28 Temmuz 2018 Cumartesi

Arafta bir hayal pazarı - ALEV KARAKARTAL

Saha özgür oldukları yegane yer. Ama aynı saha, maphusluk sınırlarını da çiziyor...


‘Adım Henry. Nijeryalıyım. Bu sezon Feriköy Spor’da oynadım. Her sezon farklı bir ligde oynuyorum, bir yerde sabit kalmıyorum. Bu sezon bitince Irak ligine geçeceğim. İlk oynadığım Belarus ligiydi, sonra Hindistan, Endonezya, Tunus... Gezinip duruyorum. Benim annem ilkokul öğretmeni; beni çok özler. Babam tüccar; alıp satar.”  

Böyle tanıtıyor kendini, aralarında en utangaç görüneni ama konuştukça söyleyecek çok şeyi olduğu belli olanı. Sonrasında anlıyorsunuz: “Evimizde sadece ‘yetenekli’ birer çocuğuz. Gidip kendimizi dışarıda kanıtlamak istiyoruz. Futbol, sadece bizim dünyamız değil, futbolun kendisi bir dünya. Bu dünyada en iyi yaptığımız şeyi yaparak, futbol oynayarak bir değer yaratmak, değerimizi kanıtlamak istiyoruz.”

Fransa, bu yılki Dünya Kupası’nı kazandığında Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Madura’nın söyledikleri  geliyor aklıma: “Kupayı Fransa değil, Afrika kazandı.” Fransız Milli Takımı’nı oluşturan 23 oyuncunun 21’inin göçmen oluşuna dikkat çekerken, uyarı yapmayı da ihmal etmemişti Maduro: “Onlar Fransa’ya ulaşmayı başaran Afrikalı göçmenlerin çocukları. Umarım Avrupa mesajı almıştır. Avrupa’da Afrikalılara karşı ırkçılık, göçmenlere karşı ayrımcılık artık bitmeli” Ne çok konuşuldu üzerine bu cümlelerin, ne çok yazıldı, alıntılandı. Şampiyon takımın siyah oyuncularının neşeli ve gururlu suretleri üzerinden nasıl da  derin tespitler yapıldı!

Şimdi benzerleriyle birlikteyiz. Gurur biraz uzaklardaki bir düş henüz, ama neşe ve en çok da umutla parıldayan gözler epey tanıdık. Fotoğraf sanatçısı Stella Schwendner ve siyaset bilimci, araştırmacı Helen MacKreath’ın 9 aylık çalışmasının ürünü olarak REM Artspace’te açtığı fotoğraf sergisinde, birazdan tanışacağımız genç futbolcuları beklerken, insan hakları, göç ve göçmenlik üzerine çalışan ve serginin metin yazarı Helen’le konuşuyoruz biraz.

Oyuncularla ilk olarak Feriköy’deki futbol sahasında tanıştıklarını ve ardından onlarla ortak mekanlarında uzun zaman geçirdiklerini anlatıyor. Hepsi de kendi ülkelerinde profesyonel/yarı profesyonel futbolcu olan bu gençlerin hemen hepsinin kalbinde yatan önce ‘görülme’ sonra ‘bilinme’ hayallerini: “Futbol, hayalleri önce yaratan ardından yok eden bir şey. Bu haliyle son derece acımasız. Dev bir sektör oluşu biraz da buna bağlı ve ‘pazar’ sürekli bu durumu istismar ediyor. Talep edenin çok olması, sistemi sürekli kılar ve büyütürken, bu kişileri de anonimleştiriyor, kimliksizleştiriyor.” Bu nedenle de fotoğrafların altındaki cümlelerin kime ait olduğu belli değil. Havada uçuşan kelimeler, incecik bir ağla, incitmeden yakalanmış ve denk gelen fotoğrafın altına iliştiverilmiş gibi: Anonimin şiddeti...

Stella katılıyor sohbete. Afrika kıtasının dört bir yanından; Nijerya, Güney Afrika , Kamerun, Mali, Gana, Gambiya, Senegal, Sierra Leone, Kongo, Yeni Gine, Burkina Faso, Somali ve daha bir çok ülkeden kalkıp futbol oynamak üzere Türkiye’ye gelen gencecik insanların hikayesine biraz daha vakıf oluyoruz böylece. Nadiren gerçekten bu işi yapan ama çoğunlukla kendilerini menajer olarak tanıtan bir takım insanların, ülkemizde ve/veya Avrupa’da büyük bir takımda oynatma vaadi ve büyük paralar karşılığında getirip bıraktığı kıyılarda yaşattıkları ‘hayal kıyıcılığı’nı öğreniyoruz misal. “Hikayelerini öğrenince büyülendim” diyor Stella, “Bu bir yanıyla bir kandırma/aldatma  ama öte yandan o kadar ‘pozitif’ bir göç hikayesi ki. Bu genç adamlar, her şeye rağmen asla bırakmıyor, hiç pes etmiyorlar.”

Afrika ülkelerinde futbola yapılan yatırım çok düşük olduğu ve genç oyuncular oynayacak takım bulamadıkları için dev bir sektör oluşmuş çoktan. Bir çok futbolcu başka coğrafyalarda bir takımda oynama, başarma, kendini kanıtlama uğruna, çoğu kez ailelerinin aldığı banka kredisini bu sahte manejerlere kaptırıyor.  4-5 bin dolara kadar çıkan bu meblağın geri ödenmesi, onlar için büyük bir yük. “Bir annenin ya da babanın sevecenliği ya da gaddarlığı onları buraya taşıyan. Kanatları o kucağa sığamayacak kadar büyük. Aşırı inanç, kendi ağırlığını da beraber getirir” derken Helen, biraz da buna vurgu yapıyor.

Sonrasını da Bay Timothy diye çağırdıkları, bir zamanlar benzer umutlarla Türkiye’ye gelmiş ancak artık bütün mesaisini kurduğu Türkiye Afrika Takımı’nda, kayıp genç oyuncuları, olası takımları için ‘hazır tutmaya’ adayan Segun Timothy Alede anlatıyor: “Birkaç Nijeryalı oyuncu ve ülkelerinin birinci liginde oynayan Ganalı tanıyorum. Bunlardan bazıları Dünya Kupası’nda, 17 yaş altı ulusal takımda oynadı. Dünya Kupası’nda oynayan başka bir Ganalı daha vardı. Bir yönetici mi ne, onları Fenerbahçe’ye, Galatasaray’a, Beşiktaş’a aldırma sözü vererek Türkiye’ye getirdi. 

Buraya geldiklerinde oyunun şekli değişti. Sokaklara düştüler; hayatta kalmaya, karınlarını doyurmaya, kalacak yer bulmaya çalışmak zorunda kaldılar”. Türkiye’nin genç Afrikalı oyuncular için iyi bir yer olmadığını anlatan Aleda, çoğunun memleketlerine dönmek gibi bir seçenekleri olmadığını da vurguluyor. Zira, ebeveynleri yatırdıkları para karşılığında onlardan bir şeyler bekliyor. Bu yüzden de bazıları çareyi, botlarla Yunanistan’a geçmekte buluyormuş.

Tıpkı biz konuşurken, tepesini sarıya boyadığı kısacık saçlarıyla yerinde bir türlü duramayan 20 yaşındaki Prince Nbuku’nun hikayesi gibi. Geçen yıl Nijerya’da tanıştığı birinin Antalyaspor’la anlaşma yapacağını söyleyerek Türkiye’ye getirdiğini anlatıyor parlak gülümsemesine hiç ara vermeden. Verdiği para karşığında oturma iznini de almışlar, ama takımın ondan haberi bile olmadığını kısa sürede anlamış. Kendi başına geldiği İstanbul’da bulduğu Bay Timothy’nin sayesinde Team Africa Turkiye takımında şimdilerde. Aynı zamanda hem bir diş hekiminin yanında çalışıyor hem de başka gündelik işlerde. Ne yapmayı planladığını sorduğumuzda, “Bekliyorum” diyor. “Bir kulübün beni keşfetmesini bekliyorum. Futbol benim mesleğim. Görülmek istiyorum. Beklerken de kendimi hazır tutuyorum.” Hayali Türkiye’de Beşiktaş, dünyada ise Barselona’da oynamak.  

Altını çizmekten, vurgulamaktan özenle kaçınsalar da, Türkiye’de karşılaştıkları ırkçılık, ayrımcılık ve  saldırganlıktan kurtulma konusunda belki çok yaratıcı olmayan ama işe yarayan bir yöntem geliştirmişler: İçe kapanmışlar. Türkiye toplumuyla sıkı bir etkileşim içinde olmadıklarını anlıyoruz verdikleri yanıtlardan. Hayatları spor salonu, saha ve işleri arasında geçiyor ve kendi aralarındaki dayanışma, destek ve saygı da hemen fark ediliyor.

Son 10-15 yıldır giderek artan biçimde, renkleri rengimizden, dilleri dilimizden, dinleri dinimizden farklı genç insanlar, hayatta en iyi yaptıkları işi yapabilmek için düşlerinin peşinde koşarken ‘yakalandıkları’ tacirlerin onlara biçtiğini yaşıyor; hayallerinin yanısıra birbirlerine de tutunarak, çakılıp kaldıkları muğlaklık içinde hayatlar inşa ediyor bu ülkede. Helen “Saha özgür oldukları yegane yer. futbolcu kimlikleri herşeyi unuttukları sınırlardan azade alanları. Ama aynı saha, mahpusluk sınırlarını da çiziyor”  derken, Feriköy’de, Gayrettepe’de , Çapa’da, Erzurum, Muğla, Antalya, Bursa ve kimbilir başka nerelerde her sabah, her akşam ve her gece, umutla, aşkla, şevkle ve kısıldıkları kapana aldırmadan oynamaya devam edenlere selam çakıyor: “Ülkelerinde profesyonel futbolcu olan bu gençler, bir kiliseden diğerine, bir ülkeden bir başkasına, bir kulüpten öbürüne kutsal bir oyunu oynamaktan vaz geçmeden, gerçeklikle rüya, sorularla yanıtları arasındaki boşlukta salınıp giderek, kariyerlerine devam edecek yer olarak Türkiye üzerine bir bahis oynadılar. Bahis halen devam ediyor...”

İSTANBUL AFRİKA TURNUVASI
İstanbul’daki profesyonel Afrikalı oyuncuların her yıl düzenlenen bir de turnuvası var. Fatih Belediyesi’nin girişimiyle beş yıldır gerçekleştirilen turnuvaya, her biri kendi ülkesinin formasıyla, 2000’e yakın Afrikalı futbolcunun katıldığı belirtiliyor. Amaç, yetenekli futbolcuların, onları izlemeye gelen takımların menajerleri tarafından fark edilip transferlerinin sağlanması. Şimdiye dek, Fransa 1. Lig takımı Nantes, Türkiye Süper Lig takımlarından Osmanlıspor ve Anadolu’daki çeşitli takımlara 84 futbolcu transfer edilmiş. Afrika’daki herhangi bir kulüpte kazanılan bir kaç yüz dolara karşılık, Türkiye’de dördüncü ligteki bir oyuncunun yılda ortalama 8500 dolar kazandığı düşünüldüğünde, bir takıma seçilen oyuncu sayısı çok olmasa da, turnuvaya ilginin her yıl daha da artması kolaylıkla anlaşılıyor.

‘Herşeyi mümkün kılanlarla beraberim’
“Yuva, geri döndüğünüz ve mutluluğu bulduğunuz yerdir. Yuva, etrafınızda sizi sevenler olduğunda yuvadır. Şimdi İstanbul’un benim yuvam olduğunu söyleyebilirim, çünkü her şeyi mümkün kılan insanlarla beraberim” diyor, 20’li yaşlarının başında, Nijerya’lı bir futbolcuolan Joshua. Ülkesinde Spor Akademisi’ni bitirdikten sonra profesyonel olarak futbol oynamaya başlamış. Futbolu, bir parçası, en büyük tutkusu olarak tanımlıyor: “5 yaşından beri futbol oynuyorum. Sokak futbolu. Çocukken sokakta başlarsınız. Sokak sokağa, şehir şehre karşı oynarsınız. Ben Güneybatı Nijerya’da Ibadan’da büyüdüm. Yaşadığınız bölgede şampiyonsanız, geri kalan oyunculardan daha iyi olup olmadığınızı görmek için başka yerlere gitmek istersiniz. Topa vurmadığım tek bir zamanı bile hatırlayamıyorum. Çünkü futbol doğuştan içinizdedir, öğrendiğiniz bir şey değildir.”  Geçen yıl, bir sahte manejerin kendisini Göztepe’de oynamak üzere Türkiye’ye getirdiğini anlatan Joshua, bir süre de Erzurumspor’da idmanlara çıkmış. Takımla ilgili anıları iyi ama “Çok soğuktu” diye anlatıyor. “İnamayacağınız kadar çok soğuktu!” Joshua inançlı biri olarak, yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen umutlu. “Tanrı bana futbolumu oynamak için şans tanıyacak. Bunu biliyorum” diye konuşuyor.

Alev Karakartal / CUMHURİYET


Sibirya’nın kanlı elmasları - UĞUR KUTAY

Keanu Reeves’in Ruslarla bir sorunu olduğunu sanıyorum. Genel olarak Hollywood sinemasının Soğuk Savaş’tan bu yana Ruslara bakışı belli, ama mütevazi karakteriyle bilinen Reeves’inki, neredeyse ‘80lerin Amerikan milliyetçisi Chuck Norris’le yarışacak bir düzeye çıkıyor. ABD’ye yerleşmekle kalmayıp bir de Amerikan değerlerini aşağılama gafletinde bulunan Rus mafyasına kan kusturduğu John Wickserisinden (2014-2017) sonra, bu sefer hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlendiği Siberia/Sibirya’da doğrudan Rusya’nın kalbine gidip Ruslara Amerikan erkekliğini, ağırbaşlılığını, ticaret ahlakını vs. öğretiyor.

Elmas tüccarı Lucas, onlarca milyon dolarlık bir alışveriş için St. Petersburg’a gider. İlk darbe Rusya’daki aracısı Piyotr’un elmasları alıp kaçmasıyla gelir. Bunun üzerine Lucas Rus elmas madenlerinin merkezine, Sibirya’nın Mirny şehrine gider. İkinci darbe buradaki sürekli sarhoş ve serseri Ruslardan gelir. İlgili sahnelerdeki Rus erkeklerinin hiçbirinin layık olamayacağı Katya’yı hızla tavlar. Üçüncü darbe, rezil ve acımasız Rus mafyasından gelir. Film boyunca Rusların kibar görünüşlerinin ardında yatan kaba, vahşi ve hileci yanlarını izleriz. Ve film ilginç biçimde Amerikalının yenilgisiyle biter; Rusların ulaşamayacağı derecede ahlak dolu bir katharsis…

Oysa Sibirya ve elmas dendiğinde akla ilk gelen filmin anlatısı çok farklıdır: Sovyet ajit-prop sinemasının en büyük ustası Mikhail Kalatozov’un 1960’da yaptığı Neotpravlennoe Pismo/Gönderilmemiş Mektup, ülkelerini bir adım daha ilerletecek bir elmas damarı bulabilmek için Sibirya’nın ıssız taygalarında aylarca çalışan bir grup genç jeologun hikayesini anlatır.

Açılış sahnesinden -sularla kaplanmış vahşi bir coğrafyada yapayalnız kalmış dört insanın uzaklaşmakta olan bir helikopterden yapılan uzun çekimi- itibaren filme gerilimli bir müzik eşlik eder. Kalatozov seyirciyi sürekli diken üstünde tutar; coğrafi koşulların zorluğu yetmezmiş gibi rahatsız edici bir aşk üçgeni ve genç bilim insanlarının devrim ruhuna karşı hissettikleri sorumluluğun yarattığı sıkıntı ve gerilim filmin her anında hissedilir.

Nihayet uzun ve zorlu bir çalışma sonunda bir elmas damarı bulurlar. Şimdi Moskova’ya dönüp bölge haritalarını yöneticilere teslim etmeleri gerekmektedir. Ama önce devasa bir orman yangını çıkar, Sergei ölür. Sonra ayağı sakatlanan Andrei ölür. Kurtarma ekiplerinin bir türlü ulaşamadığı Konstantin ve Tanya yola devam ederken Sibirya kışı başlar, açlık ve soğuğa dayanamayan Tanya ölür. Filmin finalinde ölüm döşeğindeki Konstantin’i hayatta tutan, buldukları elmas damarının yaratacağı yeni sovyet sanayi gücünün hayalleri olur.

Soğuk Savaş’ın zirve noktalarından birinde -Küba Devrimi, Domuzlar Körfezi karmaşası, nükleer savaş korkusu- Stalin ya da ABD gibi isimlerden tekini bile anmadan, insan-doğa çatışması ve toplum yararı gibi temel modernizm kavramları üzerine kurulan bu anlatının bence en güzel sahnesinde bu dört öncü bilim insanı, elmas bulduklarında nasıl zengin olacaklarından değil, büyük bir coşkuyla adlarına dikilecek anıttan söz ederler. O anıtta şöyle yazacaktır: “Bunlar, ülkemizi elmas konusunda dış güçlere bağımlı olmaktan kurtaran, endüstriyel ilerlemeyi hızlandıran, uzay uçuşlarını gerçeğe dönüştüren kahramanlardır.”

Bunlar olmadı. Bunların yerine, en güzel kültürel ifadesini postmodernizmde bulan bir kavramsal çöküş dönemi yaşandı; Sergei, Andrei, Tanya ve Konstantin’in kendini feda ederek bulduğu elmas damarı 58 yıl sonra Amerikalı Lucas’ın ticaret alanı oldu...

Ama neyse ki seçenekler tükenmiş değil; bir yanda Sibirya, diğer yanda  Gönderilmemiş Mektup duruyor. Bunların hangisini hangi duygu ve düşüncelerle izleyeceğimiz hem bugünü hem de geleceği yeniden biçimlendirme konusundaki zorluk ve olanaklarımızı da görünür kılacak.

Uğur Kutay / BİRGÜN

İşi zor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Müthiş bir sabır, kararlılık, umut verme becerisi İmran Han’a iktidarı getirdi.


Buraya kadar gelebilmesi de kolay olmadı kuşkusuz ama bundan sonra onu da partisi Tehreek e Insaf ‘ı da (Adalet Hareketi) çok daha büyük zorluklar bekliyor. Dolayısıyla devasa sorunlarla boğuşan bu güzel ülkede Han başarılı olabilecek mi, verdiği reform vaadini tutabilecek mi diye sorulması doğal.
Han, şimdi siyasetten men edilen, on yıl hapis cezalı Nawaz Şerif gibi güçlü bir figüre meydan okudu. Yolsuzlukları, halkın kendisine yönelik sokak gösterileri, orduyla sürtüşmesi gibi nedenler Şerif’in gücünü gerileten, nihayet politikadan uzaklaştırılmasına yol açan etkenlerdi, Han biraz da bu atmosferi değerlendirerek seçim kazandı.

İmran Han’ın “tam demokrasi” konusunda iyi niyetli olmadığına inanmamız için bir neden yok. Zor zamanlarda, bu konudaki kararlılığını sergilemiş biri çünkü. Örneğin darbe lideri Pervez Müşerref’e karşı 2008’de başlatılan “demokrasi hareketi”nde etkili olmuştu bir hayli.

Pakistan hep “şiddet”le anılır ama daha büyük sorunlarla karşı karşıya olan bir ülke. Uluslararası mali kurumlara çok borcu var, enerji açığı yaşıyor, kurumları zayıf, bunların üstüne “terör” le de boğuşuyor. Dünyanın en karanlık istihbarat örgütüne de sahip olan Pakistan sık sık, özellikle Afganistan’daki şiddet olaylarını desteklemekle de suçlanıyor.

Sisteme karşı harekete geçti, seçim kazandı ama ülkedeki önemli “güç merkezleri” karşısında rahat hareket edebilme olanağı bulması zor İmran Han’ın. Orduya, istihbarat örgütüne, feodal yapılara, bunların hepsinden çıkar sağlayanlara karşı mücadele vermesi gerekecek. Seçimin galibi olmasına ragmen parlamentoda hiç de azımsanmayacak sayıya sahip olan muhalefetin engellemeleriyle de karşılaşacak.

Partisini yönetme deneyimi var. Ülkenin en önemli eyaletlerinden Hayber Peştunhawa’da 2013 yılında iktidara geldi partisi. “Fazla uzun sürmez” diyenleri şaşırttı bu eyaletteki yönetim başarısı. Oysa Afganistan sınırına yakın olan bu eyalette Pakistan aşiretlerinin en etkilileri bulunuyor. Dolayısıyla ciddi bir güvenlik sorunu var. Han’ın partisi bu eyalette kamu hastanelerini iyileştirdi, sağlık sigortasının kapsamını bir hayli geliştirdi, polis teşkilatını düzene soktu. Ama bazı konularda planlarını hayata geçiremedi. 36 milyar Rupi (526 milyon dolar) harcanmasına ragmen eyalette elektrik olmayan köy okulları var.
Şimdi, bir eyaleti değil, devasa bir ülkeyi yönetecek İmran Han. Demokrasi, ilerleme, reform gibi iddiaları var elbette ama ülkede çok önemsenen bazı alt yapı yatırımları için geliştirici projeleri yok. Hep söylediği “Yeni Pakistan” için önemli bir plan sunamadı halka. Pencap’taki transit otobüs sistemine ya da Lahor metrosu gibi projelere ilişkin ne önerdiği bilinmiyor. Peki ne yapmalı? Öncelikle öfkeli siyaset yapma tarzını kalkınmacı bir tarza dönüştürmek zorunda. Tutumlarında bağımsız davranan bir lider Han. Ordu, istihbarat örgütü, hantal bürokrasi onun bu “bağımsız” davranışlarına göz yummayacak.
Pakistan siyasi figürlerin sık sık suikasta uğradığı bir ülke. Eski Başbakan  Benazir Butto’nun bir suikast sonucu öldüğünü biliyoruz. Bir Başbakan ordunun gözünden düştüğünde işi çok zor. Bu nedenle Han hem orduya yaklaşmak, hem de siyasi istikrar için ordu- sivil dengesini gözetmek zorunda kalacak. Bu denge ordunun her şeye hakim olduğu ülkede çok çok önemli.

Han da uzun zaman ordu- sivil dengesi kurulamadığı için kendisinden önceki iktidarları kıyasıya eleştirmişti. Ordunun onayı olmadan bir reform girişiminde bulunursa orduyla elbette kapışacak. Reform girişimlerinin başarısız olması durumunda da şeriatçıların güçlenmesine yol açacak.

Pakistan kuşkusuz yönetilmesi zor bir ülke. Ülkeyi kuran ordu, siyasette çok etkili. Aşiretler arası dengeyi sağlamak da aşiret taleplerinin, diğer aşiretlerin aleyhine olup olmamasına dikkat etmek de bir hükümet için çok zor.
Han, kuşkusuz kendisinden öncekilerden çok farklı bir siyasetçi. Sufi bir dini yaşamı var ama din üzerine kurulu bir siyaseti olmadı hiç. Kendisi gibi Batılı eğitim almış olan Benazir Butto’nun yaptığını, yani dini hassasiyetler üzerine siyaset inşa etmeyi yapmadı.

Ama, şimdi ülkede güçlü olan dini medreselerin de, girişeceği reformlarda onay alamazsa ordunun da, Yeni Pakistan’ı oluşturamaması halinde ilerici, seküler çevrelerin de hedefi haline gelebilir.

Umarım siyasi ömrü uzun olur.

Dilerim ömrü de uzun olur. Ki bu temenniye hepsinden daha çok ihtiyacı var.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Mahalle yanarken… - ERK ACARER

İnce mi; Kılıçdaroğlu mu?

Memleketin kabataslak görüntüsüdür…

» İstanbul’da ekmek fiyatına halka duyurulmadan ‘güncelleme’ yapıldı. İstanbul Ticaret Odası’na bağlı fırınlar, ekmek fiyatlarını yüzde 15 oranında yükseltti. Tepkiler gelince zam konusunda geri adım atıldı. Aslında zam yapılmamış!
»19 Temmuz’da, İstanbul’un Sarıyer ilçesinde, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ne (PSAKD) bağlı Armutlu Cemevi’ni uzun namlulu silahlarla polis bastı; kapılar kırıldı. Duvarlara yazılama yapıldı, içerde bulunan eşyalara zarar verildi, koridorlara, baskını yapan polisler tarafından idrar yapıldığı ileri sürüldü. PSAKD İstanbul Sarıyer Şube ve Armutlu Cemevi Başkanı Zeynep Yıldırım, bu iddiaları dile getirdikten sonra gözaltına alınıp, tutuklandı. Meclis önünde, Cemevi’nki saldırıyı protesto etmek isteyen milletvekillerini polis tartakladı.
» Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından süreli olarak yayınlanan ‘Aile dergisinin’, temmuz sayısındaki çocuk eğitimine yönelik, “Çocuklara Melekleri Nasıl Anlatalım?” başlıklı yazıda; “Dünya, melekler tarafından döndürülüyor” dendi. Böylece çocuk eğitiminde gelinen yer ve gericileşme bir kez daha gözler önüne serildi. Yazıda, melekler ayrıca elektriğe benzetildi.
» İstanbul, Karagümrük’te tekerlekli sandalyesinden inen gerici şahıs, bir kadına mini etek giydiği için hakaretler etti. İstismara maruz kalan kadın en doğru soruyu sordu: “Bu cüreti kimden alıyorsunuz?”
» Rahip Andrew Brunson’un cezaevinden şartlı tahliye edilerek ev hapsine alınması ile ABD ile yaşanan gerilim tırmandı. ABD, gelişmenin tatmin edici olmadığı belirtti, Türkiye’yi tehdit etti. Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili 6 senatörün misilleme niteliğinde sunduğu, Türkiye’ye kredi verilmesini kısıtlayan tasarı, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nden geçti. Dolar yükseldi. ‘Brunson gelişmeleri’, Türkiye’nin akılla izah edilemez dış politika anlayışını anlattı. Bunun yanı sıra ülke yargısının, evrensel hukuk sisteminden pazarlık ya da tehdit aşamasına gelmiş olduğunu bir kez daha gösterdi. ‘Al gülüm ver gülüm tarzı’ dış politika, yeni bir model olarak kurumsallaştı.
»Bu, gelişmeler yaşanırken; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yurtdışı gezisinde Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin’le fotoğraf verdi; “Bizi kıskanıyorlar” dedi. Putin ise ‘aşk’ı ticari ilişkiler düzeyinde yaşıyordu. Hayvancılık cennetinden ithalat sefilliğine dönüştürülen Türkiye’ye pahalı eti, sütü nasıl kaklarım derdindeydi.
» İstanbul, Maltepe’de küçük yaşta bir çocuğu kaçırdığı iddia edilen şahıs, çevredeki vatandaşlar tarafından linç edildi. Çocuğu kaçıran zanlıyı, polisler linçten kurtardı. Şahıs hastanede tedavi olmayı reddetti ve karakolda öldü! Bir görgü tanığı zanlının kapkaççı olduğunu da iddia etti. Dış politikada uygulanan ‘al gülüm ver gülüm hukuk sistemi’ içerde artık linç kültürüydü!
» Yunanistan’ın Doğu Attika bölgesinde, Atina’ya 40 km uzaklıktaki Mati’de başlayan ölümcül orman yangında ölü sayısı 85’e yükseldi. Hastanelerde aralarında 11’i ağır olmak üzere 46 yaralının bulunduğu açıklandı. Yandaş Takvim gazetesi; felaket için “Yananistan” başlığını atıp, ahlaksızca “Adeta cehennem ateşi” ifadelerini kullanmakta bir tereddüt görmedi.
» Nevşehir’in Acıgöl ilçesinde, belediye işçilerinin köpekleri, çöp kamyonuna atıp presleyerek öldürdükleri iddia edildi. Hayvan Hakları Savunucuları Platformu’nun ilçeye giderek yaşananları protesto edeceği haberi üzerine bir grup kadın, belediye binasının önünde toplandı. Kadınların; “Gusül abdest bilmeyenler bize hayvan sevgisini öğretemez” , “Bu vatan şehit verirken siz neredeydiniz” dövizlerini taşıdıkları dahası bunları çocuklarına taşıttıkları görüldü.
» Muğlanın Fethiye ilçesinde, bir kişi aracının arkasına bağladığı köpeği sürükleyerek öldürdü. Dost Derneği ise Giresun’da Ahmet Alvan isimli şahısın bir köpeği dişleri ve burun kemiği kırılana kadar dövdüğünü duyurdu.

Türkiye yangında ana muhalefet kurultay derdinde
Sadece geçtiğimiz 10 günde bu sıra dışı şeyler yaşandı. Ülke, ekonomiden yargıya, ticaretten eğitime, dış politikadan insan haklarına tel tel dökülüyor. Hızla çürüyor. Bunların üstüne toplumsal çöküş biniyor. Merhametsizlik sınırı, barbarlık çıtasına yükseldi. Gericilik dönüşümü okulda, sokakta, Diyanet eliyle daha hızlı tamamlanır hale geldi.

Son 10 günde yaşananları alt alta koyunca Türkiye’nin normal bir ülke olmadığı ortaya çıkıyor.

Ancak bunlara ilave başka gelişmeler de var; CHP’de ‘tatlı bir kurultay heyecanı’ yaşanıyor. Biz bunu daha çok, mahalle yanarken saçların yandan ayrılması olarak tanımlıyoruz. Türkiye, her konuda hasta, normal değil ama ana muhalefet partisi her şey normal(miş) gibi yapıyor. Beğenirsiniz beğenmezseniz Türkiye’nin kurucu partisidir. Bu kadarı yakışmıyor. Ülkede bunca yapısal sorun varken; CHP, ‘dönüşüyor’, 'değişiyor', önüne bakıp, parti içi tartışmalarla, ‘yerel seçimlere’ hazırlanıyor!!!

AKP’ni oyları düşüyor, istanbul’u alan Türkiye’yi alır!!!
Son ‘bin seçimde’ olduğu gibi yine AKP’deki ‘endişeler’ dile getiriliyor! Oysa bu koşullarda; AKP’de endişe filan olması mümkün değil. Seve seve olmasa bile ittifak yasalarıyla, zorla, hileyle, akmilislerine silah gösterte gösterte seçim kazanıyorlar. “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” 1990’larda kalan eski bir hikaye şimdi. Sandık eşiğini geçeli çok oldu. Kaldı ki; ‘belediyelerin ölümü Allahın emri, ya kayyum olmayaydı!’

Kılıçdaroğlu mu İnce mi?
Bu bir teslimiyet değil; tam tersine kabullenmek ve bu kabullenmelerden yeni vazifeler çıkarmak. Üstelik veriler, sayılar, ruh hali tam da muhalefet yapılacak duruma uygun. Yüzde ellinin teyakkuzda olduğu, öfkesini biriktirdiği bir ortamda AKP ve Erdoğan iktidarı da defterin kapanmadığını biliyor. Artarak süren baskı, bocalama bundan.

“Ne olacak, buradan nasıl çıkılacak?” sorusu önemli. 
Ancak bunu cevaplamak için önce “Ne olmayacak?’ kısmından başlamak lazım. Boşa kürek çekmek, hayal görmek, umut edip, bir kere daha tükenmek zaman kaybından başka bir şey değil. Her şeye rağmen pes etmeyen, büyük bir toplumsal muhalefet var. Umutlu, kaygılı ve sadece yaşanabilir ülke aşkı taşıyan milyonlar; ‘ard arda 9 seçim kaybetmiş Kemal Kılıçdaroğlu’ ve ‘gözünün içine bakanları yüz üstü bırakmış Cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce’ arasına sıkışamayacak kadar değerli.

Erk Acarer / BİRGÜN

Değişim varsa, umut da var! Umut varsa iktidar da var! - GAYE USLUER

Cumhuriyet Halk Partisi’nin emekçileri; Kurultay delegelerimiz, saygı değer üyelerimiz, ülkemizin aydınlığa hasret kalmış yurttaşları...


Size bir mektubumuz var!

Şimdi okuyacaklarınız bizim umutla, dirençle ve cesaretle söylediklerimiz, size verdiğimiz sözlerdir. Biz umudu ve cesareti gömlek yapıp her birinize dağıtmaya gönüllüyüz... Liderin değil CHP’nin, ülkenin umudu olmaktan uzaklaşan partimizin değişip yeniden umut olmasıdır talebimiz.

24 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye’de OHAL’i sürekli hale getiren ‘olağandışı bir rejim’ inşa edilmiştir. Bunda en az iktidar kadar, bizim de sorumluluğumuz var. Çünkü iktidarın ötekileştirici, saldırgan, kendinden olmayanı yok sayan politikalarının karşısında dik durup ne hakkımızı ne de halkımızı savunabildik.

Yola çıktığımızdan bu yana parti içi yönetim biçimimiz konusunda ciddi kaygılarımız olduğunu her fırsatta dile getirdik. Kurultay talebimiz sebep değil sonuçtur.

Meselenin genel başkanlık meselesi olmadığını her fırsatta vurguladık. Yönetim anlayışının değişmesi şart. Bugün yaşanan bir sonuçtur. Tüzük kurultayında neye karşı çıktıysak hepsini bir bir demokrasi ve çoğulcu yönetim anlayışı ile yerine getireceğimizi taahhüt ediyoruz. Üstelik bunu ülkede demokrasi adına mücadele veren tüm kesimlerle beraber yapacağız. Söz!
Burada derdimiz tek başına liderlik sorunu değil, bütünüyle yönetme sorunudur. Parti, tüm organlarıyla yönetime doğrudan katılıp bütün enerjisini iktidar olmaya harcamalı.

Partimiz sol ideolojiye dayalı siyasetten ödün vermeden, neoliberalizmin ve siyasal İslam’ın cenderesinde kalmış; tarikatların, cemaatlerin devletin her kademesinde olduğu ülkemizi cesaretle savunacak, halkın hakları için mücadele verecek bir anlayışla hareket edecektir.

Cesaret yoksa iktidar da yok!
Cumhuriyet değerlerini her ne koşulda olursa olsun savunacak; cumhuriyetin geleceğini, cumhuriyetin kurucu değerleriyle sağlamlaştıracağız.
Cumhuriyet değerleri olmazsa olmazımızdır!

Olağanüstü şartlarda o şartları meşru kılmak yerine direnci artırarak iktidarın dayattıklarına başkaldıran söylemlerden çekinmeyen bir parti olacağız. İktidarın sunduğu ve yanlış olduğunu bildiğimiz hiçbir teklifi kabul etmeyeceğiz!

Başkaldırı yoksa iktidar da yok!

Gezi’de öğrendiğimiz örgütlenme kültürünü benimseyeceğiz! Tarlada, sokakta, fabrikada, okulda toplanıp vatandaşa derdimizi anlatacağız!
Kapı eşiklerinde de, ev içlerinde de oturacağız.
“Neden yoksullaşıyoruz Emine teyze?” diyeceğiz. Emine teyze anlatacak biz dinleyeceğiz. Geleceği inşa edeceksek her yerde örgütleneceğiz.

Örgütlenme yoksa iktidar da yok!

Biz Cumhuriyet Halk Partisi’nin uzun zamandır hasret kaldığı eşitlik ilkesini tüm gerekleri ile yerine getireceğiz. Cinsiyet ayrımına dayanan kadın kotası derdini ortadan kaldırıp yönetimde eşit temsiliyet ilkesini benimseyeceğiz. Kadın yoksa iktidar da yok!

Bugün onurlu bir yaşam ve gelecek için AKP karanlığına karşı direniş odağı gençlerdir. Gençlerin aktif rol almadığı bir parti yenilgiye mahkûmdur. Gençlerimiz tüm yönetim kadrolarımızda yer alacak ve söz sahibi olacaktır. Gençler söz sahibi olmak için büyüklerinin lütuf edip kenara çekilmelerini beklemek zorunda kalmayacaklar. Gençler yoksa iktidar da yok!

Partinin yönetimi bir zümreden oluşmayacak. Çünkü biz küçük hesaplar uğruna eşitlik, demokrasi, laiklik ve özgürlük ilkesinden asla ödün vermeyeceğiz. Şeffaf, hesap sorulduğunda karşısında muhatap gören ve sorumluluk üstlenen bir anlayışla kuracağız yönetimimizi. Partimizi, partinin ortak aklı yönetecek. Birlik yoksa iktidar da yok!

Türkiye’nin 81 vilayetindeki sandık güvenliğini tam olarak sağlayamayan, bunun için seferber olmuş insanları organize edemeyen, teknik altyapıyı oluşturamayan bir parti iktidar olamaz. Nitelikli ve akılcı organizasyon yoksa iktidar da yok!

Grevleri yasaklanan işçiler, işten atılan emekçiler, taşeron sömürüsüne paspas edilmiş işçiler her dertlerinde önce partimizin kapısını çalacak ve partimiz de işçilerin kapısında yatacak. İşçiler yoksa iktidar da yok!

Partimizin adı delege pazarlıklarına konu olmaktan çıkacak. Hiçbir irade, delegemizin iradesini tutsaklaştıramayacak. CHP’nin adını dağlara taşlara, sokaklara ve meydanlara emeğiyle yazacak özgür delegelerin dönemi başlayacak. Adil yönetim yoksa iktidar da yok!

Umut varsa iktidar da var. Kadın eşitliği, yönetimde adalet, halkla bütünleşmiş bir program varsa iktidar var. Gençlerin enerjisi varsa; işçinin, memurun emeği varsa iktidar da var! Eğer sen varsan, eğer biz varsak mücadele de var, iktidar da!

CHP değişirse Türkiye değişir! Bu söylediklerimiz sizlerin fikirleri, önerileri ile daha da güçlü bir söyleme dönüşecektir elbette. Hep birlikte olursak başarırız!
Aynı şeyleri tekrar ederek kaybedeceğimiz bir başka seçime daha girmek istemiyoruz. Yerel seçimler öncesinde bu konuda harekete geçme ihtiyacımız çok acildir. Toplum ve bize oy veren vatandaşımızı bir kere daha hayal kırıklığına uğratacak lüksümüz yok!

Cumhuriyet Halk Partisi’nin emekçileri; Kurultay delegelerimiz, saygıdeğer üyelerimiz, ülkemizin aydınlığa hasret kalmış yurttaşları; değişim ve umut varsa iktidar da var.

GAYE USLUER - CHP PARTİ MECLİSİ ÜYESİ / BİRGÜN

27 Temmuz 2018 Cuma

Dünyanın en gözel şüarı - L. DOĞAN TILIÇ

Geçen gün bir arkadaşım, matematiksel ispatı da olan bir özdeyişin Azericesini göndermişti: “Yüksəlib birləşməkdənsə, birləşib yüksəlmək yaxşıdır. / Riyaziyyatta olduğu kimi: 2³+4³=72 (2+4)³=216” Matematiksel olarak da ispatlanmış özdeyişi “Dünyanın en gözəl şüarı” ilan etmişler. Yani dünyanın en güzel ilkesi!

Anlamışsınızdır ama yine de Azericeyi Türkçeye çevireyim: “Yükselip birleşmektense, birleşip yükselmek daha iyidir. / Matematikte olduğu gibi.”

Azerbaycan’a ilk kez 90’ların başında gitmiştim; Karabağ’daki gerilimi/çatışmaları izlemek için. O ilk ziyarette; Azerilerin matematik konusundaki olağanüstü yetenekleri ve gerçek hayatta şu “dünyanın en güzel ilkesi” dedikleri şeyden ne kadar uzak oldukları dikkatimi çekmişti.

Karabağ’da her Azeri köyü kendini korumaya odaklanıyor, bir türlü birleşik bir direniş geliştirilemiyordu; yani o “en gözəl şüar”dan epey uzaktılar. Bakü’nün halk pazarlarında ve lüks mağazalarında da, en karmaşık hesapları abaküsle müthiş bir hızla yapan satıcılar hayranlık uyandıran bir matematik becerisi sergiliyordu.

Yazının konusu Azerilerin “birleşme” ve “matematik” becerileri değil. Ancak, “Cumhuriyet tarihinin en kritik seçimi” diye tanımlanan ve şimdi de rejim değişti diye hayıflanılan 24 Haziran öncesi ve sonrası ile birlikte düşündüğümde; “yükselip birleşme-birleşip yükselme” uyarısı, aklıma, özdeyiş ve atasözleri ile ulusların hasletleri ters ilişki içinde mi sorusunu taktı.

Misal; ağzından birliği düşürmeyen Türkiye solu, sosyalistleri, seçim öncesi bir türlü birleşmeyi becerip ortak bir aday çıkaramadı. Ana muhalefet partisi CHP’nin şimdi yaptığı kurultay tartışmalarına bakın! Hadi, daha genel bir Türkiye temsili için İyi Parti’yi de katalım.

Ancak, tam da bir kurultay tartışması öncesi, ispatı riyaziyyatta olan bu ilkeyi illa da CHP’ye hatırlatmak lazım: Ayrı ayrı yükselerek birleşemiyorsunuz, dahası ayrı ayrı yükselmeye çalıştığınızda, birleşerek yükselebileceğiniz noktanın çok aşağılarında debelenip duruyorsunuz.

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” Bir atasözümüz işte ve bize birleşip örgütlendiğimizde tek başımıza başaracağımızdan çok daha fazlasını başaracağımızı söylüyor. 

Bu bizim atasözümüz ama birleşmek, örgütlenmek, sorunlarımızı grup olarak çözmek bizim milli hasletlerimizden mi?

Kime sorsanız “hayır” der. 

İşte, Temel’e sormuşlar; hangi tür seksi seversin diye. Grup seksi demiş. 

Neden?

Temel’in buna cevabı, örgütlenme konusundaki ulusal hasletimizi çok güzel ifade eder: Kaytarması kolay oluyor!

“Ak akçe kara gün içindir” ya da “Sakla samanı gelir zamanı”. En yerli ve de en milli atasözlerimizden ikisi, değil mi? Bize ne söylüyor bunlar, anafikri ne? 

Tek kelimeyle tasarruf!

Atalar böyle diyor da biz ne yapıyoruz? Tasarrufa en uzak milletiz. Diyeceksiniz ki, yeterli gelir mi var da tasarruf olsun. Ama öyle değil; Dünya Bankası verilerine göre, hem coğrafi gruplar hem de en düşük gelir grubuna dahil ülkeler baz alındığında bile tasarruf performansımız felaket!

“Ayağını yorganına göre uzat.” İlkokulda çok alıştırma yapmıştık; bu sözle atalarımızın bize ne demek istediği üzerine. Lakin, hiç anlamamış, hiç dinlememişiz.

Sizi rakamlara boğmayayım ama kredi kartları üzerinden 3-5 ay sonrasının maaşını, gelirini çoktan harcamış vatandaşların ülkesiyiz. 2017 Ağustosunda 32 milyon kredi kartı borçlusu varmış ve 3 milyon 248 kişi de kredi kartı ve/veya bireysel kredi alacakları yüzünden “yasal takipte”ymiş. Ülke olarak da ha babam borca yükleniyoruz. Eski bakan Mehmet Şimşek, 2002’de 130 milyar dolar olan dış borcun 2018’de 453 milyar dolara ulaştığını doğrulamıştı. Ayağı yorgana göre uzatmaktan geçtim, gövdenin tümü açıkta!

Uzun sözün kısası, atasözleri ne diyorsa biz tersini yapıyoruz sanki. Ya da, atalar, bilge insanlar, neyi yapmıyor, neyi yanlış yapıyorsak onu görüyor ve doğrusunu yapmamız için uyarıyor.

“Dünyanın en gözəl şüarı” ise bir özdeyiş olmaktan öte, matematik olarak da kanıtlanmış bir ilke.

Kulağımıza küpe olsun!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Bilim ve sosyalizme adanmış yaşam: Necdet Bulut - ALİ RIZA AYDIN

Bir kırkıncı yıl kitabı geldi Yazılama’dan: “Karanlığın Katlettiği Bir Bilim İnsanı: Necdet Bulut”.

“Cumhuriyet ve Aydınlanma”nın dibe, sömürü ve gericiliğin tavana vurduğu; “yeni, yeni” diye kara delik içinde kaybolacak kadar bilinmez ve keyfi bir yönetim şeklinin anayasalı halde sunulduğu bugün, kırk yıl önceyi anımsamak önemli mi?    
Kırk yıl önce yalnızca katliamlar değildi yaşananlar. Sermayenin krizi ve planları vardı. Sola topyekün saldırı vardı. Hükümet düşürme oyunları vardı. Ardından azınlık hükümeti geldi, başkanlık öneren anayasa taslağı hazırlandı, neoliberalizme uyum için 24 Ocak kararları geldi, 12 Eylül darbesi geldi. Bugün o yılların devamı…
Necdet Bulut kitabı, 12 Eylüle nasıl geldik sorusuyla birlikte bugüne nasıl geldik sorusuna da ışık tutuyor. Yanıt için önemli bir kesit veriyor. 

Kırk yıl önce namlunun ucunda yaşamlarını yitiren mücadele insanları arasında eğitimciler de var; yaşamlarını yalnızca akla, bilime ve aydınlanmaya, eğitim ve öğrenime değil yaşadıkları toplumun ve insanlığın kurtuluş mücadelesine adayan bilim insanları, akademisyenler, öğretmenler… 

Kitap, 1978’de kırk yaşındayken aramızdan alınan Necdet Bulut’u tüm sıcaklığıyla, katledilişini de tüm vahşetiyle anlatırken, Bulut’un yaşam arkadaşı, yoldaşı, aynı kurşunlara hedef olan Neşe Erdilek Bulut’un hem katliam ve veda tanıklığı hem de belge saklama titizliğiyle beslendiğinden bir anlatı olmasından öte belgesel niteliği de taşıyor. 

Necdet Hocayı kısa süreli olsa da tanımaktan, Türkiye İşçi Partisi içinde yoldaşı olmaktan kaynaklanan bağ beni kitabın editörlüğüne çekti. Gurur duyduğum bu görev için Yazılama Yayınevi'ne ve Neşe Erdilek Bulut’a teşekkür ediyorum.

Neşe Erdilek Bulut’un elindeki belgeleri, anılarını ve hazırlığını esas alan bir çalışma yaptık. O günlerin basın yayın organlarındaki mükerrerlikleri ayıklamak ve okuma akışkanlığı için “Sosyalizm Mücadelesi Uğruna Katlediliş” bölümünü yeniden kurguladık. Bir de hem aynı dönemde katledilen namlunun ucundaki eğitimcileri anmak hem de dönemin ve katliamların genel de olsa durum saptamasını bugüne taşımak için kırk yıl önceki kimi katliamları (anlatamadıklarımızdan özür dileyerek) anımsatmak istedik. Kitabın “Giriş” yazısı bu nedenle kaleme alındı. 

Kitap ancak 364 sayfaya kadar kısaltılabildi. Hacimli bir kitap oldu ama farklı zamanlarda bölümler halinde okunabilecek bir özelliğe sahip. 1978’in katledilen eğitimcilerini, Necdet Bulut’un katledilişi ve vedalaşmasını ilk 112 sayfada okumak olanaklı. Sonra gelen 138 sayfalık bölüm Necdet Bulut’un dergi ve gazetelerde çıkan kendi yazılarından oluşuyor. Yazarı Necdet Bulut olan bir kitap gibi okunabilecek bu bölüm, bugünün teknoloji hızı için harcanan emekleri de içerirken aslında güncelliğini kaybetmemişçesine hızla okunacak nitelikte. Son bölümde ise pusu sırasında babasının yanında olan oğul Yiğit Bulut ile eşinin ve yoldaşının yanında olan Neşe Erdilek Bulut’un yazdıklarına ek olarak 26 Bulut dostunun sıcak ve dostça yazıları yer alıyor.

Ne bir tarih kitabı ne de bir anı. Namlunun ucunda yaşamları sona erdirilen eğitimcilerin ve aydınların, Necdet Bulut ağırlıklı kısa, katıksız yaşam öyküsü… Aynı zamanda da bir siyasi tanıklık öyküsü… 

Necdet Bulut’un faşist kurşunlara hedef olduğu tarih 1978’in 26 Kasım’ı, aramızdan ayrıldığı tarih 8 Aralık… Kitap, Necdet Hocamızı kırkıncı yılda anarken O’nu tanımayan kuşak tanısın, gerçekleri öğrensin; tanıyanlara anma, tanımayanlara tanıtma görevini üstlensin diye erken çıktı. 

Türkiye bugünlere nasıl geldi, 95 yıllık Cumhuriyet bugün neden ve nasıl dönüştürüldü? Sömürü düzeni tüm krizlerine karşın nasıl yaşıyor? Bu tür soruların karşılığı bugüne kadar yaşananları medya haberi gibi anımsamak ya da okumakla verilemez.

Yaşananlar toplumsal yaşam, kültür, siyaset, ideoloji, din, devlet ve hukukla çerçevelenmiş bir düzenin varlığıyla birlikte okunmalı; asıl olarak da ekonomi politikle, sınıfsallıkla okunmalı. 

Yine 2018’de Yazılama’dan çıkan “Marx’ın Marksizmi” kitabında Özgür Şen’in Marx’a gönderme yaparak vurguladığı gibi “tarihin kendisi hiçbir şey yapmaz. Tarihin böylesi bir tanrısal aklı yoktur. İnsanı kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanan tarih değildir. Tam tersine tarih, insanın kendi etkinliğinden başka bir şey olamaz”.
Eşitsizliğin ve adaletsizliğin yaratıcısı olan kapitalizm gericiliğin, cinayetlerin, katliamların ve insanlığın karanlığa itilmesinin de kaynağı oldu. Kurşunlar ve bombalar sömürü düzeninin silahları… 

Ne yetiyor ne de bitiyor cinayetler, katliamlar, savaşlar. Gericiliğe, devlet ve hukuk oyunlarına dayanan yönetim biçimleri de kılıktan kılığa giriyor ve bitmiyor. Kapitalist/emperyalist düzen sürdükçe de bitmeyecek. Sevgili Özgür Şen’in dediği gibi “Marksizmin en temel ilkesi her zaman hatırda tutulmalıdır. Değiştirme iradesi olmaksızın tarihi kavramak mümkün değildir. Devrimci bir yaklaşımla ele alınmayan tarihin kapitalizm koşullarında deliliğin tarihine dönüşmesi kaçınılmazdır”.

Necdet Bulut uyardı, uyarmaya da devam ediyor: “İster adsız bir bilim emekçisi isterse büyük keşiflere, gelişmelere yön veren ünlü bir kişi olsun, gerçek bilim adamı, ‘Ben bana sunulan bilimsel sorunlara eğilirim, onların çözümü ile ilgilenirim. Bu çalışmaların sonuçlarının nasıl kullanılacağı beni ilgilendirmez’ diyebilir mi? Dese bile, bu onu yaratıcılarından olduğu kötü sonuçların sorumluluğundan kurtarır mı? Bu sorulara doğru yanıt verebilmek için bilim adamının bilimi kimler için geliştirdiğine eğilmek gerek. Yani bilim adamının hangi sınıfların çıkarına hizmet ettiği sorusudur asıl yanıtlanması gereken.”

Sınıfsallığı uyarmakla yetinmiyor Necdet Hoca, Parti’yi ve işçi sınıfının devrimci mücadelesinde örgütlü mücadeleyi işaret ediyor. Aramızdan ayrılmadan önce hastanede yazdığı son pusulayla yanındakilere TİP il örgütünün telefon numarasını vererek Parti’sine haber ulaştırılmasını istiyor. Böyle bir mücadele insanı işçi sınıfının politik hareketinde son nefesini vermiş sayılır mı?

Mücadele insanları yüreklerde yaşıyor. Onlar yüreklerde olsalar da düzen içinde sıkışıp kalmayı, düzenin pisliğinde paslanarak unutulmayı sevmezler; hep mücadele içinde olmak isterler. Onları düzene tutsak etme, mücadelesiz bırakma hakkımız yok.

Ali Rıza Aydın / SOL

Lozan - Meriç Velidedeoğlu

Salı günü, “Türkiye’nin Özgürlük Belgesi” olan, “Lozan Barış Antlaşması”nın, “95. yılı”ydı. Ne var ki, devlet katında herhangi bir kutlama yapılmadı. 


Kutlama bir yana, adı bile anılmadı. 

Devletin başındaki Erdoğan“24 Temmuz” günü Meclis’te, partisinin grup toplantısına katılan gençlerden, “26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi”ni kutlamak için hazırlık yapmalarını istedi; AKP’nin de büyük bir hazırlık içinde olduğunu bildirdi.
 
“Lozan Zaferi”, Erdoğan’ın “var-yok” hükmünde gördüğü “Meclis”in, “TBMM Hükümeti” döneminindir. 

“Lozan”“Başdelegemiz” olan “İnönü”nün dediği gibi “Birlik, bütünlük içinde bir vatan, ayrıcalıklarından arınmış bir durum, savunma hakkı kesin, kaynakları bol, özgür bir ülke”nin doğuşuydu... 

Yine, üç kıtanın, Avrupa, Asya, Amerika, dahası İngiltere dolaysiyle Avustralya’nın da katıldığı, dönemin tüm “Emperyalist Devletleri”nin karşısında, başta “İnönü” ve tüm delegelerimizin, emperyalizme direnişiydi “Lozan”... 

Ve bu ülkelerin bu toplantıyı, “Sevr’in tozunu almak” amacıyla gerçekleştirmek istediklerinin bilincini taşımanın direnciydi... 

Nitekim, Lozan’da, İngiltere’nin temsilcisi Lord Curzon“Sevr’in bir maddesine dayanarak”, Çanakkale Savaşı’nda ölen “Müttefik” askerlerinin mezarını içine alan, “sekiz kilometrekarelik” bir alanın kendilerine verilmesini ister; “Türk delegeleri (...) ülkeleri uğruna can vermiş askerlerin ölüleri üzerinde pazarlığa girişemezler...” diyerek de vurgular. 

“İnönü”nün yanıtına gelince, şöyle başlar: “Mezarlıklar dışındaki savaş alanlarının, kutsallaştırılarak sahip olma isteği bugüne dek bilinmemektedir. Bu hesapça, Türkiye dışında kalan pek çok savaş alanında kanlarını dökmüş Türkler de böyle isteklerde bulunabileceklerdir!” diyerek, “Lord Curzon”u ne denli hafife aldığını belirtip sürdürür: “Ama bunun o kutsal ölülerle hiçbir ilgisi olmadığı bir gerçektir. Bu konuya, yaşayanların çıkarlarını bulaştırmaktan ‘tiksinti’ duyduğumuzu da dünya kamuoyuna bildirmek isterim!” 

“İnönü”nün, bunun gibi dört dörtlük yanıtları, gerektiğinde öteki ülkelerin delegelerine de verdiği, “Tutanaklar”da yer almıştır. 

Ve değerli dostlar, Erdoğan, hemen hemen “2003”lerden bu yana övdüğü “Lozan Barış Antlaşması”nı, geçen yıl gündeme oturttu; “Lozan’ı da güncelleştirmek” istiyor ve bunu geçen yılın son ayında, Yunanistan’a yaptığı ziyaret sırasında, bir “Yunan TV”sinde kendisiyle yapılan bir röportajda “ilk kez” dile getirip, evet(!) “ilk kez”  açıkladı... Böylece Türkiye de öğrendi... 

Bitmedi; ertesi gün Erdoğan’ın, Yunan Cumhurbaşkanı P. Pavlopulos ile yaptığı görüşmede, Pavlopulos, bu “Lozan güncellemesi”ni masaya koydu. 

“Bir Hukuk Profesörü” olan Pavlopulos, Erdoğan’a, “bir anlaşmayı veya hukuk ilkelerini güncelleştirmenin, reformun mümkün olamayacağını” belirtti. (7.12.2017) 
Ne var ki değerli dostlar, önceleri, “Lozan Barış Antlaşması”yla “dertleri” olan, “dış ülkeler”di. Bunun en son örneği, “2005” yılında Strasburg’da yapılan, Türkiye ile “AB’nin Karma Parlamento Toplantısı”nda yaşanmış, Fransız Parlamenter J. Toubon, toplantıdaki Türk Parlamenterlerin gözlerinin içine baka baka, “Siz artık Sevr’i kabul edin!” diye buyurmuştu. 

Aslında, Erdoğan da Lozan’a karşı açtığı savaşımı, Başbakan olarak, “2004” yılında başlatmıştı; Meclis’ten geçirttiği, ünlü “Özel İdareler Yasası”nı, dönemin “Sayın Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer”, Türkiye’nin “Bağımsız Eyaletler”ebölünmesinin, böylece ‘Lozan’ ile sağlanan “bütünlüğün parçalanması” demek olduğu gerekçesiyle bu “bölücü” yasayı geri çevirmişti. 

Ve değerli dostlar, “Kuruluş belgesi”nde Atatürk’e, devrim ve ilkelerine yer veren  “STK”lardan da, “24 Temmuz”da, toplumun duyacağı bir “ses” gelmedi gibi.
 
“24 Temmuz” basında “sansürün kaldırılışının” kutlandığı gün olduğundan,  “Cumhuriyet”te, bir sütun baştan sona bu konunun anlamının, tarihsel boyutunun anlatılmasına ayrılmıştı, pek yerinde olarak. 

“24 Temmuz”a, “Lozan Barış Antlaşması”nın günü olarak da “Emre Kongar Hoca” yazısında yer verdi. Teşekkürler.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Bedava olsun da nasıl olursa olsun! - Servet AVCI

"Ülkemizdeki insanlar daha çok ne için birbirlerini eziyorlar, ülkemizde en yaygın olan izdiham türleri nelerdir?" diye küçük bir araştırma yapayım dedim ve Google'a 'bedava' ile 'izdiham' kelimelerini yan yana yazdım...

Aksaray'da bir halı mağazası 'İlk 68 kişiye halı, 382 kişiye paspas' kampanyası yapıyor... Sabahın erken saatinde yığılma başlıyor mağaza önünde... Kapılar açılır açılmaz insanlar içeriye hücum ediyor, bir kısmı ezilme tehlikesi geçiriyor... Neyse ki kimse ölmeden gün bitiyor...

Eminönü'nde Baklava ve Tatlı Üreticileri Derneği 3 ton tatlı dağıtıyor... Sözde 'festival' ama görüntüler rezalet... Yağma, talan, görgüsüzlük iç içe... Bedava baklavaya ulaşıp, eliyle dalıp ağzına sokuşturabilen kendisini bahtiyar sayıyor... 'İhtiyaç'la asla açıklanamayacak biçimde, yere düşen baklava parçalarını birleştirip yiyen ve kameralara gülümseyenler gırla gidiyor... Başörtülü abla, o kadar erkeğin içinde ezile ezile bedava baklava mücadelesinde... Kimisi "İki saattir bekliyorum" diye isyan hâlinde... Neredeyse savcılığa dilekçe verecek!..

                                                                         ***

Yurttan görüntüler devam ediyor... Denizli'de 'Havlu ve Bornoz Günü' çerçevesinde hareket hâlindeki bir TIR'dan bedava havlu atılıyor... Vatandaşlar, martının yemi kapması gibi en fazla 5 Lira'lık havlulara saldırıyorlar... Haber şöyle: "Mavi renkli havluları almak isteyen vatandaşlar adeta birbirleriyle yarışırken bu sırada bir bebeğin ezilme tehlikesi geçirdiği görüldü. Havlu kapmak isteyen vatandaşlar bebek arabasında bulunan minik bebeğin üzerine düşerken, bu sırada bebeğin ezilme tehlikesi yaşadığı belirtildi. Bebeğin annesi ağlayarak bebeğini sakinleştirirken, vatandaşlar da genç kadını olay yerinden uzaklaştırdı..."


Bir başka haber: 'Hatay'da künefe izdihamı... Beleş künefe için birbirlerini ezdiler!..' İzleyeni künefeden soğutacak görüntüler... Şanslı olanlar avuçlarıyla dalıyorlar künefeye... Hızlı hızlı bir eliyle tabağını doldurup, diğer eliyle ağzına tıkıştıranlar... Bedava künefeye ulaşamazsa eğer "Hatay'ın da anavatanın da" diye cümleye başlayacak olanların 'Hatay'ın anavatana katılım yıldönümü' kutlamaları kapsamında beleş künefe öğütmeleri... Ama gurur da duyuyoruz tabii... Çünkü bir başka olayda 78 metrelik künefeyi 20 dakikada bitirme rekoru kırarak tarihe altın harflerle geçiyoruz!..
                                                                          ***

Batman'da bedava ekmek izdihamı... Hadi onu anladık da Beşiktaş'ta bedava midye izdihamına ne demeli? Dünya Midye Günü'ymüş... Binlerce insan bedava midye yemek için yüzlerce metrelik kuyruk oluşturuyor... Neyse ki bu 'kutsal gün' can kaybı olmadan atlatılıyor!..

Bedava olsun da ne olursa olsun fark etmiyor... Şemsiye kralı Celal Birsen'in Fatih Camii'nde cenaze töreni... Cami avlusunda vatandaşlara şemsiye dağıtılıyor... Orada da izdiham çıkıyor, bedava şemsiye için cemaat birbirini eziyor...

Bursa Büyükşehir Belediyesi, Cumhuriyet Bayramı'nda bayrakla gelene bedava teleferik hizmeti veriyor... Bayrağı kapan erken saatlerde istasyona akın ediyor... Belediye işin içinden çıkamayınca belli bir saatten sonra çıkışları kapatmak zorunda kalıyor...

                                                                          ***

İnternet arşivi bu türden haberlerle kaynıyor... Tekirdağ'da Kabotaj Bayramı dolayısıyla bedava balık ekmek izdihamı... Adana'da bedava kömür izdihamı ve polis müdahalesi... Erzurum'da bedava dondurma izdihamı... Ağrı'da yaşlı ve çocukların ezilme tehlikesi geçirdiği bedava döner izdihamı... Nevşehir'de bedava patates izdihamı... Bursa Karadeniz Platformu'nun etkinliğinde hamsi izdihamı... Trabzon'da bedava üzüm izdihamı... İzmit'te platformun ve hoparlörlerin devrildiği bedava tavuk dürüm izdihamı... Diyarbakır'da kurayla bedava ayakkabı izdihamı... Liste uzayıp, misak-i millî sınırlarımızın içinde bir yeri eksik bırakmadan tur atıyor...

                                                                         ***

'Bedava beyin' dağıtsanız, 'bedava midye' kadar müşteri bulamayacak herhalde... Ya da 'bedava gurur' dağıtsanız 'bedava paspas' kadar talep toplayamayacağınız gibi... Zor soru: 'Bedava haysiyet' mi yoksa 'bedava kokoreç' mi tercih?
Bunun doğrudan ihtiyaçla filan ilgisi yok... Bu başka, bambaşka bir şey... Siz izlerken bile utanıyorsunuz ama bir mal veya hizmete karşılıksız ulaşma duygusunu kâr sayan aşağılık kültür her tarafınızı sardıkça sarıyor... Sonra da 'beleş seçmen'li, 'beleş mürit'li, 'beleş eleman'lı daha büyük tablo şaşırtıcı olmaktan çıkıyor...


Servet Avcı / YENİÇAĞ