Yıllardır ekranlarda Osmanlı-İslam yüceltisi yapılan ve herkesi evde ekran karşısında neredeyse elde yalın kılıç/ pala seyre sevk eden bir dizinin, rolüyle alabildiğine özdeşmiş başrol oyuncusu nasıl olur da çocuğunun doğumunu “diyar-ı küffar”da gerçekleştirtirdi? Yavrusunu nasıl yabancı doktorlara emanet ederdi?!..
***
Tartışmalarda bir aktör ya da aktrisin kurguda üstlendiği hayalî karakterle gerçekte kendisi olarak yaşadığı hayatın içindeki tercihleri arasında bağ, uyarlılık, tutarlılık aramanın son derece abuk ve kabul edilemez olduğu vurgulanmakta. Özkök de yazısında aynı doğrultuda hareket ederek bunu sorgulama cihetine gitmemiş (yine de bazı dolaylı imalarda bulunduğu söylenebilir!).

Doğru mu, doğru.. Söz gelimi kimse İslam dünyasında ve tüm Müslümanların gönlünde“Hazreti Hamza” karakteriyle taht kurmuş Anthony Quinn’den namazlı-niyazlı, taharetli bir yaşam sürmesini beklemedi ya!..

Ancak yine de “Ertuğrul/Engin Altan” bağlamında göz ardı edilemez bir fark var.
O farkı fark ettirmeden önce yalnız, bazı dipnotlar düşelim!..
***
Bu topraklarda vatandaş sık sık perdede ya da ekranda ne görüyorsa, gördüğünü ona gösterenle, yani rol kesenle özdeşleştirmiştir.
Rahmetli Erol Taş’ın sokaklarda çektikleri mesela!.. Ya da Cüneyt Arkın’ı “Malkoçoğlu” diye baş tacı etmeler, ülfete mazhar kılmalar...
Kurtlar Vadisi’nde mafya babası “Çakır” (Oktay Kaynarca) öldürülünce gıyabi cenaze namazı kılmalar...
Yine de bunların hiçbirisi, Muhteşem Yüzyıl dizisinde “Kanuni” rolü ile unutulmazlaşmış
Halit Ergenç’in başına gelen kadar müthiş değildir.
Dizinin seyrin zirvesinde olduğu, ama sokaklarda da Gezi patlamasının yaşandığı günlerdi. Ergenç, olayları yatıştırma yolunda arabuluculuk çabasına soyunmuş grupla o dönem başbakan olan Erdoğan’ın huzuruna çıkıp bir-iki de laf etme “cüret”ini gösterdiğinde nasıl tekdir ve tedip edilmişti “Reis” tarafından, hatırlayın:
“Sen Osmanlıca biliyor musun, asıl ondan haber ver!..”

***
Malum, Tayyip Erdoğan hiç mi hiç haz etmedi Muhteşem Yüzyıl’dan... “Tarihimizi yanlış aktarıyorlar, ceddimizi küçük düşürüyorlar” dedi durdu hep. (Hâlbuki dizi Yunanistan’da da Osmanlı yüceltisi yapıyor diye protesto edilip yasaklanmak istenmişti!)
İşte Diriliş Ertuğrul bir bakıma Muhteşem Yüzyıl’a karşı kotarılmış bir “kontra-kurgu”dur. Aslında çok yabancımız da değildir. Sinemada, hem de bu iktidarın “parantez arası” saydığı o “Eski Türkiye” günlerinde üretilmiş bir dolu karşılığı da vardır: Tarkan, Karaoğlan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Battal Gazi...
Muhteşem Yüzyıl elbette dizi film tarihimizde büyük bir iz bırakmış ve pek çok farklı yönden ele alınabilecek önemli bir dizi. Ama belirtmekten de kaçınmayalım ki “oryantalist” yanları olan bir diziydi o.
Diriliş Ertuğrul ise “oksidentalist” bir dizi; yani Batı-Hristiyan dünyasına/insanına/ kültürüne kötüleyici, küçümseyici, aşağılayıcı, itibarsızlaştırıcı, değersizleştirici, ötekileştirici bir bakış, anlayış ve kurguya sahip...
Muhteşem Yüzyıl’ı lânetleyenler, Diriliş Ertuğrul’u bu “oksidentalist” motivasyonu nedeniyle alkışladıkça alkışladılar. Başta da “Reis”... O, defalarca övdü diziyi; seti ziyaret etti; “Ertuğrul Düzyatan”la resimler çektirdi; torununun, diziyi izlemek ne kelime, tekrarlarını bile izlediğini ballandıra ballandıra anlattı.
***
Dedik ya, burası Türkiye. Sonuçta Halit Ergenç nasıl o istenmedik “Süleyman” tiplemesiyle gazaba uğradıysa, Düzyatan da istendik “Ertuğrul” tiplemesiyle hem çok ama çok iyi“kazandı”, hem de bol bol taltife mazhar oldu.
Her yerde de gereğini yaptı!
Allah’tan henüz Osmanlıca öğrenmesini gerektiren bir dönemde rol kesmiyordu!.. Sadece “şive” edindi. Kocca bir sakal bıraktı ve reklamlarda bile o sakalla karşımızda oldu (Ama Los Angeles’tan fotoğraflarına baktım, o sakalı usulüne uygun ve gayet “Avrupai” şekilde inceltmiş!).
Kısaca Düzyatan, dizideki rolünü gözümüzün içine baka baka hayatın içine taşıdı. Evet, biz hiçbir zaman “Hazreti Hamza”yı canlandırarak sinema tarihine geçmiş Anthony Quinn’i “İkindi okundu, haydin namaza” deyip caminin yolunu tutarken görmedik. Ama Düzyatan’ı, Anadolu şehir girişlerinde cirit ekibi, mehter takımı eşliğinde muazzam kalabalıklarla takviyeli törenlerle karşılanıp kendisine “takdim edilen” Kayı Boyu bayrağını öpüp başına koyarken gördük!..
Hâl böyle olunca müsaade edin de “Gazi’mizin yavrusu”nun “taharetsiz yaban eller”de dünyaya getirilme tercihi üzerine de kaşlar kalksın!..
***
Biz dizi evrenimizde Engin Altan Düzyatan’ı “Ertuğrul Gazi” olmadan önce, “Eeeengiiin Aaaaltaaan Düzyataaan, Engin Altan Düzyatannn” olarak tanıdık.

Artık onu bir cihan imparatorluğuna doğuş verecek “sulb”ü taşıyor olma mes’uliyetine sahip Osmanlı ceddi olarak biliyoruz!..

Eskiden onu cıngıl cıngıl “Eeeengiiin Aaaaltaaan Düzyataaan...” diye karşılayan fanların yerinde şimdi ona “Soy soylasın, boy boylasın benim Ertuğrul beyim” diye sancak sunanlar var.
O yüzden bu “Los Angeles seferi”ni yorumlamakta güçlük çekiyoruz.

Belki “Dârü’l-Harb”i, “Dârü’l-İslâm” yapma yolunda bir öncü girişimdir?!..
Kim bilir belki de dizi üzerine art arda kalem oynattığım bir dönemde yazdıklarıma katkı vermiş sosyal bilimci ve tarihçi dostum, Prof. Suavi Aydın’ın sözlerinden çıkan bir kerametin tecellisidir!..
Diriliş Ertuğrul dizisine binaen, “Maalesef bu ‘özcü’ kurguların tamamı, tarihsel gerçeklikler alanını bir yana koyup ‘revivalizm’in [‘Dirilişçilik’ yani!] cazibesi altında her türlü eleştirel bakışa kulak tıkıyor, hatta saldırıp yok sayıyor” demişti Suavi... Ve şöyle noktalamıştı:
“Dizideki sarışın başrol oyuncusunun Asya’dan yeni kopup gelmiş bir Türkmen reisini ne kadar temsil edebileceği de ayrı bir konu!..”

Bu sözü hatırlayınca, acaba Los Angeles gidişi kahramanımız açısından (elbette “kültürel”olarak) geçici mahiyette de olsa bir “aslına rücu” mudur diye düşünmeden de edemiyor insan...

Her neyse, hâlâ vakit var mı hamilelik açısından, bilemiyorum, ama umarım doğum için dönerler de biz mahcup oluruz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

TÜSİAD’la değil, emekçilerle - FATİH YAŞLI

24 Haziran seçimlerinden üç gün önce CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce TÜSİAD’ı ziyaret etti ve toplantı öncesi yaptığı açıklamada “Demokrasisi düzgün işlemeyen, hukuk devleti olmayan, mahkemeleri bağımsız olmayan bir Türkiye güven veremez. Yerli yatırımcıya da, yabancı yatırımcıya da güven veremez” dedi.

Benzer bir ziyareti HDP de -Demirtaş içeride olduğu için- bir heyetle gerçekleştirdi ve toplantının ardından bir açıklama yapan Sezai Temelli, “Türkiye hızla demokrasi sorununu aşmak zorundadır. 24 Haziran seçimleri bu anlamda Türkiye için büyük bir önemi sahiptir. Türkiye demokrasi sorununu aşabilirse, diğer bütün sorunların çözümü için de önemli bir başlangıç yapacaktır” dedi.

Her iki ziyaret de ve her iki konuşmadaki vurgu da iki şeye işaret ediyor: Birincisi, CHP de HDP de TÜSİAD’ı, yani Türkiye büyük burjuvazisini demokrasi mücadelesinde bir müttefik olarak görüyor. İkincisi ise gerek sosyal demokrasi gerekse de radikal demokrasi, siyasete sınıf penceresinden, sınıf mücadelesi ekseninden, emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakmıyor, ikisinin de sermaye düzeniyle gerçek bir derdi bulunmuyor.

Peki TÜSİAD, yani sermaye sınıfı için demokrasi herhangi bir anlam ifade ediyor mu? Geçen günlerde eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Mahfi Eğilmez’in baskılar neticesinde NTV’den ayrılması üzerine sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Sermaye sahibi Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” demişti. Tespiti doğru olsa da Durmuş hatalı bir kabulden, yani dünyanın başka yerlerinde burjuvazinin demokrasinin yanında olduğu, demokrasi talep ettiği kabulünden yola çıkıyordu.


Oysa bu doğru değildir, yani dünyanın hiçbir yerinde sermaye sınıfı “kendiliğinden” demokrat olmaz, demokrasi talep etmez. Demokrasiyi bugünkü haline getiren, sözü edilen ülkelerin işçi sınıflarının, emekçilerinin, halklarının mücadeleleri olmuştur. Burjuvazi dünyanın hiçbir yerinde hiçbir demokratik ya da sosyal hakkı kendiliğinden kabul etmemiş, halka durup dururken bahşetmemiş, tüm bunlar toplumsal mücadelelerinin neticesinde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfı da, alttan bir basınç olmadıkça ve emekçiler taleplerini örgütlü, güçlü bir şekilde dile getirmedikçe, sosyal ve siyasal haklar konusunda adım atmayacak, demokrasiye değil, kârını nasıl çoğalttığına bakacaktır. Burjuvazinin talep ettiği şey, demokrasi ya da hukuk devleti değildir; burjuvazi mülkiyetinin garanti altında olmasını, özel mülkiyete dokunulmamasını ister. Demokrasi de hukuk devleti de bunun için bir araçtır. Velhasıl, sermayenin demokrasiye ve hukuka bakışını kendi sınıfsal çıkarları belirler.

Bu nedenle, daha önce defalarca bu köşede yazdığımız üzere “laik sermaye” diye bir şey olmadığı gibi, sermayenin demokratik bir Türkiye istediği de palavradan ibarettir. Nasıl ki Türkiye sermaye sınıfının mensuplarının kendi özel dünyalarında seküler yaşamlar sürmeleri sermaye sınıfını sınıfsal çıkarları adına dinselleşmiş bir Türkiye istemekten alıkoymuyorsa, aynı şekilde mülkiyetleri için talep ettikleri güvence de sermaye sınıfının demokrasi yanlısı olduğu, demokrasi istediği anlamına gelmez; otoriterleşme, grevlerin yasaklanması örneğinde olduğu gibi, gayet işe yarardır sermaye sınıfı için.
Unutmamalıyız ki, bugünkü otoriter-dinsel rejim, her şeyden önce sermayenin çıkarları adına ve sermayenin desteğiyle kurulmuştur. Cumhuriyet’in kazanımlarının birer birer yitirilmesinin gerisinde sermayenin sol düşmanlığı, emek düşmanlığı vardır. Bunu çok açık ve net bir şekilde görmek gerekir ki bu rejime karşı nasıl muhalefet edileceği de doğru bir şekilde görülebilsin; kimlerin müttefik, kimlerin hasım olduğu doğru bir şekilde anlaşılabilsin.

Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.

İşte tam da bu noktada, sosyal demokrasiyle radikal demokrasinin dışında, üçüncü bir seçeneğe, dünyaya ve Türkiye’ye emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakan, emekçilerin çıkarlarını savunan, emekçileri siyaset sahnesine taşımayı amaçlayan, gerçek bir sol siyasete ihtiyacımız var. Kapitalizmin krizinin derinleşeceği, sermayenin daha da çok saldırganlaşacağı ve emekçilerin giderek daha da yoksullaşacağı bir konjonktür, sol seçeneğin güçlenmesi, solun halkla ve halkın solla buluşması için bir fırsat anlamına geliyor. Bu konjonktür doğru değerlendirilir, bu fırsat doğru bir şekilde kullanılırsa, siyaset sahnesine yeni ve güçlü bir aktörün, solun çıkması engellenemeyecektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Dört maddede Habertürk’ün kapanışının anlamı - ÜMİT ALAN

Radikal gazetesi 2014 yılında basılı versiyonuna son verdiğinde bunun bir küçülme ve neredeyse yarı yarıya kapanma gibi algılanmasının Radikal’in kendi kabahati olduğunu anlatan bir yazı yazmıştım. Çünkü Radikal, basılı yayınına son vermeden dört yıl önce (2010) ”Medyada Radikal devrim” sloganıyla gürültülü bir relansman yapmıştı. Teoman’ın seslendirdiği, animatik ve meraklandırıcı reklamlarıyla “n’oluyor acaba?” dedirten işlerdi. Elbette medya dışı bir sermaye grubundan solun anladığı manada devrim beklemiyorduk. Ancak içten içe “eğer tamamen dijitale geçmeyi devrim diye duyuruyorlarsa büyük iş” şeklinde düşündüğümü hatırlıyorum. Ancak “Radikal Devrim” denen bu olay, gazetenin tabloid boya geçmesi ve birkaç yazar transfer etmesinden ibaret bir silkinmeyle sınırlı kaldı. O dönemde “Kâğıt bitti, tüm enerjimizi ve yatırımımızı dijitale yönlendiriyoruz” demek daha “devrimci” bir hareket olurdu. Evet, ticari riskleri vardı ama o sermaye gücüyle denenmeye değerdi. Nitekim sonraları yenilgi psikolojisiyle dijitale yönelen Radikal, bir daha toparlanamadı ve Doğan Medya’nın kararıyla bir süre sonra tamamen kapatıldı.
Konuyu Habertürk’ün basılı versiyonunun kapanmasına getireceğimi anlamışsınızdır. Peki bu son gelişmeyi nasıl okumalıyız? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu bu. Dört maddeyle cevaplamaya çalışalım:

1- Habertürk’ün basılı versiyonu kapatması bir aslına dönüştür
“Diğer gazetelerin aksine Habertürk'ün enteresan bir durumu vardı, internette başlayıp basılı versiyon çıkarmıştı. Şu an aslına rücû ediyor ama eskisinden daha zayıf şekilde.” Habertürk’ün kapanış haberini aldığımda böyle bir tweet attım. Çünkü Habertürk, 1999’da yani Türkiye’de internetin tam anlamıyla emekleme yıllarında Ufuk Güldemir tarafından kurulmuş bir haber sitesiydi. O yıllarda gazetelerin bire bir kopyası olan internet sitelerine göre oldukça yenilikçiydi. Doğal olarak dikkat çekmiş ve internet üzerinden televizyona da evrilecek bir marka değeri yaratmıştı. Güldemir’in ölümünden sonra televizyon ve site, Ciner Grubu’na satıldı ve tam bir medya grubu izlenimi vermek için de basılı gazete olarak çıkmaya başladı. Olaylı Sabah grubu macerasından yenilgiyle ayrılmış Ciner Grubu için de o yıllarda havalı bir markaydı doğrusu. Şu anda yeniden dijitale dönmesi esasında asla dönüş ama küçülme gibi algılanması normal. Çünkü ne dijitaldeki gelirler Ciner Grubu’nun dişinin kovuğuna gider ne de orada holdingin anladığı dilde ticari fırsat oluşturacak bir güç olunabilir.

2 - Merkez medyadaki temsiliyet sorunu varlığı anlamsızlaştırdı
Geçen hafta bu sayfadaki yazıda, Erdoğan’a oy vermeyen %47,4’ün hiçbir ana akım medya organında temsil edilmediği ve bu manzaranın ticari olarak da sürdürülebilir olmadığını yazmıştım. Habertürk gazetesinin basılı versiyonuna son vermesinin bu yazının üzerine gelmesi iyi bir örnek oluşturdu. Çünkü, Habertürk’ün varlığı, ‘bir illüzyon dahi olsa’ iktidarla çelişen görüşlere de yer vermesiyle mümkündü. Bu durum Türkiye’de geçen hafta bu sayfada anlattığım nedenlerle imkansız hale geldi. Ticareten varlık göstermenin birinci şartı farklılaşmak. Tüm markalar kendilerini diğerlerinden farklı bir yere konumlayarak varlık gösterebiliyor. Habertürk yıllar önce kendini “Gücü özgürlüğünde” gibi bir yere konumlamış ve bunu da bire bir sloganına taşımıştı. Bu sloganın o dönem için de Habertürk’ü anlatıp anlatmadığı tartışılır ama bu slogandan bir “farklılaşma” niyeti olduğunu anlıyoruz. Bugün o düzeyde bile farklılaşma mümkün değil. Basılı gazetelerde oluşan krizin, farklılaşamayan “haber kanalları” için de süreceğini öngörebiliriz.

3 - Sermaye için medyada kalmanın tek yolu sübvansiyon
Medya dışı sermayenin medyaya girme motivasyonunu hepimiz biliyoruz: Burada bir güç oluşturarak, bunu medya dışı işlerinde paraya dönüştürmek. Burada “güç oluşturma” vurgusuna dikkat. Çünkü, bu güç eğer beni beslemezsen, şu şu haberlerin yapılmasına izin veririm demektir. Bu bir “aba altından sopa gösterme ve yırtmacı hafif hafif açma” işiydi. Yaklaşık 16 yıldır süren son iktidar öncesinde de yıllarca bu çarkın böyle döndüğünü biliyoruz. Yırtmaç çok açılınca hükümet düştüğü bile görüldü. Bu yüzden, bugün medyanın hâlinin tek sorumlusunun Erdoğan iktidarı olduğunu düşünmek medya sorununu asla çözemeyecek olmak anlamına gelir. Bu durum, 80’lerle birlikte medyaya topla tüfekle, Allah ne verdiyse giren medya dışı sermayenin bir sonucudur. Bugün ana akım medyada ayakta kalmanın tek yolu var o da rakibine benzemek. Bunun da bildiğimiz anlamda ticari bir karşılığı yok. Diğer türlü sübvanse de edilmiyorsanız ister istemez küçülecek veya kapanacaksınız.

4 - Şişirilen tirajlar yanıltmasın
Gazete tirajı işi biraz güç işidir. Ne kadar çok basıp dağıtırsanız o kadar çok tiraj alırsınız. Eğer zarar etmeyi veya başka yerlerden subvanse edilmeyi göze alırsanız, rekor tirajda bir gazeteniz olabilir. Bir ara “1 milyonu zorlayan Zaman gazetesini” hatırlayalım. Gerçekten Zaman gazetesini gidip bayiden alan 1 milyona yakın okur varsa onlar nerede mesela? Hepsi mi kaçtı? Kuşkusuz hayır. Çünkü bu rakam gazetenin bayi satış rakamı değildi. Muhtemelen gazete bir takım sermaye odakları tarafından birer ikişer bin gibi rakamlarla alınıyor, sonra da bedava dağıtılıyordu. Böylelikle tiraj yükselmiş gibi görünüyordu. Tirajların şişirilmesi için bunun gibi pek çok yöntem mevcut ama artık bu hayali tirajlar, devlet iştirakleri dışındaki reklamvereni kandırmaya yetmiyor. Reklamveren de dijitalde kendi içeriğini oluşturmaktan tutun, bütçeyi Facebook, Youtube, Twitter gibi küresel markalara yönlendirmek gibi çözümleri mantıklı buluyor. Tüm dünyada geleneksel medya odaklarının reklam pastası bu dev şirketlere doğru kaçıyor ama Türkiye’de medyanın temsiliyet sorunu bu süreci daha da hızlandırıyor olabilir. Yani “milli” sözcüğüyle de ifade edilebilecek bir medya sorunu var. Zira medyayı besleyecek reklam, yabancı sermayeye kaçıyor.

Şu “baskı” işini abartmasak mı acaba?
Ana akım medyadaki bu sorun, bağımsız ve alternatif medyayı güçlendirir diye arada ümitleniyoruz ama dünyada bile dijitalde tam anlamıyla tatmin eder bir “gelir modeli” oluşturulamadığı için kısa vadede bu zor. Bağımsız medyaya ve Türkiye’nin ana akım medyada aradığını bulamayan diğer yarısına düşen “baskı” işinin romantizmini abartmamak. Burada “baskı” derken tabii kağıda baskıyı kastediyorum. Bizim yaşadığımız sorun, sadece basılı medyanın yok oluşundan kaynaklanan romantizm değil, “gazeteciliğin” yok oluşu sorunu. Gazeteciliği sürdürmek için dijitalde yaratıcı bir konsept, dil ve gelir modeli oluşturmak bizim için daha hayati. Normalde böyle dönemler yaratıcılığı teşvik eder derler ama mevcutta veya ufukta görünen bir şey yok. “Ne olabilir?” sorusunu tartışmayı ilerleyen haftalara bırakalım.

Ümit Alan / BİRGÜN

8 Temmuz 2018 Pazar

Aslanlar, fabrikatörler ve müminler - ORHAN GÖKDEMİR

“Aslanlar, kaçak gergedan avcılarını yedi!” Geçtiğimiz haftanın en heyecanlı, en sevindirici haberiydi bu. Üstelik en az iki kişiydiler aslanların midesine inen arkadaşlar. Avcılardan geriye kalanlar birkaç parça kemik, bir tüfek ve bir baltadan ibaretti.

Son on yılda yedi binden fazla gergedan bu zerzevatlar tarafından öldürülmüş ama haber olmamıştı nedense. Haberden anlaşıldığı kadarıyla gergedan boynuzu oldukça pahalı bir materyalmiş. Asya ülkelerinde cinsel gücü arttırdığına inanılıyormuş. Yedi bin gergedanın ölümünden sonra Asya’da bir cinsel güç patlaması olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat üç kaçakçının yenmesinin sosyal medyada belirgin bir dalgalanmaya yol açtığı kesin. Demek ki gergedan boynuzunun etkisinin şüpheli olmasına karşı, kaçakçıların yenmesinin insanlarda belli etki yarattığı kuşku götürmez!

Haberin yer aldığı sosyal medya paylaşımlarının altındaki yorumlara baktım. Aslanlara tek kem söz yoktu. Hatta kitlesel bir teşvik vardı devamını getirmeleri için. Hâlbuki benzeri durumların vahşet olarak algılandığı da vakidir.

Neden böyle peki? Çünkü bu olayda aslanlara olmasa bile gergedanlara yönelik açık tartışılmaz bir zulüm var. Üstelik bu zulmün itici gücü insanların cinsellik üzerinden geliştirdiği bir boş inanç. Boş inanç deyip geçmeyin, yeterince çok kişi tarafından paylaşılınca piyasada gergedan boynuzu gibi tuhaf mallara bile bir talep oluşturabiliyor. Talep varsa illa ki arz olacak; buna kısaca piyasa diyoruz. Fakat tabii ki talebin ve arzın varlığı ortada dönen işin adil, ahlaka uygun veya hukuki olduğunu göstermiyor.
Sonuç itibariyle yedi bin gergedanı telef eden bu kaçakçılar hemcinslerinin hukuk düzeninden sıyrılmayı başarmış, ama bir avuç gariban aslan fırsatını bulup faturayı kesmiş arkadaşlara. Adil mi? Adil. Yasal mı? En azından doğanın yasalarına uygun. Eşitlikçi mi? Kesinlikle. Elinde balta ve tüfek olan adamları yemek ölümü göze almayı gerektirir çünkü. Bileğinin hakkıyla yemiş aslanlar!

Buradaki sorun yedi bin gergedanın ve hısım akrabalarının toplaşıp bunu neden daha önce yapmadıkları. Velev ki korkmuşlardır, velev ki gaflet ve delalet içindedirler. Her ne olursa olsun, gergedanlar arasında olmasa bile belli ki insanlar arasında hala güçlü bir adalet duygusu var. Hele kaçakçıları yiyen aslanlar söz konusu oldu mu çok belirgin bir şekilde açığa vurulan bir duygu bu. Sadece insanların kendi aralarındaki adaletsizliklerde belli aksamalar oluyor. Son 15-20 yılda oyları götürüp götürüp adaletsize, kaçakçıya, piyasacıya vermelerini başka türlü açıklayamayız. İnsani bir kusurdur!

                                                                  ***

Bu mutlu aslan haberinin medyada yer aldığı gün vize işlemleri ile meşguldüm. Sevgili arkadaşlarımız Serpil ve Bruno bizi şarap tadımına götürmeye kararlı. Fakat kahretsin ki ülkemizin son görüntüsü Serengeti düzlüklerinden hallice. Sırtlanlar öyle çoğaldı ki “benim zavallı ve yoksul ülkem”de, değme aslanlar bile kuyruğu kıstırıp kaçmakta buluyor çareyi. Misal, aslanların gergedan kaçakçılarını yemesi gibi tuhaf şeyler bizde olmaz. Bizde olacak olan anca kaçakçıların gergedan avına giderken mola yerinde aslanları yakalayıp tecavüz etmesi gibi olağan şeylerdir.

Hal böyle olunca özellikle batılı ülkeler bizden gelenlerden fena halde işkillenmiştir. Hayır, haksız buluyor değiliz. Zaten ne istiyorlarsa yaptık. Mesela annemizin kızlık soyadı üzerinde doktora tezine dönüşebilecek kadar malzeme topladık. Banka hesap hareketlerimizi rapor ettik. Çoğu fatura, kart ödemesinden ibaret olan bu çıktıkları gören görevli halinden pek memnun görünüyordu. En tuhafı da emekli maaş dökümleriydi. Ulan ben vermeye utanıyorum, aldığında sen ne yapacaksın ki? Üç beş yüz dolar etmiyor “çeynç” etmeye kalksan.

Her ne ise, o emekli maaşının yarısını da arkadaşlara vize parası olarak takdim edip düştük yola. Eskilerin deyişiyle el elde baş başta eve doğru ilerliyoruz. Bakırköy Meydanının kıyısında kalmış, her nasılsa, Müslüman mezarlığında ilişti gözüm o mezar taşına. Taşta “Fabrikatör Falanca” yazıyordu. Vay be dedim, içimden, adam öteki dünyaya bile fabrikatör olarak gitmiş iyi mi? Fabrikaları da yanında götürmüş olabilir üstelik. Zira ülkemizde türüne az rastlanır bir şey artık fabrika. Onları kapatıp yerlerine AVM’ler, Towerlar, Hiller, Centerler yaptılar. Fakat dikkat ettim, kimse mezar taşına “Avematör” veya “Centeratör” yazdırmıyor. “Zengin falanca” diye yazdıran da yok. Demek ki “fabrikatör”ün bir meşruiyeti var toplumun gözünde ama nesebi belirsiz zenginliğin yok. Mola yerlerinde aslanların başına gelenlere rağmen böyle bu.

Bizim Müjdat Gezen bu lakırdıdan esinlenerek “Darbukatör Baryam” diye bir tip icat ettiydi vakti zamanında. Fabrikatör olur da darbukatör olmaz mı? Kapı gibi darbukaları var adamın, vurdu mu hopluyorsun yerinden.

Fakat gelin görün ki fabrikatöre belirgin bir sempatisi olmasına rağmen zenginlere açıkça âşık halkımız. Bunun sebebi de “bende yok, bari zenginler yesin” gibi arızi bir adalet duygusu olabilir. Misal bizim işçi Atakan Boyoğlu’na vermediler oylarını ama koşa koşa Lamborciynili Kenan Sofuoğlu’na verdiler. Gocunuyor muyuz? Tabii ki hayır. İnanç işidir… Fakat yine de bu kadar çok sırtlan hayra alamet değil.

                                                                 ***

Kaçakçıların gergedanları, aslanların kaçakçıları sildiği o coğrafyadan bu haberimiz de. Nijerya'da kendisini geleneksel şifacı ilan eden Chinaka Adoezuwe, müşterilerinden birine yaptığı ve "kurşungeçirmez" olduğunu söylediği muskayı test ederken açılan ateşle hayatını kaybetmiş. Burada da ilkinde olduğu gibi inançtan kaynaklanan bir piyasa olayı var aslında. Muskanın kendisini kurşundan koruyacağına inanan müşteriler var, müşterilere muska tedarik eden girişimciler var. Bu vakada görülüyor ki imalatçı da aynı inancı, üstelik müşterilerinden daha kuvvetle taşıyor. Tek sorun tüfeğin inançsız olmasında!

Nijerya polisi de inançsız olmalı ki muskacının müşterisini cinayet şüphesiyle gözaltına almış. Hâlbuki buradaki tek suç, satıcının müşteriye ayıplı mal kakalamaya kalkması. Bizde piyasa sistemi oturduğundan böyle nahoş şeylerle karşılaşmıyoruz çok şükür. Mesela Cüppeli Ahmet Hocanın sattığı terlikleri alan müşterilerin tamamı sırat köprüsünü sağ salim geçmiş durumda. Hiçbiri dönüp hocaya “vay bana ayıplı terlik sattın, köprüden geçemedim, ateşlere düştüm, kıçım başım yandı” diye şikâyet ettiği vaki değildir.

                                                                ***

Piyasa mucizevi bir mekanizma. Gergedanı maymuna, aslanı mazluma çevirebilir. Boynuzu değerli, adaleti değersiz kılabilir. Kendini düzenin sahibi sananı dama çıkardığı bile vakidir.

Bakın mesela, AKP kurucularından Oktay Çiftçi geçen hafta, “Evime ekmek götüremez oldum” diyerek intihara kalkıştı. Arkadaşları, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile konuşmak isteyen Çiftçi'yi, "Komünistleri bize güldürme" diyerek ikna etmeye çalıştı. Aralarından biri bile “lanet olsun seni bu duruma düşüren piyasaya” demedi misal.

                                                               ***

Niye yazdın bunca şeyi diye soracaksınız biliyorum. Ben de zaten onun gerilimi içindeyim. Şöyle toparlayıp kurtulayım:
1. Hırsızlar gergedanları soyabilir ama bir gün aslanların gergedanların öcünü alma ihtimali hep vardır.
2. Mezar taşına “fabrikatör” diye yazdıran vardır ama “zengin” diye yazdıran yoktur. Sadece zenginlik ayıp bir şeydir çünkü.
3. İnancın fazlası ölümcüldür. Kararında bırakmak gerek.
4. Kurşungeçirmez muska yapıp satabilirsin ama asla üzerinde deneme.
5. Komünistler mazluma gülmez ama bu AKP’lilere gülesimiz var!

Orhan Gökdemir / SOL

Lütfedilmiş demokrasi kalıntısı...- Mine G. Kırıkkanat

‘Oturmak’ ve ‘oturtmak’, güzel Türkçemizin hoş eylemleridir.
Yeni doğan bebekler dik tutulur. Biraz büyüyünce oturur, hele oturak kullanmaya başlayınca, adam olup çıkarlar!
Düşünmek için otururuz. Oturup, konuşuruz. ‘Oturma’ya gideriz birbirimize. Bazı sözler cuk oturur yerlerine. Laf gediğine oturtulur. Acısı içimize oturur. Patlıcan oturtma, ağzımıza layıktır. Etekler, ceketler belimize oturur. Yeni evlerde güle güle otururuz. Oturur kalırız, yorgun isek. Telaşlıysak, ‘ayağımızı uzatıp’ oturamayız bir türlü. Rahatsız ediyorsak, surat asıyorsak, bir köşeye çekilip otururuz.
Rahat soluk almanın ve aldırmanın ölçüsüdür, oturmak.
Oturmayı ve oturtmayı bunca seven ve başarıyla uygulayan bir toplum olarak bizler; doksan küsur yıldır oturup oturtmanın sonucu olarak ne yazık ki kallavi bir hezimete uğradık...
Ülkemizde demokrasiyi bir türlü oturtamadık, hatta oturacağı yeri bile tutturamadık. Yukardan bastırdık, aşağıdan fışkırdı. Aşağıdan bastırdık, yukardan kalktı. Bizim demokrasi, kutusundan fırlayan yaylı soytarı gibi, sürekli ayaklandı.
***
Ayaklanıp yere sağlam bassaydı bari, ama nerdeee?
Oturtma denemeleri sürerken hep devrilecekmiş gibi sallanıyordu. Sağdan destek, soldan destek, oturmasından vazgeçtik, dikine bile duramadı. Çünkü doğuştan bacaksızdı.
Sağlam bir demokrasinin bacaklarına, kurumlaşma deniyor. O da bir yüzyıl değil, birkaç yüzyıl alıyor. Kurumlaşma olmayınca, bizim bacaksız demokrasinin de ayağını uzatıp oturması mümkün olamadı tabii...
Oturtamadığımız demokrasi kendi kendine oturamayınca, sonunda birileri çıkıp nafile çabalara son verdi ve bizlere, demokrasi olmadan da oturabileceğimizi belletiyor da belletiyor...
Hatta ne güvenilir, ne de adil olan bir seçim sisteminde, hâlâ oy kullanıyor olmamızı; hatta sayılmayan oylarımızla hiç mi hiç sayılmayacak bir irade belirtmemizi bile, bize ‘lütfedilmiş demokrasi’ gibi sunuyor!
***
İşte bu oturaklı saptamalardan yola çıkan kulunuz, Türkiye’de tıpkı TBMM gibi işlevsiz, ama seçim vitrininde mostralık sergilenen “lütfedilmiş demokrasi” kalıntısını; artık oturtma değil de tencere gibi düşünmek gerektiğine hükmetti.
Bendeniz, ülkemiz tarihindeki demokrasi çabalarından geriye kalan ‘lütfedilmiş demokrasi’ tenceresinin seçimden seçime yuvarlanarak kapağını bulduğuna ve bal gibi oturduğuna inanıyorum!
Dibi yuvarlak tencere bile ocağın üstüne sağlam oturur. Oylar sayılmadan sonuçları -bazen 4 gün önce, yanlışlıkla- ilan edilen seçimlere indirgenen ‘lütfedilmiş demokrasi’; ocağa oturtulmakla kalmamış, altına harlı bir ateş yakılmış, fokur fokur kaynamaktadır. Ama kapağın tıngırtısına kulak verip, yakında tepesinin atacağını düşünmek yanlıştır. Çünkü kapak kurşundandır, ağırdır. Tıslaya fıslaya dayanır.
‘Lütfedilmiş demokrasi’ tenceresinin sağlamlığı, kapağına uygunluğundan kaynaklanmaktadır. Silahlı seçmenlerin kurşun sıkarak tezahürü tencere, seçilen iktidar kapaktır.
***
Suç tenceresi yuvarlanıp yataklık kapağını bulur.
Tencere beslemedir, kapağı da elbet besici olacaktır.
Yuvarlanan halk, elbet bu iktidara toslayacaktır.
Seçimleri lütfedenin ayağa kaldırdığı Osmanlı mazisi kapak olup, tencerede kudret macunu kaynatılmaktadır. Kapağın düdüğünü Reis öttürmektedir. Yardımcı Başbuğ, tenceredeki payını istemektedir. Yoksul ve aciz muhalefet ise mutfaktaki telaşı pencereden yutkunarak izlemekte, TBMM’deki işlevsiz varlığına beyhude liderlik için itişmektedir.
Türkiye’de mostralık seçimlere oturtulan “lütfedilmiş demokrasi” tenceresi, halktır. Kendisini cehalet ve ulufe ile besleyen politikacılara kapaklanmıştır. Bu böyle biline.
Ve boşalacak herhangi bir muhalefet liderliğine, mutlaka bir kabadayı, bir mafya eskisi ya da yenisi getirile. Caiz, layık ve uygundur.
Çivi çiviyi söker, böyle başa ancak böyle tıraş yapılır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kapanan Meclis, yozlaşma, linç, kurultay - ERK ACARER

27 Haziran’da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ı arayarak, “Sizi, CHP bile kurtaramayacak, o köyde taş üstünde taş bırakmayacağım” dedi. Bakan açıklamasını doğrulamakla kalmadı, “Fazlası var eksiği yok” ifadelerini kullandı.


Bir gün sonra, aynı ‘soylu’, CHP il başkanlarının şehit cenazelerinde protokole kabul edilmemeleri için valilere, müsteşarları üzerinden talimat gönderdiğini söyledi. “Bu kadar basit!”ti. Akabinde yaşamını yitiren askerlerin cenazelerinde CHP tarafından gönderilen çelenge saldırı oldu. “CHP cenazeye gelir mi gelmez mi?” diye tartışılırken, ‘yoksul çocuğun yok yere tabuta konmamasının’ esas mesele olduğu, çoğu siyasinin aklına bile gelmedi.

29 Haziran’da, Ankara Polatlı’da kaybolan 8 yaşındaki Eylül’den kötü haber geldi. Katili yakalandı. Küçük çocuğu, cinsel istismar sonrası boğarak öldürüldüğü ortaya çıktı. Telefonundan çocuk pornosuna ilişkin sayısız fotoğraf çıkarken, daha önce de bir köpeğe tecavüz ettiği anlaşıldı. 

4 yaşındaki Leyla’nın minik bedeni, kaybolduktan 18 gün sonra, 2 Temmuz’da Ağrı’da yaşadığı köye, 2 kilometre uzakta ağaçların arasında cansız bulundu. Ve aynı ‘soylu’; otopsi raporu çıkmadan önce konuşup, “Tecavüz yok” dedi, buna sevindi. Ağrı Barosu açıklama yaptı; “Leyla’nın üzerindeki elbiselerin delilleri karartmak amacıyla çıkarıldığı açıktır” dedi.
Seçimden 5 gün sonra gözaltına alınan CHP Parti Meclisi Üyesi (PM) ve eski İstanbul Milletvekili Eren Erdem çıkarıldığı İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından cezaevine gönderildi. 3 Temmuz’da, eski vekilin tecritte tutulduğu öğrenildi.

4 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayımlanan yeni KHK, Cumhurbaşkanı’nın ant içerek göreve başladığı gün yürürlüğe girecek. Artık bakanlar da çeltik ekimi de tek adama bağlı. Anlaşılmaz bir tarafı yok; Meclis yok hükmünde. 

Aynı gün; toplumun kanaat önderleri, ‘gece beşinci sınıf şarkıcı, gündüz sosyologlar’ Demet Akalın’dan Yılmaz Morgülü’ne, Alişan’ından Murat Boz’una geniş bir kitle, “İdam isteriz” diye bağırdı. Oyuncu Berna Laçin ise idam cezasına karşı çıktı. Laçin, “İdam çözüm olsaydı Medine toprakları tecavüzde rekor kırmazdı!” diyerek istatistik veriler ile konuştu. “Bırakın artık bilim insanları, nörologlar, psikiyatrlar, psikologlar, toplum bilimciler, hukukçular el birliği verip çare üretsin. Devlet, tribün sesleriyle toplum inşaa etmez!” dedi. Yediği lincin ana nedeni ‘hassasiyet’ değil, ölüm kültürü yaratılmasına karşı çıkmaktı. Çocuklara tecavüz edilirken susanlar, fırsatını bulunca karanlıktan sızdılar.

Yine 4 Temmuz’da… 1990’lı yılların sonunda Fadime Şahin ile birlikte basılan Müslüm Gündüz, Akit ‘şeysi’nde “Kemalistler bizi iyi biz onları iyi tanırız. Ya biz gideceğiz bu memleketten ya da onlar gidecek” diye açıklama yaptı.

4 Temmuz uzun oldu… Ama Lamborghini Meclis yolunu kısa eyledi. AKP Sakarya Milletvekili olarak Meclis’e giren eski milli motorcu Kenan Sofuoğlu’nun, lüks Lamborghini’sini, yabancı uyruklu eşinin üzerine alarak devletin kasasına girecek yaklaşık 3 milyon 200 bin liralık vergiden ‘kurtulduğu’ ortaya çıktı. Zenginin milyonluk aracı züğürdün çenesini yordu. Sofuoğlu’na sabah 6’da kalkıp, 3 vesaite Akbil basan kol kanat gerdi. 4 milyonluk Lamborghini vergiden muaftı ama alkol oranına yüzde 11 ÖTV bindi. 

5 Temmuz’da, KRT TV yönetimi, baskıya boyun eğmekle, ekran karartmak arasında bir tercih yapıp ikincisini seçtiklerini açıkladı. Kötü yazarları ama iyi muhabirleri vardı; 1 Mart 2009 tarihinde yayın hayatına başlayan Gazete Habertürk, son baskısıyla okurlarına veda etti.

İhvancı SETA’nın Genel Koordinatör Yardımcısı Fahrettin Altun, 6 Temmuz’da ‘yeni bir kültürden’ söz etti. SETA, ‘basına ilişkin hazırladığı raporda’, muhalif gazeteleri, IŞİD’e tepki verirken, ‘nefret söylemi’ yaratmakla eleştirmişti: “DEAŞ sonrası haberlerinde, dinci, mezhepçi, cihatçı, fetihçi gibi nefret söylemi içeren kelimeleri kullananan…” Fetihçi ve cihatçı ifadeleri nefret söylemidir, diyen SETA’nın koordinatörü Altun, sosyal medya hesabında paylaştığı kitap fotoğraflarına şu cümleleri iliştirdi: “Yeter Artık! Yerli ve milli bir kültür politikasının vakti gelmedi mi? İstiklal Caddesi’nin göbeğindeki bir kitapçıdan…” Altun hızını alamadı, bir sonraki gün Sabah’taki köşesinde ‘kitlesel rehabilitasyondan’ söz etti. 

•••

24 Haziran’ın üzerinden henüz 2 hafta bile geçmedi. Olan biten ortadadır. Bu sadece; bir diktatörlüğün değil aynı zamanda OrtaDoğu’yu bile gölgede bırakacak yozlukta yeni bir dönem ve yozlaşmanın inşaasıdır.

HDP’nin yapabilecekleri sınırlı… CHP’ninkiler ise ortada!!! Bir yandan kurultay rüzgarı esiyor, diğer yandan koltuk kapmaca sevdası sürüyor. Samimi seçmenin; 24 Haziran’dan sonra farklı bir istikamete savrulan Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye de 9 seçim kaybedip Cumhuriyet döneminin anahtarını teslim etmiş genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibine de güvenmediği görülüyor. Kişilerden çok bir ana muhalefet partisi sorunu var ortada. Havanda su siyaseti.

Türkiye hızlandı! CHP’de değişim rüzgarları esiyor!!! Halen müthiş enerjisi olan kitleleri örgütlemek, sivil itaatsizlik, boykot, fiili olarak halk meclisleri yönetmek, toplumsal olaylarda mücadeleyi yükseltmek yerine… Hala fırsat var ama…

Son belediye düştüğünde,
Son vekil tutuklandığında,
Son kanun çıktığında,
Eski Türkiye’nin dahi dönülemeyecek bir şey olduğunu anlayacaksınız.

Erk Acarer / BİRGÜN

Tevazu!.. - AHMET TAKAN

AKP genişletilmiş il başkanları toplantısında "tevazu"dan bahsetti...
AKP'nin dün yapılan Meclis grup toplantısını dikkatle takip ettim. Konuşmanın satır aralarını... Vücut dilini... Mimikleri... Afrayı... Tafrayı... Keskin bakışları...
Şöyle dedi, böyle dedi... Şurada şunu kastetti... Satır aralarından çıkan mana böyleydi, yeni geçtiğimiz sistem bunları getiriyor diye boş yere sayfa doldurmak yerine bütüne, geleceğe bakacağım.
Yeminden sonra heyecanla (!) beklediğimiz 1 no'lu Cumhurbaşkanlığı kararnamesini 2 gün önceden ilan etti!..


Bundan sonra uyan uyar...
Gerisinin canına okurum...
Tanrı affeder ben affetmem...
Ayağınızı denk atmasını bilin...
Kafamı bozmayın...
Tek ben varım...
Yar saçların lüle lüle Cumhuriyet sana güle güle...
Çankaya Köşkü müze oldu...
Anıtkabir insafıma kaldı...
Ne söylersem o...
"Adam kazandı" ne diyelim!..
İnsafına kaldık...
Böyle mütevazı bir muhalefet varken bundan sonrada kazanmaması için de bir engel yok. O yüzden, tüm muhalefet partilerine en hassas teşekkürlerimi sunmayı bir vatandaş olarak borç bilirim. İyi ki varsınız!.. Tevazu içinde birbirinizle kavga edin. Birbirinizi yerken mütevazı olun. Meclis'teki büyük oda artı 2 sekreter ve kırmızı plakayı kapmak için mütevazı bir şekilde kapışın!..
İktidar da tevazu, siz de mütevazı!..
Vatandaş Niyazi mi?.. Boş verin boş... Tevazu sahibi iktidarın sizlere lütuf ettiği küçük koltuklarınızda aynı mütevazılık içinde keyifle oturun!..
Garip vatandaş olarak yüksek tevazu sahibi iktidardan acizane bir ricam olacak;
Bendeniz de aynı mütevazı muhalefet gibi, tek adam rejimi nereye gidiyor, yeni Bakanlıklarla, kurullarla ve onların başına, içine geçirilecek isimlerle Türkiye'nin başına neler örülecek hiç mi hiç merak etmiyorum!..
Tek merakım;
"Tevazu"nun yeni kriterleri..
Cumhurbaşkanlığı 1 no'lu kararnamesi ile birlikte "tevazu" kararnamesi yayınlarsanız ve çerçeveyi bizlerin uyması adına belirlerseniz çok sevinirim.
Çizmeyi aşmayalım!..
Haddimizi bilelim!..
İkide bir zırt vırt Diyanet'i arayıp fetva  istemeyelim. "Hocam insaf suresi var mı?.. Varsa ne diyor. Nasıl dua etmeliyiz" diye...
Mütevazı bir şekilde yüksek tevazu sahiplerinden bağlılıklarımın kabul edilmesini arz ederim!..
Anladık... İnsafınıza kaldık!..

Başyüce (!) ve yücelerin...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ