12 Ağustos 2018 Pazar

Demokrasi, diktatörlük ve Brunson krizi - TANER TİMUR

Aslında temel sorun Türkiye’de siyaset dili ile ekonomik uygulama arasındaki ayrışmadan doğuyor. Ülke ekonomisi uluslararası sermayeye mutlak bir şekilde bağlı bulunurken, tek siyasi otorite haline gelen Erdoğan kapitalist metropollere meydan okuyor ve bir “mazlum ülkeler lideri” diliyle konuşuyor. Buna uygun olarak da diplomasi alanında özgürce davranıyor ve işine gelmeyince dış ittifakları yok sayıyor.



İki hafta öncesine kadar bu ülkede kimse adını duymamıştı; 1 Ağustos’ta iki bakanımız sayesinde bu adı hepimiz öğrendik. Magnitsky Yasası uyarınca, ABD, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında yaptırım kararı almıştı. ABD’ye girmeleri ve bu ülkenin finans kurumlarını kullanmaları yasaklanıyor ve -eğer varsa- Amerika’daki varlıklarına el konuluyordu.
Peki, neydi bu Magnitsky Yasası? Ve hangi amaçla çıkarılmıştı?

Yasaya adı verilen Sergei Magnitsky Rus vatandaşı bir hukukçuydu ve vergi alanında uzmanlaşmıştı. Büyük bir vergi kaçakçılığına adı karıştığı için hapse mahkûm olmuş, fakat 2009 yılında Rusya’da hapisteyken dövülerek öldürülmüştü.

Amerika doğumlu iş adamı bir dostu olayı ABD’ye taşıdı; Kongre’de lobi yaptı ve üç yıl sonra da Magnitsky’nin öldürülmesinden sorumlu olanlara karşı yaptırımı öngören bir yasa çıkmasını sağladı. 2016’da ise bu iki taraflı yasa genelleştiriliyor (Global Magnitsky Act) ve “insan hakları ihlali” bağlamında her ülkede uygulanabilir hale geliyordu.

Nitekim Obama’nın imzasıyla 2016 Aralık ayında yürürlüğe giren yasa birçok ülke (bazı Latin Amerika ülkeleri, Sırbistan, Pakistan vb.) vatandaşlarına karşı da uygulandı. Ne var ki 1 Ağustos kararıyla ilk kez bir NATO ülkesinde, üstelik bakanlar düzeyinde uygulanıyordu.

•••

Beyaz Saray sözcüsüne göre Gül ve Soylu, aslında masum bir din adamı olan Andrew Brunson’un tutuklanmasında rol oynadıkları, yani ciddi bir “hak ihlali”nde bulundukları için yaptırımlara hedef olmuşlardı. Zaten Erdoğan da ABD otoritelerine hitaben “Verin bizim papazı alın sizin papazı!” diyerek davanın siyasi niteliğini ortaya koymuştu. Türkiye’de devam eden davada ise, rahip, casusluk ve terör (FETÖ, PKK) yandaşlığı ile suçlanıyordu. Buna karşı itirazlar da Trump’ın bir tweeti ile başladı ve giderek tehdide dönüştü. ABD Başkanı tweetinde “O casussa, ben daha büyük casusum” demiş ve bu “iyi aile babası”nın bir an önce evine dönmesi gerektiğini söylemişti. Sonra Başkan Yardımcısı Pence devreye girdi ve gerginlik giderek tırmandı. Brunson’un tutuklu halinin ev hapsine çevrilmesi durumu değiştirmedi ve sonunda yaptırımlar geldi.

•••

Bu onur kırıcı uygulamaya karşı Türkiye’de ilgili bakanların ve Cumhurbaşkanı’nın tepkileri ne oldu?

İlgili bakanların ilk tepkileri ABD’de hiçbir mal varlıklarının ya da banka hesaplarının bulunmadığını açıklamak olmuştu. Anlaşılan, yaptırımlarda en önemli gördükleri nokta buydu. Sanki ABD Hazine Bakanlığı hiçbir pratik değeri olmayan, anlamsız bir karar almıştı. Üç günlük sükûttan sonra Erdoğan da benzer bir tepki sergiledi. “Men dakka, dukka” (çalma başkalarının kapısını; çalarlar kapını!) dedi ve Amerikalı adalet ve içişleri bakanlarının Tükiye’deki (aslında mevcut olmayan) mal varlıklarına el konuldu. Ortada bu bakanlara “insan hakları” konusunda bir suçlama yoktu ve bu kararın neden bir “kısas” teşkil edeceği anlaşılmıyordu. Yine de piyasalar bu tepkiyi kendi mantıkları içinde değerlendirdiler ve izleyen günlerde Türk lirası dolara karşı görülmemiş bir hızla değer kaybetmeye başladı. Aslında piyasa tamamen Brunson’dan yanaydı; zaten rahibin tutukluluk hali ev hapsine çevrilince de borsa yükselmiş, Türk Lirası’nın değeri hızla artmıştı.

•••

Yurt ve dünyadaki gelişmeleri ana hatlarıyla da olsa izleyenler için bütün bu gelişmelerde şaşılacak bir taraf yoktu.

Türkiye ekonomisi çoktandır gelişmekte olan ülkeler arasında en kırılganlar arasında, çoğu kez de ilk sırada yer alıyordu. AKP döneminde Türkiye’ye giren ve iktidarın durmadan övündüğü yatırımlara kaynak teşkil eden yüzlerce milyar dolarlık yabancı sermaye bu ülkeye yüksek faizler sayesinde girmişti. Şimdi, Trump’ın himayeci politikasıyla trend aksi yöne dönerken, bütün suçu “faiz lobi”lerine yüklemenin ve “yastık altı” varlıklara bel bağlamanın bir anlamı yoktu.

demokrasi-diktatorluk-ve-brunson-krizi-498603-1.
Tarih de bu koşullarda önümüze çıkan yol ağzında bizlere iki yön sunuyor. Bunlardan birincisi, özgürlüğü ön plana çıkararak içerde ve dışarda bir “demokratik cephe” anlayışı içinde hareket etmek; ikincisi ise, dar sınıf çıkarlarına göre tanımlanmış “yerli ve milli değerler” etrafında kenetlenerek gerçeklerden kopmak ve asimetrik savaşın siyasi ve iktisadi sonuçlarına katlanmak.



Bu tavır, bir zamanlar Menderes’in enflasyonu önlemek için “muhtekir tüccarlar”a savaş açması ve Milli Korunma Kanunu’nu yürürlüğe koyması gibi iktisat dışı önlemleri anımsatıyordu. O yıllarda piyasa kanunları zabıta önlemlerine karşı ağır basınca Menderes bu kez de siyasi baskı yöntemlerine başvurmuş ve bu da sonunu hazırlamıştı. Günümüzde ise eski senaryonun farklı bir uluslararası konjonktürde sahnelenmesine özenilir gibi bir tavra tanık oluyoruz. İki kutuplu dünyanın çökmesinden sonra başlayan diplomasi satrancında, AKP medyası Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” kalibresi içinde sunuyor ve ülkede gerçekçi temellerden yoksun bir dış politika, iç politikanın aracı haline getiriliyor. Böylece Erdoğan kağıt üzerinde müttefik olan batılı ülkelere yer yer hakarete varan eleştiriler yöneltiyor; milli gururu okşuyor ve alkışlanıyor. Buna karşılık Batılı devlet adamları, anlaşmalarla çizilmiş kırmızı çizgiler aşılmadıkça, gelişmeleri öfkeyle, fakat sessizce izliyor, somut bir tepki göstermiyorlar. Örneğin ABD’de bir basın toplantısında Beyaz Saray Sözcüsü’ne Amerika’ya atılacak “Osmanlı tokadı” sorulduğunda, gülmüş ve “Biz politikamızı belirlerken bu gibi beyanları hiç dikkate almıyoruz” şeklinde yanıt vermişti. Oysa Evanjelist rahibin, bekledikleri gibi, bir türlü serbest bırakılmaması somut bir olaydı ve sonunda tepki de somut oldu. Hedef olarak da, iki bakanın ötesinde, Erdoğan seçilmişti. Nihayet , Türkiye’de iç ve dış siyasetin başlıca mimarı kendisiydi.

•••

Peki, şimdi ne olacak? Türkiye ne gibi olasılıklarla karşı karşıya bulunuyor? ABD yaptırımlarına şeklen de olsa yanıt verildi; zevahir kurtarıldı; peki, çöken Türk Lirası nasıl kurtarılacak?

Bir konuda ABD’nin açık ve kararlı bir tutum içinde olduğu görülüyor. Trump’ın ifadesiyle “mükemmel bir Hıristiyan, aile babası ve harika bir insan” olan Brunson serbest bırakılmadıkça yaptırımların kalkmayacağı; aksine yeni yaptırımların da gelebileceği anlaşılıyor. Bu koşullarda Amerika’ya heyet üzerine heyet göndererek “müzakereler”de bulunmak durumu kurtarabilir mi? Bu hiç de olası görünmüyor. Nitekim büyük umutlar bağlanan 9 kişilik heyetimiz Washington’dan eli boş döndü. Şimdi gözler Erdoğan’da; çözüm bütün bu gelişmelerin mimarı olan Cumhurbaşkanı’nın dudakları arasında ve o da Goliath’a karşı bu eşitsiz savaşında tüm politikasının inkârı anlamına gelecek dramatik bir seçimle karşı karşıya bulunuyor.

•••

Aslında temel sorun Türkiye’de siyaset dili ile ekonomik uygulama arasındaki ayrışmadan doğuyor. Ülke ekonomisi uluslararası sermayeye mutlak bir şekilde bağlı bulunurken, tek siyasi otorite haline gelen Erdoğan kapitalist metropollere meydan okuyor ve bir “mazlum ülkeler lideri” diliyle konuşuyor. Buna uygun olarak da diplomasi alanında özgürce davranıyor ve işine gelmeyince dış ittifakları yok sayıyor.

Reel dünyada somut dayanakları olmayan bu politika ile nereye kadar gidilebilirdi?

Partizan bir liberalizm ile demagojik bir popülizmi bir arada yürütmeye çalışan bir politikanın bugün artık sınırlarına gelmiş bulunuyoruz. İktisadi kriz, siyasi bir krize dönüşme potansiyeli taşır ve muhalefet de iç kavgalar içinde bocalarken, iktisadi muhalefetin ön plana çıkacağı ve iktidarı sarsacağı günlere yaklaşır gibiyiz. Tam da bu noktada “yerli ve milli” burjuvazinin gözleri Erdoğan’a çevrilmiş durumda ve onlar da Erdoğan’ın Amerikalı rahibe bir “ihsan”da bulunmasını bekler gibi görünüyorlar. Brunson’un tutukluluk hali ev hapsine çevrildiği gün -borsa ve dolar göstergeleri tanıktır- bayram yapmamışlar mıydı? Bugün de –eğer ters bir tesir yapacağından çekinmeseler- Beştepe’ye bir “ricacılar heyeti” göndereceklerinden kimse kuşku duymamalıdır!

•••

Aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Obama zamanında bozulmuştu ve bunun nedeni de Suriye politikasıydı. Obama da Erdoğan gibi Esad rejimine karşıydı; fakat 2013 Ağustos’unda bu ülkeye fiili müdahalede bulunmayacağını ilan etmişti.

Oysa Esad’ın devrilmesini DAEŞ’in ezilmesinden de önemli gören AKP iktidarı, bu konuda Pentagon’la işbirliğine hazırdı. Türk planına göre Esad rejimi yıkılacak, yerine Müslüman Kardeşlerin de yer aldığı “demokratik” bir rejim gelecekti. Ne var ki Obama’nın açıklaması ile bu plan suya düşüyordu. Savunma Bakanı Robert Gates, durumu, “Bir üçüncü savaşa başlamadan önce, ilk iki savaşımızı (Irak ve Afganistan) bitirmemiz gerekmiyor mu?” diye açıklamıştı.

Obama da aynı görüşteydi. AKP medyası Anti-Obama kampanyasını bu koşullarda başlattı. O sırada seçim kampanyasına koyu bir İslamofobi ile başlayan Trump, her şeye rağmen AKP çevrelerinde bir umut kapısı olarak görülüyordu.

•••

Bu umut Trump seçildikten sonra daha da arttı. Seçim kampanyasında söylenenler önemli değildi; Erdoğan ile Trump başbaşa görüşecekler ve raylar yerine oturacaktı.

Ne yazık ki sabırsızlıkla beklenen görüşme ancak yirmi dakika sürdü ve umutlar da kısa sürede solmaya başladı. Trump, kendi ülkesinin muhafazakârlarını dahi ürküten faşist fikirler taşıyordu ve bunları uygulamaya çalışacağı da açıktı.

Böylece, bugünlere Trump’ın tüm dünya demokratlarını karşısına alan kavgalarıyla geldik. Ve bunu da yoğun bir Esad nefreti ve Obama karşıtlığı içinde basireti bağlanan AKP iktidarı göremedi ya da çıkar hesaplarıyla görmek istemedi.

•••

Ne var ki Beştepe Trump’ı yine de bir kalemde silemezdi. Amerikalı Başkan’ın “otoriter lider”lere zaafı vardı ve “insan hakları” diye bir sorun tanımıyordu. Üstelik Erdoğan’a da, kısa görüşmeleri esnasında, “takdir duygularını” ve “sevgilerini” iletmek fırsatını bulmuştu. Kısaca umutlar solsa da tamamen ortadan kalkmamıştı. Nitekim Erdoğan son krizde bile Trump’ı sorumlu görmüyor, Başkan’ın “oyuna getirildiğini” ileri sürüyordu. Aslında oyunu asıl tezgâhlayanlar belliydi. Yine de ABD ile ilişkiler hayatiydi ve düzelmeliydi; gerekirse Brunson hemen serbest bırakılabilir, onu çakma iddianamelerle hapse atanlar layığını bulur ve sonuç da bir yargı zaferi şeklinde sunulabilirdi. Bunun için de Beştepe’nin mutlak bir iktidara sahip olması gerekiyordu.

•••

Trump’ın faşist fikirler taşıdığını ve sadece Amerikan demokrasisi için değil, tüm dünya çapında bir tehdit teşkil ettiğini yineleyelim. Buna karşı verilecek savaş da, elbette ki demokratik değerlerin dünya çapında savunulduğu bir savaş olacaktır. Ne var ki, son krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye bu savaşa bir halk cephesi öncülüğünde değil, tutarsız ve temelsiz bir “büyüklük hülyası” ile sürüklenmiş bulunuyor. Ve tarih de bu koşullarda önümüze çıkan yol ağzında bizlere iki yön sunuyor. Bunlardan birincisi, özgürlüğü ön plana çıkararak içerde ve dışarda bir “demokratik cephe” anlayışı içinde hareket etmek; ikincisi ise, dar sınıf çıkarlarına göre tanımlanmış “yerli ve milli değerler” etrafında kenetlenerek gerçeklerden kopmak ve asimetrik savaşın siyasi ve iktisadi sonuçlarına katlanmak.. Birinci yol barış ve demokrasi yoludur ve ilk taşları katilleri, hırsızları, mafya liderlerini değil, düşüncelerinden ötürü hapsedilmiş yurtsevereleri haklarına kavuşturan bir yasa ile döşenecektir; ikinci yol ise keyfi önlem ve tutuklamaların devam ettiği, iktisadi krizin yoğunlaştığı bir “istibdat ve düyunu umumiye” yolu olup, bunun taşları da uygulanan baskı politikası, Abdülhamid özlemi ve övgüleriyle çoktandır döşenmektedir. Yine de iyice bilinmesinde yarar var ki bu ülkede laik cumhuriyet Vahdettin’den çok Abdülhamid’e karşı ilan edildi ve artık Türkiye’nin II. Abdülhamid’den sonra bir de III. Abdülhamid’e tahammülü yoktur..

Taner Timur / BİRGÜN

Cehennemde bir vaha: Seferihisar Çocuk Belediyesi’nde zaman - Işıl Özgentürk

Bir an gözlerimi kapattım ve kendimi bir kum tanesi gibi hissedip, uzaktan dünyaya baktım. Kuzeyde yanan ormanlar, erimesin diye köpükle kaplanan buzullar, gene kuzey ülkelerinde sıcaktan dehşete düşmüş yurttaşlarına “buyrun reyonların yanında serinleyin” diyerek kapılarını sonuna kadar açan marketler, Amerika’da durdurulamayan ve birinci derece afet çağrısı yapılan yangınlar, seller, depremler ve kısaca dostlar, dünya usul usul değil, şiddetle ölümüne doğru gidiyor. 

Birden ülkeme geldim, rant uğruna haşat edilen Karadeniz, sulara sürüklenen fındık çuvalları, kayan ve yıkılan köprüler ve sürekli yükselen dolar, dehşet içinde kaldım ve bir anda “ben cehennemde miyim” diye düşünüp, kendimi çimdikledim ve gözlerimi açtım. Derin bir soluk alıp, cehennemden kaçmak için sığındığım bir vahada olduğumu fark ettim. 

Ben Seferihisar’daymışım. Seferihisar sadece yavaş kent değil, aslında kulağınıza fısıldayayım, burası bir “Çocuk Cumhuriyeti”... Neden böyle söylüyorum, şimdi anlatacağım. Seferihisar Belediye Başkanı; çocukların “Tunç abi”si ve belediye çalışanları, burada bir çocuk belediyesi kurmuşlar, sözde değil özde, çocuklar da belli bir sırayla meclis toplantılarına katılıp isteklerini dile getirmişler. Ve usul usul Seferihisar bir çocuk cenneti olmuş. Ben burada bu çocuk cennetinin küçük bir filmini yapıyorum ve ne doların yükselmesi, ne batan dünya pek umurumda olmuyor.
 
Büyük kentlerde ailelerin binlerce lira harcayıp çocuklarını gönderdikleri kurslar, eğlence ve spor olanakları burada tümüyle çocukların emriyle parasız ve belli bir disiplinle yapılıyor. Küçük çocuklar aileleri, diğerleri seçtikleri alanlarda daha etkin olabilmek için bisikletlerine atlayıp harika bir yer olan Çocuk Belediyesi binasına geliyorlar. Ağaçların arasında sayısı 20’yi geçen atölye işçiliği ve isteyen istediğinde... Ben en çok küçücük, minnacık çocukları origami yaparken, müzik eşliğinde dans ederken seyretmeyi sevdim. Satranç da tam yaşında, yani beş-altı arası başlıyor. Şimdiden şampiyon olanlar var. Müzik, resim, ritim atölyesi, piyano, keman, nefesli sazlar, ne isterseniz bu konseptte var. Gencecik ya da benim yaşımda hocalar ders veriyor.. Ben bir yandan dokuz çocuğa (10-13 yaş aralığı) senaryo yazmayı, film çekmeyi öğretiyorum. Çok iyi hikâyeler tek tek gelmeye başladı. Bu arada bir psikoloğumuz var, çocukları, anaları, babaları dinliyor, onlara yol gösteriyor ve eminim hep çocuklardan yana. 

Belediye Çocuk Meclisi’nin işi burada bitmiyor, istek üstüne dalgıç okulu açılmış, 15 küçük çocuk hocalarıyla dalmayı öğreniyorlar, bir kısmı da yelken kullanmayı.. basketbol ve voleybol takımlarını saymıyorum. Merkezde çocuklarla birlikte çalışan arkadaşların söylediğine göre her dönem yaklaşık bin çocuk bu aktivitelerden faydalanıyor. Bando ekibi bile var. 

Ben bu ‘Çocuk Cumhuriyeti’nde dolaşırken, bu yıl 12’ncisi yapılan Türkiye Tiyatrolar Buluşması’na denk geldim. Bu buluşma benim en sevdiğim etkinliklerden biri, 6 yıldır içindeyim. Türkiye’nin her yerinden gelen genç tiyatrocular, sanat merkezinde çadırlarını kurup imece yaparak tam bir hafta birbirlerini tanıyor, köylere gidiyor, bir kısmı da Sığacık Kalesi’nde oyunlarını oynuyor. Dans, drama, tiyatroda ışık, tiyatroda reji, tiyatronun geleceği hakkında en değerli hocalardan ders alıyor ve onları sıkıştırıp yepyeni bir tasarımla, yepyeni oyunlar düşüyle kentlerine dönüyorlar. Bir hafta süren etkinlik öylesine yoğun ki, bu güzelim buluşmayı ayrı bir zamanda, geniş anlatmak istiyorum. Çünkü üç yıl önceki buluşmada tango atölyesinde Yusuf Emre ile tango yapmıştım ve o Suruç’taki patlamada öldü. Ona hep bir sözüm var, her yıl tango yapacağım ve bu etkinliği uzun uzun anlatacağım. Dostlarım, heyecanlandıysanız 554 kişinin geldiği, 39 tiyatro grubunun bulunduğu bu etkinliği internetten izleyebilirsiniz. Vay vay vay, ben bunları yazarken dolar gene bir çeyrek artmış, ne yapalım en azından şimdilik sığındığımız vahalar var, onlara sahip çıkalım...

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Sanki her şey birden oldu, aptallara masallar - ORHAN BURSALI

Sanki her şey birdenbire oldu.. Gök yarıldı seller bastı insanlar öldü; yer yarıldı kentler göçtü.. Deprem bile aniden olmaz, birikir birikir birikir yer kopar. Aptal, Tanrı kızdı gazaba geldi der. Politikacı da “Allah’ın işi” der, gerçi akıllı telefon vb. kullanan ama hâlâ aramızda yaşayan taş devri ve öncesi insanlara. 

Tüm evrende, şüphesiz ki yeryüzünde doğada ve toplumlarda de hiçbir zaman olaylar birden olmaz. Bir birikimin sonucu veya ürünüdür. 

Ekonomi birden mi koptu da rayından çıktı, gümbür gümbür yuvarlandı? 
Evet aptallara masalları üst perdeden inandırma zamanı. Dolar mı 6.50’ye birden geldi:


Bunlar ekonominin adım adım kötüye gittiğinin işaretleriydi. Bu krizin son bir lirası, Trump - Papaz Brunson siyasi kapışmasının köpüğü diyebiliriz, ama Brunson olmasaydı da bu gidişle dolar 7 TL’ye doğru yolculuğunu sürdürecekti.
Dolara eşlik eden başka göstergeler de var. Mesela dış borç:
2002, 130 milyar dolar > 2018’de 465 milyar dolar. Yani milli gelirin yüzde 53’üne yakın. Gerçi şu an milli geliri hesap ederseniz 750 milyar doları bulmazsınız, buna göre de dış borcumuzun oranı yüzde 75’leri aşar.

Borç birikimi - kriz birikimi
Özel sektörün dış borçta payı 325 milyar dolar. 2009’da özel sektöre dolar üzerinden borçlanma hakkı tanındıktan sonra, Umut Oran’a göre, net döviz pozisyon açığı 67 milyar dolardan 217.3 milyar dolara çıktı. (Ekonomik Çöküşten Çıkışın Yolu raporu)
Şöyle düşündüm: Net borçları olan 217 milyar dolar tüm borçlu yerli şirketlerin topunu satın alabilir! Zaten komplo teorileri de dolaşıyor ortalıkta, aslı astarı zor bulunan; “bizim olmayan şirketleri çökertme operasyonu”.
Türkiye’nin alım-satım dengesini anlatan cari açık 60 milyar dolara dayandı. Bütçe açığı da 50 milyar TL’ye.
Yani her şey yıllardır birike birike geldi.
Enflasyon da.. işsizlik de.. şirket iflasları da...

El parasıyla caka
El parasıyla caka sata sata ekonomiyi iflas noktasına getiren iktidar, olayı siyasi savaş haline sokunca batış süreci hızlandı.
Büyüklük, büyük adam, en büyük lider vb. kompleksi böyle bir şeydir.
Meydan okumayı sürdürürsün.
Davaları “al papazı ver papazı” değiş tokuşuna dönüştürürsen, ben vermiyorum sen papazımı ver diye bastırır, restini çeker ve Türkiye’nin eli böğründe kalır. Bu amaçla açılmış davaların içeriğinin boş olduğunu görür ve restini çekerler.
Söyleyeyim, ABD’nin Türkiye ile en önemli güncel sorunu papazı almak. Bu kadar basit. Bozarız ilişkileri, çeker karşı tarafa gideriz gibi açıklamaların şu anda yapacağı etki ve tahribat, ekonomiyi iyice çukura batırmaktır.
İktidar ve adamlarının kriz karşısında attıkları her adım krizi derinleştirici özellik taşıyor. Yeni ekonomik model diye açıklanan programa bazı iş liderlerinin övgülerine bakıyorum da yüzüm kızarıyor. Biliyorum ki kendi CEO’su bu sunumu yapamaz.

2001 olayı gibi
Yani ekonomik kriz adım adım zaten derinleşiyordu. Biz de burada yazıp çiziyorduk. Doların, dış borcun, bütçe açığının, enflasyonun, işsizliğin artışı, hepsi kriz birikiminin göstergeleriydi. 

Tabii en büyük göstergelerden biri ise Türkiye ekonomisinin katma değer üretemeyen, düşük ve orta ve altı teknolojilere dayalı yapısıydı, bu iktidarın hiç değiştiremediği.
Affedersiniz, bu kadar borçla nereye kadar gidebilecektiniz? 
Babanızın veya kendi banknot matbaanızın parası mıydı? 

Nasıl bir bomba üzerinde oturduğunuzu görmüyor muydunuz da, bunun üstüne, al papazı ver papazı siyasi kapışmasına giriştiniz?
Şu papaz olayı, kriz birikimine çakmak çaktı.
Tıptı 2001 kriz birikimini anayasa fırlatma olayının fitillemesi gibi.. 

Bu işten kolay kurtuluş yok ve bedeli büyük olacak.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Yemen’deki kıyımı kim durduracak? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) başını çektiği koalisyon güçlerinin Yemen’in kuzeyindeki Sada iline yönelik hava saldırısında çocukları taşıyan bir otobüsü vurup çoğu çocuk 50 kişiyi öldürmelerine bakalım dünyadan ne tepki gelecek? Suriye’de sonradan gerçek olmadığı ortaya çıkan onca yalan katliam haberleri için harekete geçen dünya vicdanı (!) bakalım Suudi-BAE katilliği için de sızlayacak mı?
Bunun yanıtı bence malum, hiçbir şey olmayacak. Olmayacak çünkü Yemen’deki son katliam dahil yaşanan trajedide başta ABD-İngiltere olmak üzere tüm Batı sorumlu. 2015’te Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Yemen’i işgaline ABD’nin başından beri istihbarat paylaşımı yapıp, hava yakıt ikmali sağlayıp, mühimmat verip desteklediğini, İngiltere’nin Suudi Arabistan’a Yemen’de kullanılmak üzere silah sattığını, Yemen’deki işgal güçlerini eğittiğini bilen herkes son katliama da göz yumulacağını bilir.

Önce şunu netleştirelim; hava saldırılarının liderliğini Suudi Arabistan yapmakta ama şu sıra Yemen’de inisiyatif tamamen Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE). Buradan Suudi’nin bu işte parmağı olmadığı sonucu çıkmasın, ancak Suudi Arabistan, Yemen’deki kirli işlerini artık BAE’ye yaptırmakta. Yemen’in güneyinde 1.000’den fazla Emirlik kuvveti var. Güneydeki yerlileri eğiten de BAE. BAE’nin Kolombiya’dan kiraladığı paralı askerleri de Husi güçlerine karşı kullandığı sır değil. Suudi Arabistan’ın Sudan’dan asker getirtip savaştırdığı gibi yani. BAE liderliğindeki güçler, Husiler için çok önemli olan Hudeyde limanını ele geçirdikten sonra Husi bölgelerinde ciddi bir kıtlık sorunu da baş gösterdi. Çıbanın başı Suudi ise, alt tarafı da BAE’dir.

Biz son müdahaleyi biliyoruz ama Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesi yeni değil. İki ülke 1943’te bir de sınır savaşı yaşadı. Bu sınır anlaşmazlığı 1990’lara kadar çatışmalar halinde devam edegeldi hep. 2000 yılında yapılan bir anlaşmayla sözümona sonuçlandı bu çatışmalar ama 2015’te İran etkisini bahane ederek Suudi Arabistan müttefikleriyle beraber yeniden ancak bu kez çok vahşice çullandı bu güzel ülkeye. Suudi krallığının Vahhabi ideolojiyi yaymak için okullar, medreseler açmasına rağmen Husileri etkisizleştirememesi ilk etken tabii.

İran’ın yönlendirdiği iddia edilen Husilerin İran çıkarları için faaliyet gösterdiği gerçek değil. Husiler, hem Sana’nın kendilerini yok sayan politikalarına hem de Suudilerin hem ülkeyi hem de kendilerini Vahabileştirme projesine isyan ettiler. 2011’de patlak veren “Arap Baharı”nın Yemen’de bir iktidar değişikliği gerçekleştireceğine yönelik umutlarını yitirdiklerinde de silaha sarıldılar.
BAE destekli kuvvetlerin silah, sayı ve para konusunda muazzam bir avantajı var, ama Suudi-BAE’nin bir zafer kazanmasına yine de olanak yok. Husiler Yemen nüfusunun çoğunun yaşadığı topraklarda hâlâ çok güçlü. Herkes kabul ediyor ki Husiler gerilla savaşında da düzenli ordulara kök söktürecek bir başarı sergiliyor. O nedenle krizin siyasi müzakereden başka çözümü yok. Bunu özellikle işgal ettikleri günden bugüne çok sayıda kayıp veren Suudi-BAE ikilisi iyi bilmekte.

Bu iki ülkenin Yemen işgali tam bir başarısızlık oldu. Yemen bu ikili için tam bir bataklık durumunda. Hadi iktidarda değil, müttefikleri birbiriyle savaşıyorlar, ayrıca El Kaide de yeniden güçlenmiş durumda. İran’ın emirleriyle hareket etmemelerine rağmen Husiler İran’dan elbette destek alıyorlar. Bu destek Riyad’a askeri anlamda her geçen gün güç kaybettiriyor.

Yarısı siviller olmak üzere 20 bin kişi savaşta yaşamını yitirdi. Hastalık, kıtlık ileri düzeyde, artık bir insani felakete dönüşmüş durumda. Geçen yıl açlıktan, hastalıktan ölen çocukların sayısı 50 bini geçti. Birleşmiş Milletler’e göre, Yemen nüfusunun yüzde 75’inin yardıma ihtiyacı var,11 milyondan fazla insan “akut ihtiyaç” kategorisine giriyor. Yemen geçen yıl dünyanın en büyük kolera salgınını yaşadı.

Suudi-BAE insan hakları örgütlerince, sivil toplum kuruluşlarınca insan hakları ihlali yapmakla suçlandılar defalarca. BM bu konuda kılını bile kıpırdatmadı. İngiltere’de Suudilere verilen silahların Yemen’de kullanıldığını söyleyip baskı yapan milletvekillerine, İngiliz hükümetinin verdiği yanıt “Suudilere satılan silahlar silah satış politikamıza uygundur” oldu sadece.

Bunlar mı durduracak Yemen’deki kıyımı? 
Ya da Ahed Tamimi’nin saçıyla başıyla uğraşan, Yemen’deki savaşa kendi mezhebinden bakan İslamcılar mı? Bunların varoluşları zaten bütün savaşların nedenidir, ne durdurması?

Dünyayı aklı havada olanlar değil, sol yumruğu havada olanlar kurtaracak.

Bir gün mutlaka.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Ekonomik krize girilirken... - KORKUT BORATAV

Bu yazı kaleme alınırken (10 Ağustos’ta) Türkiye, çalkantı içinde ekonomik krize sürüklenmektedir. Günceli yazıya dökmenin anlamı yok; ortaya çıkan politika seçeneklerine yazı sonunda değineceğim.

Kriz ortamına gidişin ana etkenlerini, verilerini tartışmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Bunlara “serin kanlılıkla” bakalım; ipuçlarını izleyelim; belki de bugünün (10 Ağustos’un) çöküntüsüne ulaşırız.

Tipik Bir Kriz Senaryosu
“Dış kaynak girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş…”

Bu ifade, neoliberal dönemde sermaye hareketlerini serbestleştiren; ekonomilerini finans kapitale sınırsızca açan ülkelerde ortaya çıkan bir kriz türünün nedeniolarak kullanılıyor.
Bu tür kriz örnekleri “Güney” coğrafyasında, çevre ekonomilerinde yoğunlaştı: 1980’li yıllarda Latin Amerika’nın borç bunalımı; 1997-2001’de Doğu Asya’da patlak verip hızla yaygınlaşan kriz dalgası; 2008’de Batı’daki büyük finansal bunalımın kırılgan çevre ekonomilerine yansıması; bazı özellikleriyle 2011 sonrasında Avro Bölgesi’nin çeperini, zayıf halkalarını sarsan borç krizi…

Türkiye, “serbest sermaye hareketleri” dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve 2008/9’da bu tür dört krizden geçti.

Nasıl tetikleniyor; gelişiyor?
Uluslararası finans kapital, sistemin çevresine taşarken, hem ekonomik canlılık getirir; hem de yapısal çarpıklıklar, kırılganlıklar yaratır. Böylece, ileri tarihlerdeki bunalımın tohumlarını da taşımış olur.

Örneği bizzat yaşadık: 2003-2007 Türkiyesi’nde yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, hem büyüme hızını yukarı çekti; hem de üretimin ithalata bağımlılığını tırmandırdı; durgunlukta bile ortadan kalkmayan dış açıkları ekonominin yapısal bir özelliği haline getirdi.

“Dış kaynaklarda sert durma ve çıkışın” bunalıma yol açıp açmayacağı, “giriş” aşamasında oluşan dış kırılganlıkların, yapısal çarpıklıkların yoğunluğuna bağlıdır. Örneğin 1997-98’deki krizden ders alan Doğu Asya ülkelerinin çoğu, cari açıklarını adım adım ortadan kaldırmayı başardı; 2008’de ABD’de patlak veren finansal krizden pek etkilenmedi.

Türkiye bu “dersi” öğrenmedi. Aynı koşullarla yoğun dış kırılganlıklar içinde karşılaştı. 2008-2009’da küçülen az sayıda çevre ekonomisinden biri olarak dikkat çekti.

2018 Konjonktürüne Geliş
2009 sonrasında Batı merkez bankalarının ölçüsüz likidite genişlemesi ile beslenen finans kapital, emperyalizmin çevresine de taştı; buralarda ekonomik canlanmayı besledi. FED 2013’te bu konjonktüre son verme işareti verdi; 2016’da parasal daralmayı başlattı. Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler, finansal balonlaşmanın son bulma işareti olarak algılandı. 10 yıllık ABD tahvili kritik bir eşik olarak görülen yüzde 3 sınırına ulaştı.

Uluslararası finans kapitalin ilk tepkisi, çevre ekonomilerinden adım adım çekilmek olur. En zayıf, “kırılgan” halkalardan başlayarak… Hangileri? 2013’te Morgan Stanley, “yükselen ekonomilerin beş kırılganı” başlığı altında bir liste yaptı: Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya… Sonraki yıllarda bu liste güncelleştirdi; Türkiye daima yerini korudu.

2018’inin ilk yarısında bu listenin durumunu Morgan Stanley’den değil, döviz piyasalarından izleyelim. Bank of International Settlements (BIS), ülke döviz piyasalarının verilerini derler; yayımlar. BIS’in Ocak-Haziran 2018 istatistiklerinde  doların fiyatına veya ülkeler-arası enflasyon farklarını da dikkate alan döviz sepetinin reel efektif kuruna göz atalım. Türkiye, Arjantin’in arkasından “ikinci en kötü” durumdadır. Meksika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya bu iki ülkeyi bir hayli geriden izlemektedir. Morgan Stanley’in ilk listesindeki kırılganlara Meksika ve Arjantin eklenmiş; Güney Afrika çıkmıştır.

Tam da o tarihte (Haziran 2018’de) Arjantin, krize girdiğini resmen ilan etti; 50 milyar dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim oldu. Haziran sonrasında tamamen “çılgınlaşan” döviz piyasaları ile Türkiye sıraya girdi.

Arka planda elbette  sermaye hareketleri yatıyor. Son ödemeler dengesi istatistiklerine odaklanalım.

Ocak-Şubat 2018’de “Balonlaşma”…
Birkaç ay önce bu köşede, Ocak-Şubat 2018 ödemeler dengesi istatistiklerini, “ekonomide balonlaşma” başlığı altında incelemiştim. Gerçekten de bu iki ayda, Türkiye ekonomisi sermaye hareketleri bakımından coşkulu bir konjonktürde görünüyordu.
Bir önceki yılın (2017’nin) aynı aylarıyla karşılaştırarak özetleyelim:
Dış borçlanmanın pompaladığı yabancı sermaye girişleri yüzde 78 oranında artıyordu. Kayıt dışı sermaye çıkışları son buluyor; TCMB rezervleri yükseliyordu. Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerinden oluşan toplam sermaye hareketleri de 2017’deki “net çıkış” olgusuna son veriyordu.

AKP seçim konjonktürü uygulamaktaydı. 2018 başında Batı piyasalarındaki canlılık hâlâ sürmekteydi ve yüksek tempolu büyümenin dış kaynak gereksinimi şimdilik karşılanabiliyordu.  

Ne var ki, iç talep genişlemesi üretim sınırlarına tosladı. Enflasyon, ithalat tırmandı. Ocak-Şubat cari açığı yüzde 100’ü aşan bir tempoda genişledi. Sermaye girişleri, “balonlaşma”yı besledi.

IMF, canlanmanın sürdürülemeyeceği teşhisini ve  ekonomideki “sıcaklaşma” olgusunu Mart’ta bir Türkiye Raporu’nda ortaya koydu. Ana öğelerini ve politika önerilerini burada aktarmış; tartışmıştım.

Mart-Haziran 2018 Gerilimi
Ödemeler dengesinin Mart-Haziran 2018 verilerini tabloda bir önceki yılla karşılaştırıyorum. Son dört aylık veriler ekonominin küçülmesini tetikleyecek bir krizin ön işaretlerini taşıyor mu?

Yazının başında ifade ettiğim “yükselen piyasa krizlerini tetikleyen ana etken”, yani dış kaynak girişlerinde, bir önceki yıla göre ani duruş veya tersine dönüş, Mart-Haziran 2018’de gözlenmekte midir? 

Yanıt, tablonun ilk satırında yer alıyor: Yabancı sermaye girişleri Mart-Haziran 2018’de on iki ay öncesine göre yüzde 85 oranında daralmıştır (Satır 1). Bu sert yavaşlamayı “duruş” olarak, bir krizin başlangıç dürtüsü olarak nitelendirebiliriz.  İki yılın dört ayında dış kaynak girişlerindeki azalma 19 milyar dolardır; 2017 dolarlı milli gelir toplamının yüzde 2,2’sine ulaşan olumsuz bir şok...


Toplamda “net çıkış” göstermeyen yabancı sermaye, Haziran’da “eksi” değer vermiştir. Bu durumun Temmuz-Ağustos’ta da süregeldiği anlaşılıyor. Yani, “tam gaz kriz” süreci içindeyiz.  

Dış kaynak girişlerindeki daralma, hangi tür akımlara yansımıştır? Bunları, “sıcak, dış borçlanma ve doğrudan yatırım” türlerine ayıralım.

Sıcak para ve dış borçlanmada, daralma ötesine geçilmiş; net çıkış başlamıştır. Dış kredilerin döndürülmesinde krizi derinleştirici güçlükler gündemdedir. Yabancı sermayenin en istikrarlı türü olan doğrudan yatırımlarda ise, ılımlı bir artış gerçekleşmiştir.

Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerin tümünü oluşturan toplam sermaye hareketleri de kriz işareti vermektedir: On iki ay öncesine göre %52’lik gerileme (Satır 6)… 
Türkiye ödemeler dengesi istatistiklerinin “esrarengiz” bir öğesiyle tekrar karşılaşıyoruz: Kayıt dışı sermaye girişlerinde 6,9 milyar dolarlık net giriş (Satır 2)... AKP’li yıllarda dış kaynak hareketlerinde gözlenen her olumsuz dönemde, kayıt dışı para girişleri “can kurtaran simidi” olmuştur. Bu karanlık öğenin kaynaklarını uzun yıllar tartışacağımız anlaşılıyor.

Ekonominin küçülmeye başlaması, Haziran ithalatını ve cari işlem açığını aşağı çekmiştir. Ne var ki, önceki ivme sayesinde dört aylık dış açık yüzde 20 civarında artırmıştır (Satır 5). Rezervlerdeki aşırı (11,9 milyar dolarlık) erime, cari açığın yüzde 62’sini karşılamıştır (Satır 4). Elbette sürdürülemeyecek bir durum…

Finans kapitale teslimiyet biçimleri
İktidar, finans kapitale teslim olacaktır. Tek hamlede mi? Aşamalı olarak mı? IMF’li mi? IMF’siz mi? Birkaç seçenek gündemdedir.

IMF’li programın önceliği, bir dış borç krizini önlemektir. Hazine, TC bankalarının dış kredilerini devralır; bu borçlar IMF kredi taksitleriyle ödenir. Kemer sıkma politikaları milli geliri küçültür, cari açık bu sayede “sürdürülebilir” düzeye indirilir. Böylece, bir borç krizi önlenir; ama “kemer sıkma” ve “yapısal reform”, öncelikle emekçilere yüklenir. Finans kapital, emekçilerin sırtından kurtarılmış olur.

Bu program, emeğin gelirleri ve kazanımları dışında kamu yatırımlarını kısacak; iktidarın kader ve çıkar birliği yaptığı ayrıcalıklı sermaye çevrelerini de bunalıma sürükleyecektir. İktidar bu nedenle IMF’siz ve aşamalı seçenekler arayacaktır.

IMF’siz ve “aşamalı” seçenekler, topu TCMB’ye atan “kozmetik” bir programla başlayabilir. Rahip Brunson operasyonuyla birleşirse sıcak para girişinin hızlanması umulur. Ne var ki, spekülatif sermaye girişleriyle dış kredilerin döndürülmesi, finansmanı sağlanamaz. Uluslararası bankaların güvence arayışları, talepleri farklı aşamaları gündeme getirebilir.

Köşeye sıkıştığında iktidar, döviz kısıtlarına zorlanabilir. Cumhurbaşkanı Bayburt’ta bu seçeneğe değinmiştir. Döviz kısıtları, sistematik, yaygın bir model olan sermaye hareketlerinin denetlenmesi değildir. Yozlaşmış faşizme uyan, kapkaççı, keyfî, kayırmacı, cezalandırmacı uygulamalara dönüşür. AKP geleneği ile uyumludur. “Yarenler” takımı kriz ortamında kurtarılır; mümkünse daha da ihya edilir. Döviz tahsisleri, transferleri, şirket kurtarma operasyonları, yukarıya, emir-komuta zincirine bağlanır.

Krizin tüm ön koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın, burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz. Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.

Korkut Boratav / SOL

Bedel - ORHAN GÖKDEMİR

2001 kriziyle başladı 2018 kriziyle bitiyor. 2008’de bir ara kriz var, “teğet geçirmeyi” başardılar. Şimdi doğrudan kafamıza kafamıza iniyor her şey. AKP iktidarının sonudur.

Zaten ne yaptılar ki patronların önünü biraz daha açmaktan başka. Neo liberal politikaların en azgın halinde yakalandık büyük krize. Sendikaları ele geçirdiler, çoğunun başında memurları var. OHAL’i bindirdiler indirdiler. Grev yaptırmıyorlar emekçilere. Kafasını kaldıranın kafasını kırıyorlar. Devleti toplayıp, sıkıştırıp sarayın bir odasına tıktılar. Tek kişilik hükumet, tek kişilik, yargı, tek kişilik yasama, tek kişilik yürütme rejimine geçtik bir gecede. Tek kişinin hırsının sonucu sanılmasın bütün bunlar. O tek kişi açıkça söyledi nedenini: Her şey patronlar için!

O patronlar Damat Berat’ın önünde dizildiler dün. Türk lirası pul olurken “yeni ekonomi modeli” açıklanacaktı söylenenlere göre. Modelin yenisi ne? “Bugüne kadar iyi yediniz ama artık deniz bitti. Çaktırmadan faturayı emekçilerin önüne bırakıp kaçalım” politikasıdır o, eskidir, tanıdıktır. Nitekim güzide iş kadınımız Güler Sabancı toplantıdan sonra çıktı, “bakanı tanıyoruz, güvenimiz tam” dedi. Özeti budur. Onların güvenleri tam ve biz ise hiç güvenmiyoruz. Bilmem sınıfsal bakış açısını, sınıf mücadelesini bundan daha iyi nasıl anlatabiliriz?

Ama işte deniz bitti. Damat Berat konuşmasına başlayıp bitirene kadar Dolar karşısında 1 lira daha değer kaybetti Türk Lirası. Yani artık patronlardan başka kimse inanmıyor İslamcı iktidara. Papazı bulmuş imam düzeninin acınası halidir.

2001’de bir darbeyle başladı, 16 yıl sonra bir başka darbeyle bitiyor. AKP iktidarının sonudur.
                                                                  ***

“Yeni ekonomik model” açıklamasından bir gün önce Diyanet’in bütçeden kendisine ayrılan payı tükettiği ve ek bütçe istediği haber veriliyordu. Bu istek üzerine 7,7 milyar olan bütçeleri 8,3 milyar olarak güncellendi. İlavesi 600 milyondur. Peki, nedir güya ruhani bir organizasyonun maddiyata olan bu düşkünlüğünün sebebi. Ne yapıyor olabilirler bu kadar parayla?

Toplum dinselleştirdiler evet. Bir imamlar ülkesi halinde Türkiye. Peki, daha ne? Bu istek sadece dinselleşme ile açıklanamaz öyleyse. Onun da arkasında, devletin bütün organlarını tek adamın organı haline dönüştürme arzusu var. Bu arzu da kişisel bir şey değil. Devleti bir sopa olarak kullanan sınıfın “hız” ihtiyacı ile ilgilidir. Daha hızlı devlet, düzenin gereksinimidir. Tayyip Erdoğan yeni sistemi şöyle açıklamıştı 24 Haziran’dan sonra: “Daha hızlı karar alacağız, tüm hizmetlerde sonuç odaklı olacağız… Devleti adeta bir anonim şirket gibi yöneteceğiz…” Bakın şimdi yeni hükumete; Patronlar doğrudan bakan oldu. “Devletin görece özerkliği” gibi kuramların kocaman bir palavra olduğu ortaya çıktı. Devlet egemen sınıfın sopasıdır ve artık sopa doğrudan patronların elindedir. Öyleyse hep ezilenlerin, yoksulların, emekçilerin kafasına inecektir. Buna yeni Türkiye modeli diyoruz.

Dönelim başa. Daha hızlı devlet istiyorsanız eğer ve hep ezilenlerin kafasına inecekse sopa, daha dinsel bir toplum da istemelisiniz. Diyanet ezilenlerin kafasına inen sopanın acısını katlanabilir kılmak üzere devrede. Afyonlu bir halk yarattılar ve bunun sürdürülebilir olması için dozu her geçen gün arttırmak zorundalar. Ek bütçenin gerekçesidir.
                                                                  ***

Ek bütçe için gerekçeleri vardır ancak kendi varoluşlarının gerekçesi düşmüştür. Diyanet de bunun farkında. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, "Dinin sivil yapısına gölge düşürmeyecek, özgürlüklere halel getirmeyecek ve din güvenliğini sağlayacak bir kontrol ve rehberlik mekanizması kurulmalıdır" demesinin nedeni varoluşlarına yeni bir gerekçe arayışının ürünüdür. Dediği şu; Çok tarikat var ve kontrolden çıkıyorlar. Onları kontrol etme görevi bize düşüyor. Bu değilse, “din güvenliği”nden kasıt ne olabilir ki? Devlet dinin güvenliğidir sözü edilen ve artık Diyanet’e düşen görev din polisliğinden ibarettir.

Haliyle “Diyanet kapatılsın” talebi acil ve haklı bir taleptir. Sağlam gerekçelerimiz var bunu söylemek için. 
Sıralayayım:
Diyanet devletin eskisinin dini kontrol etmek için oluşturduğu bir kurumdu. Artık din devleti kontrol ettiğine göre gerek kalmamıştır. Yoksulların omuzlarında ağır bir yüktür ve vakit geçirmeden derhal kapatılmalıdır.
100 bin cami var ve fakat buna rağmen ahlakı kıt bir toplum olduysak bu denklemde bir sorun vardır. Din ile ahlak arasındaki bağ onarılmaz bir biçimde kopmuştur ve bunda Diyanet’in payı büyüktür. Ahlakla bağı koparılmış bir dini ise kimse koruyamaz. “Din güvenliği” imkânsız bir görevdir.
Açıkken yol açtığı tahribat ortada. Kapatalım, bir de böyle deneyelim. Ayrıca “bonus”u da var. Diyaneti bu gün kapatsak hiçbir şey kaybetmeyeceğimiz gibi 8,3 milyarlık bir bütçe gideri kaleminden kurtuluyoruz. Gürültü kirliliğini önlemek de cabasıdır.

Anlamı şu; İslamizasyon politikasının da sonuna geliyoruz. Devlet, ordu, tarikat, patron örgütleri, düzen partileri hep birlikte yüklendiler. Sonuç ortada; bütün laikleri imam yapmaya çalışıyorlardı, neredeyse bütün imamlar laik olmak üzere. AKP iktidarının sonudur.
                                                                 ***

Sadece Türkiye’de değil, son on altı yılda İslamcılar eliyle bir parçası haline getirildiği Ortadoğu’da bir dönem kapanıyor. AKP, İhvan, Ilımlı İslam, BOP’a ayarlı bütün aktörler bitmiş bir dönemin ölüleri olarak geçmişin çöplüğündeki yerini alıyor. Çünkü Suriye direndi, Mısır’da İhvan düştü. Suriye’de zafer kesindir. Darbeden sonra yaprak kımıldamıyor Mısır’da. Önleri açılmazsa İslamcı İhvanın içi boş bir teneke olduğu anlaşılmıştır. Burada hep tekrarlıyoruz; Suriye direnmiş ve Mısır ayakta kalmışsa, İslamcı Türkiye düşer. Düşüyorlar. İslamcı iktidarının sonudur.
Fakat kendileri yıkılırken ülkeyi de yıktılar. Ayakta kalan sağlam tek bir kurum yok. Kriz kapıda. 

Haliyle patronlar Damat Berat’ın önünde dizildiler, yeni ekonomik model açıklanmasını beklediler. Açıklandı mı peki? Modele ne gerek var, yediler içtiler, faturayı her zamanki gibi fukara halkımıza ödetecekler.

Kriz kapıda, sopa patronların elinde, fatura önlerinde. Kafamıza vurup bize ödetmeye hazırlanıyorlar yine.
                                                                   ***

Bedel ödeyeceğiz evet. Yapamadıklarımızın, eksik kaldıklarımızın, beceriksizliklerimizin bedelidir bu. Çürümüş bir düzeni değiştirememenin bedelidir. Akıldışı bir sistemi ezilenlere hakkıyla anlatamamanın bedeli, örgütlenememenin bedeli, birleşememenin bedelidir.

Oyunda olmamak da suçtur, biliyoruz.

Ama işte kriz yine kapıda. Oyuna girme zamanı. Ya ayağa kalkarsın ya altında kalırsın. Gerisi sana kalmış…

Orhan Gökdemir / SOL

Hasta adam - ERK ACARER



Hasta Adam” ifadesini ‘bir ülke için ilk kez’ Rus Çarı I. Nikolay, art arda gelen savaşlar nedeni ile toprak kaybeden ve Avrupa’nın ekonomik denetimine giren Osmanlı İmparatorluğu için kullandı. Nikolay’ın 9 Ocak 1853’te, Rusya, St. Petersburg’da sarf ettiği sözler tam olarak şöyleydi: “Kollarımız arasında, hasta, ağır hasta bir adam var.” Tanım, 12 Mayıs 1860’ta The New York Times’ta yer buldu. Osmanlı İmparatorluğu; I. Dünya Savaşı yıllarında bu deyimle küçümsendi.

Bir kez daha
Yıllar sonra, Avrupa’nın Türkiye’yi bir kez daha “Hasta Adam” olarak adlandırması, AKP iktidarı yıllarına denk geldi. Robert Pollock’un, The Wall Street Journal’daki, 16 Şubat 2005 tarihli makalesi, “Yeniden Hasta Adam” başlığı ile yayımlandı. 2015’te, İngiliz Times gazetesinde Roger Boyes imzasıyla çıkan analizde de Türkiye’den ‘Avrupa’nın hasta adamı’ olarak söz edildi.

2016’da Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zararova, Türkiye’nin Suriye politikasını sert dille eleştirirken bir kez daha aynı deyimi tekrarladı. Yine aynı yıl, İtalya’nın en önemli sermaye kuruluşu Confindustria’nın yayın organı “Il Sole 24 Ore” gazetesinin Ortadoğu uzmanı Alberto Negri; “Türkiye müşahade altındaki bir hasta” diye yazdı. 2017’nin yılbaşı gecesi İstanbul Reina’daki gece kulübüne düzenlenen ve 39 kişinin yaşamını kaybetmesine neden olan IŞİD katliamının ardından, Daily Telegraph ise; “Türkiye Osmanlı dönemindeki gibi bir hasta adamdır artık” diye yazdı.

Hem ABD hem Avrupa
Ne yazık ki dış basın da Avrupa ve Amerika siyasetçisi de Türkiye’ye yeniden bu pencereden bakmaktan çekinmiyor. Üstelik, “Hasta Adam” betimlemesi laftan çıkıp, hızla ete kemiğe bürünüyor. İçinde bulunduğumuz günleri anlatan iki önemli örnek var.

Amerika’da Rahip Andrew Craig Brunson’un ev hapsi ile başlayan kriz, heyetler arası temaslarla çözülmeye çalışılıyor. Fakat rahip krizinin ötesindeki meseleleri görmemek olanaksız. ABD tarafında, yaptırımlar, ambargolar konuşuluyor. Tartışılmaya değer bir başka önemli konu; Birleşmiş Milletler’in (BM) ‘İdlib’ çağrısı.

Cihatçılar meselesi: Sizin sorununuz!
BM Suriye Danışmanı Jan Egeland, Suriye’nin İdlib’te savaş çıkması durumunda Türkiye’den sınırlarını açmasını ve kaçan sivilleri kabul etmesini talep edeceklerini duyurdu. Bu İdi̇lib’den Hatay’a girecek binlerce cihatçı ve ailesi demek. Nüfusunun yarısı Alevi olan Hatay’ın başına gelecek ve Türkiye’yi etkileyecek bir gelişme.

İçeride üzüntü, dışarıda kaygı
Köprüler, yollar çöküyor, toplum sel suları ile boğuşuyor. Ekonomi çöküyor, halk yoksullukla uğraşıyor. Akıl çöküyor, ülke 21. yüzyılın ortasında inanılması olanaksız yöntemleri tartışıyor. İçeriden, hastalanmış Türkiye’yi izlemek tatsız. Hem aklını, hem bedenini hem de ruhunu kaybetmiş bir ülke resmi var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sarf ettiği sözlerde bile bunu görebilmek mümkün: “Onların doları varsa, bizim Allahımız var!” Avrupa ve Amerika tarafından uygulanan 5. dünya ülkesi muamelesi tavrına tanık olmak ise kaygı verici.

Masallarla gerçekler
Maalesef Türkiye direnen, dik duran, eğilmeyen bir ülke değil, her yönüyle sadece iktidar ve temsilcilerinin bekası için her şeyi vermeye hazır bir ülke artık. İçeriye anlatılan masallar, dışarıdaki gereklerle çelişkili.
Demokrasi ve insan hakları sıfır notasında. Eğitim, kültür sosyal yaşam çağın gerisinde, toplumsal barış ve uzlaşı yok. Dış politika yıllardır hayal aleminden bir arpa boyu ileriye gidemedi. Sonunda ve sonuç olarak ekonomi de çöktü.
Abdülhamid’in yalnızlığı mı ülkenin felaketi mi?
Bir kez daha, yıllardır yapılan “Abdülhamid-Erdoğan” benzetmesini anımsatalım. Gerçekten de benzerlik büyük!

II. Abdülhamid, 622 senelik Osmanlı tarihinde en çok toprak kaybeden padişah oldu. Türkiye’nin iki katına denk düşen 1 milyon 592 bin 808 kilometre kare yitirildi. Öte yandan Abdülhamid zamanda Galata bankerlerinden alınan paralarla, devletin en sağlam gelirleri adeta yok pahasına ipotek edildi. Fakat Sultan henüz şehzadeliğinde tanıştığı danışman-tefeciler sayesinde servetini arttırarak, Osmanlı Bankası ile birlikte Deutsche Bank, Swissbank, Kredi Lione isimli yabancı bankalarda tuttu. Koca bir imparatorluk borç batağında boğulup gitti. Abdülhamid’in yalnızlığı ve Erdoğan’a benzerliği… ‘Mazlum, mahsun, gerçekdışı bir öykü değil, 100 yıllık bir ülkenin yalnızlığa ve felakete sürüklenişi daha çok.

Ülke baba malı değil
Evet Türkiye hasta adam. Her yanıyla çöken bir ülkenin makul tanımı bu. Erdoğan’a da, kendilerini ülkenin tek sahibi sanma arsızlığına kapılmış yandaşlarına da bağırarak gerçeğin anımsatılması gereken bir noktadayız. Bu ülke kimsenin tapulu malı değil! Erdoğan’a da dedesi Bakatalı Tayyip Efendi’den ya da babası Ahmet Bey’den miras kalmadı.

Artık akıl başta gerek!

Erk Acarer / BİRGÜN