3 Ağustos 2018 Cuma

Şu Magnitsky - CEYDA KARAN

Türkiye adeta tarihi ironiler üretme makinesine dönüştü! Ankara’daki siyasal İslamcı yönetimin Batı’dan koptuğu, yüzünü Avrasya’ya çevirdiği iddialarının tozu dumanı arasında, yeni rejimin ABD yönetimiyle ‘ilk’ kapışması bile Rusya Federasyonu’nu hedef almış bir yasa üzerinden vuku bulmakta. Şu meşhur Magnitsky Yasası. 

2012 tarihli bu yasa, Amerikan hükümetine insan hakları meselelerindeki tutumlarından ötürü yabancı ülkelerin yönetim kademelerindekiler dahil yetkililerine yaptırımlar uygulama fırsatı sunuyor. Trump yönetimi rahip Brunson’ın davası üzerinden Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yaptırımları da bu yasaya dayandırarak devreye sokmuş durumda.

***

Magnitsky Yasası’nın kaynağı ‘Rus devletinin büyük çaplı yolsuzluklarınıortaya serdiği’ iddia edilen ‘ilkeli bir avukat olduğu’ gerekçesiyle tutuklanıp hapiste öldürüldüğü öne sürülen Sergey Magnitsky

Hikâyenin aslı astarı bir parça karışık elbette.
Magnitsky, 2009’da yargılanmadan yasal olarak tutulabileceği bir senelik gözaltı süresinin nihayete ermesine bir hafta kala hapishanede ölü bulunmuştu. Gizemli ölümü Rusya Federasyonu tarafından soruşturulurken, Magnitsky, ABD’de birkaç sene içinde dış politika aygıtı olarak yaptırımları yasal çerçeveye oturtmanın vesilesi kılındı.

***

Magnitsky ‘avukat’ diye sunuluyor. Oysa değil. Moskova’da Plekhanov Enstitüsü’nden mezun bir maliyeci. Patronu da Rusya’da vergi suçlarından aranan bir yatırım fonu yöneticisi olan William (Bill) Browder’dı. Yani Magnitsky onun muhasebecisi ve temsilcisiydi.

Amerikan doğumlu Britanyalı Browder, Hermitage Capital’in CEO’su ve kurucusu olarak Rusya’da bir zamanlar en büyük dış portföye sahip isimdi. Amerikan vatandaşlığından da vergi ödemekten kaçınmak için vazgeçmişliği var. Ancak Rusya’da iş yaptıktan sonra ‘ulusal güvenlik sebepleriyle’ 2005’te kendisine giriş yasağı konuldu. 

Browder’ın iddiası, muhasebecisi Magnitsky’nin Rus devletinin 230 milyon dolarlık vergi kaçakçılığını ortaya serdiği. Ruslar ise asıl kendisinin yolsuzluk yaptığını, Magnitsky’nin de ‘ilkeli bir avukat’ değil, ‘Browderın hesaplarınıkitabına uyduran suç ortağı bir muhasebeci olduğunu’ söylüyor. Browder, Rusya’da gıyabında yargılandı ve dokuz yıl hapse çarptırıldı. Ancak Interpol, Rusya’nın tutuklanması talebini ‘çok siyasi olduğu’ gerekçesiyle reddetti. Tabii bu Avrupa Parlamentosu’nun Magnitsky vakası üzerinden Rus yetkililere yaptırım kararı ile gayet ‘siyasi davranmasını’ engellemedi. Kanada kendi ‘Magnitsky yasasını’ geçen sene çıkardı.
***

Browder’ın lobi çalışmaları 2012’de meyvesini verdi ve ABD Kongresi’nde Magnitsky Yasası Obama döneminde çıktı. ABD ve Avrupa ülkeleri, Rusya’nın gözaltı süresince gerekli önlemleri almadığını söyleyerek sorumlu bürokratların cezalandırılmasını istediler.
***

Tabii Magnitsky Yasası tümüyle Browder’ın anlatımına dayanıyor. Rusya’da Putin’e eleştirileriyle nam salmış yönetmen Andrei Nekrasov’un ürettiği ‘The Magnitsky Yasası: Perde Arkası’ başlıklı belgesel ise son birkaç senedir çok tartışma yarattı. Ancak ne enteresandır ki özgür Batı’da yasaklı. Zira ‘Rus hükümetinin ağır yolsuzluklarını ortaya seren avukat’ temasını biraz boşa düşürmekte. Adamın aslında avukat olmamasından tutun da, annesi ve şirket çalışanlarına dayalı tanıklıklarıyla dikkat çekici olmasına rağmen... Öyle ki Browder, belgeselin gösterimini yasal tehditlerle yasaklatmış vaziyette. Kendisi ‘Putin propagandası’ söylemiyle savunuyor tutumunu. İfade özgürlüğü icabı yol açacağı tartışmaları pek hayırlı bulmasa gerek. Belgesel sadece ünlü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh’ün modere ettiği bir tartışmada bir seferliğine gösterildi.
***

Velhasıl, Magnitsky ABD/AB ile Rusya’nın jeopolitik kapışmasının ürünü. Şimdi Türk-Amerikan ilişkilerinde bir ‘başlık’ olup çıkıverdi! Detaylarını dün sevgili arkadaşım Özgür Mumcu’nun yazdığı rahip Brunson’la ilgili ithamlara bakınca, insan ‘Magnitsky’nin yerli yerine oturduğunu’ düşünmeden edemiyor. Neyse ki ‘emperyalistlerle mücadelede’ dün itibarıyla diyalog sürecine girildiği haberleri vardı. 
Hayırlısı…

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Dinci eğitimin iflası - ALİ SİRMEN

Cumhuriyetin kurucuları, çağdaş demokrasi ve sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmenin önünde kimi toplumsal eksiklikler olduğunu biliyorlar ve etapları, aydınlanma ve eğitim seferberliğiyle aşmayı amaçlıyorlardı. 

Cumhuriyetin ilk dönem başarısının temelinde, laik, üretirken öğrenen, üretici, yaratıcı eğitim vardı. 

Ulaşım ve iletişim olanaklarının o denli kısıtlı olduğu dönemlerde Cumhuriyetin mayasının tutmasında birinci etken milli eğitim olmuştur.
 
Laik eğitimin temeli ise 3 Mart 1924 Tevhidi Tedrisat Kanunu olmuştur. 
Cumhuriyetin o zaman da var olan, ama bugünkü gibi gemi azıya alamamış olan karşıtları, Cumhuriyetin başarısının temelindeki etkeni, tıpkı Cumhuriyetin kurucuları gibi çok doğru saptamışlar ve modernleşme çabalarına oradan, milli eğitimden saldırarak baltalamaya koyulmuşlardı. 

Saldırılar erken başladı, dünyanın en ilginç eğitim hamlelerinden biri olan Köy Enstitülerini kuran CHP, laik eğitime saldırının ilk taşını atmakta beis görmemiştir. 
Laik öğretime saldırı hamlesinin öncüsü Reşat Şemsettin Sirer, DP’nin değil, CHP’nin Milli Eğitim Bakanı idi.
***

Cumhuriyet artık evvel Allah tarihe karışmıştır, tabii laik eğitimle birlikte. Tevhidi Tedrisat yerini, birbirleriyle rekabet halinde değil, bir hiyerarşik yapı içinde, tek tarikatın egemenliğini amaçlayan “ikinci” mi, yoksa “üçüncü” mü olduğu tartışma götüren yeni Cumhuriyette, yerini Tevhidi Tarikat’a bırakmış, laik eğitimin yerine dinci eğitim ikame olunmuştur. 

Yeni fetva makamı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile el ele çalışan, Milli Eğitim’in antilaik uğraşı içindeki koçbaşları Imam hatipler olmuştur. 

Bir yandan müfredat programlarıyla tüm eğitim dinselleştirilirken, iktidarın “arka bahçe” olarak gördüğü imam hatiplere öğrencilerin yöneltilebilmesi için cebir ve hileye başvurulmaktan çekinilmemiş, öğrencilerin zorla imam hatipli olması için çeşitli yöntemler uygulanmıştır. 

Sınavların ve Pisa değerlendirme ölçütlerinin gösterdiği gerçek ise imam hatiplerin en imtiyazlı kuruluşlar olduğu dinci eğitimin yuvası, odağı Milli Eğitimin kalitesinin düşmekte olduğudur. 

İlk iş olarak, oyun sırasında kuralların değiştirilmesi yönteminin bırakılacağını açıklayan Milli Eğitim Bakanı bu faciayı kucağında bulmuştur. 

Daha yüksek puan alan öğrencilerin tercih ettikleri kurumlara giremeyerek sınava katılan 1 milyon 200 bin öğrenciden 200 bini herhangi bir tercih yapamayarak, sistem dışı kaldılar. 

Sınav kâğıtları ise öğrencilerin düzeylerinin yerlerde süründüğünü gösteriyor. 
Yeni sistemde sayısalcıların yüzde 65’i, sözelcilerin yüzde 25’i baraj altında kalmıştır. Öğrencilerin girmeleri zorunlu olan Türkçede 2 milyon 260 bin adayın 40 soru üzerinden ortalaması, yalnızca 16. Sosyal bilimlerde 170 soruya 6.003 ortalama, temel matematikte ise 40 soruya 5.642 ortalama yanıt verebilmişlerdir.

***

Bu yürek sızlatan manzara ortasında, barajı 2 milyon 260 bin öğrenciden yalnızca 735 bini aşıp, sisteme dahil olabilmişlerdir. İstediği ilk tercihe girmeyi başaran öğrenci ise 33 bindir. 

Bu perişan ortamda sisteme girip de istediği kuruma yerleştirilemeyen öğrenciler şimdi başarı sıralamasında sonuncu gelen imam hatiplere girmemeye çalışmaktadır. 
İmam hatiplerin çok eleştirilmesi yandaşlarının tepkilerine neden oldu. 
Oysa pratikte zorunlu hale getirilen imam hatipler aracılığıyla eğitimin dinselleştirilmesine karşı çıkıyorduk.
 
Şimdi de çıkmaktayız.
 
Türkiye bu eğitim sisteminden kurtulamadan hiçbir yere varamaz.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Din devleti - Meriç Velidedeoğlu

Geçen hafta perşembe günü sabahı İsrail meclisi “Knesset” İsrail’i, “Yahudi Ulus Devlet”, açıkça “Yahudilerin ulus devleti” olarak kabul ettiğini dünyaya duyurdu. (19.7.2018) 
Ve hemen ardından da -anımsanacağı gibi- “yolsuzluktan” yargılanan Başbakan Netanyahu“Mutlak bir çoğunluk devletin ‘Yahudi karakterinin’nesiller boyunca aktarılmasına karar verdi, ‘Çok yaşa İsrail devleti!’ ” diyerek seslendi.

Kuşkusuz bu “Yahudi karakteri”ni belirleyen, “Yahudi şeriat (Halaka) kuralları” olduğu bilinir; dolaysiyle Başbakan, “İsrail bir din devletidir!” diyerek de vurguladı bu durumu. Ve bu “dinsel” dile getiriş, “İsrail Devleti”nin kurulduğu toprakların yerli halkını hiçe sayıp, sınırlarının genişletilmesinin “nedeni” olarak hep kullanıldı, şimdi de kullanılmaktadır...

Öyle ki, İsrail’in sınırlarını, “Kızılırmak” büklümüne dek uzatarak, Anadolu’yu da içine alan ünlü “Yaşam Alanı” kuramı, “Ortadoğu”yu da, Batı Emperyalizmi’nin at koşturduğu bir alan olmasını sağlayan yine “dinsel” bir projedir; daha yakışan bir deyişle, “dinsel maskeli” bir projedir... 

Dünya ülkelerine dağılmış olan “İsrailoğulları”nı, “Kutsal Kitap”ları, “AhdiAtik”te, kendilerine “vaat edilen, çeşmelerinden bal, süt akan” bugünkü topraklarına, Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda yerleştiren İngiltere -bu “sevabı” işledikten sonra- Ortadoğu’yu, dünyanın yeni jandarması “ABD”ye teslim etmiş olsa da,  dinsel bağlamdaki bu emparyalist tutum sürdürülecekti, sürdürüldüğü görülüyor. 
Öte yanda, İsrail meclisi “Knesset”in, Arap milletvekilleri Netahyahu’yu eleştirerek, “Siz bir ‘apartheid’ (ırk ayrımcılığı) yasasını geçirdiniz. Bu yasa ırkçıdır!” diye uyardılar...

Ayrıca, Komünist Partisi’nin Arap milletvekili de: “Yahudiler dışındaki bütün vatandaşları, ikinci sınıf vatandaş konumuna getirdiğini söyleyerek,‘...demokrasinin ölümü ilan edildi!’ ” dedi... 

Bir “din devleti” olduğunu ilan eden İsrail’in, bu yapısından kaynaklanan  ırkçı tutumuna, dolaysiyle Filistinlilere uyguladığı katliama, dahası, içeriden de yapılan bu ağır suçlamalara karşın, ABD’nin hâlâ İsrail’i savunmasının siyaset bağlamı dışında, başka bir anlamı olabilir mi? 

“ABD”nin, bir “din devleti” olduğu, ülkedeki Hıristiyanlardan, Hıristiyan dininin bir mezhebi olan Protestanlığı kabul eden, “Protestanlar” tarafından kurulduğu konusu, şu günlerde dile getirildiği görülüyor; özellikle de tutucu Protestanlara “İncil” yazarlarına verilen “Evangelist” adından kaynaklanan Evangelist’ler dendiğinden söz ediliyor ve “ABD”yi kuranların bunlar olduğu belirtiliyor. 

ABD’de, Başkan Trump’ın da katıldığı bu tartışmalar sürerken, İsrail’in, “Yahudi Ulus Devlet” olduğunu sağlayan yasaya, “Yahudi Ulus Devlet Yasası’na, yazının başında yer alan eleştirilere bir yenisi daha eklendi. 

Maliye Bakanı Moshe Kahlon“ayrımcılığı ve din devletini yasal hale getirecek” bu yasaya itiraz etti; ardından Eğitim Bakanı da bu eleştiri kervanına katıldı. 
Bu itirazların yapıldığı geçen hafta, ölen Filistinlilerin‘149’a ulaştığını bildiriyordu ‘TV’ler... 

“Din devletleri”nin, insanlığa yaşattığı derin olumsuzlukların süreceği görülüyor. 
Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

2 Ağustos 2018 Perşembe

Kural koyma ve kuralları uygulama: Yetkiler ve organlar farklı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

AK Parti’nin son on yılına damgasını vuran ‘yeni’ sıfatının Türkiye için kullanım dönemi çabuk aşındı; aynı sıfat, şimdi ‘sistem’ için kullanılıyor. Aslında ‘yeni sistem’, ‘yeni Türkiye’ ürünü. Açılımı ise, ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’.

Yeni Türkiye
‘Yeni sistem’, ‘yeni Türkiye’ ürünü olduğuna göre, yeni Türkiye’yi yaratan başlıca etkenleri hatırlayalım:

»2010 Anayasa değişikliği,
»HSYK’nin yeniden oluşturulması,
»Yargıtay ve Danıştay’ın toplu üye atamaları ile yeniden şekillendirilmesi,
»TÜBİTAK, RTÜK, ÖSYM, Üniversiteler vb. kurum yöneticilerinin kesinlikle partizanlar arasından belirlenmesi,
»Sonradan ‘kumpas’ olarak nitelenen büyük davaların görülmesi,
»17-25 Aralık operasyonları,
»15 Temmuz kanlı darbe girişimi,
»16 Nisan Anayasa oylaması (…)

Bunlar, ‘yeni Türkiye’ manzaralarından…

Osmanlı-Cumhuriyet mirasını ret
‘Yeni sistem’, bunların ürünü; ancak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırılsa da, Cumhurbaşkanı ve Hükümetin bulunmaması bir yana, ‘sistem’ kavramını kullanmak bile zor. Çünkü sistem nitelemesi, işleyişin öngörülebilir olmasını gerektirir. Oysa 6771 sayılı Kanun ile yaratılan yeni durum, ‘sistem’ ve ‘anayasa’ kavramları açısından yeterince irdelenmedi.
Bunu tartışmak, ‘yeni’ sıfatı ile nitelenen dönemde ‘hukuka inanan gruplar’ tarafından izlenmesi gereken yol ve yöntemi belirlemek için önem taşır. 

Şöyle ki;
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’na tepki metni olarak niteleniyordu.
6771 sayılı Kanun ise, 1876’dan bu yana bütün anayasal gelişmelere tepkidir.
1982 Anayasası, 1961’in anayasal sistematiğine ve sistemine bağlı kaldı.
6771 sayılı Kanun ise, 1982 sisteminden ayrılmak bir yana, Kanun-i Esasi sisteminden bile ayrılma veya kopmayı ifade ediyor.
Şimdi şu sorulabilir: Hangi 1982 Anayasası?
1987-2004 değişiklikleri, Anayasa metnini, hak ve özgürlükler bakımından 1982 ruhundan uzaklaştırmış ve başkalaştırmış bulunuyor. Bunlar, genellikle siyasal uzlaşma yoluyla gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri.
2007-2017 değişiklikleri ise, erkler ayrılığı bakımından, 1982 metni ruhunu derinleştirmenin çok ötesine geçiyor; buna iktidar başkalaşımı (metamorfozu) da denebilir. Çatışmacı siyasal yaklaşımın belirlediği iktidar ekseni, ‘kişisel iktidar’a OHAL ortam ve koşullarında dönüştürüldü.
Kısaca, eğer 1982, 1961 rövanşı ise; 2017 değişikliği, Modern Osmanlı-Cumhuriyet rövanşı olarak görülebilir.

7 Kasım 1982 Anayasası, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ürünü; 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği ise, 15 Temmuz 2016 ‘imam-asker darbe girişimi’nin ürünü.

Nasıl gelindi?
Yöneltilen eleştiriler karşısında, “Millet bize oy verdi; yeni sisteme alışın” vb. çıkışlar, bugüne nereden ve nasıl gelindiği hatırlatması ile reddedilmeli.
Bugünkü ‘anayasa dışı’ alan, anayasal zorlamalar ve darbeler eşliğinde yaratıldı. İşte belli başlı dönüm noktaları:

»15 Temmuz akşamı, darbe girişiminden haberdar olduğu halde MİT Müsteşarı, DİB başkanı ve Suriyeli muhalifle yemeğe gitti.

»Cumhurbaşkanı, darbeyi bir fırsat olarak niteledi.

»Başbakan, OHAL’de referandum yapılmayacağını söyledi.

»OHAL ortam ve koşullarında 16 Nisan halkoylamasının ardından; Başbakan, “Yüzde 30 olan desteği 70 günde yüzde 51,4’e çıkardık”, dedi.

»24 Haziran seçim kararı, 6771 sayılı Kanun ihlal edilerek alındı.

»Uyum düzenlemeleri için yetki Kanunu, Anayasa’ya aykırı biçimde çıkarıldı.

»KHK’ler de hem yetki kanununa hem de Anayasa’ya aykırı.

»Cumhurbaşkanlığı kararnameleri de, yetki alanı bakımından birçok yönden Anayasa’ya aykırı.

»TBMM gündemine ‘Kanun Teklifi’ olarak getirilen önerilerin kaynağı milletvekilleri değil.

»Zaten teklifin altında imzası bulunan vekiller de, yöneltilen yoğun eleştiriler karşısında, “Hayır, biz hazırladık” deme cesaretini gösteremediği gibi, Anayasa’ya açık aykırılık durumları karşısında da, “Hayır, Anayasa’ya uygundur” diyemiyor.

Anayasa ve siyaset için
Öncelikle, anayasal bilgi alanı gerçekçi temelde sürekli geliştirilmeli ve pekiştirilmeli. Bu yapılabildiği ölçüde anayasal yöntem ve hedef belirlenebilir.

»“1982 darbe anayasası, bundan kurtulmalıyız” vb. söylemler, Anayasal gerçeklikle örtüşmüyor.

»Benzer şekilde, “TBMM, Külliye noteri haline geldi” vb. benzetmelerden kaçınmak gerekiyor. Çünkü Noter, bir belgeyi, ancak hukuka uygun ise onaylar; TBMM ise, Anayasa’ya açıkça aykırı olan yasaları oyluyor.

»Kurtulmak gereken metin, öncelikli olarak 6771 sayılı Kanun; çünkü artık 1982 Anayasası’ndan bahsetmek, anayasal realiteye uygun düşmüyor.
Öte yandan; Anayasa’nın hukuk devleti hükümlerini pekiştirici söylemde kararlılık ve süreklilik gerekli:

»Anayasa’nın uygulanması, doğrudan muhatabı olan, yetki ve meşruluğu, kural koymak için halktan alan TBMM’nin görev sorumluluğunda.

»Cumhurbaşkanı ise, halktan TBMM’nin koyduğu kuralları uygulamak için yetki aldı.

»Cumhuriyetin temel organlarının başında gelen ve kural koyma konusunda doğrudan halktan aldığı bu yetkiyi sahiplenmek için TBMM, siyasal, hukuki ve toplumsal düzlemde mücadele araçlarını sürekli pekiştirmeli:

»Yasamanın özerkliği için mücadele etmek.

»Hukuki olarak; Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak.

»Sivil toplum örgütlerinin desteğini sürekli kılmak.

Bu saptamalar, bundan böyle, hukuk devleti ve demokrasi hedefinde izlenmesi gereken politikalar için anayasal realite üzerine kafa yorma gereğini bir kez daha ortaya koyuyor; ‘demokrasiyi hukuk yoluyla’ inşa etme yolunda.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU  / BİRGÜN

Sülün Osman - KADİR SEV

Herkes, özelleştirmenin mucidi olarak Özal’ı bilir… Oysa ilk Sülün Osman başlatmıştır.
1950’li yıllarda İstanbul’da, Galata Köprüsünü; Galata Kulesini; şehir hatları vapurlarını; tramvayları; meydan saatlerini satmış ya da kiraya vermiştir. Ancak teslimat sorununu çözemediği için sürdürememiş, unutulup gitmiştir.

Tarih kitapları yazmaz. Belki o yıllardaki polis tutanaklarında adına rastlayabilirsiniz. Bir de 1962 yılında hapisteyken; “alın teriyle yaşamak” konulu bir konferans verdiği söylenir.
Aradan 30 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra 1976’da Milliyetçi Cephe (MC) diye adlandırılan AP, MHP ve MSP koalisyonu da böyle bir işe girişmiştir. Ama bu daha çok, durum tespitine yöneliktir. Bütçe Yasasına eklenen bir maddeyle Bakanlar Kurulu’na; “döner sermayeli KİT’leri satmaya, olmayanları da döner sermayeli yaptıktan sonra satmaya yetkilidir” sözleriyle özetlenecek yetki verilmiştir.

Bunun çalıya taş atmak gibi bir şey olduğu daha baştan bellidir. Bütçe yasalarına bu tür kurallar konulması Anayasaya göre yasaktır. Üstelik tek engel Anayasa da değildir. Çoğu KİT, kurulu olduğu sektörde ya tekeldir ya da en büyüğüdür. Sattım demekle olmaz. Yıllar sürecek ön hazırlık yapılması gerekir. Ayrıca Devletin ekonomik ve sosyal politikalarının yaşama geçirilebilmesinde önemli bir araçtır ve bu nedenle toplum nezdindeki itibarı yüksektir.

Nitekim çalıdan çok sayıda kuş havalanmış, işin hiç de kolay olmayacağı ortaya çıkmıştır. Anayasa mahkemesinin iptal etmesiyle yasal dayanağı da kalmamış, MC koalisyonu henüz hazır olmadığını görmüş, işi zamana bırakmıştır.

Sonra gelen iktidarlar da ellerinden geleni yapmışlardır. Şu sloganları çoğumuz anımsar; “devlet kötü yönetir…vergilerimiz bunların zararlarını karşılamaya gidiyor…kaynaklar boşa harcanıyor…bu yüzden kalkınamıyoruz… özel sektör en iyisini yapar… DEVLET KÜÇÜLMELİ ASLİ GÖREVLERİNE DÖNMELİ…”
24 Ocak 1980 bir dönüm noktasıdır. Bakanlar Kurulu, o gün aldığı bir dizi kararla, Ülkenin para edecek bütün değerlerinin satılacağını dosta düşmana ilan etmiştir: ihracata yönelmemiz gerekiyordu.

Uygulamada işlerin sarpa saracağı anlaşılmış, 12 Eylül paşaları devreye sokulmuştur. Paşalar eliyle toplumdaki direnç odaklarının üzerinden tanklarla geçilmiş, uluslararası tekellerin de katkılarıyla satışa elverişli ortam hazırlanmış ve Özal’a el verilmiştir.
Özal, verilen eli ustaca değerlendirmiş ama ne yazık ki sonucunu görmeye ömrü yetmemiştir. Bayrağı ondan sonra gelenler devralmıştır.

1980-90’lı yıllarda Dünya Bankası, IMF, OECD gibi uluslararası tekellerin mali ve düşünce kuruluşları ile bizim TÜSİAD el ele verip, yapısal uyum projeleri ve kredileri aracılığıyla devleti yeniden yapılandırmaya girişmişlerdir.
Kamu bürokrasisi, yurt dışı gezilerle cazibe kazandırılan eğitim programlarıyla dönüşüme hazırlanmıştır.

Bu arada eksik kalan yasal düzenlemeler de ihmal edilmemiştir.
Özelleştirme kavramı Anayasaya 1999 yılında DSP, DYP, ANAP Koalisyonu döneminde girmiş; “kabineye 4’üncü ortak olarak” alınan Dünya Bankası üst düzey çalışanı Kemal Derviş’in önerdiği yasalar çıkarılarak “zemin tahkim edilmiştir.”

AKP iktidar olduğunda her şey hazırdır. Çoğunluk ikna edilmiş; yasal çerçeve önemli ölçüde bitirilmiş; Özelleştirme İdaresi kurulmuş; 8 milyar dolarlık deneme satışı yapılmış; KİT çalışanları cazip görünümlü sözleşme ücretleriyle güvencesizliğe ikna edilerek ya da başka kamu kurumlarına aktarılarak, alıcılara her türlü kolaylık sağlanmıştır.

Sonuçta 1970’lerden bu güne ülkeyi yöneten bütün iktidarların elbirliği ve katkısıyla Cumhuriyetin bütün birikimleri 70 milyar dolara satılmış; 20-25 milyar dolar masrafı çıkarıldıktan sonra kalan para bütçeye yamanmıştır.

Sülün Osman’ı nasıl aramazsınız? 

O hiç olmazsa yalnızca alıcılara zarar veriyordu.

Kadir Sev / SOL

Türkiye yüksek uçuyor - NAZIM ALPMAN

Türkiye üst üste yaşadığı seçim başarılarından sonra demokrasinin üzerinden perende atarak sıçramalı gelişmelere doğru yelken açmış durumda ilerliyor.
Ülke çapında yayımlanan gazetelerin yüzde doksan beşinin birinci sayfalarına bakarak rahatça görülebilen bu gelişmenin, ekonomik altyapısı konusunda akıllara durgunluk veren dinamiklerin olduğunu kimseler bilemiyor.

En son “süper gelişme” haberini AKP Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz verdi:
“Tarımda Avrupa birincisiyiz!”

Aslında bu birincilik ilk kez Yılmaz tarafından dile getirilmedi. Daha önce Tarım Bakanlığı içinden yetişen efsanevi bakan Mehdi Eker de söylemişti:
“Gayri safi milli hasıla verilerine göre tarımda Avrupa birincisiyiz!”

Türkiye’nin sondan bir önceki başbakanı Ahmet Davutoğlu da bu gerçeğin üzerine eğilmiş, “Biz birinciyiz” demişti geçmiş yıllarda.
Cumhuriyet tarihinin “Son Başbakanı”unvanlı büyük siyasetçi Binali Yıldırım bir Meclis konuşmasında, tarihi bir vurgu yapmıştı:
“Tarımda Avrupa’da bir numarayız… Evet bir numarayız! Niye güldünüz?”

Burada açık olarak görülüyor ki, AKP Türkiye’yi güldürüyor. Eğer güldürmesiydi, tarihin son başbakanı Binali Bey “Niye güldünüz?” diye sorar mıydı, milli iradenin yüce çatısı altında?

                                                         • • •

Başka göstergeler de var. Dünyanın bütün büyük devletleri Türkiye ile yakından ilgileniyor. Daha doğrusu ilgilenmek zorunda kalıyor.

Neden ilgileniyorlar?
Hepsini bilemeyiz. Zaten bilgi önemli değil. Dünya çapında bir devlet olmaya soyundunuzsa “imaj” önemlidir.
Türkiye’nin gücü bu imajın altında yatıyor.
Bir bakıyorsunuz Rusya ile yakın ilişkiler içinde onlardan füze alıyoruz, bir bakıyorsunuz Ruslar bizden aldıkları meyveleri geri gönderiyorlar.
Amerika Başkanı ile bizim Başkan NATO zirvesinde “en samimi iki dünya lideri” pozu veriyorlar. Aradan geçen kısa süre içinde aynı sıcaklıkta paralel gelişmeler içine girebiliyoruz, ABD ile “papaz”olabiliyoruz!

ABD Başkan Yardımcısı “Türkiye’ye yaptırımlar uygulayacağız” diye açıkça düşmanlık sergiliyor. Onlara en hızla ve sert cevap da yeni dönemin ilk Milli Güvenlik Kurulu toplantısından veriliyor:
“Bu tavrı, stratejik dostluk ilişkisi içinde olan iki ülke açısından kabul edilmez buluyoruz!”

Bu “kibarlaştırılmış sertliğin” ABD saflarında ağır hasarlara sebep olabileceğini umut etmek istiyoruz.

                                                         • • •

Türkiye’nin gelmiş geçmiş bütün hükümetleri yüzlerini her zaman Avrupa’ya dönmüş halde politika yaptılar. Nihai hedef olarak da Avrupa Birliği’ne tam üye olmayı esas aldılar. Ama AB’nin insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi alanlardaki aceleci tavrı bütünleşme bakımından gecikmelere neden oldu.

İş başındaki AKP iktidarı da en başlarda “aşırı AB’ci” bir görüntü vermişti. Bu görüntüyü dikkate alan AB liderleri “Erdoğan başımızı döndürüyor” diye takdir hislerini belirtmişlerdi.

Onların başlarını döndürdü, döndürdü sonra da kıç üstü oturttu, Afrika’ya doğru yola çıktı. 2014’ten bu yana tam 21 Afrika ülkesini ziyaret etti. Bu bir rekordu. Bir önceki rekor da yine kendisine aitti.

Afrika ile Avrupa gibi sorunlar yaşanmayacak gibi görünüyor. 

Avrupa “demokrasi”diyor, Afrika ise “açız” diye bağırıyor. Bu bakımdan Afrika’da daha itibarlı bir mevkide kabul görebiliyor ülkemizin yöneticileri… Çünkü yardım paketleme sektörü ile sektörleşmiş merhamet hareketlerinin faaliyetleri bir deniz feneri gibi yol gösterici olabiliyor.

Afrika’dan bakınca kartallara özgü bir irtifa söz konusu:

“Türkiye yüksekten uçuyor!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Hem tragedya hem komedya - ERGİN YILDIZOĞLU

Bugünlerde CHP’nin içine düştüğü yaşamsal kriz hem bir tragedya hem de bir komedya. Bu trajikomik durumun altında CHP liderliğinin bir türlü anlamak istemediği bir gerçek yatıyor.

Tragedya
Atina tragedyasında Hubris ve Nemesis en önemli kavramlardır. Hubris, tanrıların yasalarını (şeylerin doğalarından kaynaklanan işleyiş kurallarını) hiçe sayarak, aşırı gururla (hüperoçoi), tek ben bilirim (monos pronein) diyerek ısrar etmeyi ifade eder. Bu ısrar sonunda, tanrıça Nemesis tarafından cezalandırılır. 

Türkiye’de siyasal İslam AKP hükümeti yoluyla iktidara gelmeye başladığından bu yana CHP her aşamada, “bir siyasi parti rakiplerinden farkını vurgulayarak başarılı olabilir”  ilkesini yadsıyarak, hep siyasal İslama benzemeye çalışarak, laik, demokratik ve Cumhuriyetçi muhalefet açısından HDP’nin önemini görmezden gelerek, kısacası aynı hatayı ısrarla tekrarlayarak ilerlemeye çalıştı. Sonuç, her dönemeçte fiyasko oldu ama, CHP tekrarlamaya devam etti. Son seçimlere giderken CHP, içinde hareket ettiği durumun işleyiş kurallarını, OHAL, YSK, yoğun silahlanma, oy çalma hazırlıkları, genelde tüm ülkede, özelde HDP seçmeninin güçlü olduğu yerlerde, muhalefetin propaganda özgürlüğünü bastıran şiddeti yok sayarak hareket etti. 

CHP açısından Hubris bununla da sınırlı kalmadı. Son seçimlerden önce  “kazanacağımız seçimleri neden boykot edelim” iddiasıyla tartışmayı bastırmak,  “sandıkların yüzde 99.6’sını denetliyoruz” şişinmeleri, tam anlamıyla bir monos pronei durumuydu. Seçim gecesi yaşananlar, CHP’nin başkanlık krizi, son olarak, “gizli merkez” tartışması, şimdi Nemesis’in işbaşında olduğunu gösteriyor. Bu süreçten CHP’nin sağlam çıkması olanaklı görünmüyor.

Ve komedya
Kendisinin ve partisinin durumunu yadsıyarak, aşırı bir gururla (hüperoçoi) sarf edilmiş “50.000 avukatla YSK önüne olacağım” iddiasından sonra, seçim gecesinin iktidarsızlığı, bu iktidarsızlığı açıklama çabaları CHP’nin durumunun komediye dönüşmeye, liderliğinin alay konusu olmaya başladığını gösteriyor.
50.000 avukatla YSK önünde olmaya ilişkin ilk çağrı, o gecenin sessizliği bir    tragedyaydı“Ülkede ölüm sessizliği var, kimsenin sesi çıkmıyor” yakınmalarıyla yel değirmenlerine doğru taarruz hareketleri, “Bütün delegelerimizi yarın notere gidip olağanüstü kurultay için imza vermeye davet ediyorum”  biçimindeki ikinci çağrıHegel’in ünlü sözünü anımsatan bir komedi oluyor. CHP liderliği de bu komedinin içinden onurunu koruyarak çıkabilecek gibi görünmüyor.

Daha derindeki dinamik
Bu trajikomik durumun arkasında, CHP’nin anlamak istemediği bir gerçek var. Bu gerçeğe, daha önce, CHP’nin devlete olan sadakatinin artık anlamsız olduğunu vurgularken değinmiştim: O, ‘kurucusu olduğu’ laik, modernist ilkelere göre işleyen devlet artık yok; yerinde, siyasal İslamın, yeni, çok farklı ilkelere göre işleyen devleti var. CHP’nin bu yeni devlete sadakat beslemesi tam anlamıyla absürt bir durumdur. Ben o yazıyı yazdıktan bu yana, özellikle son seçimlerle birlikte durum daha da belirginleşti.
Şimdi gelinen noktada, bir muhalefet partisi olarak CHP artık anakronik bir yapıntıdır. Kısaca açarsam: CHP 1970’lerden beri sosyal demokrat iddialı, çoğunlukla muhalefette kalan bir düzen partisidir. CHP’nin politikaları o düzenin parametreleri içinde şekillendi, düzenin korunması açısından işlevsel oldu. 

“Yetmez ama evet” referandumundan bu yana giderek hızlanan bir süreç o düzeni, devletin biçimi, toplumun egemen kültürel özellikleri, siyasal İslamın iktidarının ve egemen sınıflarının yerleşmesi, hatta ekonomi politikalarının (ekonomik artığının paylaşımının, kaynak dağılımının) öncelikleri açısından değiştirdi. CHP’nin de,  genetik olarak ait olmadığı bu düzenin partisi gibi davranmaya çalıştıkça, ilkeleri ve politikaları bulanıklaştı. CHP bir muhalefet partisi olarak işlevsizleşti. Diğer bir deyişle, CHP, AKP’nin yerine geçerek bu düzeni yönetemez. Bu yeni düzenin bünyesi CHP’yi, bir hükümet partisi olarak kabul etmez. 

Eğer, CHP bu yeni düzenin muhalefet partisi olmaya doğru evrilmeye devam edecekse, laik, demokratik, cumhuriyetçi muhalefetin bir başka parti tasarımı üzerinde düşünmeye başlaması gerekir. İkincisi, CHP bu düzenin partisi olmaktan vazgeçerek, düzene gerçekten muhalefet eden bir parti olacaksa, politikalarını, liderliğini, oy tabanını bu düzene gerçekten muhalefet edebilecek yönde yeniden tanımlamalıdır.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Brunson meselesi - Özgür Mumcu

Amerikalı misyoner, din adamı Andrew Brunson’ın tutukluluğu hakkında kopan fırtına devam ediyor. ABD’nin Brunson’ın tahliye edilmemesi durumunda Türkiye’ye yaptırım uygulayacağını başkan ve başkan yardımcısı seviyesinde açıklamasının Türkiye’de hoş karşılanmayacağı ortadaydı. Dünyada hiçbir ülkenin yönetimi, böylesine bir tehdit karşısında geri adım attığı izlenimi vermek istemez. Erdoğan da bilinen sert üslubuyla ABD’den gelen açıklamalara tepki gösterdi. İç kamuoyunun da hoşuna gidecek “dik durup, eğilmeyen” lider imajını pekiştirmek gayretindeydi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül hakkında verilen yaptırım kararının da sert bir şekilde karşılanacağını tahmin etmek mümkün. Yaptırım kararında Trump ve başkan yardımcısı Pence’in evanjelik seçmen tabanına verdikleri önemin katkısı olduğu görülüyor. 


Brunson’ın suçlu olup olmadığı, teorik olarak mahkemenin vereceği karar bağlı. Ancak iddianame de çok sağlam gözükmüyor. Brunson, daha ziyade önemsiz, sıradan bir misyonere benziyor. 

Ancak malumunuz iktidar medyamız, fantastik habercilikte gerçek bir dünya markası. 15 Temmuz başarıya ulaşsaydı Brunson’ın CIA başkanı olacağını bile yazdılar. 

Gezi eylemlerinin organizatörleri arasında pastörün de bulunduğu, Bostancı Gösteri Merkezi’nde bu amaçla düzenlenen bir toplantıya telekonferans yöntemiyle katıldığı ileri sürüldü. Gezi eylemlerini düzenlemek için gizlice Bostancı Gösteri Merkezi’nde toplanan birileri var ve İzmirli bir misyonere de telefonla bağlanıyorlar. Aynı din adamı, 15 Temmuz başarıya ulaşsa nedense CIA başkanı olacak. Gelgelelim 15 Temmuz’da ABD’de. Oradan da “hay Allah gitti CIA başkanlığı” diye hayıflanarak İzmir’e dönüp tutuklanıyor. Çok da acar bir ajana benzemiyor doğrusu. 

Bir başka hedefi de Kürtleri Hıristiyan yapıp, bağımsız bir Kürt devleti kurmak. Ayrıca PYD’nin verdiği koordinatları Amerikan ordusuna da iletiyor ki Amerikan uçakları örgüte cephane yardımı yapabilsin. Bu da yetmiyor, kendisiyle bağlantılı Belçika’da bulunan bir kilisede her hafta üzerinde PKK bayrağı olan bir pasta kesiliyor. 

Bizzat sahada olan Amerikan ordusu, koordinatları neden İzmir’de bulunan bir pastörden alsın? Gezi eylemleri gizli bir el tarafından organize edildiyse bu kişiler neden Bostancı Gösteri Merkezi’nde buluştular, İzmir’deki pastörün Gezi’ye ne gibi bir katkısı oldu? Pasta meselesine hiç girmiyorum. 

Elbette devletlerin misyonerler aracılığıyla istihbarat faaliyeti yürütmesi beklenmedik bir iş değildir. Elbette Andrew Brunson da bu faaliyetlerde rol oynamış olabilir. 
Ancak üçüncü sınıf aksiyon filmi kalitesindeki iddialara dayanmak, bir karşı istihbarat faaliyetinden çok hakiki istihbarat ajanlarını güldürecek tuhaf işlerdir. 

Ayrıca istihbarat savaşlarında bir ülkenin itibarı çok kuvvetli bir araçtır. Böyle davalar ve iddiaların ise Türkiye’nin itibarını arttırmadığı ortada. Aksine bunlar ülkemizin beraber anılmak istemeyeceği ülkelerle aynı kategoride değerlendirilmesine yol açar. Aynı zamanda o ülkelere davranıldığı gibi davranılmasına da. 

Hukuk devleti ve adil yargılanma, bir iki marjinalin lüks olsun diye savunduğu ilkeler değil, bizzat bir ülkenin üzerinde yükseldiği temeldir. O temel yıkılınca ülke de sarsılır. Ülke lafla sevilmez. Hukuk devletinin yeniden inşası kaçınılmaz bir vatanseverlik görevidir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET