26 Temmuz 2018 Perşembe

‘Her an her şey olabilir’ ekonomisi - ASLI AYDIN



‘Sıkı para politikası izliyorum’ diyerek faizi sabitte bırakmak ve ‘enflasyonla mücadele edeceğim’ demek, oldukça çelişkili. Dolar kurunun 4,85-4,87 bandına çıkması da, bu kararın kalıcı hasara yol açtığını gösteriyor.

Bilindiği gibi Merkez Bankası, 24 Temmuz 2018 günü gerçekleştirdiği Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında “faizleri sabit tutma” yönünde karar aldı. Bu kararın ardından da para politikası özelinde ekonominin nasıl yönetileceği, yönetimin nasıl bir program izleyeceği ve hatta böyle bir programın var olup olmadığı yönünde sorular gündeme oturdu.

Çelişkili hareketler
Öncelikle Merkez Bankası’nın faizleri sabit tutmasına ilişkin karar, en başta finans piyasalarını sükûtu hayale uğrattı. Çok da haksız sayılmazlardı. Lakin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, PPK toplantısı öncesi sıklıkla demeçlerinde piyasa ile dost olacaklarını, ‘kavga etmeyeceklerini’ ifade etmişti. Ardından ekonomistlerle toplantı yapılıp “iletişim” mesajları verilerek ‘öngörülebilir, güvenilir’ bir politika yürütüleceği havası yaratıldı. Henüz üzerinden bir gün geçmemesine rağmen, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirtecek bir karar aldı MB.

Şimdi şunu net belirtmekte fayda var: Yüksek faiz elbette iyi bir şey değildir, ekonomide hiçbir sorunun sadece faiz yükselterek kalıcı bir şekilde çözüldüğü görülmemiştir. Tarihte birçok kez de bu durum acı deneyimlerle test edildi. Ayrıca faizlerin yükselmesi, ülkede elde edilen gelir dağılımının ücretli kesim aleyhine bozulmasına ve kredi faizlerinin yükselmesiyle, başta konut piyasalarından olmak üzere birçok sektördeki talebin geri çekilmesine yol açar. Bu bakımdan faizleri yükseltirken, aynı zamanda “bir şeyleri” de bozmuş olursunuz. Fakat MB bu denklem üzerinden, özellikle ekonominin yaslandığı konut pazarını dikkate alarak karar almışsa çok yanlış bir yolda demektir. Böyle bir karar, her şeyden önce mevcut koşulların tespit edilmesinde önemli bir hata olduğunu gösterir.

Yüksek faiz ekonomisi yaratıp faizi kötülemek
Şunu da net belirtelim, yüksek faiz ihtiyacı kendi kendine yahut dışsal olarak oluşmaz, bir ekonomiyi yüksek faiz rayına sokan yapısal etmenler vardır. Ve bugün ekonomi o raya oturtulmuşsa ve bu rayda kalmasında ısrar ediliyorsa, faizi yükseltmekten başka bir çare de kalmamış demektir. Bu durum, bir hastaya sürekli morfin vere vere bağımlı hale getirdikten sonra, “morfin kötüdür, zarar veriyor” diyerek bir anda morfini kesmeye benzer. Hasta bir anda artan acılarıyla baş başa kalır. Haklı olarak da morfinin kötü olduğunu bile bile neden bunca yıldır verdin diye de insana sorar tabii.

Ekonominin faiz ihtiyacı
Bağımlılık meselesine gelirsek, Türkiye’deki bankaların ve şirketlerin önümüzdeki yıl ödemesi gereken borç yaklaşık 182 milyar dolar. Buna cari açığın finansmanını da eklersek, bir yılda ödenmesi gereken dış borç miktarı 232 milyar dolar civarında. Türkiye’nin toplam dış borç stoku ise nisan sonu itibariyle 466 milyar doları aşmış durumda. Bu borçların yüzde 70’i ise özel kesime ait. Dolayısıyla doların TL karşısında güçlenmesinin öncelikle çoğu reel kesime ait olan dış borçların çevrilmesinde sıkıntıya yol açacağı söylenebilir. Bunlar, bugüne kadar sıcak para girişlerine odaklanan politikaların bir sonucu. Ve bu sıkıntının üstesinden gelmesi için MB’nin elinde bırakılan tek silah da maalesef ki faiz gibi duruyor.

Her ne kadar bugün nominal faiz yüzde 18’lere yakın olsa da, şu an yüzde 15’lerde olan enflasyondan arındırdığınızda reel faiz yüzde 3 düzeyinde oluşuyor. Nominal faizde kendi liginde en yüksek faizi veren Türkiye, enflasyondan arındırıldığında reel faizleri sırasıyla yüzde 4,23 ve yüzde 3,31 olan Rusya ve Meksika’nın gerisine düşüyor. Türkiye’de enflasyonun birkaç ay içinde yüzde 20’lere yaklaşacağı tahmin edildiğinde, reel faizi kotarabilmesi için faizde daha en az 300-400 baz puanlık yolunun olduğunu söyleyebiliriz.



Faizleri yükseltmeyip de ne yapacak peki?
Bizim gördüğümüzü elbette MB de görüyor. Tüm kararların ekonomiye nasıl yansıyacağının bir projeksiyonu yapılıyor. Fakat ‘sıkı para politikası izliyorum’ diyerek faizi sabitte bırakmak ve ‘enflasyonla mücadele edeceğim’ demek de oldukça çelişkili bir görünüm sergiliyor. Çünkü bu kararıyla doların artmasına, yani enflasyona yol vermiş oluyor.

Dolar kurunun bir anda fırlaması bir yana, 4,85-4,87 bandına çıkması, bu kararın kalıcı bir hasara yol açtığını gösteriyor. Ayrıca ekonomi yönetiminin sağ gösterip sol vurması da bugünden sonra piyasaları ‘sözle yönlendirme’ imkânının yitirildiğini, güvenilirliğin ve öngörülebilirliğin büyük çapta zedelendiğini ortaya koyuyor. Neoliberal politikalar çizgisinde kalacağını açıklayan yeni ekonomi yönetiminin, oyunun kuralları dışına çıkması, daha dönemin başında dersten sınıfta kaldığını gösteriyor.

Tüm bu kısır döngüden çıkmak, faiz insin mi çıksın mı tartışmasında doğru bir çıkış rotası çizmek gayet mümkün. Bunun için öncelikle kısa vadede tüm politika yapıcı kurumların öngörülebilir ve şeffaf bir yapıya sahip olması şart. Yarını tahmin edilemeyen bir ekonomide tüketim ve yatırım kararlarının bozulacağı bilinmeli. Bununla birlikte sadece ‘piyasa dostu’ kalarak ayakları üzerinde duran bir ekonomiye sahip olunmayacağı da bilinmeli. İşçisiyle, emeklisiyle, genci ve kadınlarıyla barışık bir ekonomi anlayışını hâkim kılmak gerekir. Tüm bunları sağladıktan sonra, morfine değil hastalıkların kendisine yönelik kalkınmacı, toplumsal refahı gözeten bir program, bizleri bu kısır döngüden kurtarabilir.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Yaratıcı Yalakalık Atölyesi - NAZIM ALPMAN

Ülkelerin eski halleriyle; yenilenmiş, değişmiş, gelişmiş, serilmiş, serpilmiş vaziyetleri arasında kıyaslamalar yapılır.

Doğal olarak “yeni haller” öne çıkar. Çünkü işin ucunda iktidar bulunduğundan, o güce ortak olmak ya da öyle görüntü vermek önemlidir.

Eski bir fıkrada güç karşısında esneklik gösterebilmenin meziyetleri gayet güzel özetlenir:
Orta boylu, orta yapılı, yaşadığı coğrafyaya tam uyumlu orta zekalı adam meyhanenin orta kapısından içeri girip narayı patlatmış:
-Heeeyyyttt, var mı ulan bana yan bakan?
Arkadaki masalardan birinden ayağa kalkan, boylu-postlu, iri yapılı kara yağız genç, ortalama adamın yanına kadar gelip durmuş. Yani evet var demek istiyor. Diğeri başını kaldırıp rakibini tepeden tırnağa süzdükten sonra, beline sarılıp bir daha meydan okumuş:
-Heeeyt, var mı abimle ikimize yan bakan?

                                                            •••

İktidarların çevresinde at sineği samimiyetiyle vızıldayan pek çok aklı evvel olur. Geçmişte böyleydi, gelecekte de böyle olacağından kimsenin kuşkusu bulunmuyor.

Sadece bu klasik çizginin yaratıcılıktan yoksun elemanları zaman tünelinde donup kalmış görüntüsü veriyorlar o kadar… Hani biraz kendilerinden bir şeyler katabilseler ne kadar güzel olur değil mi?

Bu alanın gelmiş geçmiş en ünlüleri, her dönemde aynı şevkle yazıp çizebilmiş olmaları kötü örnek teşkil ediyor. Onları taklit etmek istiyorlar.
Bu çok zor bir seçim yeniler açısından. Bir kere eskilerin bir ilkesi var:
“Her dönemde iktidarın yanında olmak!”

Onlar sadece iktidarda olanları desteklemekle mükelleftirler. İktidarın her yaptığını destekleyerek iktidara akıl vermenin onurunu yaşarlar içten içe… Hatta bir adım da ileri giderek “yönetiyoruz” havası da yayalar.
Bu türün seçkin bireylerine şapka çıkarmak gerekir.

                                                           •••

Bu alanın yenileri ise kendi yollarını çizmelidirler. Büyüklerin arkasından giderek sadece nal toplayabilirler. İktidarların yanında düzenli vızıldayarak uçmak için sadece alkışlamak yetmez.

Yaratıcı öneriler bulunmak da lazım.

Eskiden böyleleri vardı. İktidarlara “yüzde 100’lere yaklaşan enflasyonu bir an önce aşağı çekmek zorundasınız” diye akıllar verirlerdi.

Bizim de içinde bulunduğumuz demokrasi düzeyi çok yüksek ülkelerde iktidarları aktif biçimde destekleyecek olan kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları, gazeteciler, reklamcılar, işadamları, işkadınları, araştırma şirketleri sahipleri ve benzeri gibi pozisyonlara sahip kitle için yaygın bir eğitim sürecine ihtiyaç bulunuyor.

Kısa vadede uygulanmış örnekleri olan bir yöntem söz konusu olabilir. Daha çok sanat kültür dallarında var olan atölyeler örnek alınarak tatil beldelerinde, beş yıldızlı otellerde ya da yurt dışında egzotik ülkelerin gizemli şehirlerinde çalışma grupları toplanabilir.

Organizasyonun adı da hazır başlıkta duruyor:“Yaratıcı Yalakalık Atölyesi!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

AKP’nin topçuları - AYŞE YILDIRIM

HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, AKP’nin siyaset anlayışının ne olduğunu anlatıyordu kürsüden. Ve tam “Ne olduğunuz, bir kez daha yüzünüze karşı söylenmeli: İktidar olmanın yarattığı kibrinizi yalan ve cehaletle yoğuruyorsunuz. Hakikati söyleyenlere yönelik saldırganlığınızı ise acizliğinizle besliyorsunuz...” dediği anda da saldırıya uğradı. 

Acizlikle beslenen saldırganlık… 

Saldıranlar arasında futbol sahasındaymış gibi artistik hareketler yapan bir isim öne çıktı. HDP’li Ahmet Şık ve Barış Atay’a parmak sallayıp, kendince hem gözleriyle tehdit etti hem de sözleriyle: “Gözüm üstünde...” 

Elbette bu zatın yaptıkları şaşırtmadı bizi. Daha mazbatasını aldığı gün Meclis’teki temel görevinin ‘tek adam’ı korumak olduğunu açıkça söyleyen bu zat (pardon adını yazmayı unutmuşum, Alpay Özalan), aslında görevini yerine getiriyordu. 

Nasıl bir karakteri olduğunu spor camiası da, televole kültürü de iyi bilir. Bir dönem birlikte top koşturduğu bir arkadaşının onu anlattığı videoda iki gündür sosyal medyada dönüp duruyor. 

Borç takan, yalan söyleyen, kapıya alacaklı getiren bir isimmiş (ki arkadaşı Feyyaz Uçar anlatıyor). 

Futbolcu eskisi bu zatın kafası sadece meşin topa çalışıyor ki siyaseti de birilerine tekme atma, kafa tutma sanatı sanıyor… 

AKP’nin futbolcular açısından yüzü pek gülmedi aslında. Bir dönem yere göğe koyamadıkları Hakan Şükür mesela… 

Ya da daha iki gün önce Sütlüce’de canlı yayında yıkılışını tüm Türkiye’nin izlediği binanın çökmesine onun yaptırdığı inşaatın neden olduğu söylenen Arda Turan… 
Kaderin cilvesine bakın ki, o bina yıkılırken Erdoğan, AKP grubunda konuşuyordu ve televizyon ekranları iki görüntüyü yan yana veriyordu. 

Bina sahibi, Arda Turan’ın yaptırdığı otel inşaatının böyle bir sonuca yol açacağını daha önceden söylediklerini, uyardıklarını anlatıyordu. 

Arda Turan ise inşaatının ruhsatı olduğunu söyleyerek kendisini savunuyordu. 
Beyoğlu Belediye Başkanı da Arda Turan’ın otelinin ruhsatı olduğunu, çökmeye onun inşaatının neden olup olmadığını bilemediklerini, incelemenin sürdüğünü söylüyordu… 
Eeee ne de olsa Arda Turan da Erdoğan’ın pek sevdiği topçulardan. 

Referandum öncesi Rıdvan Dilmen’le birlikte katıldığı evet kampanyası için çektikleri ‘sen de var mısın’ videosunu anımsayın. 

Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Arda’nın nikâh şahitliğini yaparak bunu bir kez daha belgeledi. 

Başakşehir’de oynayan Turan da tıpkı Meclis’teki partidaşı gibi saldırgan tutumuyla biliniyor. Daha geçen yıl tüm Futbol Federasyonu yöneticilerinin gözleri önünde uçakta bir gazeteciye fiziki ve sözlü saldırıda bulunmuştu.
 
Birkaç ay önce de maçta kırmızı kart görünce hakeme yumruk sallamıştı. 
İşte bu arkadaşın inşaatının o binanın çökmesine neden olduğuna dair bir inceleme sonucunu boşuna beklemeyin… 

Çünkü o da AKP’nin topçularından. 

Tıpkı son günlerin diğer popüler isimlerinden Mesut Özil gibi... 

Özil’in seçimler öncesi İlkay Gündoğan ve Cenk Tosun ile birlikte Erdoğan ile çektirdiği fotoğraf büyük tartışma yaratmıştı. 

Ve Özil, birkaç gün önce bu fotoğraf nedeniyle kendisine ‘ırkçılık ve saygısızlık’ yapıldığı gerekçesiyle Almanya Milli Takımı’nı bıraktığını açıkladı... 

Almanya’yı ikiye bölen bir tartışmayı da ateşledi Özil. Kimi Özel’i destekledi, kimi açıklamasını hem geç kalmış hem de samimi bulmadı... 

O işin başka boyutu.
 
Elbette ırkçılık kime yapılırsa yapılsın sonuna kadar hem de yüksek sesle karşı çıkılması gereken bir durum. 

Ancak AKP anlayışına göre ‘ırkçılık’ sadece kendilerine yakın isimlere yapılırsa ‘ırkçılık’ oluyor. 

Mesela onlara göre sonunda Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakılan Deniz Naki’ye yapılanların hiçbiri ırkçı saldırı değil. 

Çünkü Deniz Naki hem Kürt hem de AKP’li değil…

AYŞE YILDIRIM / CUMHURİYET

Devlet şişmanlıyor ‘Yeni devlet’ darmadağın ve çok başlı - ÇİĞDEM TOKER

Son Cumhurbaşkanlığı kararnameleri “yeni” devlet yapısının ekonomik/mali yönetimde küçülmek ve sadeleşmek şöyle dursun, 24 Haziran öncesine göre daha   “şişman”  olacağını haber veriyor.


Yeni düzende bakanlık sayısının azaltılmış olması, bürokrasinin azalacağı anlamına gelmiyor. Cumhurbaşkanlığı nezdindeki yeni “başkanlık”lar ve teşkilat yapıları ile yeni “kurullar” ve tüm bunların birbirleriyle daha önce var olmayan yeni ilişki biçimleri, karar alma süreçleri bakımından, pek de pratik görünmeyen kaotik bir döneme işaret ediyor. Bu tablo karşısında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır şikâyet ederek söz ettiği “bürokratik oligarşinin” ortadan kalkmak yerine güçleneceğini söylemek kehanet olmaz. 

Cumhurbaşkanlığı’nda yeni kurulan bir başkanlık olan Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na, Maliye Bakanlığı görevini kısa süre önce yeni unvan ve yeni bakanlık adıyla Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’a devreden Naci Ağbal atandı. Bütçeyi Meclis’e Cumhurbaşkanı’nın sunacağı yeni sistemde Ağbal’ın bu göreve atanması sürpriz olmadı.

İki Bakanlıktan bir Başkanlık 
Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, 5 genel müdürlük verilen Strateji ve Bütçe Başkanlığı, aslında iki eski bakanlıktan koparılan birimlerden oluşuyor: Maliye Bakanlığı’ndan koparılan Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü ile Kalkınma Bakanlığı. (Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Genel Müdürlüğü ile Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü hariç) 

Orta Vadeli Planın hazırlanması başta olmak üzere, her türlü planlama ve bütçe yapma yetkisinin verildiği Ağbal’ın “başkan” sıfatı ve konumunun, bir bakandan daha yetkili ve güçlü olacağını söylemek zor değil. 

Ancak ekonomi bürokrasisindeki bu yeni yapı içinde ortaya çıkan “parçalılık”, devlet yönetiminin bütünlüğü açısından sorunlu. Gelirin Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda, bütçe yapma yetkisinin ise başkanlıkta olmasına, Maliye’den koparılan Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmasını ekleyince, yılların “tek çatı” ülküsünden, eskiye göre çok daha dağınık ve parçalı bir mali yönetim çıktığı görülüyor. Böyle bir parçalı yapının, kadrolara pozisyon yaratma dışında hangi mantıkla kurgulanıp tercih edildiğini anlamak kolay görünmüyor. Konuştuğumuz eski ve kıdemli bir Maliyeci şöyle diyor: 
“Devletin tüzel kişiliğini Maliye Bakanlığı temsil eder, her türlü varlıkları (deniz kıyıları, hazine arazileri vb) Maliye Bakanlığı yönetirdi. Şimdi bu görev ilkesiz bir şekilde, Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredilmesiyle bozuldu.” 

Gelinen noktada, Cumhurbaşkanlığı nezdindeki başkanlıkların, güçlendirilmiş bakanlık gibi örgütlendiği bir yönetsel yapıdan söz ediliyor. Devletin bürokratik bakımdan  “şişmanladığı”, harcamaların ise bu yeni duruma bağlı olarak kaçınılmaz biçimde artacağı yapıdan nasıl olup da tasarruf çıkacağını hep birlikte göreceğiz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Halkın çaresizliğine yanıt üretmeliyiz - SEBAHAT KARAKOYUN / röportaj

Selin Sayek Böke: Nereye gitsek, herkeste çaresizlik duygusu yerleşmiş. Halkta var olan değişim talebini, “Çaresiz hissediyorum. Ben yeniden sizinle birlikte olmak istiyorum” çağrısını göz ardı etmek halka karşı sorumsuzluk olur.



24 Haziran seçimlerinin ardından CHP’de başlayan tartışma, olağanüstü kurultay için imza toplanmasıyla büyüdü. CHP kurultaylarında yönetim anlayışı ile ilgili itirazlarını dile getiren “Gelecek İçin Biz” hareketi de olağanüstü kurultay istedi. CHP PM Üyesi ve İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke, olağanüstü kurultay süreci ile ilgili BirGün’ün sorularını yanıtladı. Böke, “Bizim derdimiz koltuklara kimin oturacağı değil. Birisi kalksın, başkası otursun hiç değil” diyor. Böke, Kılıçdaroğlu’nun “birileri koltuk derdinde” açıklamasına da “Meseleyi koltuk mücadelesine indirgeyen genel merkezin ta kendisi” diye tepki gösteriyor.


»“Gelecek İçin Biz” olarak olağanüstü kurultay çağrınızda “24 Haziran uzun zamandır devam eden siyasetsizliğin sonucu” dediniz. Bu noktaya nasıl gelindi?
24 Haziran’da bir rejim değişikliği ile karşı karşıya kaldık. Ama rejimin değişikliği bu seçimle gerçekleşmedi. Birikimli bir inşa süreci yaşandı. İktidar adım adım, çok kararlı bir siyasetle bunu gerçekleştirdi. İşte o inşa sürecinde CHP’nin bugünkü yönetiminin ortaya koyduğu siyaset anlayışı ve siyasi kararlar, süreci hiçbir aşamasında geriletme ve yerine yeni bir şey kurulmasına imkan verecek alternatif yol açamadı. 24 Haziran’a kadar ortaya konulan siyasetsizlik bu sonuca katkıda bulunmuştur. Rejimin değiştiği bir yerde tartışmanız gereken ilk şey “Neyi farklı yapabilirdik ki bu sonuç olmayabilirdi”. Siyasetsizlik konusunu geriye dönük atılmış adımların tek tek hesaplaşması üzerinden tarif etmek yanlış olur. O siyasetsizliğin örneklerini bütün toplum biliyor. Daha önce Adalet Yürüyüşünde, Hayır iradesinde son olarak da 24 Haziran’ın muhteşem miting alanlarında gördük ki toplumda siyasete dahil olma isteği, enerjisi mevcut. Gerçek siyasetin olduğu yerde Adalet Yürüyüşü sürekli konuşulan bir örnek olmazdı, başka örnekler olurdu. Demek ki bunu sürekli kılamamışız. Siyasetsizlikten tarifimiz tam da bu. Somut bir örneğini 24 Haziran’dan sonra yaşanan tren faciasında gördük. İktidarın siyasi anlayışı doğrultusunda kurulmuş bir düzenin sonunda yaşanan bu katliam CHP yönetimi tarafından “siyasi bir mesele değildir” denilerek siyasetsizleştirildi.

»Çağrınızdaki parti yönetimine yönelik “dar kadrocu, tasfiyeci anlayış” vurgusunu açar mısınız?
Yakın dönemde tasfiyeci anlayışı yaşadığımız en belirgin olaylardan biri milletvekili aday listeleri diğeri de tüzük kurultayıydı. “Gelecek İçin Biz” olarak tüzükte yapılmak istenen değişikliğe itirazlarımız oldu. 47 milletvekili daha demokratik bir Türkiye için daha demokratik bir CHP, daha demokratik bir CHP için de daha demokratik bir tüzük talebinde ortaklaştı. 47 milletvekilinin 38’inin yeniden aday yapılmaması ve neden aday gösterilmediklerinin gerçekle hiç örtüşmeyen bir biçimde sunulması tasfiyeciliğin, dar kadroculuğun işaretidir.

Koltuk mücadelesine indirgeyen yönetim

»Olağanüstü kurultay için imza toplanmasına parti yönetiminden gelen tepkilere son olarak “birileri koltuk derdinde” açıklamasıyla Genel Başkan Kılıçdaroğlu da katıldı...

Bunlar Türkiye siyasetsizliğini parti içi siyasetsizliğe dönüştürme gayreti… Rejimin değiştiği bir yerde “neyi farklı yapmalıyız”ı konuşmak yerine meseleyi imza sayısına sıkıştıran, toplumdaki umutsuzluk karşısında umudu yeniden nasıl bir yeşerteceğimizi konuşmak yerine konuyu koltuk mücadeleye indirgeyen genel merkezin ta kendisi. Gelecek İçin Biz’in kurultay çağrısı çok açık ve net. Derdimiz koltuklara kimin oturacağı değil. Birisi kalksın, başkası otursun hiç değil.

Tek bir derdimiz var… Türkiye’de bir şey oldu. Ve bu duruma dair “Bizim katkımız ne oldu” diye özgüvenli bir değerlendirmeden geçmeden yenilenmeyi mümkün görmüyoruz. Bunu yapabilmenin tek yolu parti içerisinde değerlendirme yapmak. Seçimin üzerinden bir ay geçmiş. Bu sürede eğer bir partinin yönetimi, seçime dair bir değerlendirmeyi, bırakın akademik çalışmayı, siyasi raporunu hazırlayıp kurullarla tartışamıyorsa sadece bir siyasetsizlik değil, bir yönetim beceriksizliği de ortaya çıkıyor. Bu yönetim anlayışını değiştirmemiz gerekiyor. Kimden neyi saklıyoruz? Gerçeği bütün Türkiye yaşıyor zaten. Bu rejim değişti, biz bu seçimi hep beraber kaybettik. Başka kaybedenlerle ilgili değerlendirmeyi yapacak merci biz değiliz. Ama her şeyden önce kendimize dair bir değerlendirmeyi yapmak durumundayız. Bunun önündeki engeli imza sayısına, partideki tartışmayı liderliğe sıkıştıranlar, koltuk sevdalılığı üzerinden tarif edenler bu ülkeye büyük bir haksızlık yapıyorlar.

»Parti Meclisi toplandı, seçim sonuçları değerlendirilmedi mi o toplantıda?
Parti Meclisi olup bitene dair bir değerlendirme yapmak için değil disiplin süreci için toplandı. Rejim değişikliğinin ülkeye dayattığı harabeye karşın bir toplantı yapılmadı. O zaman dönüp şu soruyu sormak benim için maalesef halka karşı duyduğum bir sorumluluğun sonucu haline geliyor, “Niye tartışılmıyor? Kim engel oluyor?” Bunu kimsenin yapmaya hakkı yok. Bizim derdimiz ülke. Bu ülke sevdası için, “Koltuk sevdalıları” deyip yok saymaya çalışan anlayışa da itirazımız var.

»Varsayalım yeterli imzaya ulaşılmadı ve kurultay da toplanamadı bugün yaşanan tartışma bitecek mi?
İmza sayısını ikincil gördüm hep. Toplumda var olan umutsuzluğu görmezden gelmemiz mümkün değil. Ve bu olumsuzluğun çoğunu 24 Haziran gecesinde olanlar oluşturuyor. O gece umutsuzluğu ortaya çıkartan şeyleri değerlendirmeden yol almamız mümkün değil. Onun için de delegeden imza beklemeden yapılacak bir değişime ihtiyaç olduğunu görüyorum ben. Nereye gitsek, herkeste benzer bir çaresizlik duygusu yerleşmiş. Dolayısıyla imza ister 200 isterse bin olsun… Partinin kendi içerisinde bu meseleyi tartışması gerekiyor zaten. Halkta var olan değişim talebini, “Çaresiz hissediyorum. Ben yeniden sizinle birlikte olmak istiyorum” çağrısını göz ardı etmek halka karşı sorumsuzluk olur.

Yerel seçim bahanesi kaçak güreş

»Parti yönetimi olağanüstü kurultaya itiraz ederken yaklaşan yerel seçimleri gerekçe gösteriyor...
Yerel seçimler bahane edilemez. Belki tam da değişime ihtiyaç doğuran nedenlerden biri de çok yakında seçim olması. Mevcut siyaset anlayışı sürerse sonuç değişmeyecek bir kez daha sandıktan yenik çıkacağız. Üstelik sonuçları daha kötü olacak. Çünkü toplumda bu öğrenilmiş çaresizlik, derin bir umutsuzluğa yol açmış durumda. Değişime her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Meseleyi yerelde koltuk kavgasına indirgeyenlere karşı da direnmesi gereken bizleriz. Kimsenin derdi yereldeki koltuk olamaz zaten. Bu yüzden ısrarla diyoruz ki ön seçim yapalım, bu kez üyelerimizi dinleyelim. Genel merkezin yetkileri içerisine sınırlanmış bir koltuk dağılımı yapmayalım. Yerel seçimleri bahane eden anlayış kaçak güreşiyor. Eğer bahanemiz yerel seçimlerse değişime her zamankinden daha acil ve daha çok ihtiyacımız var.

»Siz, sosyal medyadan paylaşım yaptınız “aday değilim “diye. Olası bir kurultayda Muharrem İnce’nin adaylığına destek verecek misiniz? 
Kendi genel başkanlığımız da dahil kimsenin genel başkanlık hedefine destek vermek gibi bir meselemiz yok. Partide değişimden yana tüm aktörlerle ortaklaşmak için mutabakat arıyoruz. Sayın İnce çok başarılı bir kampanya götürmüş, toplumda heyecan yaratmış Cumhurbaşkanı adayıdır ve değişimin öncü paydaşlarından olması çok istenecek bir şeydir. Parti içi bir ortaklaşma ile bir koalisyonla, CHP’ye toplumun beklediği çizgiye getirebilir, yeni bir umudu ortaya çıkarabiliriz. Bugün faşizme karşı omuz omuza mücadele vermesi gerekenler parti içerisinde imza ve politik kavgaya indirgediğinden birbirine düşman gibi gösteriliyor. Oysa ortaklaşmamız gerek.

»Sistemi tümüyle değiştiren kararnameler yayınlandı bu süreçte. Buna karşı nasıl bir muhalefet stratejisi izlenmeli?
Rejim değişikliğinin hızla devleti yeniden yapılandırdığına ve hukuki zemini değiştirdiğine şahit oluyoruz. Zaten etkisi çok zayıflamış bir meclis vardı. Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilen bir Türkiye’deyiz. Hal böyleyken ve Meclis içerisinde “sert ve etkin” diye tarif edilen bir mücadele yürütülmesine rağmen bu zemin kaybedilmişken, bugün tekrar Meclis içi mücadeleye dayanacağımızı söylemek baştan kaybetmek anlamına gelir. Meclisi yeniden etkinleştirmek için Meclis dışı mücadeleye ihtiyacımız var. Halkla buluşan, halkı siyasi mücadelenin içerisine alan bir anlayışa ihtiyacımız var. Meclis kürsüsü tabii ki kıymetli. Oradaki varlığımızı sürdürmek, mücadeleyi kazandığımızda döneceğimiz bir Meclis’in olması açısından elzemdir. Dolayısıyla Meclis’te olalım. Ama mücadeleyi meclis içerisinde etkin kılacağımızı zannetmek esasında gerçekleri okumadığımız anlamına gelir. Meclis dışına taşan bir siyasi mücadeleye ihtiyacımız var. Halkla buluşacak her türlü zemini yaratmakla yükümlüyüz. Bu, içine kimi yerde üç kişiyi katan bir eylemlilik olur, forumlar olur, mahalle meclisleri olur. Önemli olan meclisin dört duvarına sıkışmış tartışmayı dışına taşıyacak olan bir iş yapmaktır. Bunu yapabilmek için örgütlenmeye ihtiyacınız var. Sadece yeni bir siyaset değil, yeni bir örgütlenme biçimine ihtiyaç var. Kararnamelerle DDK’ya resmen sivil toplum kuruluşlarını, sendikaları yok etmek üzere görev veriliyor. Bu yetki verilmişken aynı siyaseti devam ettirirsek engel olma ihtimalimiz sıfır. Yeni bir şey yapmamız gerekiyor. Uzun lafın kısası, bugün olağanüstülüğün daha da olağanüstü olduğu gerçeğinden devam etmeliyiz. OHAL’in kalkmış olması kutlanacak bir şey değil, çünkü OHAL kalkmadı. Bilakis hukuken kalıcı hale getirildi.

»Çok sıkıntılı bir döneme işaret ediyorsunuz... 
Bize düşen, bunun aşılabileceği gerçeğini topluma anlatmak. Yeni bir siyasetle bunun aşılacağını toplum gösterdi. 24 Haziran’da tüm baskılara rağmen büyük coşku vardı alanlarda. Bunu alanlardan yeni siyasete taşımamız gerekiyor. Bunu değiştirecek olan da biziz. Şimdi Türkiye için CHP’de bir değişim zamanı.
***
Sağcılaşan siyaset resmileştirildi.

»CHP’de bir ideolojik çizgi tartışması var. Siz de çağrınızda “sağdan oy alma kaygısıyla siyasetsizlik içine düşüldüğünü” vurguluyorsunuz ...
Kimlik siyasetini aşacak siyasetin sınıf siyaseti olduğu çok açık. Emekçileri yaşadıklarının bugünkü siyasi düzenin sonucu olduğuna ikna etmeliyiz. Onları bu mücadele etrafında bir araya getirmeliyiz. Bunu yapabilmenin tek yolu da sınıf siyasetinin dayandığı sosyal demokrat değerlerin kendi değerlerimiz olduğunu kabulden geçiyor. Türkiye bir ekonomik krizde ve iktidar faturayı emek sınıfına, halka yükleyecek. O yüzden şimdiden, halkı bu mücadele üzerinden örgütleyecek yeni bir siyasete ihtiyacımız var. Bu çok açık sosyal demokrat ve sol siyasetten geçiyor. 24 Haziran’dan sonra partimizin sözcüsü çıktı ve dedi ki “Biz bir ders aldık 24 Haziran’dan. Biz karşı mahalleye konuşacağız ve onların diliyle konuşacağız”... Toplumu mahalleler üzerinden tarif eden, “Onların diliyle konuşacağım” diyen anlayış Türkiye’de sağcılaşan siyaseti resmileştiren bir anlayışa dönüşüyor. İtirazımız buna. Ve bu itiraz bir sene öncekinden daha elzem.

SEBAHAT KARAKOYUN / röportaj / BİRGÜN

24 Temmuz 2018 Salı

Ölçü - ORHAN GÖKDEMİR

Felsefe tarihi bir açıdan ölçü arayışından ibarettir. Tarih de öyle, ölçü arayışıdır. 

Cumhuriyet, idareye bir ölçü getirme ihtiyacından doğmuştur. Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ölçüsüzlüğe bir tepkiden ibarettir. Getirisi açık; kural olacak ve kuralın kural olması için ona önce kuralı koyanlar uyacak. 

Toplumsal bir canlıdır çünkü insan. Birlikte yaşar, birlikte çalışır, birlikte üretir, bölüşür. Dolayısıyla bir ölçüye ve oradan hareketle bir kurala ihtiyaç duyar. Ölçü bizi insan yapar, kural ise toplumsal yaşamı yeniden üretmemizi garanti altına alır. Ölçü kaçırıldı ve kural bozuldu mu yıkım kaçınılmazdır.
Yıkımın anlamı ne? 
Mutlak ilkellik... Mesela, savaşlar yıkarak ilerler, toplumu ilkel çağlara geri götürür. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralsızlığı üzerine kurulduğunu iddia eden piyasa mekanizması bile o nedenle toplumu başıboş bırakmaz, ihtiyaç hâsıl olduğunda devleti devreye sokar, hukuku yardıma çağırır. Şöyle bir ölçüyle ilerleyelim. Uygarlıkta ilerlemiş toplumlar sırtlarını kalıcı yasalara, kalıcı müesseselere, zamana meydan okuyan anıtlara dayar. Bilir ki yasa ve müessese toplumun ayakta kalması için elzemdir. İlkel toplumlarsa sadece kişilerden oluşur. Nihayetinde onları kuran kişilerin sürekliliğine inanç yıkılınca etkileri azalır, toplum dağılır.

Demek ki uygar bir toplumda idare kişilere bırakılamaz. Bu, toplumun kaderini kişilerin eline bırakmak anlamına geleceğinden yıkımla eş anlamlıdır. 

19. yüzyıldan bu yana, 200 yıldır, idareyi tek adamdan alıp, kalıcı müesseselere, kalıcı yasalara dayamaya çalışıyoruz. Abdülhamit’i bunun için devirdik, hürriyeti bunun için ilan ettik, cumhuriyeti bunun için kurduk. Yüksek mahkemeleri, siyasal partileri, kuvvetler ayrılığını, meclisi, anayasaları, ceza yasalarını, üniversiteleri, hatta baroyu, tabipler birliğini bunun için oluşturduk. Yasa yaptık, kural koyduk. Öğretmen, avukat, hekim, işçi, imam olmayı kurala bağladık, yasa ile yapılan bir işe dönüştürdük. Bu uygar bir topluma az çok yaklaştığımız anlamına geliyordu. Sonra imamlar örgütlenip geldiler, iktidarı ele geçirdiler, önce yasaları, sonra müesseseleri yerle bir ettiler. Artık ölçüsüz bir toplumuz. Kaderimiz tek adamın iki dudağının arasında. Mutlak ilkelliktir.

                                                                   ***

Peki neden? Ne oldu da vazgeçtik uygar bir toplum olma hedefinden? 
İki sebebi var. Birincisi cumhuriyeti, yani kurallı toplumu kuranların piyasaya teslim olmalarıdır. Bir tür savaştır piyasa toplumu. Mutlak sömürüyle dayanır, toplumu toplum olmaktan çıkarır, böler, parçalar. Parçalandık.

İkincisi müesseselerimizin piyasanın işleyişinde ayak bağı olmalarıdır. Daha hızlı işleyen bir devlet istediler. Anayasa mahkemesi, senato, demokrasi, sendika, dernek, örgütlü üniversite, düzenin kontrolü dışına kaçan siyasal parti, devletin işleyişini yavaşlatacak ne varsa ayak bağıydı. Kaldırıp attılar. Hızlı devlet hedefi, topluma savaş ilanıdır, yıkım ağır olmuştur. Uzun iç savaşta bütün kurumlar yıkıldı. Sonuç ortada. Sarayın başdanışmanı “artık tek kişilik hükümet sistemi var” dedi. Faşizmin tarifine müthiş bir katkı yaptı.

Demek ki toplum yıkıldı ve ölçüsüz kaldık. Artık koca ülke tek kişiden ibarettir, devlet sonsuz hızlanmıştır ve bu ikisi mutlak ilkelliğin habercisidir. 

                                                                ***

Nedir bu ilkelliğin göstergesi? Nepotizmden başlayabiliriz mesela. Akraba veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık anlamına geliyor. Kiliseye borçluyuz terimi. Katolik papalar kardinallik gibi önemli mevkilere yeğenlerini getirmelerinden türemiş. “Nepos”, Latincede “yeğen” anlamına geliyor. Liyakatin reddidir. Piyasa toplumu “girişimci”den yola çıkıp sonunda “nepos”a gelip kilitlenmiştir. Nepos, piyasa toplumunun sonudur.

Nepos’u bir “üçüncü dünya” geleneği sanan yanılır. Sarkozy’nin oğlu, “asrın liderimiz”in ve Trump’un damadının gösterdiği gibi genel bir haldir bu. Piyasa, uygarlığı bir vuruşta tepeledi ve kendimizi yeniden barbarlığın eşiğinde bulduk. Yeniden, “ya sosyalizm ya barbarlık” noktasındayız. 

Bakın, turizm şirketi sahibini turizm bakanlığına, hastane zinciri sahibini sağlık bakanlığına atadılar. Adalet, Gençlik ve Spor, Kültür ve Turizm, Sağlık, Ulaştırma ve Altyapı, Çevre ve Şehircilik ve Enerji Bakanlığı'nda bakan yardımcıları atandı geçen hafta. Atanan bakan yardımcılarının tamamı AKP'li isimlerin akrabalarıydı. Nereden bakarsanız bakın, bir kabine değil kabile söz konusudur. Mutlak ilkelliğin göstergesidir. 

                                                                  ***

Önceki gün şahane bir söyleşi yayınlandı soL portalda. Emekli bürokrat, iktisatçı Mahmut Kartal “yeni rejim”i anlatıyordu kendi üslubunca. “Devletin her tarafı kanıyor” başlığını uygun görmüştü editör arkadaşlar ki siz “devlet yıkılmıştır” diye anlayabilirsiniz, bir sakıncası yoktur. Yıkım ilkelleştiğimizin habercisidir. Devlet yıkıldığından değil, yerine bir kabile geldiğinden böyle bu. 

Özetleyeyim: 
Dikkati çeken bir nokta, İslamcı tabanın ahlaki hiçbir kaygı ve prensip üzerinden hareket etmemesidir… AKP ve MHP’nin oyu kesinlikle şişirmedir. AKP Orta Anadolu ve Karadeniz’de bile ciddi oy kaybına uğramıştır. MHP’nin Doğu’da ve Güneydoğu’da oylarını artırmış olması imkânsızdır. Ama cebren ve hile ile “seçim” böyle sonuçlanmıştır. Türkiye burjuvazisi neredeyse bütün siyasi akımların Meclis’e yerleşmesini uygun bulmuş ama iktidarın tamamen cumhurbaşkanlığında olmasını tercih etmiştir. Böylece herkese “Meclis’te istediğiniz kadar gürültü çıkarın, iktidar Türk-İslam sentezinin elinde kalacak” demiştir. 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) angajman Türkiye rejimini değiştirmiştir. BOP konusundaki başarısızlığı da Türkiye’yi açıkta bırakmıştır. BOP genişlemeci bir politikaydı, bu yolda Cumhuriyeti yıktılar ama Suriye’yi, Mısır’ı İslamlaştırma konusunda başarısız oldular. Şu halde eski Türkiye yıkılmıştır ancak eskiyi yıkma gerekçesi ortada kalmıştır. İktidar, uluslararası sermayeden mevcut devlet yapılanmasını yerleştirmek ve pekiştirmek için zaman istemiştir, seçimle bunu elde etmiştir. Uluslararası sermaye "Bizim Türkiye’deki şirketlerden alabileceğimizi yine Tayyip Erdoğan alır" diye düşünmüştür. Erdoğan’ın halk üzerindeki kontrolüne güvenmektedir. 

Yeni devlet yapılanması 150 senelik parlamenter geleneği bitirmiştir. Bunu birkaç meczubun işi sayamayız. Son derece stratejik bir dönüşüm yaşanıyor. Türkiye rejiminin daha da büyük krizlere gireceği tahmin ediliyor. Bu yapılanma krize karşı bir cevaptır. Hızlı, esnek ve merkezi bir yapı kurmuşlardır. Sadece bütün yürütmeyi değil aynı zamanda yargıyı ve yasamayı da cumhurbaşkanına bağlamışlardır. Bu yapılanmada kadrolar esnektir, kurumlar esnektir, kurallar esnektir. Kurallar, kurumlar ve kadrolar aynı zamanda merkezileştirilmiştir… Dağılmış bir devleti aşırı merkezileştirmeyle toplamaya çalışıyorlar. Yeni devlet yapılanması siyasi rejimi değiştirecektir, çünkü siyasi rejimin temeli devlettir. Buna bir tür post-modern faşizm diyebiliriz. Parlamento var, iyi-kötü basın var... Türk-İslam sentezi ise esasen bir faşist ideolojidir. Yalnızca anti-komünist değil, anti-demokratik ve anti-liberaldir. 

Bakanlar kuruluna yapılan atamalar, bir CEO hükümeti, bir patron hükümeti kurulduğunu gösteriyor. Devletin sermaye karşısındaki göreli özerkliği tamamen ortadan kalkıyor. Sermayenin aracısı ya da temsilcisi yoktur artık, sermaye ile devlet entegre olmuştur… 
Nedir bütün bunlar? Ölçüyü yitirdik ve artık mutlak bir ilkelliğin içerisindeyiz.

                                                                 ***

Cumhuriyet piyasayı kutsadı. Sonra imamlar örgütlenip geldiler, iktidarı ele geçirdiler, önce yasaları, sonra müesseseleri yerle bir ettiler. Bin yüz odalı sarayı, tek kişilik hükümeti, yeni rejimi, tarikatı, eğitimi, ahlakı, diyaneti, imamı, her şeyi ama her şeyi ölçüsüzlükten ibarettir. Artık ölçüsüz bir toplumuz. Kaderimiz tek adamın iki dudağının arasında. Mutlak ilkelliktir.

İnsanlığın sığınabileceği tek ölçü kalmıştır öyleyse. Sosyalizme mecburuz.
Sisifos hikâyesinin sonuna geliyoruz demek ki. Zirveye o kadar yakınız ki artık kayayı yuvarlamalarına izin veremeyiz. 

Dayanın!

Orhan Gökdemir / SOL

Akşener'in yeni planı: İyi Parti'de neler oluyor? - Ali Ufuk Arikan

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener'in dünkü 'sürpriz' istifa çıkışı, partiyi tam olarak istediği 'merkez' konuma oturtmak adına önemli bir manevra izlenimi uyandırıyor. Afyon'daki kamp öncesi 'partinin çizgisini netleştireceğiz' açıklamaları ve istifa kararı sonrası oluşan atmosfer birlikte düşünülünce, Akşener'in elini güçlendiren bir çıkış yaptığı anlaşılıyor.

İyi Parti'yi MHP kopuşunun ardından kuran ve partinin kuruluşunun ardından girdiği ilk seçimde yüzde 10 oya ulaşan Meral Akşener, ittifak basıncı sonrası beklentilerin altında kalsa da, yeni bir "proje" olarak kendileri açısından önemli bir başarı elde etmiş oldu.
Ancak bu başarı Akşener'i geçmiş bağlarla hedef alan isimleri susturmaya yetecek boyutta değildi.

42 vekille Meclis'te yerini alan partisinden seçim sonrası gelen eleştirilere kulak asmayan Akşener'e tepkiler Demirtaş'ın serbest bırakılması yönündeki açıklamaları, CHP ile kurduğu ittifak ve Muharrem İnce'ye karşı söylem geliştirmemesi olarak sıralandı.
Bu tartışmalara bir de MHP kökenli bazı isimleri vekil listelerinde dışarıda bıraktığı iddiaları eklenince, Akşener, Afyon'da bir parti kampı düzenleme kararı aldı.
MHP kopuşunun ardından "daha fazlasının mümkün olduğunu gösteren" bir hava yakalayan ve "küçük" MHP değil "büyük" AKP'yi hedef alan daha geniş bir "merkez" hamle yapmaya çalışan Akşener, parti içinden MHP kodlu eleştirileri tasfiye etmek için düzenlediği kampta istifa kararı alarak şaşırttı.

KARAR NE ANLAMA GELİYOR?
İlk bakışta şaşkınlığa neden olan bu hamlenin aslında partiyi eski yüklerinden arındırma anlamına gelen bir hamle olduğu ise kararın alındığı akşam büyük oranda ortaya çıkmış oldu.

Seçimden hemen sonra partisinin Başkanlık Divanı toplantısında konuşan Akşener, “Biz MHP’nin yerine değil, AK Parti’nin yerine gelmeyi hedefliyoruz. Yedek olmayı kim ister” sözleriyle hedefini açıklıkla ortaya koymuştu.
Bu iddiasını yerine getirmek için MHP döneminin "ayak bağlarından" kurtulması gereken Akşener, Afyon kampından önce aldığı ileri sürülen kararını açıklayarak istifa ettiğini duyurdu.

Daha kuruluş aşamasında tek başına Akşener damgası taşıyan ve bir "lider" partisi olarak ortaya çıkan İyi Parti'nin silinmesi anlamına gelen bu karar "sürpriz" olarak değerlendirilse de aslında ortada olan şey, İyi Parti Sözcüsü Aytun Çıray'ın Afyon'daki kamptan önce verdiği mesajların hayata geçirilmesinden ibaret.

Kamptan önce "İyi Parti kendi içinde tartışma ortamı yaratmamasına rağmen, kamuoyunda partinin çizgisine ilişkin olarak bir takım tartışmalar yapılıyor. Partinin merkez sağ da mı, yoksa daha sağda bir parti olup olmadığı tartışmaları yapılıyor. Bu tartışmaya son verilecek. Partinin çizgisini kendi aramızda gerçekleştireceğimiz fikir alış verişleriyle netleştireceğiz. Böylelikle tartışmalara son vereceğiz" diyen Çıray, İyi Parti'nin ayak bağlarından kurtulacağını üstü kapalı olarak ilan ediyordu.

Akşener'in istifa kararının hemen ardından Akşener'in evinin önünde toplanılması, Afyon'daki salonda "hayır, kabul etmiyoruz" sloganları atılması ve dökülen gözyaşları partinin Akşener yörüngesinde olduğunun net bir ifadesi olmuş oldu.

Yine partinin önemli isimlerinden Koray Aydın ve Ümit Özdağ gibi isimlerin açık desteği ve liderimiz Akşener çıkışları, Akşener'in önümüzdeki dönemde daha rahat bir yol haritası çıkarmasına ve partiyi "sağlam" bir şekilde "merkez" yörüngesine sokmasına da olanak sağlayacak.

Artık Akşener, parti içinde attığı adımlara eskinin bağlarıyla ayak direyecek isimlerden kolaylıkla kurtulma olanağını elde etmişe benziyor.

Kurultaya tek aday olarak "kendi isteği" dışında girecek olan Akşener, yeni parti yönetimini de istediği gibi belirleyebilecek.

MHP HABERDARDI AMA...
MHP'nin İyi Parti içindeki bu çekişmelerden haberdar olduğu dün Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın'ın açıklamalarıyla ortaya çıkmış, Yalçın, İyi Parti'den dönüşlere hazır olduklarını söylemişti.

Akşener'in yaptığı bu hamle ve sonrasında parti içinde izleyeceği olası tasfiye adımlarıyla MHP'ye kimi dönüşlerin olması sürpriz olmayacakken, bunların İyi Parti'ye güç kaybettirmeyeceği de şimdiden görülüyor.

Akşener, artık geçmiş yüklerinden kurtulmuş bir partiye liderlik edecek.
Bu hamlenin 24 Haziran seçimlerinde kısmi olarak çekilen desteğin yeniden Akşener'e akmasına olanak sağlayıp sağlamayacağı ayr bir merak konusu.

Ali Ufuk Arikan / SOL

Tarikatlar ve laiklik - TURAN ESER

Adnan hocacılar tarikatı ya da Gülen Cemaati (FETÖ) ile birlikte din, devlet, toplum ve birey ilişkilerini laiklik zemininde yeniden tartışmak zorunlu kılınıyor. Çünkü laiklik dışı her yaklaşım, din istismarı üzerinden devleti ve toplumu ele geçirmesini önleyecek tartışmalara çözüm öneremez. Bugün haklarında davalar süren bu iki olay, buzdağının görünen kısmıdır. Çünkü, Türkiye’de kendini “İslam tarikatı” ve “İslam cemaati” olarak tanımlayan tüm yapılar, doğal bir ayrıcalık sahibi oluyor. Din ve dinselleştirme sorgulanmayan bir dogma ve tabu alanı olduğu sürece, dinbazların suç işleme alanı daha da genişliyor. Örneğin, Arapça kökenli olan “tarik” sözcüğü “yol” anlamına, “yarikat” ise “yollar” anlamına gelir. Yani Hak yoluna girmek. İyi insan olma yoludur. Hakka ulaşmanın bir manevi bir yolu olması gerekirken, Türkiye’de Şeyhlerin kendilerine kalabalık bir çevre/mürit oluşturma, sermaye biriktirme, holdingleşme ve siyaset kurumları ile pazarlık ilişkileri kurma ‘yolu’na dönüşüyor.

Tarikatların büyük kesimi, manevi Hak yolu yerine, dinbazlık ve düzenbazlık üzerinden kendilerine dünyevi yol açarak, kamu kurumlarına sızma hareketine dönüşmüştür. Siyaset kurumları da bu tarikatlarla, tarikatlarda siyaset kurumlarıyla sandık/oy pazarlıkları üzerinden ilişkilerine sürdürdüler. Her dönemin ve iktidarın işbirliği yaptığı tarikatların varlığı sır değildir. Yani holding ve siyaset tarikatlarında ne ararsanız mevcuttur. Şeyhler müritlerine “bir lokma bir hırka” edebiyatı ve kendisine kayıtsız ve şartsız itaat beklerken, Adnan Oktar’ın hesabında 1 milyara yakın meblağ, Gülen Cemaati’nin (FETÖ) ise milyarlarca doları çıkar. Kendilerini de yeryüzünün tanrısı yerine koyarlar. Bu türden kerametleri kendinden menkul yeryüzü düzenbazlar cennet olan bu ülkede, köklü bir yüzleşmeden kaçınılır.

Dini siyasal bir ideoloji kabul edenler ile dini holdingleşmek ve iktidar aracı olarak görenler, demokrasiye ve laikliğe karşı mücadelede birleşirler. Onların tek dertleri bellidir; Cemaatleşmek, toplumsallaşmak, holdingleşmek, siyasallaşmak, okullaşmak ve devletleşmek! Türkiye’de buna denk düşen iki eğilim var: Siyasal İslamcılık ve holdingleşen tarikatlar. Bu iki eğilim dönem dönem içi içe, çıkarlar ve iktidar gücüne sahip olmak için birlikte hareket ederken, bazen de kavgalı hale gelirler. Siyasal ve holding İslamcılığının hedefi topluma ve devlete sahip olmaktır. Dün Halifenin/Sultanın dini kamusal alanda hakimiyetini egemen kılmak isterken, bugün devletin ve siyasal İslamcı cemaatlerin/tarikatların dini kamusal alanda hakimiyet kurmak istemektedir. Siyasal İslamcılık için tarikatlar ve cemaatler önemli bir mevzidir. Sivil ve kamu hayatındaki bu hakimiyetin sorgulanmasını istemezler. Sorgulayanı ise en yalın ifade ile itibarsızlaştırmak için “din düşmanı” olarak tanımlarlar. Oysa din, vicdan ve inanç özgürlüğünün baş düşmanı bu kesimlerdir. Azınlık inanç gruplarının ve inanmayan kesimlerin kamusal alanda kendilerini ifade etmesini engelleyerek eşitliğe, demokrasiye, özgürlüklere ve laikliğe karşı odak oluştururlar. Örneğin devlet tekelindeki Sünnilik kamusal hayattaki hakimiyeti için Alevilerin taleplerine laiklik ve haklar ekseninde yaklaşmazlar ve asimilasyona maruz bırakırlar.

Devletin kilit noktalarını ve kamu hizmetlerini ele geçirmek için hem iktidar olanaklarını kullanarak yukarıdan aşağı, hem de siyasalaşan ve holdingleşen cemaatlar/tarikatlar aracılığıyla aşağından yukarıya hareket ederler. Son yıllarda dinci gericilik özellikle neo liberalizm tarafından da desteklenmektedir. Dolaysıyla laiklik, sadece Türkiye’de değil, küresel ölçekte gericiliğin ve sermayenin meydan okuması ve kuşatmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Laiklik, sermayenin ve gericiliğin acımasız ve kirli sömürü sistemine karşı toplumu hak temelli uyanışı sağlar. Dolayısıyla dincilik ve sermaye hak arama bilincine sahip işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin ve çocukların varlığından rahatsızdır.

Bu nedenle laik ve bilimsel eğitimi, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlamak için, dini sermayenin ve siyasetin alanına dahil ederek, toplumsal gericiliği örgütlenmeyi, çıkarları açısından tercih eder. Bunun içinde küresel kapitalizm, tarikatlara “Hak yolunu” değil, laiklik karşıtı, siyasetli ve holdingli dincilik yolunu öğretir. Her siyasal ve holding dini yapılarının arkasında küresel sermayenin olması bu açıdan manidar değil, küresel oyunun parçasıdır.

Siyasal İslam’ın ve holdingleşen dini tarikatların toplumu ve devleti ele geçirme yollarına karşı, demokratik cumhuriyetin laiklik yolunda inşasını savunmakla mümkündür. Eğer toplumsal düzeni demokrasi, laiklik, bilimsellik, evrensel hukuk esasları ve değerleri üzerine kurmak için bir yol inşa edemez isek, Adnan hocacıların, FETÖ’cülerin ya da bugün kamu kurumlarına ve bakanlıklara nüfus ettiği iddia edilen diğer tarikat ve cemaatlerin yolunu engellenemez.

Şeyhlerin ve tarikatların birey, devlet, toplum ve siyaset üzerindeki istismarı ancak laiklik ve demokratik bir cumhuriyet programı ile engellenebilir.

Turan Eser / BİRGÜN

Kanal İstanbul Projesi de yurttaşlara yük olacak! - EKİN AKYAZ

Hazine’ye yüklü faturalar çıkaran projelerden biri de Kanal İstanbul Projesi. Kendisine özel düzenlemeye gidilen projenin iddia edildiği gibi gemi geçişiyle garantiyi sağlayamayacağı düşünülüyor.

AKP hükümeti; hazineye devasa yükler getirmesine rağmen Yap-İşlet-Devlet modelinden vazgeçmiyor. Mega projelerin sonuncusu özel bir yasa ile düzenlenen Kanal İstanbul oldu. Yaklaşık 15 milyar dolara mal olması beklenen projenin ihalesini alacak firmaya Garanti kapsamında belirlenen yıllık ücretin 3 milyar doları aşması bekleniyor. Mega projelerin sadece 2018 bütçesindeki tahmini tutarı 6,2 milyar TL’yi aştığı düşünüldüğünde Kanal İstanbul hazinede yeni bir karadelik olacak. 2017 yılındaki toplam bütçe açığının yüzde 10’unu Yap-İşlet-Devlet projesiyle işleyen garanti yatırımları oluşturuyor.

Kanal İstanbul projesinin artan boğaz trafiğini azaltacağı iddia ediliyor, fakat Boğaz trafiği geçmiş döneme göre yüzde 22 azaldığı söyleniyor. Proje kapsamında sunulması planlanan gemi geçişi zorunluluğunun ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereği mümkün olmadığı öğrenildi.

Proje’ye özel yasal düzenleme
Küçükçekmece-Sazlıdere-Durusu koridoru üzerinde gerçekleştirilecek olan Kanal İstanbul projesinin yap-işlet-devret modeliyle hayata geçirilmesi için yasal düzenlemeye gidiliyor. Kanal İstanbul’a ilişkin düzenleme bugün genel kurula gelmesi bekleniyor.

Verilen kanun teklifi ile 3996 Sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkındaki Kanunun kapsam maddesine ‘denizleri gölleri, nehirleri, birbirine bağlayarak gemilerin seyrüseferine imkân veren suyolu işlevi görecek kanal veya benzeri altyapı tesisleri, lojistik faaliyet alanları, raylı ulaşım sistemleri ile bunların bakım, onarım, işletme, manevra, geceleme gibi ihtiyaçların karşılanacağı alan ve tesisleri’ ibaresi eklendi.
Konu ile ilgili Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi Hakan Tekin’le konuştuk.

Boğaz trafiğinde artış yok
Kanal İstanbul projesinin İstanbul Boğazı’na alternatif olacağından şüpheli olduğunu söyleyen Tekin, “Bu proje, İstanbul Boğazı’na alternatif olarak sunulmuş bir proje, yapılma teklifinin gerekçesi olarak da boğazdan geçen gemi trafiği gösteriliyor. Tehlikeli madde taşıyan gemilerin artışı gibi ifade ediliyor ama devlet kurumu istatistiklerine göre boğazda bir gemi artışı söz konusu değil. Aksine gemi trafiğinde yüzde 22’lik bir azalma var” ifadelerine yer verdi.

Kanal İstanbul’u zorunlu tutamazlar
Bu kanaldan geçecek gemi sayısına ilişkin verilecek taahhüdün sağlanmasının zorluğuna işaret eden Tekin, “Ortada bir Montrö Boğazlar sözleşmesi var. Zaten İstanbul Boğazı uluslararası bir suyoludur ve gemiler serbest geçiş hakkına sahiptir. Dolayısıyla, böyle bir olanak varken nasıl bu suyolu kullanılacak bu durumda neye göre taahhüt verilecek bu da bir soru işareti” dedi.

Yapılan projenin bir suyolu projesinden çok başka öğeler de içerdiğini ifade eden Tekin, şöyle devam etti:
“Projenin genelinde Karadeniz’e yapılması planlanan konteynır limanları var. Yine onun dışında oradan çıkarılacak hafriyat neticesinde Marmara Denizinde oluşturulacak adacıklar var. Yasa önerisinde, yat limanından, konteynır limanına, Marmara denizinde oluşacak adalara kadar biz hepsinde yap-işlet-devret modelini kullanabiliriz deniyor.”
Taahhütler karşılanmazsa faturanın Osman Gazi Köprüsünde olduğu gibi halka kesileceğini belirten Tekin, “O kadar gemi geçmez ve proje tamamlanamazsa, bu yatırımlar kim tarafından karşılanacak? Dolayısıyla fatura yine halka yüklenecek. Birincisi, sahiden rekabet ortamı yaratılacak mı? İkincisi de verilen taahhütler ne olacak? ” diye konuştu.

***

Beton rantı uğruna…
Uzmanlara göre, Kanal İstanbul projesinin temel hedeflerinden biri inşaat sektörünü büyütmek. Tüm ekonomiyi beton rantına bağlayan AKP, Kanal İstanbul projesi ile kentin bakir alanlarına göz dikti. Hem projenin kendisi hem de proje nedeniyle oluşacak yeni cazibe merkezleri ile inşaat sektörüne yeni rant alanları açılmak isteniyor.

Projeyle doğal çevrenin, tarım alanlarının, ormanların, su havzalarının korunması; İstanbul’da yaşayan yurttaşların sağlıklı bir çevrede yaşaması dikkate alınmıyor. İktidar, “Kanal İstanbul” projesinin neticesinde doğal çevrenin, yaşam alanlarının ve su havzalarının yok olmasını aklına bile getirmiyor. Dolayısı ile yurttaşların genel çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmesi gereken merkezi ve yerel yönetimler, tam tersine yurttaşların doğal çevrede sağlıklı yaşama haklarını hiçe sayarak inşaat sektörüne rant sağlamak uğruna her geçen gün yeni projeleri hayata geçiriliyor, onlara uygun da yasal düzenlemeler getiriliyor.

EKİN AKYAZ / BİRGÜN