22 Ağustos 2018 Çarşamba

Laiklik hâlâ bir direniş hattı mı? - AYDEMİR GÜLER

Bir şeyler değişti tabii. Artık Harp Okulunda Cuma namazını hangi tarikatın imamı kıldıracak kavgası çıkıyor. Camiler rant kavgalarına sahne oluyor. Zaten bakanlıkların nasıl parsellendiğini herkes biliyor… 

24 Haziran bu dinselleşme sürecinde bir eşik daha atlattı, ama memleketin, solculuğu su kaldıracak olsa da laikliğinden sual olunmaz sanatçı ve aydınları “Başkanla da yaşarız” dilekçesi vermek için sıraya girdi… Yani hem memleket hem de laikler değişmiş görünüyor.

                                                              *          *          *

Eskiden solda hatırı sayılır sayıda unsur, laiklik meselesinin suni gündem olduğunu düşünebiliyordu. Bunlara bakılırsa, birilerinin oyunuydu bu dinci-laik gerilimi. Maksat emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmekti. Bu alçakça komployu zenginler veya istihbaratçılar falan yapıyor olmalıydı. Ama bu “solcular” laikliğin ilericiliğin temel koşullarından biri olduğunu söyleyen komünistlere sataşıp durdular.

Sonra fikir değiştirdiler. Muhtemelen AKP’nin “aşırı dinciliği” karşısında suni gündem falan demek artık imkânsız hale gelmişti. Çaktırmadan “yaşam tarzının” son derece temel bir hak ve özgürlük konusu olduğunu savunmaya kaydılar. Bana sorarsanız, bu pozitif bir değişimdi ve hatadan dönmeye gayret edenlerin üstünde tepinmek komünistlere yakışmazdı.

Lakin Kürt milliyetçileri bu tür solcular açısından haklı bir istisna oluşturabilirlerdi. Kürt siyaseti denince akan sular durmalıydı ve Kürt halkının özgürlük talepleri arasında ezanın Kürtçe okunması, her söze inşallah maşallah katılması, yürüyüşlerde en öne bir imam geçmesi, konuşmaların Said-i Kürdi alıntılarıyla süslenmesi hoş görülmeliydi. Bunların ve hatta Kürt sorununun din kardeşliği temelinde çözüleceği türünden safsataların gericilikle, laikliğe dönük saldırılarla falan alakası yoktu… 

Bu yaman bir çelişkidir. Tutarlılık herhangi bir burjuva ideolojisinde aranamaz. Düzen siyasetçisi için, Demirel’in atasözüyle "Dün dündür, bugün bugündür." Süleyman beyin dediği gibi zamanın geçmesi bile gerekmez aslında. Bir yöne bakıp öyle, ters tarafa dönüp şöyle konuşulur. Meşrudur. 

Ama sol siyaset başta tutarlılıktır, dürüstlüktür, vicdandır. Sol siyasetin temelleri bilimsel bir dünya görüşü olarak marksizme gömülüdür. Tutarsızlık bilimi bilim olmaktan, solu sol olmaktan çıkartır. Demek ki yaman çelişki çözülmeliydi…

                                                             *          *          *

Tutarsız solun imdadına önceki yıllarda hor görülen burjuva laisizmi koştu. Veya tutarsız sol daha önceleri suni gündemle suçladığı burjuva laisizminden silah satın aldı. 
Laisizm büyük bir tarihsel ilerlemedir. Bu tarihsel ilerlemenin burjuva sıfatıyla donatılmasıyla birlikte laisizme sınıf içeriğinden arındırma operasyonu çekilmiştir. Evet, laisizm sınıfsaldır.

Laisizm en temelde iktidarın kaynağının yeryüzünde olduğu ve insanların kendi kaderlerini yazabilecekleri iddiasıdır. Bu iddia feodaliteye, aristokrasiye karşı burjuvazinin işine yaramış olan bir emekçi halk tezidir. 

Bir: İşime yarasın, ama emekçi halkın elini güçlendirmesin. İki: mümkünse emekçi halk kaderini kendisinin yazabileceği fikrinden uzaklaştırılsın. Yani, bir: Laiklik burjuvazinin yaşam tarzına indirgensin. Yani, iki: emekçiler dinci gericiliğe yeniden esir edilsin.
Laisizmin burjuvazi tarafından temellük edilmesi, insanlığın büyük bölümü söz konusu olduğunda burjuvazinin laisizme ihanet etmesi ile eş anlamlı ve eş zamanlıdır. 

Komünistler zamanında laikliğin yükselişine ve bir toplumsal mücadele programı olmasına, saygıyla sahip çıkarlar. Komünistler laikliğin emekçilerden sökülüp alınması oyununa karşı durur, laikliğin işçi sınıfı yorumunu geliştirir ve bu programı güncellerler. Bizim için laiklik eskiden, o koşullara cuk oturmuş bir ilerlemeden ibaret değildir. Bizim için laiklik emekçilerin kaderlerini burada, mücadeleyle, örgütlenerek, bizzat kendi elleriyle yazabilecekleri iddiası olarak günceldir.

Bu bağlantıyı anlamayan solcular, laikliği emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmek olarak gördüler. Tamamen saçmaydı. Bu bağlantıyı anlamamaya devam eden solcular, laikliğin yerine göre oradan buradan delinebilecek bir şey, çok da yaşamsal olmayan bir şey olduğunu düşünebildiler. Tamamen bilim dışıydı, sol siyasetin yozlaştırılmasıydı. 

                                                              *          *          *

Şimdi AKP döneminin geride kalan yıllarına göre bayağı bir şeyler değişti. Değişenler arasında “yaşam tarzı olarak laisizm” ile “işçi sınıfı laisizmi” arasında mesafenin açılması var.

Yaşam tarzı esneyebilir; içkini Beyoğlu’nda değil de Kadıköy’de içersin. Bakkalda alamazsan evde kendin imal edersin. Yaşam tarzı duyarlılığı ayarlanabilir bir şeydir; çocuğu imam hatip yerine özel okula yollamak için gelirini artırman gerekecektir mesela. Biraz daha fazla çalış o halde, daha az tatil yap veya… Ayrıca Bayram namazına gidersen ölmezsin. Kadınsan, başına şöyle şık bir eşarp örterek idare edebilirsin. Sonra; varsın kamu kaynaklarını imamlar yesin; bütün konser salonlarını, bütün tiyatroları kapatmadıkları sürece yaşanabilir bu reisçiklerle. Yaşa, gül yüzlerine, maraza çıkarma işte…

Türkiye 24 Haziran’dan sonra “yaşam tarzı duyarlılığı olarak laisizmin” esneme dönemine girmiş bulunuyor. İşte bu burjuva laisizmidir ve bugün orta sınıf teslimiyetçiliği olarak tezahür etmektedir. Birkaç hafta önce esneyen aydınlara değinmiştim bu köşede.

İLGİLİ HABER

Bunların esnemesi halkı uyutmak içindir.

Türkiye’nin, iş başında ölmenin fıtrat olduğunu reddeden emekçilere ihtiyacı var. Daha çok imam hatipli yaratmanın, “alınyazım böyleymiş” diyecek yoksul sayısını artırmaya hizmet ettiğinin görülmesine ihtiyaç var. Türkiye’nin, “krizin faturası kader değildir, ödemiyoruz” diyen işçilere ihtiyacı var. “Aynı gemideyiz” teranesini elinin tersiyle itmek için, kaderini bu dünyada kendi elleriyle yazabileceğine inanmak gerekir. Türkiye’nin, tam da böyle bir laiklik mücadelesine ihtiyacı var. 

Yaşam tarzının esneme katsayısı yüksektir. İşçi sınıfı laisizmi ise sömürü ve yağma var oldukça bir direniş hattı olmaktan çıkartılamayacaktır. 

Aydemir Güler / SOL

Ayşe Teyze’nin suçu ne? - HAYRİ KOZANOĞLU

Bu sloganı hatırlıyor musunuz? “Kriz teğet geçti ama bizleri ezdi de geçti!”  Yükselen, Kâhtalı Mıçı adıyla bilinen, Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel”  filminde de rol alan halk müziği sanatçısının ve arkadaşlarının feryatlarıydı. 

Mıçı ve birçok kendi halinde yurttaş, bankaların yönlendirmesi yüzünden, düşük seyreden yen faizlerine tamah edip Japon parası cinsinden borçlanırlar. 2008 küresel finansal krizi patlak verince uluslararası fonlar “güvenli limanlara”  yanaşır. Çünkü “carry trade” adı verilen, yen gibi düşük faizli paralarla borçlanıp göreceli yüksek faizli ülkelere yatırım yapma eğilimi sona ermiş, sermaye aniden yön değiştirmiştir. Böylelikle yen hızla değer kazanmaya başlar. Haliyle, Türkiye’de ve başka ülkelerde yenle borçlananlar da zor durumda kalırlar, Mıçılar seslerini Taksim’deki bir eylemle duyurmaya çalışırlar.

Yukarıdaki hazin örnek, “finansallaşmanın” yani farklı döviz cinslerinden borçlanmak/yatırım yapmak dahil, kompleks finansal işlemlerin nasıl yaşamımıza nüfuz ettiğinin kanıtı. Gerçi isabetli bir adımla, 2009’da Türk Parasının Kıymetini Koruma Mevzuatı’nda bir değişiklikle hanehalkının döviz cinsinden borçlanması engellendi. Ancak döviz kurlarının, borsa endeksinin, altın fiyatlarının seyri gündelik hayatımızın bir parçası haline gelmişti bir kere. Bakkala girin, berbere traşa gidin; ekranda ekonomi programları, herkesin gözünün bir ucuyla akan bantlardan finansal piyasaları izlediğini göreceksiniz. Kadın-erkek fark etmiyor; eline üç kuruş geçen dolara mı, avroya mı park etsem diye etrafını kolaçan ediyor. Veya paraya sıkışan kredi kartının ek hesabına mı yüklensem yoksa ihtiyaç kredisine mi başvursam diye kafa yoruyor. Ayşe Teyzeler de bu toplumun bireyleri, doğrudan veya kocalarının/evlatlarının derdinde dolaylı biçimde ekonomi ve finans âleminin ta göbeğindeler.

Her toplumun Ayşe Teyzesi var
Ayşe Teyze, hafta sonu kaybettigimiz Güngör Uras’ın popüler kültüre armağan ettiği sembolik bir karakter. Geçim derdinde, bütçe kısıtları nedeniyle radarları çarşı pazar fiyatlarına ayarlı sade yurttaşı temsil ediyor. Cinsiyetçi iş bölümü, daha çok erkeklere eve para getirme yükümlülüğü getiriyor. 

Kadınlar ise kıt imkânlarla tencereyi kaynatma, evi çekip çevirme sorumluluğunu üstleniyor.Başka toplumların da Ayşe Teyzeleri var. Örneğin Angela Merkel’in kendine rehber edindiği ideal tipoloji, Swabian ev kadınıdır (Swabia, Almanya’nın Baden Württemberg eyaletindeki geniş platonun adı). Bu teyze Almanlara atfedildiği gibi tutumlu, hatta eli sıkı, çalışkan ve disiplinlidir. Hali vakti yerinde olmasına karşın gösterişten uzak, mütevazi bir yaşam sürdürür. Anglo-Saksonlara bakılırsa Avrupa’nın sorunu bu tutucu Almanlardır. Çünkü onların az harcayıp, çok tasarruf etmesi, ülkeyi cari fazla verenlerin listesinin tepesine taşır. Yunanlıların, İspanyolların, Portekizlilerin borçlanıp krize sürüklenmesinin vebali de onlara aittir.

Japonya’da da ev idaresi geleneksel olarak kadınların üstündedir. 80’lerden başlayarak Japon ekonomisi durgunluğa saplanınca faizler iyice aşağı çekilmiş, borsa endeksi de çakılmıştır. Cari fazla rakamında da gözlemlenebilen ülkenin tasarruf fazlasını değerlendirmek için iş başa düşer, Misis Watanabe devreye girer. Ailenin tasarruflarını en iyi biçimde yönlendirebilmek amacıyla Avustralya, Türkiye, Endonezya park edilebilecek tüm coğrafyaları kolaçan etmeye başlar. Zaman içinde risk kokusu alıp, direksiyonu Tokyo’ya kırması da yenin yükselmesine, Mıçıların mahvına neden olur.

Ayşe Teyze’nin aklını kim çeldi?
Dönelim bizim Ayşe Teyze’ye. Bütün banka reklamları, telefon mesajları; kredi kartına başvurması, ihtiyaç kredisi alması veyahut üç kuruşuyla döviz hesabı açtırması için aklını çelmeye çalışmaktadır. Bankalar Birliği’nin son istatistiklerine göre tam 30.6 milyon kişinin cebinde kredi kartları bulunuyor. Hanehalklarının konut, kredi kartı, taşıt, ihtiyaç derken bireysel kredilerin tutarı ise 563 milyar TL’ye dayanmış durumda. Merkez Bankası’nın verilerine göre, genellikle dar gelirli yurttaşlarımızın kullandığı ihtiyaç kredilerinin faizi de yüzde 26,2’ye varmış bile…

Ayşe Teyze yükselen enflasyondan, patates-soğanın bile el yakmasından, elektriğe gelen zamdan, kış dayanınca ödeyeceği yakıt faturalarını düşünmekten zaten bunalmış halde. “Ayşe Teyze’nin ne işi var dövizle?”  diye çemkiren banka genel müdürü, siyasiler “kişi başına gelirimiz 10 bin doları geçti” laflarıyla böbürlenirken acaba neredeydi? Niye hiç sormadı,  “Ayşe Teyzeler, Ali Amcalar dolar mı kazanıyor?”diye…

Son rakamlara göre bankalarda tam 192 milyar dolar döviz mevduatı bulunuyor. Bunun 91.5 milyar doları ise hanehalklarına ait. Kim topladı bu paraları? Bankacılar ayartmadı mı bu insanları dolar, avro, İsviçre frangı hesapları açtırmak için? Bankalardaki döviz mevduatları TL mevduatlarının ensesinde, ilk fırsatta TL’yi geride bırakacak. Mütedeyyin vatandaş ise, daha bir dolarcı; katılım bankalarındaki döviz hesapları TL hesaplarını çoktan geride bıraktı bile…

Doğrudur, döviz hesabı bulunanların önemli bir kısmı rantiyeler. BDDK’nın Mart 2018 verileri, mevduatı 1 milyon TL ve üzerinde 145 bin 989 kişinin bulunduğunu gösteriyordu. O tarihte ancak 240 bin dolarla milyoner sıfatına hak kazanılabiliyordu. Bugün ise 6.01 TL kurundan 166 bin dolar yeterli. Dolayısıyla sayıları da artmış olmalı. Sakın bu istatistikler yanıltmasın, tek tasarrufu 3 bin dolar veya 2500 avro olan, geçim derdinden beli bükülmüş Ayşe Teyzelerin sayısı da az değil… Mevduatlara el konulacak şayialarıyla, yüreği küt küt eden… Belki de cenaze parasını döviz olarak saklayan…

Zaten kapitalizm, hele hele finansallaşmış kapitalizm öyle bir düzen ki, para ve çıkar ilişkilerini yaşamın tüm dokularına zerkediyor. “Katı olan her şeyi buharlaştırıyor.”Şimdi de “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali, taammüden sade yurttaşların dövizle, borsayla, offshore’la aklını çelen bankacılar, neredeyse Ayşe Teyze’yi krizin sorumlusu ilan edecek kadar hadlerini aşıyorlar… “Benim hiçbir zaman dolarla, avroyla işim olmadı” derken aynen kullanıcı olmayan uyuşturucu satıcılarına benzediklerinin farkında değiller...

 HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Nüfus ikiye katlandı buğday yerinde saydı(1) - BİRGÜN

Kendi kendine yeten tarım ülkesi tanımı Türkiye için artık geçmişte kaldı. Buğdaydan üzüme sayısız üründe dışa bağımlıyız. Peki bu noktaya nasıl geldik?


Başlarken
Verimli topraklara sahip bir tarım ülkesi olan Türkiye, yanlış ekonomik politikalar sonucunda dışa bağımlı hale getirilerek yemden buğdaya, pamuktan zeytine, üzümden mercimeğe, gıdadan meyveye hemen her ürünü dışarıdan ithal edecek konuma getirildi. Özelleştirmeler, verimli arazilerin imara açılması, teşviklerin kaldırılması, üreticilerin desteklenmemesi nedeniyle “yoksullaştırılan” milyonlarca üretici, ürün ekemez hale getirildi. Hasat mevsiminde buğdaydan pamuk ve ayçiçeğine tarımın bilinçli politikalarla adım adım nasıl çökertildiğini inceleyeceğiz.

Hazırlayan: Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Necdet Oral

Buğday ve ürünleri Türkiye’de besin kaynakları arasında en önemli yeri tutmakta. Ayrıca hayvan yemi ve bazı endüstriyel üretim alanlarında da kullanılmakta.
Hububat ekim alanlarındaki en belirgin artış 1950-1960 döneminde oldu. Bu artış Marshall Planı çerçevesinde 1949’dan sonra tarımda traktör sayısının hızla artmasına bağlı olarak mera alanlarının sürülmesiyle sağlandı. 1970’lerden sonraki artış ise verimdeki yükselmeden kaynaklandı.

nufus-ikiye-katlandi-bugday-yerinde-saydi-501554-1.

Buğday ekim alanları 1991-1995 döneminde 9,6 milyon hektara ulaştı; ancak bu dönemden sonra gerilemeye başlayarak günümüzde 8 milyon hektarın altına düştü.

1986-1995 döneminde yıllık ortalama 19 milyon ton olan üretim, 2006-2015 döneminde 20 milyon ton olarak gerçekleşti. Başka bir ifadeyle buğday üretimi 30 yıldır yerinde saymakta. Çeşit artmasına karşılık; buğday üretiminde belirgin bir artış kaydedilemedi. Ekim alanlarının tarla alanları üst sınırına ulaşması, üretimin kurak şartlarda yapılması, ekim ve başaklanma dönemlerinde kritik su ihtiyaçlarının karşılanmaması verimi (ve dolayısıyla üretimi) kısıtladı.

Ülkemizde hububat üretimi kuru tarım (nadas) koşullarında yapıldığından, rekolte tamamen iklime bağımlı olup; üretimde yıldan yıla büyük dalgalanmalar görülmekte. Örneğin 2015 yılında iklim koşullarının hububat üretimine uygun seyretmesi nedeniyle, buğday üretimi 22,6 milyon ton olarak gerçekleşti. 2016 yılında olumsuz hava koşulları nedeniyle rekolte 2 milyon ton civarında gerileyerek 20,5 milyon tona düştü. 2017’de ise 21,5 milyon ton olarak gerçekleşti.

Buğdayda verim düşük
Üretim 30 yıldır yerinde sayarken nüfus yükseldi. Dolayısıyla dışa bağımlılık arttı. 1988’de 53 milyonluk nüfusa karşılık 20,5 milyon ton buğday üretildi. Kişi başına 380 kg. buğday üretildi.
2017’de rekolte 21,5 milyon ton, ülke nüfusu ise 80,3 milyona ulaştı. Kişi başına buğday üretimi 268 kg’a indi. Buradan son 30 yıllık dönemde hububatta verimlilik ve maliyet sorunlarını çözmek adına ciddi bir çaba gösterilmediğini söylemek mümkün.

FAO’nun son verilerine göre dünyada dekar başına 340 kg olan buğday verimi, Türkiye’de 270 kg. civarında. Bu durum, hububatta verimi artırmak için daha çok çaba harcanması gerektiğini ortaya koymakta.
Buğday Türkiye’nin her bölgesinde yetiştirilebilmekle birlikte özellikle İç Anadolu Bölgesi’nde yaygın. 2017’de ekmeklik buğday üretiminde yüzde 32’lik payla İç Anadolu Bölgesi ilk sırada yer aldı. İç Anadolu’yu yüzde 18’le Marmara ve yüzde 15’le Güneydoğu Anadolu Bölgesi izlemekte. Üretimden en az pay ise yüzde 7’yle Doğu Anadolu ve Ege bölgeleri almakta.
Makarnalık buğday üretiminde ise ilk sırayı yüzde 38’lik paylarıyla Güneydoğu ve İç Anadolu bölgeleri almakta, bu bölgeleri sırasıyla Ege (yüzde 13) ve Akdeniz (yüzde 8) bölgeleri izlemekte.

nufus-ikiye-katlandi-bugday-yerinde-saydi-501555-1.

Buğday ithalatı beşe katlandı
Türkiye’de, son yıllarda buğday üretim ve kalitesinde yaşanan sorunlar nedeniyle talep karşılanamamakta ve ithalata başvurulmakta. Dışa bağımlılık oranı her geçen yıl artmakta. Bu duruma FAO raporlarında da dikkat çekiliyor. Raporlarda önemli bir buğday üreticisi olan Türkiye’nin dışa bağımlılığının arttığı ve gıda güvenliğini giderek yitirdiği yer almakta.
Bu çerçevede 2002 yılında 1,1 milyon ton olan buğday ithalatı; 2014’te son yılların en yüksek seviyesi olan 5,3 milyon tona ulaşıp; 2017’de 5 milyon ton olarak gerçekleşti. Son 5 yılda yapılan ithalat ortalama olarak 4,5 milyon ton civarında.

Türkiye son 16 yıllık dönemde yaklaşık 50 milyon ton buğday ithal ederek karşılığında 13 milyar dolar döviz ödedi.
Son yıllarda navlun ve rekabetçi fiyat avantajına bağlı olarak Rusya Federasyonu, Ukrayna, Litvanya, Meksika ve Kazakistan’dan buğday ithal ediliyor.

Çiftçi tarımdan kazanamıyor
1980’li yıllarda başlayan ve 2000’li yıllarda doruk noktasına çıkan neoliberal politikalar, çiftçileri piyasanın vahşi koşullarına terk etti; bu süreç buğday üreticisini de derinden etkilendi. Uzun yıllardan bu yana buğday üreticisinin eline geçen para maliyetin altında kalmakta.
Tarımsal üretimde kullanılan girdilerde (gübre, tarım ilacı, mazot gibi) ithalata bağımlılık giderek daha da artmakta; günümüzde tarımın, çiftçinin en başta gelen sorununu yüksek girdi maliyetleri oluşturmakta.
Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre; 2002-2018 yıllarını kapsayan 16 yıllık dönemde ekmeklik buğdayın alım fiyatı yüzde 350’lik bir artış gösterdi. Buna karşılık üretimde kullanılan kimyasal gübre ortalama yüzde 500, mazot yüzde 400, yem ise yüzde 550 oranında arttı. Bu rakamlar buğday üreticisinin ne kadar mağdur edildiğini açıkça ortaya koymaktadır.

nufus-ikiye-katlandi-bugday-yerinde-saydi-501556-1.


7 maddede buğday üreticisini kurtarma planı
Buğdayda 20 milyon tonluk üretim tuzağını kırmak ve çiftçiyi kazandırmak için neler yapılmalı?
2000’li yılların başından bu yana buğday çiftçisinin eline geçen fiyatlar temel girdilerin (tohumluk, gübre, tarım ilacı, mazot) fiyatlarının altında kaldı. Sulama yatırımlarının yetersiz oluşundan dolayı buğday üretimi büyük ölçüde “kuru tarım” koşullarında yapılmakta. Son 30 yıllık dönemde nüfusun yüzde 50’den fazla artmasına karşılık, buğday üretimi yıllık ortalama 20 milyon tonlarda kaldı. Türkiye’nin hububat üretiminde ithalata bağımlılığının arttığı ve giderek gıda güvenliğini yitirdiği FAO raporlarında da yer almaktadır.
Türkiye’nin bu tuzaktan kurtulmak için;
- Hububat alanlarındaki daralmanın üzerinde önemle durulmalı; çiftçi tarafından boş bırakılan tarlalar yeniden üretime kazandırılmalı.
- Üretimde yağışa bağlı olarak görülen dalgalanmaları azaltmak için kuru tarımda uygulanması gereken yetiştirme tekniklerine önem verilmeli; sulama imkânlarını artırmak için yatırımlar hızlandırılmalı.
3 - Tarımsal destekler ABD ve AB’de olduğu gibi belirli dönemler için tespit edilmeli ve tarımsal desteklerin çiftçilerin üretime başlamadan önce verilmesini sağlayacak bir sistem geliştirilmeli.
4 - Tarımın en önemli sorunu yüksek girdi fiyatlarıdır. Öncelikle mazotta ÖTV ve KDV kaldırılmalı; diğer girdilerdeki vergi yükü azaltılmalı.
5 - Çiftçi gerek mazot gerekse gübre kullanımında desteklenmeli, başka alanlarda uygulanan fiyat indirimleri tarımda da uygulanmalı.
6 - TMO ve tarım ürünleri piyasasını regüle edici diğer kurumlar aktive edilmeli, yıllar içinde kaybedilen kurumlar yeniden oluşturulmalı.
7 - Pazarlamada çiftçinin elini güçlendirmek için kooperatifleşme teşvik edilmeli; tarım destekleri ağırlıklı olarak kooperatifler üzerinden verilmeli.

Sonuç olarak ithalatı değil üretimi hedefleyen, emekten yana, küçük ölçekli aile işletmelerini destekleyen tarım politikaları uygulanmalı, sürdürülebilir ve planlı bir tarımsal üretim politikası izlenmelidir.

Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Necdet Oral / BİRGÜN


Yarın: Ayçiçek üretiminde son durum


Nobel’in ‘barışçısı’nı Ruandalılara sorun - MUSTAFA K. ERDEMOL

Önceki gün hayatını kaybeden Kofi Annan sanıldığı gibi barışı koruyamamış, Kongo ve Bosna’daki katliamlarda etkisiz kalmış, Ruanda Katliamı’nın ise sorumluları arasındadır.

Yıl 2011, aylardan Aralık. Irak’ın işgalinin üzerinden hayli zaman geçmiştir. ABD’nin Missouri eyaletindeki Truman Başkanlık Kütüphanesi’nde konuşuyor Kofi Annan. “Hiçbir ulus, diğerlerinin üzerinde üstünlük arayışı içinde olamaz” sözleri dikkat çekicidir. Konuşmasındaki asıl vurucu nokta şudur: “ABD küresel insan hakları hereketinin öncüsü ise ‘terörizmle mücadele de dahil’ ABD Prensipleri’ne sadık kalarak bu öncülüğünü sürdürmelidir.”

Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, “ABD Prensipleri” dediği nedir, tartışılır. Bu prensiplere fazla değer verişi, ABD’yi de bu prensipleri uygulamaya çağırması samimiyetten uzaktır. Ama konuşma gittikçe daha da sertleşir; “Hiçbir devlet kendi eylemlerini başkalarının eylemlerine dayandıramaz. Dünya, askeri seçeneği, geniş çapta kabul gören normlara uygun olarak kullanıldığında meşru kabul eder.” Kısa bir süre sonra BBC’yle yaptığı söyleşide daha da ileri gider: “Irak’ta durum Saddam Hüseyin döneminden de kötü.”

Bu ve buna benzer eleştirilerini BM Genel Sekreterliği görevinden ayrıldıktan sonra yapmasının belki bir önemi yoktur, ama sonuçta BM’den karar çıkmadan gerçekleştirilmiş Irak işgalini yıllar sonra da olsa, söz konusu kurumun yaklaşık on yıl başkanlığını yapan birinin eleştirmesi önemlidir. Ayrıca ilktir. Çünkü daha öncekiler, BM’yi Annan kadar eleştirmemişlerdir ayrıldıktan sonra.

Bu nedenle ABD medyasında “Annan’ın iflah olmaz bir anti Amerikan olduğu” yazılmıştır çokça. Bir anti Amerikan olduğuna beni kimse inandıramaz, nihayetinde yaptığı, BM’nin Irak işgalinde ABD tarafından etkisizleştirilmiş olmasına yönelik sitemlerde bulunmaktır aslında. Ayrıca kendisinden önceki Genel Sekreter Butros Gali’nin ikinci kez bu göreve seçilmesini engelleyen ABD, Annan’ı bu göreve getirmek için son derece çaba göstermiştir. Olsun. Yine de birilerinin söylemesi gerekiyordu bunu, Annan da söyledi.

Barışı koruyamadı
Hepsi bu. Dünyanın çatışmalı bölgelerinde “barış” için çok çaba sarfettiği doğru olmakla birlikte, hatta Nobel Barış Ödülü’nü de verdiler malum, BM’nin en başarısız genel sekreterlerinden biriydi. 1992-1995 yılları arasında BM’nin barış gücü operasyonlarından sorumlu genel sekreter yardımcılığı sırasında Kongo’da “barışı” koruyamamıştır örneğin, Bosna’da gerçekleştirilen katliamlarda etkisiz kalmıştır, Ruanda Katliamı’nda da sorumluğu olduğu birim çuvallamıştır tek kelimeyle.

Ruanda’da gelişmelere müdahale etmek isteyen BM güçleri Annan’dan yetki istemişlerdir. Annan o yetkisi asla vermemişti. Ruanda Soykırımı’nın sorumlularından biri sayılmasının nedeni budur.

Yugoslavya İç Savaşı sırasında Annan, BM’nin Barışı Koruma biriminin sorumlusuydu. BM Güvenlik Konseyi, savaş mağdurlarının bulunduğu kampların güvenliklerinin sağlanmasını istediğinde Annan’ın yanıtı “32 bin askerden az bir güç onları koruyamaz” oldu. Sivillerin kendilerini korumalarına da izin vermedi. Sonuç, Srebrenitsa’da sekiz bin Boşnak sivilin katledilmesi olmuştur.

Kongo tam bir felakettir, 16 bin BM Barış Gücü askeri “barışı” korumak, “huzur”u sağlamak için oradadır ama BM’nin sivil personeli, bu ülkede inanılmaz barbarlıklar yapmıştır. Kongo BM Barış Gücü Misyonu personeli en az 150 insan hakları ihlali vakasından suçlanmışlardır. Sadece sivil personel değil, Kongo’nun Bunia kasabasında bir mülteci kampı dahil olmak üzere ülke çapında kurulu kamplarda kadınlara tecavüz eden askerler de vardır. Nepal, Fas, Tunus, Uruguay, Güney Afrika, Pakistan, Fransa ve ABD’den askerler. Sorumlularına ne oldu, ne yapıldı hâlâ meçhul.

Burundi’de, Sierra Leone’da, Haiti’de de aynı başarısızlıklar söz konusudur. Yönetimi altındaki BM’ye bağlı İnsan Hakları Komisyonu’nda dünyada insan hakları ihlalleri konusunda kötü ün kazanmış ülkelerin dolu olması da olumsuzlukları arasındadır.

Bunca başarısdızlığa rağmen Annan’ın Barış Ödülü’ne neden/nasıl layık görüldüğünü anlayamamışımdır kendi adıma.

İyi tarafları da vardı
İyi tarafını belki de şu yaptıkları oluşturuyor bana kalırsa. BM Küresel İlkeler Sözleşmesi, Binyıl Kalkınma Hedefleri, Küresel AIDS Fonu, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumları etkin hale getirebildi. Küresel egemen devletlerin karşısına yeni aktörlerin çıkmasını sağladı. BM’nin sadece devletlararası bir örgüt olmadığını, Sivil Toplum Kuruluları ile de ilişkili olması gerektiğini savundu ısrarla.

Bölgesel “diktatörler”le ilişkileri çok eleştirildi. Kanımca, en dikkate alınmayacak eleştirilerdir bunlar. Çünkü “diktatörleri” eleştirenler de başka diktatör(lük)lerin dostu/destekçisiydiler. Annan’a bu konuda yapılan eleştirilerin “kıymeti harbiyesi” yoktur. Eleştirilerin gerekçeleri örneğin 1998’de Bağdat’a gidip Saddam Hüseyin’den BM gözlemcilerinin ülkesine geri dönmelerine izin vermesini istemesi türünden gerekçelerdir. Bu onları “diktatörlerin” dostu yapmaz kuşkusuz.

Şu konuda hakkı yenilmemeli; Suriye’deki krizin, belki başlangıcında değil ama gelişen sonraki aşamalarında çözümün Beşar Esad’ın gitmesi olmadığını açık sözlülükle dile getirmiştir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Annan’ın Suriye’ye ilişkin hazırladığı planda “Esad’ın görevi bırakmasına ilişkin tek bir sözü olmadığını” vurgulamıştı, eğer anımsanırsa.

Esad ile “muhalefet” arasında sürekli diyalog çağrısı yapmıştır örneğin. Esad bu çağrıya olumlu yanıt vermiş ancak “muhalefet” sürekli reddetmiştir. Bu nedenle Annan, Esad’la aynı düşünceye sahip olmakla da suçlanmıştı.

Oğlu Kojo’nun Irak’ta bir İsviçre firmasına ihale kazandırmak için BM olanaklarını kullandığı iddiası en büyük “kişisel skandalı”dır. Skandal yine BM tarafından “soruşturulmuş” ancak Kofi Annan’ın olayla bir bağı olmadığı sonucuna varılmıştı. Bu Annan için yeterli olmuştur, istifa çağrılarına aldırmamıştır bu yüzden.

Ganalı zengin, elit bir ailenin çocuğuydu. Ülkeye bağımsızlığını kazandıran, yine ülkesinin ilk Devlet Başkanı olan sosyalist Kwame Nkrumah’a oldukça mesafeli bir ailenin çocuğu. Yetişkin bir genç olduğunda Gana’da barınamayacak, geleceğini Batı’da, ABD’de arayacaktır. Bulmuştur da. BM’nin “ABD’den sonraki en iyi ABD” olmasına katkısı az değildir.

2011’de o kütüphanedeki “Hiçbir ulus, diğerlerinin üzerinde üstünlük arayışı içinde olamaz” sözleri cikletlerden çıkan “özlü söz”ler gibidir. Salondakiler pek etkilenmemişlerdir. Basında eski bir BM Genel Sekreteri’nin açıklamaları olarak yer aldığında, öteden beri ona diş bileyenler bu sözleri onun “Amerikan karşıtlığı”na sayma fırsatını kaçırmamışlardır.

ABD’ye kızgınlığı zaten “Amerika Birleşmiş Milletleri” durumuna getirdiği kurumun ABD tarafından yok sayılmasınadır. “Suç ortaklığı” konusunda yok sayılmasına yani.

Başka da bir “itirazı” olmamıştır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Milli birlik - ÖZGÜR MUMCU

Erdoğan’ın ona oy vermeyen kesimleri, seçim sonrası balkon konuşmaları haricinde dışladığı ortada. Milletin yarısı “onlar” diye damgalanıp “yerli ve milli” olmamakla itham ediliyor. 

Şaşırılacak mesele değil. Neticede Erdoğan tipi popülist otoriter yönetimlerin toplumu ayrıştırıp bölerek iktidarlarını güçlendirdiği biliniyor. Sürekli dışlanan kitleler, bugünlerde yaşadığımız kriz gibi durumlardaysa hemen saflara çağrılıyor. Düne kadar milletin parçası sayılmayanlardan bugün başkanın etrafında toplanmaları talep ediliyor.

 Bir ekonomik krizde, kimsenin Trump’ın tarafını tutmayacağı açık. Yüzde 50’lere varan bir devalüasyon yaşanırken “oh ne güzel de fakirleştik” diye sevinen yoktur herhalde. İktidar çevreleri, bazı muhalif kesimlerin Erdoğan nefretiyle körleştiğini ve bu sebeple ülke ekonomisinin çökmesine bile bel bağladıklarını ileri sürüyor. Oysa Erdoğan aşkından körleştiklerinden en ufak müdahalede altüst olacak bu ekonomik yapının sorumlusunu göremiyorlar. Göreni de “dava” uğruna görmezden gelerek, kamuoyunu olan biten hakkında yanıltmak peşinde.
 
Daha evvel hem bu köşede hem de başka çok mecrada dile getirildiği üzere, dünyada yeni güç dengeleri var. Türkiye’nin de değişen dünyada kendi çıkarlarına uygun davranması doğal. Ancak ortalık toz duman. Kamuoyu önünde rasyonel bir tartışma yapmanın imkânı kalmadı. Bağırış çağırış ve suçlamayla tutulan yol hakkında demokratik bir şekilde karar verilmesinin önü kesildi. 

ABD’yle Türkiye’nin çatıştığı alanlar belli. Hangisini serinkanlılıkla, bütün boyutlarıyla masaya yatırıp inceleyip tartışabiliyoruz? ABD, Rusya’dan S-300 hava savunma sistemi alınmasına karşı. Hem Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşmasından yana değil hem de Türkiye’nin almak istediği F-35 uçaklarına ilişkin bilgilerin Rusya’nın eline geçmesinden kaygılı. 

İran ambargosu konusunda Türkiye’yle ABD farklı görüşte. 

Suriye’de ABD’nin PYD’yle işbirliği yapması da çok önemli bir başka gerginlik kaynağı. 
Fethullah Gülen ve şebekesinin ABD’nin sağladığı imkânlardan hâlâ faydalanıyor olması da öyle. 

ABD’nin ekonomide içe kapanmacı yeni yaklaşımı, çelik ve alüminyuma getirilen ek vergileri, ABD yönetiminin evanjelistlerle ilişkisi de pastör Brunson ısrarını kısmen de olsa açıklıyor.
 
Bütün bu gerilim alanları hakkında ne biliyoruz? 
Kamuoyunun bunlar hakkında etraflıca tartışarak bilgi ve dolayısıyla fikir sahibi olma imkânı ne kadar? 
Ekonomik krizin 16 senenin politikalarının sonucu olabileceği hangi ana akım televizyon ya da gazetede dillendirilebiliyor? 

Yolsuzluktan bahseden “FETÖ”cü, iktidarın krizdeki rolünü anlatan ise “vatan haini” ilan edilmekte. 

Milli birlik, koşulsuz itaat demek değildir. Hiçbir şeyin sorumluluğunu almayan, her şeyin suçunu başkasının üzerine atan bir anlayışla yönetilip de düze çıkmış bir ülke var mı? 
Sorumsuz ve keyfi bir iktidarın halkı zenginleştirip memleketi güçlendirdiği bir örnek var mı?


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Bayram mesajı: Anlar* - MİNE SÖĞÜT


Eğer yeniden başlayabilseydi bu ülke yaşamaya... 
İkincisinde daha çok hata yapardı. 

Dini siyasete karıştırmak isteyenlerin açabileceği tüm kapıları daha da sıkı kapardı. 
Halkların birbiriyle yaşayabileceği düşmanlıkları ta en baştan siler savardı. 
Kusursuz olmaya çalışmaz, kusurlarını kendi seçerdi. 
Bağımsızlığının peşine düşer, kendi gibi olmayı, olduğu kadar olmayı, sadece olmayı seçerdi. 
Neşeli olurdu, ilkinde olmadığı kadar, topraklarında konuşulan her dilde şarkılar çalınsın, danslar edilsin isterdi. 
Diğer ülkelerin tehditlerine ve ahlaksız tekliflerine, global dünya düzenine, ekonomik anlaşmalara, askeri pazarlıklara güler güler geçerdi. 
Çok az şeyi ciddiyetle yapardı. 
Silahlanmazdı mesela, onca yoksulluk varken topraklarında tanklar, toplar, tüfekler almazdı tonla parayla... 
Komünizmden, sosyalizmden, şiirlerden, romanlardan, daha iyi bir dünya için kurulan hayallere dair anlatılan masallardan o kadar da korkmazdı... 
Sağına da soluna da nanik yapar, süt tozuna pabuç bırakmazdı. 
Devasa köy enstitüleri kurardı her ovaya, tarlaya, dağa, su kıyısına... 
Öyle çocuklar yetiştirirdi ki, bu yaptığını dünyanın aklı almazdı. 
Daha çok riske girerdi. 
Barış için tüm tabuları deler, tüm kadim düşmanlıkları tek tek alnından öperdi. 
Şehirlerine köylerine Yunanca, Ermenice, Kürtçe, Rumca, Süryanice, Lazca yol işaretleri dikerdi. 
Kapılarını açardı insanlara, isteyen gelsin ve isteyen gitsin, gelip geçenler ve bu topraklarda olup bitenlere dair şiirler söyleyenler artsın isterdi. 
Güneşin doğduğu yerde de battığı yerde de herkes aynı şeyleri yesin ve giysin ister, ülkenin her köşesinde fırsat eşitliği için ter dökerdi. 
Toprağını çılgın gibi işlerdi, pamuğunu, şekerini, tütününü, buğdayını, meyvesini, sebzesini tanrısını sever gibi severdi. 
Gerçek sorunları olurdu hayali olanların yerine. 
Herkes tok mu? Herkes mutlu mu? Herkes sağlıklı mı? Herkes neşeli mi? Herkes kaygısız mı? Herkes gerçekten güvende mi? 
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılardı. 
Yeniden başlayabilseydi eğer bu ülke, bağımsız ve mutlu anları olurdu. 
Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten. 
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın. 
Irkların ve dinlerin birbirine kolayca düşman olduğunu sanan; 
Varlığını korumak için kendinden olan olmayan herkesi yakan... 
Yıkılma korkusundan içten içe kendi kendisini yıkan;
Savaşlardan ve ardından pazarlıklarla gelen barışlardan medet uman... 
Tüm değerlerini birtakım iktidarların selameti uğruna gözden çıkaran... 
Bilinçlendiği bir noktada artık tarihindeki savaşlardan ve kıyımlardan utanabilecekken, o an büyük bir hata yapan... 
Ve ne pahasına olursa olsun sadece hayatta kalmayı marifet saymaya ikna olan bu ülke... 
Yeniden başlayabilseydi eğer yaşama... 
O orduları kurmazdı, o yasaları yapmazdı, o değerleri satmazdı, kendi kendisini böyle baltalamazdı... 
Eğer yeniden başlayabilseydi... 
İlkbaharda içkilerin içildiği, şarkıların çalındığı, sokaklarda kızlı erkekli dansların yapıldığı şenlikler düzenlerdi hep. 
Asker şapkalarını ve imam takkelerini ve asık suratlı politikacı kravatlarını söker atardı başından, boynundan... 
Ve sonbahar bitene kadar şenlik ateşleri yakardı zeytin dallarından. 
Güneşin ve ayın, gecenin ve gündüzün, mevsimlerin ve döngünün tadını çıkara çıkara anı yaşardı. 
Ama işte artık 95’inde ve biliyor... 

ÖLÜYOR...

Mine Söğüt / CUMHURİYET

*Aslını merak edenler Arjantinli öykü ve deneme yazarı, şair ve çevirmen Jorge Luis Borges’e atfedilen Anlar şiirine; o şiirden de kendi hayatlarına bakabilirler.


Boğaziçi’nin yok ettiğimiz görünümü - METİN CELAL

Haliç’ten Boğaz’a doğru yol alıyor gezi teknesi. Teknede gazeteciler, akademisyenler, yazar ve öğrenciler var. Dr. Sedat Bornovalı Boğaz kıyısındaki binalardan yola çıkarak, anekdotlarla, hoş hikâyelerle, satır aralarında önemli eleştirilerle, benden duymuş olmayın diyerek Boğaziçi’nin mimari tarihinden parçalar naklediyor, günümüzde nelerin, nasıl değiştiğini örnekliyor.

Geziye çıkma amacımız Sedat Bornovalı’nın Timaş Yayınları’ndan çıkan Boğaziçi’nin Tarih Atlası kitabının tanıtımı. Ama Boğaz’ın derinliklerine doğru yol aldıkça benim için Boğaziçi’nin mimari değişiminin somut örneklerle araştırması halini alıyor. 

Sedat Bornovalı’nın kitapta anlattığı rotadan, Avrupa yakasını izleyerek yol alıyoruz. İlk gözümüze çarpan 1. derece sit alanında, koruma altındaki binaları yıkmasıyla ünlü Galataport. Becerikli müteahhitlerin tabii ki izin alarak yıktıkları Yolcu Salonu, Paket Postanesi gibi sadece bina olarak değil tarihi anlamda da önemi olan yapıları yâd ederek giriyoruz Boğaz’a. İnşaat başladığında çevresinde antrepolar bulunduğu için uyumlu bir proje izlenimi veren Emre Aralot imzalı Resim Heykel Müzesi binası artık dokuyla tamamen çelişik olarak ne zaman bitecek acaba diye merak ettiriyor. 


Boğaz’ın görünümüyle tam bir tezat oluşturması amacıyla projelendirildiğini düşündüğüm, her gördüğümüzde eski belediye başkanı Kadir Topbaş’ın esefle kulağını çınlatacağımız Hakan Kıran imzalı Martı Projesi’ne geliyoruz. Deniz ciddi bir şekilde doldurulmuş. İnşaatta herhangi bir faaliyet göze çarpmıyor. Hedeflendiği gibi projenin 2018 sonuna yetişmesi mümkün görünmüyor. Bunun nedeninin yeni İBB Başkanı Mevlut Uysal’ın, Boğaz’ın görünümünü yasaya uygun şekilde korumaya kararlı olması ve eleştirileri göz önüne alarak martıdan vazgeçip projede tadilat yaptırması olduğunu düşünüyorum. Tabii ki böyle bir şey yok. Bu benim hüsnü kuruntum. 

Sedat Bornovalı Dolmabahçe Sarayı ve onu izleyen saraylar silsilesinin Osmanlı’nın yapılaşma mantığı ile nasıl yapıldığını anlatıyor. Dolmabahçe’de sultan, onun yanındaki köşkte veliaht, sonra da hanım sultanlar, vezirler... Böylelikle Boğaz kıyılarındaki köşklerin, yalıların dizilişlerindeki hiyerarşiyi de anlamlandırıyoruz. Boğaz’da sarayla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi olmayan hiç kimsenin köşkü, yalısı yok. 

Korumayla ilgili kurumlarımız, yasalarımız hatta Boğaziçi ile ilgili özel bir yasa ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü olmasına rağmen yasaları delmenin yolunu bulup yeni inşaatlar yapmayı sevdiğimiz malum. Hükümetler de sürekli yıkıp yapmayı destekliyor. Bunun en ironik örneği 1983’te “Boğaziçi alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yararı gözetilerek korumak ve geliştirmek ve bu alandaki nüfus yoğunluğunu artıracak yapılanmayı sınırlamak” olan, 2960 sayılı Boğaz Yasası’nı çıkartan 12 Eylül darbe hükümetinin Boğaz’daki en büyük yapılaşmaya yol açan yasal boşluğu yaratmış olması. 

Boğaz kıyılarındaki gözümüzü tırmalayan ucube apartmanların hemen tamamı o yasal boşluktan yararlanarak yapılmış. Arka planda görünümü bozan gökdelenler ve toplu konutlar da bu sayede yapılıyor. Boğaz kıyılarında hangi yapıların hangi kurnazlıkla yapılabilmiş olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. 

Çay bahçesi olarak kurulan eğlence yerleri çevrelerindeki yeşil alanları yutup çok katlı yapılar haline nasıl dönüşmüş olabilir? 

Yasaya rağmen yeni yalılar nasıl yapılmış? 

Üzerindeki yapılar tamamen yıkılan GS Adası örneğinde olduğu gibi Boğaz’ın diğer alanlarında aynı hassasiyet gösterilemiyor mu? 

Merak etmemek elde değil. Son imar affı ile yasası bir kez daha delinen Boğaz’a nasıl müdahaleler yapılacak, kaçak katlar, yapılar nasıl yasallaşacak, birdenbire nasıl uyumsuz yapılar zuhur edecek, onu da göreceğiz.

Metin Celal / CUMHURİYET

Türkiye'nin omuzlarındaki boyunduruk! - Arslan BULUT

Son günlerin önemli çıkışını İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani yaptı ve savunma sanayisinde maliyeti düşük ve etki gücü yüksek silahlar üretmek istediklerini belirterek komşu ve dost ülkelerle iş birliği yapabileceklerini söyledi. "İşi paylaşalım" diye konuşan Ruhani, "Türkiye bir kısmını yapar, Pakistan ve biz başka bir tarafını. Yeter ki bir araya gelelim." diye konuştu.

Bu öneri, Türkiye ile ABD ilişkilerinde kriz yaşandığı kabulüyle yapılıyor olsa gerek.
Kriz var veya yok ama ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü Rob Manning, "Türkiye ile ilişkilerimizde hiçbir şekilde kesinti yok" dedi. Oysa Türkiye'nin Rusya'dan S-400 savunma sistemi satın almak için anlaşması, hatta füzelerin teslim tarihinin bile açıklanması ABD tarafında çok ciddi bir rahatsızlık yaratıyor. Nitekim ABD, Türkiye'ye F-35 uçaklarının satışını engellemek için bazı kararlar da aldı.

***

Pakistan, 1980'den beri nükleer güce sahiptir. Uzaya kendi uydusunu da gönderdi.
İran da kendi yağıyla kavrulmak durumunda olduğu için savunma sanayisinde önemli adımlar attı. Zaten yıllardır, Tahran'ın köşeye sıkıştırılmasının sebebi, İran'ın nükleer güce sahip olma kapasitesidir. Türkiye, İran ve Batılı güçler arasında arabuluculuk yaptı ve konu bir anlaşmaya bağlandı. Trump bu anlaşmadan çekildiği gibi Batı Avrupa'yı da çekilmeye çağırdı.

Türkiye, mali açıdan özgür ve bağımsız bir ülke değildir. Türkiye'nin döviz ve altın rezervleri, çok uzun süredir İngiliz bankalarında rehindir. AKP iktidarının devamlı yastık altındaki altın ve dövizi sisteme kazandırmak istemesinin sebebi budur. Tayyip Erdoğan da "tulumbada su bitti" demişti!
Altın ve döviz hesaplarıyla, tulumbadan akıtmak için kuyuya su basılmaya çalışılıyordu. Oysa Türkiye, bir bankanın içi boşaltılır gibi soyulmuş durumdadır. 200 milyar Dolar rüşvet parası, Singapur, Malezya ve Katar bankalarındadır. Bırakın yabancı sermayeyi, yerli sermaye de Balkanlara ve Doğu Avrupa'nın AB üyesi ülkelerine kaçmıştır.

Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı iken Türkiye'nin 490 ton olan altın rezervinin 450 tonunun, İngiltere Merkez Bankası Bank Of England'da emanette olduğunu açıklamıştı. Merkez Bankası eski başkanlarından Yaman Törüner, 2007 yılı Haziran ayında Milliyet'teki köşesinde "Yabancılar bizden aldıkları 112 milyar doların, 80 milyar dolarını Hazinemize ve borsamıza sıcak para olarak yatırır; bizim paramızla havadan yüzde 22 faiz alırlar. Bu hükümet geldikten beri bu yolla, (2007 yılına kadar) sıcak paraya yaklaşık 90 milyar dolar faiz ödedik. İşte bu faizlerle, yani hiç para koymadan yabancılar bankalarımızı ve diğer önemli kuruluşlarımızı satın aldılar. Almaya da devam edecekler. Bu sebeple, ülkemize rekor derecede yabancı yatırımcı geldi." diye yazmıştı.

Merkez Bankası, 2007'den bugüne kadar, Türkiye'nin ne kadar dövizinin İngiliz bankalarına yatırıldığını, bunun ne kadarının Türkiye'ye yatırıldığını ve Türkiye'nin kendi parasını borç olarak alırken ne kadar faiz ödediğini de açıklamalıdır.

***

İşte bugünkü ekonomik krizin asıl sebepleri bunlardır. Türkiye'nin mal varlığı da Varlık Fonu adı altında toplanmış, yabancı sermaye çekebilmek için kullanılmaktadır.

Bu arada, Türkiye'nin tapusu, halen yurt dışında tutulan ve rüşvetle edinilmiş 200 milyar Dolar'la ele geçirilmektedir. 20'nci yüzyılın başında tasarlanan "İngiltere güdümlü halifelik" bu çark üzerine bina edilmek istenmektedir!

Türkiye, İran ve Pakistan ile ortak savunma sanayisi kurabilmek için önce bu ekonomik boyunduruktan kurtulmalıdır.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Olmaz be ya! - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Son yazılardan anladığınız üzere, tatili olmasa da -müessesemizde tatil yok 7/24 açık malum- bayramı Tekirdağ'da geçiriyorum.

***

Çok uzun yıllar "hiç değişmedi" Tekirdağ; hiç ama...
Bu hem -büyüdüğümüz gibi, tanıdığımız gibi, sevdiğimiz gibi, yaşadığımız gibi kaldığı ve her gelişimizde "daha dün buradaymış" gibi hissettirdiği için- bayıldığımız, eh hem de -insanoğlu nankör yaratık- yeri geldiğinde sıkıldığımız bir haldi.

Son birkaç yıldaysa, birdenbire ve her gelişimizde kendimizi "yabancı" hissetmemize yol açacak kadar "fazla" değişti.

Bu değişimin, misal Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi'nin, Bedesten'in önünü temizleyip yeşil alana çevirmesi gibi, Süleymanpaşa Belediyesi'nin "akıllı bisiklet kiralama sistemi" gibi "aa ne güzel olmuş" dedirten yanları da vardı; TEKEL'in özelleştirilmesinin ardından Tekirdağ'ın sembollerinden olmuş fabrikanın yerine -şehrin direnişine rağmen- AVM yapılacağı haberleri gibi tadımızı kaçırıcı yanları da...

Ama hiçbir zaman, hiç kimsenin, hiçbir şeyin değiştiremediği, değiştiremeyeceğinden de emin olduğum bir şey -bir maya- var ki bu topraklarda; Cumhuriyet Türkiyesi'nin ete kemiğe büründüğü o duruşu ne pahasına olursa olsun sahiplenmesi. Malum haritalarda tokat gibi çarpar her seferinde dönüştürmek isteyenlerin suratlarına duruş; serhat boylarını tutmuş bir kale gibi her seferinde daha da yükselir gönlümüzde...

***

Bundan sebep mi bilmiyorum...
Şeytan sor diyor "intikam mı diye"...
Bundan mı bilmiyorum ama organize biçimde öldürmeye kast ettiler Tekirdağ'ı, Trakya'yı son dönemde...
Taş ocakları, kil ocakları, termik santraller ve son bomba: nükleer santral!
Tamamını da "en olmayacak yerlere" konduruyorlar!
Hani yoldan herhangi bir Trakyalıyı geçirin "nükleer santral nereye olmaz/olmasın" diye sorun, vereceği yanıt neresiyse tam oraya kuruyorlar!
Keza, termik santralleri... Evet evet "ler"; bir değil iki tane hem de!

***

Trakya deyip geçmeyin...
On binlerce hektarlık dev bir gıda deposundan bahsediyoruz; bu yönüyle sadece Trakyalının değil hepimizin sorunu bu katliamlar serisi de!
Bir ayçiçeği cennetinden söz ediyoruz; Türkiye üretiminin yüzde 47'si...
Bir çeltik ambarından söz ediyoruz; Türkiye üretiminin yüzde 46'sı...
Canım üzüm, kiraz bağlarından söz ediyoruz...
Türkiye'nin "Mutlak Korunacak Tarım Arazisi"ne en yüksek oranda sahip olan coğrafyasından -Ergene'ye rağmen!!!!-.
İşte böylesi kıymetli topraklar üzerine kurulacak termik santralin "zehirleyeceği" alan ne kadar biliyor musunuz?
9 bin futbol sahası büyüklüğünde; tamamı da tarım ve orman alanı; 3312 dönüm meşe ormanının ruhuna el Fatiha!
Yeraltı sularına vereceği zarar cabası.
Sırf bu nedenle Trakya ve İstanbul'un susuz kalma ihtimaline dikkat çekiyor "uzmanlar"; gözünü rant bürüyenler kör, sağırlar!
Üstelik de "alternatifi" varken, bu bölge hem güneş hem de rüzgar enerjisinden faydalanabilme potansiyeline sahipken "taammüden öldürme" gibi bir "kömürlü santral" niye?

***

Istrancalar'a köstebek gibi girip çıkıyorlar; taş ocaklarının yol açtığı tahribatı görseniz, taş olsa ağlar!

***

Hele bir "Türk akımı"nın Karadeniz'den geçtikten sonra karaya bağlandığı yer var ki...
Kıyıköy!
İnsanoğlu'nun denize girmeye kıyamayacağı Selvez Koyu'nda!
Trakya'da bir Karadeniz resitali...
Doğal sit alanı ilan edip korumamız gereken gerçek, sahici, eşsiz bir doğa harikasına tankerler dayayacağız!

***

Hem taş ocağı hem de termik santral tehdidi altındaki yerlerden Vize, belediyesiyle, sivil toplumuyla bir oldu itiraz etti.
Bilin bakalım bilirkişi diye kim gönderildi?
Cerattepe ve üçüncü havalimanı kıyımlarına olumlu görüş bildiren bilirkişileri;
Var demek ki bir bildikleri!
Demedi demeyin, biz yereldeki protestolarla, hukukla bir sonuç alamasak da toprak, deniz, hava bir olurlar, bir gün bunun öcünü mutlaka alırlar!

***

Bir de şimdi nükleer santral var;
İğneada'ya!
Amazon ve Afrika Kongo Havzası'yla birlikte dünyadaki üç longozdan biri İğneada!
Tam 3155 hektar ve Avrupa'nın tek longozu!
Türkiye'deki bütün kuş türlerinin yarısına yakınının göç yolu...
Türkiye'deki bütün memelilerin yüzde 57'sine ev sahipliği yapıyor; karaca, porsuk, yaban kedisi, geyik, su samuru, orman faresi ve daha pek çok tür yaşıyor...
Toplam 30 balık türü yaşıyor ve bunlardan 8'i Bern listesinde; yani korunması gereken türler... Aynı sözleşmeye göre mutlaka korunması gereken iki yaşamlı türler de yaşıyor İğneada'da...
Altı yıl önce termik santral kurulmasına izin verilmeyen bölgeye nasıl oluyor da bugün nükleer santral kurulması hem de "devlet ağzıyla" konuşulabiliyor; "hukuk" ne olacak?
Kaldı ki kağıt üzerinde yazılmış bir takım "fren"lere ihtiyaç yok ki; dünyanın başka bir yerinde olsa bütün dünyanın çekim merkezi olan bir turizm vahası olarak, markalaştırılacak bir alana bu kötülüğün akılla, mantıkla, vicdanla izahı var mı?

***

Hiç kimse üzerine alınmayabilir ama kimse değilse iktidar partisinin Trakya milletvekilleri Mustafa Şentop, Mustafa Yel, Çiğdem Koncagül, Selahattin Minsolmaz, Fatma Aksan bu sorulara cevap vermek zorundadır; seçmene borçlarıdır!

Toprağın, suyun, havanın ideolojisi mi olur; neyin cezası bu Trakya'ya?


SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ