1 Ağustos 2018 Çarşamba

Heleno: Hazin Brezilya hikâyesi - ZİYA ADNAN

Günümüzden 60 sene önce… 1958 senesinin Dünya Kupası finali…
İsveç’in 36.600 kapasiteli Rosunda Stadı’nda kupaya ev sahipliği yapan İsveç, Brezilya karşısında sahaya çıkar. O finalden sekiz sene önce kendi evinde, Maracana Stadı’nda kupayı Uruguay’a kaptırmış olan Sambacılar bu kez aynı hatayı tekrarlamamak niyetindedir. Ama maç onlar adına kötü başlar, İsveç henüz 4. dakikada kaptanları Nils Liedholm’un golüyle öne geçmiştir. Ama uzun sürmez sevinçleri, Brezilya o golden beş dakika sonra Vava’nın golüyle beraberliği yakalarken 32’de yine onun golüyle öne geçer. Devre Brezilya’nın üstünlüğüyle tamamlanmıştır. Maçın bitimine saniyeler kala, uzaklarda bir ülke radyoları başında heyecanla maçın bitiş düdüğünü beklemektedir. Brezilya son dakikalara 4-2 önde girerken 90. dakikada Pele’nin enfes kafa golü farkı üçe çıkartır. Brezilya Dünya Kupası’nı kazanmıştır…


Aynı saatlerde ülkenin Barbacena şehrinin bir akıl hastanesinde hastalar ve çalışanlar zaferi kutlamaktadır. Biri hariç… Odasına kapanmış, 1953 senesinde tanıştığı sanatoryumun tek kişilik koğuşunda, altı yıl boyunca odasının duvarlarında asılı, parlak kariyerinin en güzel zamanlarını anlatan gazete kupürlerine bakarak yaşamış, kim bilir belki eski günlerin hayaliyle ölümü beklemiş eski futbolcu, hayatına son vermeye çalışmaktadır…

Gelin 1940’lı senelerin Pele’si olarak nam salmış Brezilyalıyı hatırlayalım bu yazıda, anlatalım hazin hikâyesini…


1920 senesinde Brezilya’nın Sao Joao Nepomuceno şehrinde dünyaya açmış gözlerini, henüz 12 yaşındayken kaybetmiş babasını. 17 yaşındayken parlamış yeşil sahalarda, futbolun yaşamın parçası olduğu topraklarda. Copacabana Sahili’nde top yerine portakal kullanarak sergilediği hünerler dikkatini çekmiş Botafogo kulübünün scoutlarından birinin. 22 yaşına geldiğinde takımın yıldızı, 27 yaşında Güney Amerika’nın en büyük topçusuymuş. 1939-1948 arasında 235 maçta formasını giydiği Botafogo’da 209 golü var, üstelik çoğunluğu kafayla. O enfes kitabında onu şöyle anlatır Eduardo Galeano: “Çingeneye benzer bir yönü vardı ama yüzü Rudolph Valentino’yu andırıyordu. Kuduz köpek mizacına sahipti ama iş futbol sahasına gelince o gerçek bir yıldızdı...”
Futbol stili zarif bir dansçıyı andırırmış; ayakları sahaya hükmeder, top tekniği izleyenleri büyülermiş. Lastik gibi bir vücuda sahip, rakiplerini kolaylıkla geçebilen, topu ayakları, kafası, hatta göğsüyle kaleye yollayan bir futbol ustası, bir dâhi… Kariyerinin büyük bölümünü geçirdiği Botafogo’da efsaneleşmiş ama karşılıklıymış aşk. Günün birinde bir gazetecinin onun için söylediği, “Sadece bir futbol oyuncusu olduğunu unutuyor” sitemine verdiği cevap o aşkı yansıtır: “Ben bir futbol oyuncusu değilim, bir Botafogo oyuncusuyum.”

Karnaval müziği eşliğinde çıktığı maçlarda sahada hünerlerini sergiler, attığı her golden sonra General Severiano Stadı’nın tribünlerine koşarak kucağında taşıdığı görünmez muzları taraftarlara atarak kendine has stili ile selamlarmış hayranlarını. Futbol oynadığı yıllarda üniversiteye devam edip avukatlık diploması almış. Kariyerinin en parlak zamanlarında, Copacabana Plajı’nda futbol oynayan küçük bir çocuğa para verdikten sonra şöyle der: “Bunun hepsini dondurmaya ve sinemaya harca. Sakın bütün gününü futbol oynayarak geçirme. Hayatta daha güzel şeyler de vardır.”

O dönemin film yıldızı Rudolph Valentino’yu andıran bu yakışıklı, zeki, karizmatik futbol yıldızının çevresinde kadınlar hiç eksik olmazmış. Maç günleri yeşil sahalarda, geceleri gece kulüplerinde, dans pistlerinde, yatak odalarında sergilermiş hünerlerini. “Rio’nun Prensi” olarak nam salmış o yıllarda…
Ancak onca yeteneğine karşın hayli asabiymiş, kimi zaman rakip topçularla, kimi zaman hakemlerle, kimi zaman rakip takım taraftarlarıyla kavga edermiş. Kendi takım arkadaşları bile zaman zaman nasiplerini alırmış onun kontrolden çıkmış öfkesinden. Rakip taraftarlar onu kızdırmak için ‘Gilda’ lakabı takmışlar, o zamanın Amerikalı güzel aktrisi Rita Hayworth’un canlandırdığı bir fahişeyi anlatan 1946 yapımı ‘Şeytanın Kızı Gilda’ adlı filmden esinlenerek. Rakip tribünlerden yükselen ‘Gilda!’ tezahüratı çılgına çevirirmiş futbolcuyu. Öylesine ki bir maçta o tezahüratı duyunca tribünlere koşup şortunu indirip takım taklavatı teşhir edecek kadar deliye dönmüş...

1948 senesi Boca Juniors kulübüyle Arjantin’in yolunu tutan golcünün kariyerinin hızla inişe geçtiği zamanlar. O sezon bir maçta takım kadrosunda yer almadığını öğrenince, takımın teknik direktörü Flavio Costa’nın kafasına silah dayamış ve tetiği çekmiş ama teknik direktörün şansına silah dolu değilmiş. Kadınlara, içkiye ve kumara olan düşkünlüğü yalnız futbol kariyerinin değil, kendi hazin sonunu da hazırlamış. 1949 senesinde Junior Barranquilla’daki kısa serüveninde, gazeteciliğe yeni başlayan Gabriel Garcia Marquez ile tanışmış. Onun Kolombiya macerasını ‘Yılın en güzel hikâyelerinden biri’ olarak tanımlar Marquez. Ama dostlukları kısa sürmüş. Futbolu 1951 senesinde Rio’nun Americas takımında bırakmış. 2012 senesinde Brezilyalı film yapımcısı José Henrique Fonseca, Marcos Eduardo Neves’in kitabından uyarladığı, futbolcunun hayatını anlatan ‘Heleno’ filmiyle yeni nesillere tanıtmış bir zamanların yıldızını.

                                                          •••

Takvim yaprakları 8 Kasım 1959’u gösterirken 39 yaşında hayata veda etmiş Heleno de Freitas, Botafogo’nun efsanesi. Ölüm nedeni, çok zaman önce kaptığı ama tedavi olmayı reddettiği frengi hastalığı olarak geçmiş kayıtlara. Galeano onu anlattığı yazısını şu cümleyle bitirir: “Bir gece tüm parasını bir kumarhanede yitirdi. Başka bir gece kim bilir nerede yitirdi yaşama sevincini? Son gecesinde ise bir yoksullar yurdunda sayıklayarak öldü...”

Bir dünya kupası daha geçti göz açıp kapatıncaya kadar, bir sonrakine kim öle kim kala. Kupayı beş kez kazanan Brezilya bu kez erken havlu attı turnuvaya, cakası futbolundan büyük Neymar bile çare olamadı hüsranlarına. Sambacıları hatırlarken hayatın siyah beyaz olduğu zamanlarda Rio’nun Prensi olarak nam salmış Brezilyalıyı da yâd edelim istedim bu vesileyle, malum kimilerinin bahtı Neymar kadar açık olmuyor…

ZİYA ADNAN / BİRGÜN

Kanlı Ankara Garı davası - MİNE SÖĞÜT

Bundan yaklaşık üç yıl önce... Sadece üç yıl önce... Bir sonbahar gününde.... 
“13 yıllık AKP politikalarından mağdur olan” kalabalıklar Ankara Tren Garı’nda toplandılar. 


Dernekler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar... 
En önde taşıdıkları pankartlara “Savaşa inat, barış hemen şimdi, emek, barış ve demokrasi” yazdılar. 
Beş dakika sonra iki canlı bomba, peş peşe kalabalığın içine daldı. 
103 kişi öldü, dört yüze yakın kişi yaralandı. 
Ve ülke o an karardı daha da aydınlanmadı. 
Üç gün yas tutuldu, sonraki üç günde de her şey unutuldu. 
Her şeyi unutmak kolaydır. 
Barış sürecinin ne anlama geldiğini, o sürece kurulan tuzakları, o süreçte düşülen tuzakları, hangi Kürtlerle hangi Türklerin savaşı bitirmek için canla başla uğraştığını, hangi Kürtlerle hangi Türklerin savaş çığırtkanlığına taptığını... 
Politik hesapların ne korkunç kapıları açıp, ne güzel kapıları sonsuza kadar kapattığını... 
Dünyanın ne rezil bir yer, insanın ne rezil bir varlık olduğunu... 
Hepsini... 
Ama hepsini unutun... 
Ama Ankara Gar’ında öldürülen çocukların çektirdikleri o son fotoğraflarda ışıldayan o bakışları unutmamalısınız. 
O katliamın ardından bu ülkede neler yaşandığını unutmamalısınız.
O bombayı patlatanların kim olduğunu, ama gerçekten kim olduğunu unutmamalısınız. 
Barış adına yollara düşmüş bir kalabalığın ortasında değil, bu ülkenin tam kalbinde güdümlü bir iradeyle, bilinçli bir şekilde patlatılan o bombaların insanlarla beraber insanlığı da öldürdüğünü unutmamalısınız. 
O korkunç facianın davası artık karar aşamasında. 
Ortadoğu’da ve bu ülkede nicedir kör parmağım gözüne fink atan koca bir terör örgütünün militanı sanıklar o davada yargılanmaktalar. 
Dava sonucunda o sanıklara ne ceza verilirse verilsin... 
Hak yerini asla bulmayacak. 
Devletler kirli işlerden ellerini hep birlikte çekmedikçe... 
Daha nice kana bulanmış güzel gülüş öyle fotoğraflarda kalacak. 
Duruşma salonlarında sarf edilen, dava dosyalarının içine sıkıştırılmış üç beş cümle, herkes biliyor, sanıklar, tanıklar ve ölüler üçgeninde kurulmuş yalan bir hikâye. 
Sanki tehlikeli devlet politikaları, sinsi hükümet hesapları, uluslararası kirli anlaşmalar hiç yokmuş gibi... 
Terör örgütleri bağımsız çalışan ve legal sisteme sinsice hizmet eden organize yapılar değilmiş gibi görülen bu davalar ve varılan kararlar...
Aslında hiçbir değer taşımazlar. 
Başımıza ne geldiğinin, o insanların neden öldürüldüğünün, terörle güdülen duygulara ne bedeller ödendiğinin, kendinden öncekiler ve sonrakiler arasındaki büyük bir patlamanın aslında neyi patlattığının adını koymaya niyet ve cesaret etmeyen adalet...
Adalet değildir. 
Suçları ve suçluları ve kurbanları aynı kefede kaynatan bir sistem, terörün çeşitli halleriyle iğdiş edilen umutların iyice kaybolmasından başka bir işe yaramaz. 
Terörle gerçekten mücadele etmenin yolu ilk önce sistemi yargılamaktan geçer. 
IŞİD bir nedir, PKK bir nedir, devlet bir nedir, terör bir nedir... 
Bunları aslında herkes kadar o hâkimler ve savcılar da bal gibi bilir. 

Bu yüzden, Kanlı Ankara Garı davası yalandan görülen davaların ne sonuncusudur ne de ilkidir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Tartışılan meselenin içyüzü: Arap NATO’su değil Arap CENTO’su - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kurulacak olan ittifak tamamen Araplardan, Arapların da Sünnilerinden oluşuyor. O nedenle “Arap NATO’su” gibi bir tanımlama gerçekçi değil. Bu yeni bir CENTO düpedüz.


Bizim medyaya sorarsanız oluşturulacak olan yeni ittifak “Arap NATO’su”. ABD ile Ortadoğu’daki kaynaklar bu ittifaktan böyle söz ediyorlarmış. Benzetme biraz sorunlu. Bildiğimiz NATO’nun varlık nedeni nasıl Sovyetler Birliği’ne karşı olmak ise, “Arap NATO”sunun varlık nedeni de bir başka ülkeye yani İran’a karşı olmak. Herhalde NATO benzetmesi buradan çıkmış.

Öncelikle yeni bir bela olacağı anlaşılan projenin resmi adı Middle East Strategic Alliance (Ortadoğu Stratejik İttifakı) yani MESA. ABD Başkanı Donald Trump yönetimi, 6 Körfez ülkesi ile Mısır ve Ürdün’ün katılacağı bu askeri/siyasi ittifak üzerinde uzun zamandır çalışıyormuş. ABD “Katılan ülkeler arasında füze savunması, askeri eğitim, terörle mücadele ile bölgesel ekonomi ve diplomatik bağların güçlendirilmesi konularında da daha derin işbirliği öngörüyor” haberlere göre. Projeyle ilgili olarak 12-13 Ekim tarihlerinde Washington’da bir zirve hazırlığı olduğu da biliniyor. Meğer bu tür bir ittifak oluşturma fikri Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti sırasında, Suudilerce ortaya atılan bir güvenlik paktı kurulması önerisinden çıkmış.

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü, MESA’nın, İran’ın saldırganlığıyla, terörizmle, aşırılıkla mücadele edeceğini, böylelikle Ortadoğu’ya istikrar getireceğini açıkladı. İstikrardan çok sorun yaratacağı bence çok açık olan bu ittifakın neden NATO’ya benzetildiğini anlayabilmiş değilim doğrusu. Tek bir ülkeyi hedef alan bölgesel bir ittifak söz konusu çünkü. Bu nedenle NATO’dan çok CENTO’ya benzeyen bir ittifak çıkacak karşımıza. Bağdat Paktı da denen CENTO 50’li yıllarda Mısır’ın “millici” Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ı durdurmak amacıyla, elbette Sovyet karşıtlığı da olan bölgesel bir ittifaktı. Ayrıca NATO’da Sovyet karşıtı birçok ülke yer alıyordu; Müslüman, Hıristiyan, Budist vs. Ama şimdi kurulacak olan bu ittifak tamamen Araplardan, Arapların da Sünnilerinden oluşuyor. O nedenle “Arap NATO’su” gibi bir tanımlama gerçekçi değil. Bu yeni bir CENTO düpedüz.

Bu ittifakta yer alan gerici/baskıcı Arap rejimleri kendileri için yeni bir güç oluşturmuş oluyorlar ABD eliyle. Ömürlerini uzatacak bu tür oluşumlara katılmaya da çok hevesliler. Her zaman hevesli oldular. Onların yararına yani bu yeni CENTO. Ama bu gerici Sünni yönetimlerden daha fazla bu yeni CENTO’dan yararlanacak olanlar silah tekelleri. İttifak içinde yer alan ülkelere ne kadar çok silah satacaklar, göreceğiz.

Bu Sünni ittifak, bazı Arap ülkelerinde Şii azınlıklar olduğunu hesaba katmıyor. Bunun kendi ülkelerindeki Şiileri de iyice “politize” edeceğini düşünmüyorlar bile. İkincisi, İran’ın harekete geçireceği bir Şii çoğunluk yok Arap dünyasında. Dolayısıyla buradan İran’ın “kışkırtıcı” olacağı iddiası üzerine bir savunma kurmak gerçekçi değil. Çoğu zaman ABD’nin çekip çevirdiği gerici Sünni Arap rejimlerinin zaman zaman ABD’yi etkileyebildiği durumlar da olabiliyor. ABD, Yemen’deki Suudi Arabistan işgaline, Suudi gözüyle bakıp, destek verebiliyor örneğin.

İran kışkırtıcı mı peki?
Kışkırtıcı değilse de bazı ülkelerin iç işlerine müdahil olduğu görülebiliyor. Ama bu ABD’nin Suudi işgali altındaki Yemen’de Sünnileri desteklemesi gibi bir durum. İran’ın şimdiki rejimi gibi, Şah Muhammed Rıza Pehlevi rejimi de komşularının işlerine burnunu sokmuştu.

Şimdiki İran’ın mezhep konusunda Şiiler üzerindeki etkisi, Tahran’ın “Şii devrim merkezi” olarak tüm dünya Şiilerince kabul edilmesiyle ilgili bir durum. İran rejimi bunu istemese de öyle görülüyor yıllardır. Ayrıca 1979 İran İslam Devrimi’nin heyecanlı söylemi daha sakin bir tona dönüştü uzun yıllardır. İlk on yılın “devrim ihracı” politikasından artık eser yok İran’ın.

Sorun İran’ın bir “terör merkezi” olarak görülmesi ise, ABD’deki 11 Eylül saldırıları başta olmak üzere “terör” yaratan grupların hemen hepsinin Sünni olduğu, hatta ABD’nin her zaman kuklası olmuş olan Suudi Arabistan’ın, saldırganların çoğunun Suudi vatandaşı olmasından ötürü 11 Eylül saldırılarıyla ilişkilendirildiği, suçlandığı biliniyor. Yani bugün yakınılan “terör”ün, ona resmi değilse de dolaylı olarak destek veren Sünni ülkelerden kaynaklandığı daha gerçekçi.

Yani kim ne derse desin, ortada öyle gözle görülür bir Şii kaynaklı terör yok. “Arap Baharı” denen süreçte İran, çok etkili olduğu çeşitli Arap ülkelerindeki Şiileri harekete geçirebilmiş midir? Buna kolayca “evet” demek zor.
Yeni Arap CENTO’su, ABD silah tekellerine İran tehdidi gerekçesiyle ittifakı oluşturacak ülkelere milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirecek. Bunu yapmak için ABD’nin yeni ittifaka katılımı hızlandırmak için Mısır’a 195 milyon dolar askeri yardımda bulundu. Bu yardımı adı geçen ülkede insan hakları ihlalleri, yapıldığı gerekçesiyle ertelemişti uzun süre. Şimdi yeni İran karşıtı ittifakta yer almasını istediği Mısır’a bu yardımı, insan hakları ihlallerini de unutarak, hemen verdi Trump yönetimi.

Bu yeni Arap CENTO’su, ABD’nin İran karşıtlığını ikiye katlıyor, bu kesin. Bu ittifak, özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile Mısır’ın askeri güçlerini daha da fazla güçlendirecek bir amaç taşıyor. Bu gücün bugün İran’a ama yarın kime karşı kullanılacağı ise meçhul. Bakarsınız birkaç yıl sonra hedef Türkiye olabilir. İttifak’ın gerici Arap rejimleri açısından faydası Arap coğrafyasındaki “bölünmüşlüğü” ortadan kaldıracak bir potansiyele sahip olması. Bir başka faydası da bu ülkelerin İran ya da başka bir tehlikeyi gerekçe göstererek “kendi kamuoylarına” karşı kullanacakları baskı yöntemleri konusunda birbirlerine ittifak kuralları gereği destekleyecek olmaları.

Bakalım “Arap CENTO”su İran karşıtlığı gerekçesini ne kadar sürdürebilecek? Lübnan, Suriye karşıtlığı da akılda tutulmalı tabii.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

31 Temmuz 2018 Salı

Mangıraj aydını - ORHAN GÖKDEMİR

Yıl 1984. 82 Anayasası denilen metin halktan yüzde 92 ile onay almış, o karışıklıkta Diktatör Paşa Kenan da kendini cumhurbaşkanı seçtirmişti. Anayasaya konulan “geçici” maddelerle cunta ve darbesi anayasal koruma altına alınmış görünüyordu. Darbenin “sivil” kanadından Küçük Turgut Paşa başbakan olmuştu. Ülke sıkıyönetimle yönetiliyordu, sol bastırılmış, patronlar zulüm ile abat olmuştu. 12 Eylül darbesinin dördüncü yılındaydık, karanlıktaydık. Aydınlar Dilekçesi işte böyle karanlığa sıkılmış parlak bir ışık demetiydi.

1260 kişi imzalamıştı dilekçeyi. İmzacılar arasında Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Hüsnü Göksel, Bahri Savcı, Korkut Boratav, Uğur Mumcu gibi ülkenin değerli aydınları vardı. Ama Öztürk Serengil gibi ünlüler de… İmzacıları temsilen bazı aydınlarımız dilekçeyi cumhurbaşkanlığına bıraktılar. O gün kıyamet koptu. Diktatör Paşa Kenan devletin televizyonundan “ne yapayım ben böyle aydını” diye kükredi. Kükremeyi emir telakki eden yargı hemen dava açtı. Böylece büyük bir hesaplaşma başladı.

Zoru görünce ilk dökülenlerden biriydi imzacı “sanatçı” Öztürk Serengil. Tanımayan en yeni nesil için bir parça anlatayım. Çok film adamdı, hepsinde aynı karakteri canlandırdığı yüzlerce filmde oynamıştı. Ağzını burnunu yamultarak, kelimeleri eğip bükerek konuşan, sulu sepken bir komik âdemdi işte. “Yeşşeeee, kelaj, mangıraj, şepkemin altındayım, hötöröf, abidik gubidik” gibi değerli sözcükleri icat etmiş ve tabiri caizse dilimize “sokmuş”tu. Böyle bir bozucunun öyle bir dilekçeye imza atmasında belli ki bir yanlışlık vardı. 

Mahkemeye çıkarıldı. Kustu, inkâr etti imzasını; “Orada beni katakulliye getirdiler. Biz kahvede oyun oynuyoruz. Kemal diye bir adam var. Kendisi yayıncıdır ve sol görüşlü olmasına rağmen itibar ettiğim biridir. Çok enteresan, benim en iyi arkadaşlarım hep solcudur. Film piyasasından benden başka sağ görüşlü hıyar yoktur. Kemal bana dedi ki: ‘Evsiz barksız sanatçılar için bakanlık nezdinde girişimde bulunacağız. İmza topluyoruz, sen de at...' Okumadan şak diye imzayı patlattım. Meğer içinde işkence görenler falan varmış. Ben öyle şeye imza atar mıyım?” dedi.

Bu, sanatta Öztürk Serengil modelidir ve 12 Eylül karanlığında icat edilmiştir. Esası bozuculuğa ve çıkarcılığa dayanır. Çıkar ise iktidara biattedir her zaman. Dışarıda haktan görünmek esastır ama. Yoksa “sanatçı” saymazlar insanı. Esasta tek siyasi etkinliğin kahvede pişpirik oynamak ve kıyak konut dilekçelerine imza atmaktan ibaret olmalıdır. Modeldir.
                                                                ***

Zaman değişti, modelde de ufak tefek düzeltmeler yapmak gerekti haliyle. Zamanımızın Öztürk Serengil’i kim? Havuz Bingöl. Övünmek gibi olmasın bu “havuz”un telif hakkı bana aittir. Yıllar önce âdem teklemeye başladığında bulmuştum bunu. Sonra muhatabına yapıştı kaldı. 

Bu havuz canlısının serüveni de Öztürk Serengil gibi imza attığı bir bildiriden imtina etmesiyle başladı. Ufuk Uras ve Zeynep Tanbay’ın dolduruşuna gelip soykırım nedeniyle Ermenilerden özür dileyen bir bildiriye imza atmıştı. Modaydı o günler böyle işler. Fakat hava çabuk döndü. Zoru gören Havuz hemen çark etti. Ermenilerden karşılık gelmezse imzasını geri çekeceğini açıkladı. Zaten bildiriyi okumadan imzalamıştı. O gün bugündür dönüp duruyor. Hatta işi Berkin’e ve annesine edilen küfürleri savunmaya kadar götürdü. Karşılığı nakit. O dönüşlerin ardından TRT dizilerinde oyunculuk kaptı. Konserlerinin sponsorları arasında Star TV, İBB, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Akşam Gazetesi, 24 TV, Medical Park ve Al Baraka gibi nadide kuruluşlar katıldı. Sonu Öztürk Serengil’inkine benzemedi, işleri tıkırında. 

Ama ne olursa olsun bu yolun piri o değil Öztürk Serengil’dir. Havuz olsa olsa bu yolun “mangıraj” kısmına katkı yapmış olabilir.

                                                                  ***

Havuz değil sadece, Serengil’in izinden gidenler sayılmayacak kadar çok. Orhan Gencebay var mesela. Freni öyle bir patlattı ki işi yakın arkadaşı Arif Sağ’a ihanete kadar vardırdı. Malum, yancılarıyla birlikte püskürtülüp atıldılar MESAM’dan. Alev Alatlı türü derin görünümlü düşünürleri bile oldu. Yakınlarda Bülent Ortaçgil de katıldı aralarına. Dediği de öyle önemli bir şey değil. Adam seçildi, kabul edin, onlar da muhalefete saygı göstersin falan minvalinde bir şeyler geveledi. Kızacak bir şey yok yani. Kurtarıcımız, efendimiz Muharrem İnce seçim gecesi “adam kazandı” deyip ortalıktan sıvışmadı mı? Muhalefet de artık içi boşaltılmış meclise koşmadı mı yeni rolünü oynamak için. Onu diyor işte, uslu uslu oturun, çıkıntılık yapıp keyfimizi kaçırmayın diyor. 

Bu popüler tiplere bakıp öfkelenmek kolay. Bunların ikinci çemberinde olanlar sevgi, saygı görüyor hâlâ. Misal, Komiser Nevzat nam Ahmet Ümit beyefendi. Seçimden sonra havuz “peypırı” Sabah’a uzun bir söyleşi verdi. Dediği şu: “İktidarın eksik bulunan uygulamalarına karşı eleştiri yapılmalı ama doğru yaptığı icraatlar da desteklenmeli.” Var mı Bülent Ortaç’tan bir eksiği? Yok. Hatta fazlalığı var. Bunu gidip iktidarın peypırında söylüyor. 

Bu saygın muhalif yazarınız sosyal medyada “Baş komiser Nevzat” “nikini” kullanıyor. Vallahi bizim kuşak için polis polistir, Baş Komiser Nevzat’ı, Behzat Ç.’si falan olmaz. İşkencede ayak tabanımıza inen sopanın ucundaki eldir hepsi nihayetinde. Bunları yazanlar ise tıpkı Öztürk Serengil gibi birer Eylül bozucusudur.

Sunay Akın var: Şair ama asıl işi oyuncakçılık. Zaten nasıl şair olabilir ki? Ramazan ayında havuz kanallarında ücreti mukabili iftar programı yapan şair olur mu? Bundan daha derin bozulma olmaz, hayal bile edemezsiniz. 

Kanser teşhisi konulan aynı kuşaktan diğer şair Küçük İskender, son kitabı için verdiği söyleşisini “Gücü yetenler şiire iltica etsin. Hele imkânı olanlar tez zamanda… Son sözüm de bu olsun” diyerek bitirdi mesela. Bilmem, belki Sunay Akın’dan daha şairdir. Acil şifalar diliyoruz da hangi şiire sığınacağız? Sunay Akın-Küçük İskender şiirine mi mesela? Hadi teşebbüs ettik diyelim, neresine sığınacağız. Kıçı açıkta şiirinizin, bizi nasıl saklasın?

O nedenle ayıklıyoruz mecburen. Şiir yazarı şairle konut dilekçesi yazarını ayrı ayrı tasnif ediyoruz. Şener Şen var, Yılmaz Güney var! Havuz Bingöl var, Ruhi Su var! Sunay Akın var, Enver Gökçe var! Söyleyin, ne alakası var? 

                                                                ***

Bunlar hep olur. Solun yükseliş döneminde sola meyletmişlerdi, İslamcıların yükseliş döneminde İslamcıya yanaşıyorlar. Yani onlar değil devir değişti. Kalıcı olan “mangıraj” meselesidir nihayetinde. Karşılığında bozarlar ve çürütürler. Bakın yaratılarına, önemsiz olduklarını fark edeceksiniz.
Gelelim sadede: Bülent Ortaç saraya selam yollamış. Üzülecek bir şey yok. Sayın ki havuza bir dengesiz daha düştü!

“Peki ya sanat” mı dediniz? 
Ne sanatı? 
Abidik gubidik işte!

Orhan Gökdemir / SOL

Trump mucizesi - GÖZDE KÖK

Rusya son birkaç haftadır bir tuhaf vaziyette.

Ortodoks gericilik Kiev Rus’unun Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemesinin 1030. yılını Putin’in de katıldığı büyük törenlerle kutluyor. Kutlamaların düzenleyicileri 1030 yıl önce nasıl oluyorsa modern Rus devletinin temellerinin atıldığını iddia ediyorlar.

Bu anlatıya göre modern Rus devletinin olgunlaşma süreci Ekim Devrimi’nin ardından tam 100 yıl önce şu sıralar son çarın ve ailesinin Bolşevikler tarafından öldürülmesi ile sekteye uğratıldı. O nedenle Çar ve ailesi Rus Ortodoks kilisesinin öncülüğünde Rusya kentlerinde on binlerce insanın katıldığı yürüyüşlerle, büyük etkinliklerle anılıyor. Çürümüş çarlık rejiminin gelmiş geçmiş en basiretsiz lideri II. Nikolay Rusya’da şu an en büyük tarihi kahraman haline gelmiş vaziyette.

Rus gericiliği gemi azıya almışken insanlar hükümetin çıkarmaya çalıştığı mezarda emeklilik yasasını protesto etmek için muhalefetin çağrısı ile sokaklara döküldü. Kamuoyu yoklamaları toplumun yüzde doksanının yasaya karşı olduğunu gösteriyor. Yaşanan ekonomik güçlüklere ve derin yoksulluğa rağmen korucuyu ve kollayıcı devlet imajının özellikle Putin’in kişiliği üzerinden pompalandığı Rusya’da bu kadar aleni bir saldırı büyük bir toplumsal hayal kırıklığı yarattı.

Bu kadar merkezileşmiş bir sistemde Putin’in topu bakanlar kuruluna atması, emeklilik yasa tasarısını beğenmediğini ifade etmesi kendisini kurtarmaya yetmemiş gibi görünüyor.
Biraz da bu duruma karşı bir ağırlık oluşturmak için üzerinden iki hafta geçse de “Helsinki Zaferi” Putin’in stratejik dehasının bir ürünü olarak devlet basınında kutlanmaya devam ediyor. 

Sonuç olarak Ukrayna kriziyle başlayan dört yıllık tecridin ardından ABD başkanı ile eşit koşullarda yapılan görüşmenin kendisi, karşılıklı iyi niyet gösterilerinin Rusya’nın Kırım’daki haklarından vazgeçmesi gibi bir şarta bağlanmamış olması, dolayısıyla Kırım’ın mevcut statüsünün de facto kabul edilmiş olması, Amerikan seçimlerine Rusya’nın karıştığı iddialarıyla ilgili ABD’de yeni sıcak gelişmeler yaşanırken Trump’ın kendi devletinin istihbarat örgütüne dönük şüphelerini açıkça dile getirmesi... 
Liste uzatılabilir. 
Ve herhangi bir bağlayıcılığı olmayan ve hiçbir somut kararla sonuçlanmayan zirve yalnız bu listeye bakılarak Rusya açısından başarılı kabul edilebilir.

Öte yandan herhalde ne Amerikan ne de Rus yönetici çevrelerinde iki ülke arasında alt alta yazıldığında uzun bir liste teşkil eden son derece karmaşık sorunların diyalog yolu ile çözüleceğini düşünecek kadar safdil olan yoktur. ABD-Rusya ilişkileri hemen hiçbir başlıkta zirve öncesinden daha iyi durumda değil. Her şeyden önce bu sorunların toplamı bir büyük emperyalist hegemonya krizinin dışavurumları olarak kendini gösteriyor ve büyük felaketler yaşanmadan halli de mümkün görünmüyor.

Herkesin esasen büyük bir hesaplaşmaya yatırım yaptığı en son NATO zirvesinde verilen mesajlarda olduğu kadar Rusya’nın çılgınca silahlanmasında da kendini gösteriyor.
O nedenle bir Rus gazetecinin “Trump’ın yarattığı mucize” olarak nitelendirdiği Helsinki Zirvesi’nin bu kadar parlatılmasının Rus kamuoyuna dönük propagandanın ötesinde anlamlar taşıyıp taşımadığını insan merak ediyor.

Bir başka merak konusu 2016 seçimlerinden beri çok kararlı biçimde Amerikan işlerine karışmadıklarını her fırsatta dile getiren Rusların açıkça Trump destekçiliğine soyunmaları ve Trump’ı -Çar II. Nikolay’dan sonra, en büyük kahraman ilan etmiş olmaları.
Rus basınında “Trump iyi ama çevresi kötü” gibi yorumlar yapılıyor ve kendisine askeri bürokrasiden güvenilir danışmanlar edinmesi salık veriliyor. Trump’ın jargonunu birebir alıp yapılan Amerikan derin devleti çözümlemeleri de cabası.

Amerikan İç Savaşı sırasında Rus gemilerinin New York açıklarında kuzeylilerin lehine devriye gezdiği zamanlardan beri ilk kez Rusya Amerikan egemen sınıfı içinde bir kanadı açıkça destekler gözüküyor.

Bütün bunlar düşünüldüğünde Rusya açısından zirve ABD ile sorunların çözümü için atılan bir adım olarak değil, başka bir anlamda yeni bir başlangıcı imlemiş olabilir.
O da Rusya’nın batılı emperyalistler arasında ve Amerikan iktidarının kendi içindeki kavgaya daha doğrudan müdahale imkanının doğmuş olması.

Nazilerin yenilgisinin ardından ortaya çıkan yeni uluslararası sistemin tüm kurallarını alt üst eden, liberal dünya düzenini felakete götüren bir zorba olarak görülen Trump’ın CIA, Demokratlar, Amerikan büyük medya tekelleri ile yaşadığı sert çatışmada bir yalnız kovboy olmadığını ABD’nin egemenlik sorunlarına alternatif yaklaşım geliştirmeye çalışan bir kanadı temsil ettiğini unutmamak lazım.

Rusya’yı çevrelemek adına attıkları her adımda taviz vermek zorunda kalan, Rusya’nın yakın coğrafyasında Putin iktidarına verilen desteği bütünüyle kıramayan, Suriye’de Rusya’ya karşı mevzi kaybeden, ekonomik yaptırımlardan Rusya kadar kendisi de etkilenen ve bunun huzursuzluğunu yaşayan NATO üyeleri Rus karşıtı propagandada inandırıcılık sorunu yaşıyor. Trump’ın çözüm ve diyalog odaklı gibi görünen yaklaşımına karşı ikna edici argümanlara sahip değil.

Bunu açıkça gören Rusya’nın “gerekirse iç işlerine de karışılır” kafasına girmesi şaşırtıcı değil.  

Gözde Kök / SOL

Direnenlerin türküsü - Ruhşen Doğan Nar

Hande Durna, bir kuşağı anlatırken, dönemin olaylarını da ele alıyor: Bir tarih kitabının soğuk ve nesnel diliyle değil, roman karakterlerinin duygu dolu ve öznellikleriyle bu olaylara tanık oluyoruz.


“bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler...” Adnan Yücel
Bir seçimi daha geride bıraktık. Bütün artılarıyla ve eksileriyle... Belki de, artılarından daha çok eksileriyle. Siyasetin tekrar birçoğumuz için hayatımızın bir tür arka fon müziğine dönüştüğünü rahatça söyleyebiliriz. En azından, bir sonraki seçime kadar!

Ancak mücadele tüm hızıyla devam ediyor. Farkında olsak da olmasak da... Özellikle örgütlü bir şekilde, siyasetin içinde olanlar için. Yani yapıcılar için. Nâzım Hikmet’in ‘Yapıyla Yapıcılar’ şiirinde bahsettiği yapıcılar. Yeni bir ülkeyi türkü söyleye söyleye yaratanlar. Tuğla tuğla yapıyı inşa edenler. Ter dökenler, emek verenler, kendini feda edenler...

Yeni Ülke Yayınları’ndan çıkan, ‘Gün Doğarken Yürümek’ romanında Hande Durna, doksanlı yılların yapıcılarını konu alıyor. Bu roman, hem Hande Durna’nın hem de Yeni Ülke Yayınları’nın ilk kitabı olma özelliğini taşıyor. Bir ilk kitap olduğu göz önüne alınırsa, ‘Gün Doğarken Yürümek’ romanını hem yazarı hem de yayınevi için sağlam bir ilk adım olarak düşünebiliriz. Umarız, bu adımın devamı kararlılıkla gelir.

‘O güzel hülyaya, yoldaşlığa...’ ithaf edilen kitapta, yazar ‘doksanlı yılların devrimci kuşağını, daha genel bir tarifle, bir dönemi anlatmayı’ hedefliyor. Bu hedefine erişmek amacıyla, romanın en iyi yol olduğunu düşünerek, bu eseri ortaya koyuyor. Yazar, Gazete Manifesto’daki söyleşisinde romanı yazmasının sebeplerini şöyle açıklıyor:

“Bu kuşağın dağınık anı anlatımlarının ötesinde yazılı eserlere kaynaklık etmemiş olmasını önemli bir boşluk olarak hissetmem, beni bu kitabı yazmaya iten asıl nedendi. Bu hissiyat elbette bir saygıyı ve gelecek kuşaklara aktarma isteğini de içeriyor ama benim amacım bunların çok ötesindeydi. O kuşağın değerlerinin bugünle bağını kurmaya çalıştım diyebiliriz.”

Genel olarak bakarsak, romanda yer alan karakterlerin hepsi, 96 kuşağının devrimcileri; ama daha ayrıntılı bir bakış açısıyla, her biri Sosyalist İktidar Partisi ve ardından Türkiye Komünist Partisi’ni kuran kadrolar. 12 Eylül Darbesi’nden, Sovyetler’in çözülüşünden, karşıdevrim dalgasından sonra, bir geleneği her şeye rağmen inşa eden kadrolar. Partili gelenek açısından önemli kazanımlar elde edenler.

Yazarın da önsözde bahsettiği gibi, kitapta çok fazla karakter var. Yine önsözde bunun sebebinin, kahramanlar yaratmamak ve kolektif ruhu daha iyi ifade edebilmek olduğu belirtiliyor. Çok fazla karakterin olması, alışılageldiği üzere bir olumsuzluk oluşturmuyor. Bana kalırsa, bir kuşağı anlatırken birkaç kahramana odaklanmak yerine, daha fazla sayıda karaktere yer vermek, ‘Gün Doğarken Yürümek’ romanına güç veren özelliklerden biri.

Kitabın bir başka özelliği ise roman boyunca diyaloglarda konuşma çizgisi veya tırnak kullanılmaması. ‘Düşünce, söz ve eylemi iç içe geçiren bir yazım tarzını’ uygulamak için yazar, bilinçli olarak bu tercihte bulunmuş. İlk başta, okur açısından karışıklık yaratabilse de, kısa sürede insanın gözü bu duruma alışıyor. Hatta böylece, kitabın hacmi ve sayfa sayısı bakımından, bir tür tasarruf bile sağlandığı akla geliyor.

Hande Durna, bir dönemi ve kuşağı anlatırken, ister istemez dönemin tarihsel olaylarını da ele alıyor: Zonguldak Madenci Yürüyüşü, Gazi Eylemleri, 96 Üniversite İşgali, Susurluk Kazası, SİP’li Hüseyin Duman’ın seçim konvoyunda faşistlerce öldürülmesi... Bir tarih kitabının soğuk ve nesnel diliyle değil, roman karakterlerinin duygu dolu ve öznel ifadeleriyle bu olaylara tanık oluyoruz. Tarihsel olayların sadece tarih kitaplarında yer almaması, edebi eserlerde de yer bularak, okurların zihnine daha canlı bir şekilde kazınması gerektiğini düşünüyorum. Daha fazla örneğin ortaya çıkmasını ümit ediyorum.

‘Gün Doğarken Yürümek’ kitabında, okuru bir yandan sevindirecek diğer yandan üzecek bir de sürpriz bekliyor. Kitabın sayfaları arasında, Gezi Direnişi’nde hayatını kaybedenler birer birer karşımıza çıkıyor: Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Berkin Elvan... Kurgusal bir şekilde, onların küçüklükleriyle karakterlerimizin yolları kesişiyor. Bu şekilde yazar, 96 kuşağıyla Gezi kuşağını birbirine bağlamış oluyor. Mücadelenin, tarihsel bir süreç içerisinde devam ettiğinin altı çiziliyor.

Son olarak, kitabın kapağından bahsetmek istiyorum. Pınar Aksoy Özmen’in çizdiği bir resmin yer aldığı kapağın tasarımını İstemi Alp Köse hazırlamış. Her ikisinin de iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim.

Durna’nın bir romanla yetinmemesini ve edebi üretime devam etmesini diliyorum.

Ruhşen Doğan Nar / BİRGÜN


CHP yenilenmiyor, tekrarlıyor - TURAN ESER

CHP içi çekişmeleri, “kurultay” ve “yeni başkan” arayışı kilitliyor. Hedeflerde partiyi kimin yöneteceği var. Taraflar, “değişim” deseler de, “yenileşme” ya da “nasıl bir parti, nasıl bir program, nasıl bir Türkiye istiyoruz” sorularını cevapsız bırakıyor. Partinin köklü bir yüzleşmeye ihtiyacı olduğu gerçeğini kavramıyorlar. Pragmatist düşünüyorlar ve mevcut politikaları ile siyasal pratikleri, sosyal demokrasiden uzak. 

Bunun aksi iddia edilseydi, Ekmeleddin vakası yaşanmaz ve Gül girişiminde bulunulmazdı. CHP; daha çok sağ, sol, ulusalcı, milliyetçi ve muhafazakâr siyasetin harmanlanmasından oluşan yamalı bohça siyasetinden medet umuyor. Melez ve pragmatist siyasete sığınarak hareket eden kişisel ihtiraslar, CHP’nin siyaseti toplumsallaştırma, toplumu da siyasetin öznesi haline getirmesinin önünde engel teşkil ediyor. CHP, bu kısır döngüden çıkış arıyorsa, köklü yüzleşmeyi, tabuları ve siyasal dogmalarını, sosyal demokrasinin evrensel değerleriyle yıkarak başlamalıdır. Oysa CHP, toplumsallaşmanın ve iktidar olmanın yolunu, seçmen sosyolojinin ihtiyaç ve taleplerini yanlış zeminde okumayı tercih ediyor. Israrla geçmişin pragmatist siyasetini tekerrür etmekten ve kadro partisi olma ısrarından vazgeçmiyor. Geçmişiyle yüzleşmedikçe de, Şemsettin Günaltay ve Baykal’ın çizgisini tekrarlayarak sonlarını hazırlıyorlar.

Hakikat şu: CHP, laiklik ve demokratik cumhuriyet fikrinden uzaklaştıkça, en büyük tarihsel hatası ve siyasal kırılması olan 1947’nin CHP’sine dönüyor. Tarihsel hatalardan siyasal devamlılık üretiyor. 1947’den itibaren laikliğin evrensel ilkesine uygun din, vicdan ve inanç özgürlüğünü savunmak yerine, “dinde reform” adı altında siyasal İslamcılığın canlanmasına, dinin devletleştirilmesine ve devlet eliyle din ve dindarlığın üretimindeki kurumsallaşmaya doğrudan ve dolaylı katkı sunmuştur. Sosyal demokrasinin evrensel ilkesi olan sosyal devletin inşası yerine, Şemsettin Günaltay’lı CHP, “sosyal dayanışmanın dinle sağlanacağını” ve laiklik ilesinden firar ederek, “komünizme karşı manevi gıda bir gıda olarak dinin kullanılmasını”      savunmuştur.

DP ve siyasal İslamcı hareketlerin İslamileşme ve dinselleşme taleplerini halkın talebi gibi okuyarak, o dönem halkın ekonomik, sosyal, siyasal, demokrasi, özgürlükler ve temel haklar gibi gerçek taleplerini dikkate almamış. Bunları “ümmetin dinsel kimlik talepleri” gibi yanlış bir okumayı tercih etmiştir. Bu yüzden İslamcı dergiler CHP hükümetinin Başbakanı Şemsettin Günaltay’ı “Bu büyük zaferi Allah sana nasip etmiş olsun… Bu mazhariyete sen layıksın” diyerek övmeye başlamıştır.

CHP’li Başbakan Günaltay’ın, laik düzeni ve laik yaşamı kurmak yerine,  “İlkokullarda din dersleri okutturmaya başlayan… Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkatmak için imam-hatip kursları açan… İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım…” diyerek övünmesi, bugünün CHP’sinin de, AKP ile din eksenli yarışa girmesi, siyasetin dilini uhrevileştirmesi, geçmişin hatalarını “CHP Diyanet’i kuran, Kuran kurslarını, ilahiyat fakültelerini, imam hatip liselerini açan bir partidir” diye savunması, CHP’ye bir şey kazandırmamıştır.

Aksine Türkiye’nin, tüm toplumsal kesimlerin, CHP’nin, laikliğin ve demokratik cumhuriyetin kazanmasını engellemiştir. Kaybeden laiklik, kazanan ise siyasal İslamcılık olmuştur. Bugün AKP’nin CHP’ye yönelttiği “CHP geçmişte İslam’a düşmanlık yaptı” suçlaması esasen, DP’nin 1950 seçimlerindeki CHP’yi suçladığı argümandır. CHP, o yıllarda da, bugün de İslamcıların, kendilerine yönelttiği bu türden siyaset dışı ithamlara karşı, laiklik, demokrasi, siyaset üzerinden politika üretmek yerine, ithamları kabul etmek anlamına gelen “biz daha iyi dindarız” zeminindeki yarışa çekilerek, esasen siyasal İslamcılığı dolaylı besleyen siyasal pratiğe sığınmıştır. İhsan Özkeş ve Muhammet Çakmak gibi İslamcılar, “laik imam”olarak, partinin gözde isimleri haline getirildi. Bu durum aslında 1950’lerde, CHP’nin de DP gibi, İslamcı şeyhlerle oy pazarlığı yaparak “inkılapçı şeyhler” üzerinden dinin siyasete girmesine ön ayak olmuştur.

Bu siyaset tarzı, CHP’ye bir artı oy bile kazandırmamışken, bugün benzer politikaların sürdürülmesi dipsiz kuyudan su çekmeye benziyor. Aradan 70 yıl geçmesine rağmen, geçmişten ders çıkarmamak, sağ siyasetin hipnozuna ihtiyaç duymak, CHP’den sosyal demokrat bir parti yaratmasını engelliyor. Kısacası din ile flört, dinin istismarı, dini kontrol altında tutmak, dini devletleştirmek, laik ve demokratik bir cumhuriyet yerine, siyasal İslamcı rejimi canlandırmıştır.

Yarım asırdır süregelen yanlış CHP politikalarıyla yüzleşilmelidir. CHP’de bu siyasal yüzleşmeye, özellikle Selin Sayek Böke ve İlhan Cihaner’in öncülüğünü yaptığı, “Gelecek İçin Biz” grubunun çağrısındaki, “Evrensel sol değerleri günümüz için bütünleştiren yeni bir devrimci siyaseti var etmektir. Eşitliğe, özgürlüğe, laikliğe, barışa ve demokrasiye sahip çıkan, Türkiye’nin tüm temel sorunlarıyla yüzleşen ve çözümler üreten bir siyasi program” ile sosyal demokrasinin sınıf eksenli geleceğine köprü kurmak mümkün olabilir.

Turan Eser / BİRGÜN

Yeni yol haritası - İBRAHİM VARLI

Suriye’de yedi yıldır süren çatışmalar ülkede çok parçalı bir yapı meydana getirirken, savaş sonrası oluşacak siyasi yapıyla ilgili trafik de hızlanmış durumda. Bu görüşmelerin en belirleyici olanı Kürt gruplarla Şam yönetimi arasında olanı. İç savaşta ne silahlı muhalefetten ne de Şam yönetiminden yana tavır alan, buna mukabil Astana ve Cenevre süreçlerine dahil edilmeyen Suriye’deki Kürt gruplar, Şam yönetimi ile yol haritası hazırlayacaklarını duyurdu.

Görüşme trafiği aylar öncesinden başlamıştı. Ana gövdesini Kürt grupların oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) siyasi kolu olan Suriye Demokratik Konseyi (SDK) görüşmelerin tarafların kuracağı komiteler aracılığıyla yürütüleceğini açıkladı. Komitelerin, “demokratik ve yerinden yönetimli bir Suriye için yol haritası” hazırlayacağı kaydedildi. SDK’nin açıklamasına dair Suriye hükümeti tarafından henüz bir bilgilendirme yapılmadı.

Suriye devletinin davetiyle SDG’den bir heyet, geçen günlerde Şam’a gitmiş temaslarda bulunmuştu. Suriye Demokratik Konseyi’nden İlham Ahmed’in liderliğindeki delegasyonun ziyareti, ülkede yedi yıldır devam eden iç savaşta Şam’a yapılan ilk resmi ziyaretti.

Uluslararası ajanslara düşen bilgilere göre görüşmelerde SDG’nin Suriye’nin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda kontrol ettiği bölgelerde kurduğu siyasi yapıların geleceği ele alınıyor.

SDG ülke topraklarının yüzde 27’sinden fazlasını kontrol ediyor.

•••

Suriyeli Kürtler, Kuzey ve Kuzey Doğu Suriye’de savaşın ikinci yılına girmeden kantonal özerk bir yapılanmaya gitmişti. 2012’den bu yana kendi bölgelerinde kademe kademe bu kantonal yapıyı ilerletmiş, son olarak federasyon ilanına gitmişlerdi. Radikal İslamcı çetelerle savaşan Şam yönetimi, önceliğini Selefi/Vahabi tehlikenin bertaraf edilmesine verdiğinden Kürtlerle olan sorununu öteleyegeldi hep. Dera ve Kuneytra dahil Güney Cephesi’nde cihatçıların temizlenmesi sonrası yeni hedefin Kuzey Suriye olacağı açıkça deklare edildi. Kürtlere ya masaya oturun ya da savaşmaya hazır olun mesajı bizzat Esad tarafından verildi.

Kuzey Suriye ve Fırat’ın doğusundaki gelişmeler Suriye’nin gelecek tasavvurunu belirleyecek ana etmenlere sahip. Suriye yönetimiyle Kürtler arasındaki bu yakınlaşma tercihten ziyade bir zorunluluğun, taktiksel bir hamlenin ürünü. Türkiye’nin ÖSO ile birlikte Afrin’e girmesinin sonrasında, YPG’nin Menbiç’ten çıkartılmasına yol açan Türkiye-Amerika yakınlaşması, Kürtlerin bu hamleye yönelmesinin vesilesi oldu.

Sahadaki son gelişmeler ışığında gerçekleştirilen Şam-SDK görüşmesi / pazarlığı zorlu/sancılı bir sürece gebe. Zorluğun nedeni küresel güçlerin Suriye savaş sahasındaki konumlanışları. ABD ve Rusya’nın Suriye’ye dair tasavvurlarındaki farklılık sahadaki savaşın gidişatını doğrudan belirliyor. Moskova ve Washington’ın kendi aralarındaki “doğal” anlaşma çerçevesinde ABD, kendi çıkar bölgesi olarak belirlediği Fırat’ın doğusuna Rusya dahil müttefiklerinin hiçbirini yaklaştırmıyor. Rakka, Deyrizor gibi zengin enerji kentleriyle, Menbiç, Tabka gibi zengin enerji bölgeleri ABD’nin kontrolünde.

YPG’nin ana bileşeni olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) üzerinden Doğu Suriye’de yerleşik konuma geçen ABD, Kürtlerin özerlik/federasyon ilan ettiği Kuzey Suriye’yi de kapsayan bölgelerde inşa ettiği irili ufaklı ondan fazla askeri üsle uzun bir süre daha bölgede kalıcı olduğunun sinyallerini veriyor.
Bu çerçevede Kürtlerin Şam ile yapacağı her türlü görüşmenin ABD’nin bilgisi dışında olması o anlaşmanın baştan sakat doğması demek. ABD’nin SDK’nin Şam ile görüşmeye geçmesine en azından şimdilik ses çıkarmaması yeni pazarlıkların kapıda olduğunun işareti.

Suriye ve Arap basını geçen haftalarda Şam ile Suriyeli Kürtlerin uzun süren pazarlıklar sonrasında bir ön anlaşmaya vardığını yazmıştı. Üzerinde anlaşmaya varılan konular konusunda çeşitli rivayetler vardı.

•••

En temel mesele Kürtlere verilmesi planlanan statü ile ilgili. Bu konuda hem taraflar hem de arkalarındaki bölgesel/küresel güçler arasında anlaşmazlık söz konusu. Esad’ı devirme planlarından vazgeçmeyen ABD, geniş bir özerklikten yana, Irak modelini Suriye’ye de giydirme niyetinde. Sınır Güvenlik Gücü adı altında 30 bin kişilik ordu kurma hazırlığı, irili ufaklı onlarca askeri üs, ekonomik/politik işbirlikleri ile bunun adımlarını atmış bulunuyor. Rusya ise, Suriye’deki yeni süreçle alakalı hazırladığı anayasa taslağında özerklik getirileceğinin işaretini vermişti. Ancak bu kültürel özerkliği işaret ediyordu. Suriye devleti de kültürel bir özerklikten ötesini verme niyetinde değil.

Tek adam yönetimindeki “Yeni Türkiye”de rejim değişse de Suriye politikası aynen devam ediyor. ABD ile Rusya gibi küresel güçlerin kendi aralarındaki kapışmasından nemalanmaya çalışan “yeni rejim”in kırmızı çizgisi Kürtler. Türkiye, Suriyeli Kürtlerin herhangi bir statüye kavuşmaması için ABD ve Rusya ile pazarlık içerisinde.

Suriye savaş sahası hem müzakere masasında hem de alanda uzun, zorlu bir sürece gebe. Bu sürenin sonucunda kimlerin neler elde edeceğini, tarafların küresel aktörlere sunacağı/vereceği tavizler belirleyecek.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Tarım alanlarına Danıştay’dan destek - ÇİĞDEM TOKER

Eskişehir’in verimli tarım alanı Alpu’da termik santral yapma süreci devam ederken önemli bir gelişme oldu. 

Önce küçük bir hatırlatma sorusu: 
Bu köşede yayımlanmış “Bir ikna aracı olarak tüy dökücü krem” başlıklı yazıyı hatırlıyor musunuz? 

Hani geçen yıl kasım ayında Enerji Bakanlığı yetkilileri Eskişehir’e giderek bir otelde muhtarlarla toplantı yapmış, termik santralın devlet ve millet için ne kadar gerekli olduğunu anlatmış ve hediye olarak da içinde tüy dökücü krem, el feneri, şapka, şampuan vs. gibi ürünlerin yer aldığı bir çantayı muhtarlara dağıtmıştı. 

Eskişehir milletvekili Utku Çakırözer’in TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda belgesiyle aktardığı bu olayın üzerinden epeyi zaman geçti.
 
Tüy dökücü krem hediyesinin ardından kritik bir gelişme yaşandı. 
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, tarım alanlarına termik santral yapılmasını mümkün kılan “çok ince” bir hamle yaptı.
 
Bakanlık, tarım arazilerinin korunması, kullanılıp planlanmasını düzenleyen yönetmelikte, “Toprak Koruma Kurulu’nun” karar alma koşullarını ve sayısal yeterliliğini değiştirdi.


Değişiklik öncesi, kurulun en az altı üye ile toplanması, geçerli bir karar alabilmesi için de bu en az altı üyenin aynı yönde oy kullanması gerekiyordu. 

24 Ocak’ta “Kamuya ait enerji ve ulaşım yatırım projelerinde kurul, kararları katılan üyelerin çoğunluğu ile alabilir” diye bir cümle eklendi. 

Bu cümle, başta Alpu olmak üzere, ülkenin her yerindeki verimli tarım arazileri için kıyım anlamına geliyordu. Bu hünerli değişiklikle her verimli tarım alanından yol geçirip santral kurmak mümkün hale gelmişti. Yeter mi “kamu yatırımı” deyin.

Hukuki güvenlik uyarısı 
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, maddenin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay’da dava açtı. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, davada yaptığı savunmada, yaptığı değişikliğin gerekçesini “önemli kamu yatırımlarının önünü açmak” diye açıkladı. 

Fakat Danıştay aynı fikirde değildi. Başta Alpu olmak üzere tarım alanlarına iyi haber 10. Daire’den geldi. Hem de çok önemli bir gerekçeyle geldi. 

Danıştay 10. Dairesi, yapılan bu değişikliğin, “hukuki belirlilik” ve “hukuki güvenlik”  ilkeleriyle bağdaşmadığına hükmederek, yürütmenin durdurulmasına karar verdi. (2018/376)
 
Kararı verirken de gerekçeye hem anayasanın toprak mülkiyeti ile ilgili maddesini hem de Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun amaçlarını uzun uzun irdeledi. 
Karardan kısa bir özet sunalım: 
“Nispeten daha az tarım toprağının amacı dışında kullanılmasına sebebiyet verecek daha basit kararlarda toplantı ve karar yeter sayılarında nitelikli çoğunluk aranmakta iken daha geniş alanların tarımdışına çıkarılmasını gerektiren bir kısım yatırımlar yönünden adi çoğunluğun yeterli bulunmasının, kendi içerisinde çelişkili olduğu açık olmakla birlikte, enerji ve ulaşım yatırımlarının kamusal niteliği dikkatealındığında ‘kamuya ait’ ve ayrıca ‘zorunluluk halinde’ ifadeleriyle belirsizbir durum oluşturulması ve toplantı yeter sayısının 6 üyeye ve enerji ve ulaşım yatırımları yönünden ise karar yeter sayısının beşte üç çoğunluktan niteliksiz çoğunluğa düşürülmesi, Kanunun, tarım dışı kullanımda kamu yararı olsa dahi toprak bütünlüğünü ve verimliliğini korumaya yönelik amacına ve açık şekilde 13. maddesine aykırı bulunmaktadır.” 
Bitmedi. 

10. Daire gerekçeli kararında, anayasanın 2. maddesindeki hukuk devletine atıfta bulunarak şöyle dedi: 
“Hukuk devletinin en önemli unsurlarından birisi ‘hukuki güvenlik ilkesi’dir. Hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.” 
“Devletin güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasının gerekli olduğu”  cümlesinin bir yargı kararında yer alması ne kadar unuttuğumuz bir ifade... 

Meseleyi Alpu santralı özeliyle de sınırlamayarak, her alanda, bütün yurttaşlar ve hukuk devleti temelinde ele alıp değerlendiren bu karar “Türkiye’de her şeye rağmen hâkimler var” dedirtiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Kedilerin ölümü... - AHMET TAKAN

Ülkemi seyretmeye devam ediyorum!..
Bir hafta içinde dördüncü göçük... Yer yine İstanbul... Bu sefer Ümraniye'de... Yine ekranlardan canlı canlı izlettiler. Toprak kaydı, asfalt çöktü... Park etmiş araçlar inşaat çukuruna birer birer yuvarlandı. Seyrettik!.. Can kaybı yok diye yine avunduk!.. İmar barışı içinde yaşıyoruz nasıl olsa... Bu çöküş içinde makul ve mantıklı sebepler sıralandı. Barış içinde durmak yok yola devam!..
Bu aralar "imalı yazma. Açık yaz" diye tepki mesajları alıyorum. Ben, çok açık yazıyorum da... Neyse!.. Her zaman dediğimiz gibi okuyucu velinimetimizdir. Geçen "Sütlüce'nin çöküşü" başlıklı yazımızı " Türkiye'yi izledim" diye sonlandırmıştım. Dün de aynısı oldu. TV ekranlarına bakarken, toprak altından kayarken çöken ülkemi seyrettim. Ve bu acı tabloyu boş boş seyreden insanları...
Tarihin çok gerilerine gittim;
Papa 9'uncu Gregory'in "kediler şeytandır, onları öldürün!" diye fetva verdiği o ilkel vahşet asrına... Kedilerin öldürülmesiyle artan farelerden yayılan vebayla milyonlarca insanın öldüğü yıllara..

Bilmeyen varsa anlatalım...
 9'uncu Gregory adındaki yobaz ve ahmak bir Papa, bugün hâlâ var olan, kedilerle ilgili saçma sapan batıl inançların ortaya çıkmasında büyük pay sahibi biri. Asya ve Avrupa'da yaşayan milyonlarca kedinin ve insanın hayatını birkaç yıl içinde karartmış bu adamın, kör inançlarının ve yobazlığının bedeli oldukça ağır olmuş.
Bir yobazın korkuları ve elindeki güç yüzünden milyonlarca masum canın katledilmiş olması, tarihten alınması gereken büyük bir ders niteliği taşıyor.
İnsanlık tarihindeki en büyük hastalık felaketlerinden biri olan veba salgını, nam-ı diğer "kara ölüm"ün ortaya çıkış sebeplerinden biri olarak bilinir...
Yüzyıllar önce Avrupa topraklarında, önü alınamayan ve tahminen 75-200 milyon (kaynaklar farklı farklı söylüyor) insanın ölümüne neden olan bir veba salgını oldu. Bu trajedinin yaşanmasındaki sebep 9'uncu Gregory adındaki Papa'nın kedi nefreti yüzündendi. Bu dönemde çıkarılan "Vox in Rama" adındaki kilise belgesi, siyah kedilerin satanik bir simge haline gelmesinin ilk ortaya çıkış sebebiydi. Yobaz Papa, kedilerin şeytan olduğunu ilan etmişti. Zaten Avrupa'da o dönem bir şeylere şeytan damgası yapıştırmak, her şeyi şeytan görmek çok popülerdi. Ve bölgedeki bütün kedilerin, onlarla iş birliği yapan cadılarla (yani sahipleriyle) beraber yakılması için fetva verdi. Bunun üzerine on binlerce kedi katledildi. Sadece birkaç sayılı aristokratın kedisi hayatta kalmıştı.
Ancak, bu korkunç şeytan temizleme ayininden sonra, ölen masum hayvanların ve doğanın adaletinin vereceği ders çok büyük oldu. İntikam, Kırım'dan İtalya'ya ulaşan bir geminin ambarında geldi.
Geminin ambarından limana inen birkaç fare, veba mikroplarıyla birlikte Avrupa sokaklarında cirit atmaya başladı. Mikroplarını insanlara bulaştıracak olan bu fareleri, ortadan yok edebilecek hiçbir kedi yoktu. Avrupa nüfusunun büyük bir bölümünü etkileyen ölümler çığ gibi yayıldı.
İnsanın vebadan helak olmasının arkasındaki sebep tamamen nefret ve cehaletin sonucuydu...
Ancak, kilisenin kedi katliamları Gregory ile birlikte son bulmadı. Papa 8'inci Innocent, 1400'lü yıllarda Papa olduğunda Avrupa cadı hikayeleriyle çalkalanıyordu. Tabii ki hikayelerin baş kahramanları her zaman masum kediler oldu. Kedi yakma gibi nefret dolu olaylar uzun süre devam etti. Öyle ki Belçika'da kedilerin çatılardan atılarak, daha sonra yakıldığı festivaller düzenlendi ve Kraliçe Elizabeth'in taç giyme töreni oyuncak bir kedi yakarak başlamıştır.
Aramızdan bazı aklı evveller çıkıp bu yazıyı Adnan hocanın "kedicik"lerine yamayabilir.  Beni Adnan hocayı savunmakla, masum göstermekle bile suçlayabilirler. Malum!.. Uzun yıllardır toplumumuzda devam eden idrak yolları iltihaplanması hastalığına hâlâ çare bulunabilmiş değil. Bu devir, işlerine gelmediği için "hat"ı "höt" anlayanların devri... Yobazlık her zaman diliminde var. 14'üncü yüzyılda da, daha önce de, 21'inci yüzyılda da... Bundan sonraki asırlarda da olacak. Var oldukça da insanlık acı çöküşler yaşayacak. Trajedilere şahitlik edecek.
Kedileri öldürdükçe daha çook Sütlüce'ler, Ümraniye'ler yaşarız. Dolmuşta, otobüste, metroda, sahilde, parkta, Balgat'ta, Çankaya'da, pazar yerinde, Ankara'da, Sivas'ta, Trabzon'da, Maraş'ta...
Yobazdan alır da uygularsanız fetvayı... Öldürürseniz kedileri...
Sütlüce'de gümbür gümbür bina çöker,
Ümraniye'de paldır küldür lüks arabalarınız çukura yuvarlanır,
Kapınızın önünden 3 yaşındaki kız çocuğunuzu kaçırarak tecavüz ederler,
Üniversiteli genç kızımız dolmuşta tekmelenir,
Güpegündüz eviniz soyulur,
Terör örgütü mahkeme kurar,
Mafya polis olur,
Hudayinabit bakan koltuğuna oturur,
Sümbül efendi genel başkan, sinyalci genel başkan yardımcısı olur.
İstinat duvarları çökünce de enkaz altında kalan evden çamaşır makinesini kurtarsanız ne olur?.. Kime ne faydası olur?..
Kedilerin ölümü böyle bir şeydir işte!.. Meydan farelere kalır. Kara ölüm kaçınılmazdır!..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ