‘Sıkı para politikası izliyorum’ diyerek faizi sabitte bırakmak ve ‘enflasyonla mücadele edeceğim’ demek, oldukça çelişkili. Dolar kurunun 4,85-4,87 bandına çıkması da, bu kararın kalıcı hasara yol açtığını gösteriyor.
Bilindiği gibi Merkez Bankası, 24 Temmuz 2018 günü gerçekleştirdiği Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında “faizleri sabit tutma” yönünde karar aldı. Bu kararın ardından da para politikası özelinde ekonominin nasıl yönetileceği, yönetimin nasıl bir program izleyeceği ve hatta böyle bir programın var olup olmadığı yönünde sorular gündeme oturdu.
Çelişkili hareketler
Öncelikle Merkez Bankası’nın faizleri sabit tutmasına ilişkin karar, en başta finans piyasalarını sükûtu hayale uğrattı. Çok da haksız sayılmazlardı. Lakin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, PPK toplantısı öncesi sıklıkla demeçlerinde piyasa ile dost olacaklarını, ‘kavga etmeyeceklerini’ ifade etmişti. Ardından ekonomistlerle toplantı yapılıp “iletişim” mesajları verilerek ‘öngörülebilir, güvenilir’ bir politika yürütüleceği havası yaratıldı. Henüz üzerinden bir gün geçmemesine rağmen, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirtecek bir karar aldı MB.
Şimdi şunu net belirtmekte fayda var: Yüksek faiz elbette iyi bir şey değildir, ekonomide hiçbir sorunun sadece faiz yükselterek kalıcı bir şekilde çözüldüğü görülmemiştir. Tarihte birçok kez de bu durum acı deneyimlerle test edildi. Ayrıca faizlerin yükselmesi, ülkede elde edilen gelir dağılımının ücretli kesim aleyhine bozulmasına ve kredi faizlerinin yükselmesiyle, başta konut piyasalarından olmak üzere birçok sektördeki talebin geri çekilmesine yol açar. Bu bakımdan faizleri yükseltirken, aynı zamanda “bir şeyleri” de bozmuş olursunuz. Fakat MB bu denklem üzerinden, özellikle ekonominin yaslandığı konut pazarını dikkate alarak karar almışsa çok yanlış bir yolda demektir. Böyle bir karar, her şeyden önce mevcut koşulların tespit edilmesinde önemli bir hata olduğunu gösterir.
Yüksek faiz ekonomisi yaratıp faizi kötülemek
Şunu da net belirtelim, yüksek faiz ihtiyacı kendi kendine yahut dışsal olarak oluşmaz, bir ekonomiyi yüksek faiz rayına sokan yapısal etmenler vardır. Ve bugün ekonomi o raya oturtulmuşsa ve bu rayda kalmasında ısrar ediliyorsa, faizi yükseltmekten başka bir çare de kalmamış demektir. Bu durum, bir hastaya sürekli morfin vere vere bağımlı hale getirdikten sonra, “morfin kötüdür, zarar veriyor” diyerek bir anda morfini kesmeye benzer. Hasta bir anda artan acılarıyla baş başa kalır. Haklı olarak da morfinin kötü olduğunu bile bile neden bunca yıldır verdin diye de insana sorar tabii.
Ekonominin faiz ihtiyacı
Bağımlılık meselesine gelirsek, Türkiye’deki bankaların ve şirketlerin önümüzdeki yıl ödemesi gereken borç yaklaşık 182 milyar dolar. Buna cari açığın finansmanını da eklersek, bir yılda ödenmesi gereken dış borç miktarı 232 milyar dolar civarında. Türkiye’nin toplam dış borç stoku ise nisan sonu itibariyle 466 milyar doları aşmış durumda. Bu borçların yüzde 70’i ise özel kesime ait. Dolayısıyla doların TL karşısında güçlenmesinin öncelikle çoğu reel kesime ait olan dış borçların çevrilmesinde sıkıntıya yol açacağı söylenebilir. Bunlar, bugüne kadar sıcak para girişlerine odaklanan politikaların bir sonucu. Ve bu sıkıntının üstesinden gelmesi için MB’nin elinde bırakılan tek silah da maalesef ki faiz gibi duruyor.
Her ne kadar bugün nominal faiz yüzde 18’lere yakın olsa da, şu an yüzde 15’lerde olan enflasyondan arındırdığınızda reel faiz yüzde 3 düzeyinde oluşuyor. Nominal faizde kendi liginde en yüksek faizi veren Türkiye, enflasyondan arındırıldığında reel faizleri sırasıyla yüzde 4,23 ve yüzde 3,31 olan Rusya ve Meksika’nın gerisine düşüyor. Türkiye’de enflasyonun birkaç ay içinde yüzde 20’lere yaklaşacağı tahmin edildiğinde, reel faizi kotarabilmesi için faizde daha en az 300-400 baz puanlık yolunun olduğunu söyleyebiliriz.
Faizleri yükseltmeyip de ne yapacak peki?
Bizim gördüğümüzü elbette MB de görüyor. Tüm kararların ekonomiye nasıl yansıyacağının bir projeksiyonu yapılıyor. Fakat ‘sıkı para politikası izliyorum’ diyerek faizi sabitte bırakmak ve ‘enflasyonla mücadele edeceğim’ demek de oldukça çelişkili bir görünüm sergiliyor. Çünkü bu kararıyla doların artmasına, yani enflasyona yol vermiş oluyor.
Dolar kurunun bir anda fırlaması bir yana, 4,85-4,87 bandına çıkması, bu kararın kalıcı bir hasara yol açtığını gösteriyor. Ayrıca ekonomi yönetiminin sağ gösterip sol vurması da bugünden sonra piyasaları ‘sözle yönlendirme’ imkânının yitirildiğini, güvenilirliğin ve öngörülebilirliğin büyük çapta zedelendiğini ortaya koyuyor. Neoliberal politikalar çizgisinde kalacağını açıklayan yeni ekonomi yönetiminin, oyunun kuralları dışına çıkması, daha dönemin başında dersten sınıfta kaldığını gösteriyor.
Tüm bu kısır döngüden çıkmak, faiz insin mi çıksın mı tartışmasında doğru bir çıkış rotası çizmek gayet mümkün. Bunun için öncelikle kısa vadede tüm politika yapıcı kurumların öngörülebilir ve şeffaf bir yapıya sahip olması şart. Yarını tahmin edilemeyen bir ekonomide tüketim ve yatırım kararlarının bozulacağı bilinmeli. Bununla birlikte sadece ‘piyasa dostu’ kalarak ayakları üzerinde duran bir ekonomiye sahip olunmayacağı da bilinmeli. İşçisiyle, emeklisiyle, genci ve kadınlarıyla barışık bir ekonomi anlayışını hâkim kılmak gerekir. Tüm bunları sağladıktan sonra, morfine değil hastalıkların kendisine yönelik kalkınmacı, toplumsal refahı gözeten bir program, bizleri bu kısır döngüden kurtarabilir.
Aslı Aydın / BİRGÜN