24 Ağustos 2018 Cuma

Amerikan aşkının meyvesi: NATO ortaklığı - FATİH YAŞLI

ABD Senatosu’nda 23 Mart 1951 tarihinde, yani Türkiye henüz NATO’ya kabul edilmemişken yapılan bir konuşmada şunlar söyleniyordu:
“Türkiye’de her tepenin yamacından uçaksavar topları fışkırmalıdır. Türkiye’de yeni havaalanları inşa edilmeli ve bunları herhangi bir ihtimale karşı müdafaa etmek üzere emirlerine kara kuvvetleri tahsis edilmelidir. Havada mutlak bir hâkimiyet sağlamak için pek büyük sayıda tepkili av uçakları oralarda bulundurulmalıdır. Bundan başka, Rusya’daki her şehre yangın bombaları, yüksek infilaklı bombalar ve atom bombalarını derhal yağdırmaya hazır muazzam bombardıman uçak filoları da emre amade bulunmalıdır.”

Bu açıklamadan yaklaşık dokuz ay önce, 25 Temmuz 1950’de Türkiye’yi ziyaret eden Senatör Mc Cain, Kore Savaşı’nı kastederek ‘General Mc Arthur’un karargâhında BM bayrağının yanında dalgalanmakta olan Amerikan bayrağının yanında Türk sancağının da dalgalanması Türkiye’nin NATO’ya girmesini sağlayacaktır” demişti.

Aynı gün, Menderes hükümeti, BM’ye bir telgraf çekerek Türkiye’nin Kore’ye 4500 asker göndermeye karar verdiğini bildirecekti. Hükümet bu kararı Meclis’in getirmek zorundaydı ama buna gerek duyulmamıştı. Hoş, getirilse ne olacaktı? Kore’ye asker gönderme ve NATO’ya üye olma hususunda tam bir milli mutabakat vardı. Öyle ki, 18 Şubat 1952’de ABD Büyükelçisinin de izlediği oturumda NATO üyeliği 1 çekimser oya karşılık 404 “evet” oyuyla kabul edilecekti. Oysa Yunanistan’daki oylamada parlamentoda yer alan 8 komünist milletvekili NATO üyeliğine “hayır” diyecekti.

•••

Celal Bayar 1954’de ABD’yi ziyaret eder. ABD başkanı Eisenhower, Bayar’a bir liyakat nişanı takar ve Kore Savaşı’nı kastederek “Bayar’ın yüksek başkanlığı altında Türkiye, hür milletler tarafından dünyanın her yerinde müdafaa edilen idealleri faal bir şekilde desteklemiş ve bu suretle dünyanın her tarafında hürriyet ve barış ümitlerinin kuvvetlenmesine fiilen yardım etmiştir” der.

Bayar ise komünizmin “Türk’ün tabiatına aykırı” olduğunu belirtir, bir gazetecinin “komünizmle ilgili ne önlemler alıyorsunuz” sorusuna “komünizmle mücadele hükümet ve emniyet güçlerinin sorumluluğundadır” yanıtını verir, “Amerikan silahlarıyla donatılmış ordu, gerektiği anda görevini yapmaya hazırdır” şeklinde açıklamalarda bulunur.

Bu geziyle aynı zamanlarda yayınlanan bir plakta yer alan “Dostluk Şarkısı”nın sözleri ise aynen şöyledir: “Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça/ Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında/Bu bir dostluk şarkısıdır, Kardeşliğin yankısıdır/Kore’de olduk kan kardeşi, Sönmez bu dostluğun ateşi/Azmimizdir hür yaşamak, Dünyada sulhu sağlamak.”

•••

Sağın ABD ve NATO aşkı Menderes’le ve DP ile sınırlı değildir. Örneğin Türk sağının “üstad”ı Necip Fazıl ABD’yle ve NATO’yla ilişkiler için şu cümleleri kurar: “Ya Amerika’yı tutacaksınız ya Sovyet Rusya’yı; ya demokrasiyi ya komünizmayı. Onun için, en küçük Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetler’i desteklemek diye anlaşılır. Bu yüzden komünizmaya zıt bir dünya görüşü kerhen de olsa Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.”

Türk sağının “Başbuğ”u ve bir NATO subayı olan Türkeş ise şöyle der: “Komünist tahrikleri ile memleketimizde körüklenen Amerikan düşmanlığı siyaseti memleketimiz için çok tehlikeli ve zararlıdır. NATO Türkiye için yararlı olmuştur. Türkiye eşit şartlar ve daha sağlam garantilerle NATO üyesi olarak kalmalıdır.”
•••

Amerikancılık ve NATO’culuk dünden bugüne Türk sağının alamet-i farikasıdır. 1-15 Ağustos günleri arasında, yani bu ay, NATO Gürcistan’da Rusya’ya karşı 3000 askerin katılımıyla bir tatbikat yaptı ve TSK da tatbikattaki yerini aldı. Türkiye’nin ABD büyükelçisi iki gün önce “ Türkiye NATO’nun güney kanadının koruyucusu olarak ve örgüt içindeki en büyük ikinci silahlı kuvvetlere ev sahipliği yaparak 60 yıldan uzun süredir gururlu ve vazgeçilmez bir müttefik olmuştur” derken, Dışişleri bakanı USA Today’e yazdığı yazıda “Biz en eski NATO müttefikiyiz ve güney kanadının muhafızlığını yapıyoruz” dedi.

Bunlar olacak, bunlar sürecek. O esnada ise emperyalizmle mücadele edildiğine ve anti-emperyalist saflarda buluşulması gerektiğine dair masalların anlatılmasına hem iktidar hem majestelerinin muhalefeti hem de ulusalcıların majestelerinin koltuk değneği olmayı seçenleri tarafından devam edilecek. “Reis”in gemisine binmeyenler ABD gemisine binmekle suçlanacak. Telefon kırarak şovlar yapılacak ama kimsenin aklına NATO’dan çıkmak, Amerikan üslerini kapatmak gelmeyecek.
•••

Bir yandan bu sahte anti-emperyalizmi, bu şovdan ibaret Amerikan karşıtlığını ifşa ederken, öte yandan bu topraklarda anti-emperyalizmin taşıyıcısının geçmişten bugüne sol olduğunu halka anlatmak ve anti-emperyalizmi hakiki hüviyetine kavuşturmak kaçınılmaz bir görev olarak solun karşısında duruyor. Türkiye yeni kırılmalara doğru hızla giderken buna uygun bir teori ve pratiğin güçlü bir şekilde hayata geçirilmesi gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Hacıbektaş ilçesi ve ayrımcılık - II / TURAN ESER

Hacıbektaş ilçesinin sorunları çok yönlüdür.

Birincisi; ilçe kamu bütçesi ve hizmetlerinden eşit yararlanmıyor ve ayrımcılığa maruz kalıyor. Kanalizasyon, su, elektrik ve çevre kirliliği sorunu giderek artmaktadır. Bu durum, dünyanın değişik yerlerinden gelen yüz binlerce insan karşısında, Hacı Bektaşi Veli düşüncesini ve ilçenin tarihsel önemini itibarsızlaştırıyor. Oysa Mevlana’nın Konya’sına kaynak aktaran kamu otoritesi, Hacı Bektaşi Veli’nin Hacıbektaş ilçesine de aynı eşitlik anlayışıyla bakılmalıdır.

İkincisi; Alevi-Bektaşi kimliğinin tarihsel, inançsal, felsefi ve kültürel zenginliğinin kurumsallaştırılarak gelecek kuşaklara aktarımının sağlanması, yerel yönetimin katılımcı, demokratik, sosyal ve dayanışmacı belediyecilik anlayışıyla yönetilmesinin sağlanması gerekiyor. Bu nedenle de mevcut Belediye Başkanı’nın tutumları, uygulamaları ve halkla ilişkileri sorunludur. Bu nedenle Hacıbektaş halkı, Alevi dernekleri ve sivil toplum örgütlerinin işbirliğine dayalı yeni bir ortak adayın belirlenerek, 2019 yerel seçimlerine hazırlık yapılmalıdır. Bu konuda ilçe halkına ve Alevi kurumlarına ortak aday konusunda görev düşmektedir. Çünkü Hacıbektaş ilçesi sadece bir “Belediyecilik” değil, asimilasyona, ayrımcılığa ve kuşatmaya maruz kalmış bir insanlık merkezinin layık olduğu yere getirilmesini sağlamalıdır. Aydınlanmanın beşiği olan Serçeşme’nin ve Alevi-Bektaşi öğretisinin kültürel bir zenginliği ve mirasının gelecek nesillere aktarılması açısından da önemlidir.

Üçüncüsü, Hacı Bektaşi Veli Dergâhı asli sahipleri olan Alevi-Bektaşi toplumuna ve yerel iradeye bırakılmalıdır. Hacıbektaş halkı ve Aleviler Hünkâr Hacı Bektaşi Veli Dergâhı’nı kendi kararlarıyla yeniden amacına uygun hale getirme hakkına sahip olmalıdır. Dolaysıyla devlet ve siyasi iktidar Alevilerin Serçeşmesi bildiği bu dergâh üzerindeki tahakkümüne ve işgaline son vermelidir.

Siyasi istismar için Mevlana’dan, Yunus’tan, Hacı Bektaşi Veli’den ve Pir Sultan Abdal’dan övgü ile bahseden siyasiler ve kamu görevlileri, söz konusu Hacıbektaş ilçesi ya da Pir Sultan Abdal’ın diyarı Banaz köyü olunca, her türlü kamu hizmetleri, alt yapı ve çevre hizmetlerinde ayrımcılık yapar. İnsan, sevgi, barış ve eşitlik üzerine kurulu Hacı Bektaşi Veli düşüncesine, öğretisine ve felsefine sıcak bakmazlar.

Dördüncüsü ise, her yıl düzenlenen Hacı Bektaşi Veli Anma Etkinlikleri, “resmi” ve şova dayalı “protokol” etkinliklerinden çıkarılıp halkı katılımcı hale getirilerek sivilleşmelidir. Başta Hacıbektaş ilçesi olmak üzere, Türkiye ve Avrupa’daki tüm Alevi-Bektaşi kurumları ve yerel yönetimin işbirliği ile 7 günlük “Hacı Bektaşi Veli ve Kadıncık Ana Haftası” ismi altında, 16 Ağustos tarihinde başlamalıdır.

Alevilikteki kadın erkek eşitliğini de kapsaması gereken bu etkinlikler dizisi program için tüm katılımcı kurumlar tarafından seçilecek ya da görev verilecek kişiler tarafından 1 haftalık program en az üç ay önceden kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Hacı Bektaşi Veli’nin insan merkezli düşünce ve felsefesinin ışığını karartmak isteyenlerin amacına ulaşmasını engellemek için bu dört konuda acil adım atılmalıdır.

Alevilik ve Bektaşilik akıl ve insan yoludur
Osmanlı medreselerinin vahiy temelli eğitimlerinin aksine, Hacı Bektaşi Veli’nin akıl ve bilgelik temelli öğretileri, dergâhtaki eğitim ve muhabbetlerle sürdürülmüştür. Medresenin vahiy temelli Sünnilik eğitimini benimsemiş Osmanlı devleti, 1826 yılında bu dergâhı gasp ederek, Nakşibendi şeyhlerine teslim etmiş ve Bektaşi öğretisinin sürdürülmesini yasaklamıştır. Bu da yetmemiş dergâhta cem, muhabbet, semah, eğitimler yasaklanmış, dergâhın içerisine bir de cami yapılmıştır.

1963 yılında tekrar müze statüsü ile açılan Hacı Bektaşi Veli Dergâhı, paralı ziyaret edilen mekân haline getirilmiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verilerine göre de Türkiye’de “en çok ziyaret edilen müzedir.” Bakanlığın resmi açıklamasına göre 2017 yılında “en çok ziyaret edilen 4. Müze” olarak tam 523 bin 273 kişi ziyaret etmiş.

Alevilerin ibadet yerlerini ve tarihsel mekânlarını işgal etmek suretiyle, cem ibadetine, muhabbetine ve eğitimine yasaklayıp, müzeye dönüştürmek, Bektaşilik öğretisinin kurumsal devamlılığını bitirmek ve kendisini zamana uygun yeniden üretmesini, inşa etmesini önüne engel koymaktı.

Dergâh Alevilerindir iade edilmelidir
Alevilerin ‘Hak üniversitesi’ sayılan Hacıbektaş Dergah’ı işlevsiz bir müze haline getirildikten sonra, iki asırdır burada artık dört kapı kırk makam eğitimleri, muhabbetleri, erkanları sürdürülmüyor. Felsefi, teolojik, kültürel, tarihi, estetik ve siyaset muhabbetleri yapılmıyor. Aleviliğin ve Bektaşiliğin ana merkezi, Hak mektebi Alevilere iki asırdır kapalı.
100 bin camiyi ve binlerce Sünni dergâhın kurumsal devamlılığını besleyen, kollayan ve destekleyen devlet, Alevilere ait mekânları ya müzeye, ya camiye çeviriyor ya da Karaca Ahmet ve Şahkulu Dergahı’nı sadece dernek/vakıf olarak kullanılmak suretiyle sahiplerine kira karşılığı veriyor.
Devlet, Alevi-Bektaşi kimliğine kendi dinsel şablonlarını dayatmak yerine, Alevi kimliğini tanınması gerekir. Laiklik ve inanç özgürlüğü gereği HBV Dergahı Alevi-Bektaşilerin “Hak mektebi”dir. Alevi toplumuna teslim edilmesi haktır ve zaruridir.

Turan Eser / BİRGÜN

Güzeller güzeli ülkem - NAZIM ALPMAN

Bayram Gazetesi’nin yayımlandığı dönemlerde kendisinden yazı istenen köşe yazarı gazeteciler “bayrama göre” yazarlardı. Genellikle politik alana girmeyen yazılar kaleme alırlardı.

Sonra Dinç Bilgin’in Sabah gazetesi “tabuları yıkıyoruz” diye bayramlarda yayın yapmaya başladı. Böylece Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) yayımladığı Bayram Gazetesi sizlere ömür oldu.

O yıllarda başlayan kuralsızlığın kural haline getirilme ilkesi Türkiye’yi bugünlere taşıdı. Bu sürecin inşasını yapanlara da yaramadı kuralsızlıklar cennetinde yaşamak. Bankaların üzerine oturduklarında kendilerini hapishanelerde bulacaklarını düşünmüyorlardı.

Şimdi gerçek tabu yıkıcılar geldiler, tabularla birlikte her şeyi yıkıp dümdüz ettiler.

                                                            •••

Bu bayram gününde insanın içini karartan yazı kaleme alınır mı?

Alınmaz elbette… Bayram Gazetesi olmasa da bayram var. Bayrama göre yazmalıyız. Dokuz günlük uzun bir tatille taçlandırdığımız Kurban Bayramı olduğunu unutmadan…

Bayramlar küskünlüklerin ortadan kaldırıldığı, iyilik güzellik dolu anların paylaşıldığı dini ritüeller olarak kabul ediliyor. Bizim ülkemizde de böyle.

Gel gelelim bazı durumlar var ki, buna engel teşkil ediyor.

Devlet büyükleri “milletçe birlik ve beraberlik” dolu demeçler veriyorlar. Bir bakıyorsunuz ki, milletin yarısı hapishanelere doğru koşuyorlar.

Cezaevlerinde 250 bini aşkın tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Bu sayının 70 bini üniversite öğrencilerinden oluşuyor.

Çanakkale Savaşı’nda şehit olan gençlerin çokluğunu anlatmak için “bir üniversite gömdük” denilirdi. Bu dönemde de benzeri bir mağduriyet panosu ortaya çıkarılabilir. İktidarın her icraatını olumlu bulan, bu olumluluğun rengarenk fotoğraflarını çeken gazeteciler şöyle diyebilirler:

-Cezaevlerini üniversiteye çevirdik!

Buna kimse itiraz edemez herhalde…

                                                            •••

Ülkemizde cezaevlerine girmek milli piyango talihlisi olmak kadar şansa kalmış durumda… Hatta ondan da fazla. Çünkü milli piyango ikramiyesi için bilet almak gerekiyor, hapishaneye düşmek için böylesi bir çaba gerekmiyor. Başkaları sizin adınıza bilet alıyorlar. Daha doğrusu şöyle ifade edilebilir:

-Biletinizi kesiyorlar!

Ülkemizde özgürlüğünüzden yoksun kalma riski çok fazla. Düşünsenize bugün yönetimin en tepesindeki tek adam olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, başbakan olmadan üç yıl önce Kırklareli’nin Pınarhisar Cezaevi’ndeydi.

Bu talihsizliğin ne kadar “normal” olduğunu yine kendisi 24 Haziran 2018 Seçimleri öncesinde şöyle izah etmişti:
-Ben sıramı savdım!

Bu açıklamayı HDP Cumhurbaşkanı Adayı olan ve seçim kampanyasını Edirne Cezaevi’nden sürdüren Selahattin Demirtaş’ın “Bütün adaylar bir hafta cezaevinde yatsınlar” önerisi üzerine yapmıştı.

Hiç yurtdışına çıkmamış olanların müthiş tespitleri vardır:

-Ülkemiz dünyanın en güzel ülkesi!..

Arkasından kocaman bir “AMA” gelir. Ve bir dolu ipe sapa gelmez gerekçeler sıralanır.

Bizim rahata ermiş meslektaşlarımızın da benzer tespitleri vardır. Dünyanın en güzel ülkesini mahvetmek için bütün dünya bir araya gelmiş, nasıl bu güzel ülkeyi darmadağın ederiz diye çalışıyorlar!

Halbuki bizim güzel ülkemizde sadece 576 bin kişi denetimli serbestlikle özgürlüklerini doya doya yaşıyorlar.

Cezaevlerimizde her bayram özgürce açık görüşler yapılabiliyor. Cezaevlerinde bulunan siyasetçiler ziyaretçileri aracılıyla ülkemizi kötüleyen demeçlerini özgürce gazetelere ulaştırabiliyorlar.

Gerçek olan başlıktaki cümlede duruyor:

-Güzeller güzeli ülkem!
                                                            ***

Bayramda unutmayalım

»İşadamı, insan hakları savunucusu Osman Kavala dokuz aydır cezaevinde, hakkında uzun süre iddianame hazırlanmadı. İddianameden önce iftira niteliğinde bir suçlama yapıldı. O gün tutuklandı. Hâlâ da tutuklu.

»CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu Maltepe Cezaevi’nde Anayasa’ya aykırı olarak tutulmaya devam ediyor.

»Eski HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş Edirne Cezaevi’nde. Onunla aynı görevi paylaşan Gültan Kışanak, diğer eşbaşkan Figen Yüksekdağ ile Kandıra Cezaevi’nde.

»CHP Parti Meclisi Üyesi, eski milletvekili Eren Erdem Silivri’de tutuklu.

»Eski Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni gazeteci yazar Ahmet Altan içerde iki yılını doldurdu 22 Eylül 2016’dan beri tutuklu.

»Cezaevlerinde 82’si kız çocuk olmak üzere 3 bin 85 çocuk var.

»Hapisteki gazeteci sayısı bakımından dünya birincisiyiz. Sayı 150’nin üzerinde.

»Bir de ismini bilmediklerimiz var. Kırıkkale Cezaevi’nde tutuklu bulunan Mehmet Özdemir, mide kapakçığı aşındığı için düzenli beslenemiyor. Hastaneye götürüldüğünde ise diyetisyen yok denilerek başka doktora yönlendiriliyor. O doktor da kelepçeli muayeneyi uygun görüyor. Daha doğrusu muayene etmiyor.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Üreticiler birleşmeli (4) - BİRGÜN

Küçük ölçekli aile işletmelerine dayalı planlı ve örgütlü bir yapıyı destekleyen; üretici ve tüketicilerin gıda egemenliğini sağlamayı amaçlayan bir mücadele şart.


Günümüzde tüm dünyada uygulama alanı bulan tarım programları küçük çiftçileri ve geçimlik tarım yapan işletmeleri tasfiye ederek, onların yerine şirketler tarafından dayatılan endüstriyel tarım ve sözleşmeli üreticilik modelini öne çıkarmaktadır. Böylece hem çokuluslu şirketler tarafından üretilen/pazarlanan tohum, ilaç ve gübre gibi girdilere pazar yaratılmakta hem de şirketlerin hakimiyeti güçlendirilmektedir.

Tarımda dış ticaretin liberalleştirilmesi, korumacı politikaların tümüyle tasfiye edilmesi, uluslararası anlaşmalar ve özelleştirme uygulamalarından milyonlarca insan doğrudan etkilenmektedir.

Küresel kapitalizmin yeni işlevler üstlenmiş olan dinamikleri; IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB’nin dayatmaları çerçevesinde biçimlenen tarım politikaları; kır emekçilerini yoksulluğa, kente göçe, işsizliğe ve güvencesiz çalışmaya zorlamaktadır. Küçük ölçekli çiftçiler ve besiciler, ortakçılık ve kiracılık yapanlar, tarım işçileri bu yoksullaştırıcı politikalardan daha çok etkilenmekte; çokuluslu şirketlere yem olmaktadırlar.

Türkiye’de uygulanan tarım politikaları
Türkiye’de uygulanan tarım politikaları da küçük çiftçileri ve geçimlik tarım yapan işletmeleri korumak yerine ortadan kaldırmaya yöneliktir. Uygulanan politikalar verimliliği ve sertifikalı tohum kullanmayı ön plana çıkarmakta, böylelikle şirket tarımının yaygınlaşması teşvik edilmektedir.

1980’li yıllarda başlayan özellikle de 2000’li yılların ba şından beri uluslararası mali kuruluşların yapısal uyum programlarının dayatılmasıyla uygulanan politikalar kırsal alanda hızlı bir çözülme ve tasfiyeye yol açmıştır.
Tarıma yönelik destekleme kurum ve araçlarının tasfiyesi/işlevsiz hale getirilmesi, tarım desteklerinin azaltılması, tarımsal KİT’lerin özelleştirmesi, tarım satış kooperatiflerinin etkisizleştirilmesi, kırsal kesimdeki küçük ölçekli işletmelerin, topraksızların, tarım işçilerinin yoksullaşma sürecini derinleştirmiş, tarımsal istihdamda hızlı bir çözülme başlamıştır. Çiftçi üretimden vazgeçerek kentlere göç etmekte; üreticinin etkin bir örgütlenme geleneği olmamasının yanı sıra örgütlenme taleplerinin önüne engeller çıkarılması da bu süreci hızlandırmaktadır.
Son 15 yılda çiftçi kayıt sistemine kayıtlı çiftçi sayısı 2,8 milyondan 2,1 milyona düşmüş; yani 633 bin kişi azalmıştır. Çiftçiliği bırakan üretici sayısı oransal olarak yüzde 20’yi aşmıştır. Çiftçi yaklaşık 3,2 milyon hektar araziyi işlemekten vazgeçmiştir. Kırda kalmaktan başka çaresi olmayan ve üretmeye devam etmek zorunda kalanlar ise için zorlu bir yaşam sürdürmektedir.

Tarımda örgütlenme biçimleri
Uygulanan neoliberal politikalara itirazın, direnmenin; tarımsal üretimin ve buna bağlı olarak küçük üreticilerin hayatta kalmalarının ve etkin bir şekilde üretmelerinin olmazsa olmaz yolu; çiftçilerin tarım politikalarının belirlenmesine müdahil olabilecekleri, sözleşmelerde taraf olabilecekleri sendikalar, kooperatifler, birlikler gibi üretici örgütleri; aynı zamanda gıda güvencesi ve gıda güvenliğini sağlamanın, gıda egemenliğine sahip çıkmanın da en etkili yoludur.

Başka bir ifadeyle; tarımda üretimi artırmanın, kaliteli ürün elde etmenin, bütün bir süreci izlenebilir kılmanın, tüketicilerin sağlıklı gıdaya erişebilmesinin, tarımla uğraşanların yaşam düzeylerini yükseltmenin ve kırsal alanda kalkınmanın en önemli araçlarından biri, üreticilerin/çiftçilerin etkin bir şekilde örgütlenmeleridir.

Çünkü tarım politikalarını oluşturmak, uygulama koşullarını belirlemek ve böylece politik mekanizmaları etkileyebilmek, ayrıca pazarda etkin olabilmek, çağdaş üretim yöntemlerini kullanıp verimliliği arttırarak kırsal alanın kalkınmasını sağlamak, ancak örgütsel güçle yani örgütlü üreticilerle olabilmektedir.

Mevcut sosyal yapı içerisinde birlikte karar alma ile sorumluluk anlayış ve mekanizmalarının oluşturulması; tüm insan ve fiziki kaynakların bir araya getirilmesi ve her türlü birlikte davranma, tutum ve alışkanlıklarının geliştirilmesine imkân sağlayan bir yapılanma olan örgütlenme, aynı zamanda, tarımın ve kırsal toplumun kalkınmasında kendi kendine yardım edebilmenin ve tüketicilerin beslendikleri gıda ile yabancılaşmamasının da en önemli araçlarındandır.

Öte yandan gerek küçük çiftçiler gerekse geçimlik tarım yapan işletmeler, çoğunlukla ihtiyaç duydukları araç ve gereçleri kendi adlarına alıp kullanamadıkları gibi, ürün pazarlarında da etkili olamamaktadır. Bu durum, tabana dayalı ve toplumsal dinamiklerle harekete geçen örgütlenme ihtiyacını açıkça ortaya koymaktadır.
Buradaki örgütlenme, salt ekonomik nitelikli amaçlarla sınırlı kalmamalı, kırsal toplumun birlikte davranma ve dayanışma yeteneğini geliştirme, kır ile kent arasındaki bağlantıyı yeniden kurabilme, ekonomik ve siyasal bilinçlenmeyi sağlama ve demokratik katılımcılığı yaşama geçirme doğrultusunda da etkin olmalıdır.

Çiftçi örgütlenmelerinin en önemlilerinden birisi şirketlerle yapılacak sözleşmelerde taraf olabilecek, sözleşme koşullarına uyulmadığında üyelerinin hakkını arayacak, tarım politikalarının oluşturulmasına müdahil olabilecek, hak aramayı ve mücadeleyi yükseltmeyi temel alacak olan sendikalardır. Sendikaların görevleri arasında müdahale alım fiyatı açıklamaktan vazgeçen kamunun yerine referans fiyatları belirlemek, toprağın ve suyun kirletilmesine karşı etkin bir mücadele vermek, çiftçilerin eksiksiz bir sosyal güvenceye kavuşması için mücadele etmek, halkın gıda sistemini (gıda egemenliği) oluşturmak için mücadele etmek ve ittifaklarını çoğaltmak sayılabilir.

Diğer bir örgütlenme biçimi de demokratik olarak örgütlenmiş kooperatiflerdir; çünkü küçük üreticilerin üretim girdilerini uygun koşullarda temin edebilmeleri ve ürünlerini en uygun fiyattan satabilmeleri, böylelikle pazarda etkin olabilmeleri, ancak tabana dayalı etkili demokratik kooperatiflerle sağlanabilir. Bu örgütler kırsal toplumun yaşam düzeylerini iyileştirmede, kıt kaynaklara sahip olan üreticilerin gelirlerini artırmada ve tarımsal gelişmeyi sağlamada önemli araçlardan birisidir. Kısacası kooperatifler çiftçilerin şirketlerle mücadele edebilmek, onlar karşısında ayakta kalmak için kurdukları örgütlemelerdir.

                                                           ***

Türkiye tarımında örgütlenme ihtiyacı
Türkiye gibi, küçük aile işletmelerinin yaygın olduğu ülkelerde üreticiler/çiftçiler ancak, kooperatifler aracılığıyla çağdaş ve ekonomik ölçekli tarım yapabilirler. Üreticilerin kamunun teşvik ve yardımlarından kolayca yararlanabilmesi, sahip oldukları hayvan varlığının ıslah edilmesi ve buna üreticilerin katılımının sağlanması, yönlendirilmesi, küçük ve dağınık bir yapıdaki işletmelerin rasyonel bir yapıya kavuşturulması ancak üreticilerin etkili bir organizasyon içinde örgütlenmeleri ile gerçekleşebilir.

Türkiye’de kırsal alanın ve tarımın kalkınması için en önemli çözüm yolu -daha önce de belirtildiği gibi- üreticinin, kırsalda yaşayan insanların tabandan gelen isteklerle örgütlenmesidir. Çünkü tarım sektörü; kaynaklarının kısıtlı olması, doğa koşullarına önemli ölçüde bağımlı olması, ürünlerin korunması ve depolanmasının zor olması, üretim-tüketim zincirinde üreticilerin fiyat oluşumunda etkili olamamaları gibi nedenlerden dolayı üretici örgütlenmesine ihtiyaç duymaktadırlar.

Örgütlenme düzeyinin düşük, kooperatiflerin demokratik oluşum yerine giderek bürokratik devlet kuruluşları haline geldiği, yerel yönetim koşullarının yenilenmediği ve yer yer büyük toprak sahipliğinin hakim olduğu bir alanda demokratik bir yapının var olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu sorunların çözümlenmesi dolayısıyla tarımda demokratikleşmenin sağlanması ancak, örgütlenme ve her alanda yönetime katılma ile mümkündür. Yönetime katılma, karar mekanizmalarında rol alma ve yetkili olma, sorunların çözümü için dayanışma ve işbirliği anlayışlarını yaygınlaştırma konuları açısından “tarımda örgütlenme ve demokratikleşmenin” de başlıca şartıdır.

Örgütlenme denildiğinde ise, gerçek anlamda üretici boyutunun yanı sıra gıdaya ihtiyaç duyanların da birlikte hareket etmelerinin yolunu açan ve tabana dayalı kurulduğunda etkin olabilen birlikler, kooperatifler, sendikalar anlaşılmalıdır.

Uygulanan neoliberal tarım politikalarına bu tür bir bakış açısıyla itiraz ederek, karşı çıkarak; ekolojik dengeyi bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden enerji ve tarım politikalarına karşı, endüstriyel tarıma karşı küçük ölçekli aile işletmelerine dayalı planlı ve örgütlü bir yapıyı destekleyen; üretici ve tüketicilerin gıda egemenliğini sağlamayı amaçlayan çaba, mücadele sürdürülmelidir. Bu mücadele, küresel tarım-gıda sistemini şirketlerin kontrolünden çıkartarak, gıdayı gerçek sahiplerine, onu üreten ve tüketenlere yani halka verme mücadelesidir.

Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Necdet Oral / BİRGÜN

Pamuk, Gümrük Birliği kapsamından çıkarılmalı(3) - BİRGÜN



Dünya piyasalarında sübvanse edilmiş pamuklarla rekabet edebilmesi, pamukta sürdürülebilirliğin sağlanması ve kalitesinin artırılabilmesi için pamuk üreticisinin mutlaka desteklenmesi gerekiyor.


Pamuk, işlenmesi açısından çırçır sanayisinin, lifi ile tekstil sanayisinin, çekirdeği ile yağ ve yem sanayisinin, linteri ile de kâğıt sanayisinin hammaddesidir. Ayrıca çekirdeğinden elde edilen yağ, giderek artan miktarda biyodizel üretiminde hammadde olarak kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra nüfus artışı ve yaşam standardının yükselmesi ile pamuk bitkisine olan talep de artmaktadır.

2017/18 sezonu tahminlerine göre dünyada en çok pamuk üreten ilk beş ülke sırasıyla; Hindistan, Çin, ABD, Pakistan ve Brezilya olmuştur. Tüketimde ise ilk beş sırayı Çin, Hindistan, Pakistan, Türkiye ve Bangladeş almıştır.

Dünya pamuk tüketiminden en büyük payı 8,1 milyon ton (yüzde 31 pay) ile Çin almakta; bu ülkeyi Hindistan ve Pakistan izlemektedir. Türkiye ise tahmini olarak 1,5 milyon tonluk tüketim değeri ile en çok pamuk kullanan 4’üncü ülkedir.

2017/18 sezonunda dünya pamuk ithalatının 8,4 milyon ton olacağı ve bu dönemde dünya ithalatından en büyük payı Vietnam’ın alacağı öngörülmektedir. Öngörüde bu ülkeyi sırasıyla Çin, Bangladeş ve Türkiye izlemektedir. Dünya pamuk ithalatının yaklaşık yüzde 9,4’ü (792 bin tonu) ülkemiz tarafından yapılmaktadır. Genel itibariyle dünya ithalatının yaklaşık yüzde 62’si ülkemizin de içinde yer aldığı bu dört ülke tarafından gerçekleştirilmektedir.

Alanlar daralıyor
Ülkemizde uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle üretim maliyetlerinin yüksek, Ege ve Çukurova Bölgelerinde alternatif ürün çeşidinin fazla olması ve ABD gibi ülkelerin uyguladığı politikalar sonucunda pamuk ekim alanları zaman içerisinde daralmıştır. 2002 yılında 721 bin hektar olan pamuk ekim alanları 2017 yılında 502 bin hektara düşmüş; yani yüzde 30 oranında daralmıştır. Öte yandan 2002 yılında 988 bin ton olan lif pamuk üretimi 2017 yılında 882 bin tona düşmüş, yani yüzde 11 oranında gerilemiştir.

Pamuk ekim alanlarındaki değişim maliyet, fiyat ve desteklerle doğrudan ilişkilidir. Üretici alternatif ürünlere yönelip üretim alanları azalınca, pamuk üreten kayıtlı çiftçi sayısı da 2004-2015 yılları arasında 120 binden 45 bine düşmüştür.

Yüzde 40’ı Urfa’dan
Ülkemizde pamuk tarımının tamamına yakını Ege Bölgesi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile Çukurova ve Antalya yörelerinde yapılmaktadır. 2017 yılında 1995 yılına göre Güneydoğu’da pamuk ekim alanları yüzde 43 oranında genişlerken; Ege’de yüzde 57, Çukurova’da yüzde 67, Antalya’da yüzde 81 oranında gerilemiştir. Özellikle Ege ve Çukurova’daki gerileme yalnız oransal olarak değil, hektar bazında da ciddi rakamlara karşılık gelmektedir.

2017 yılında ekim alanlarının genişliği bakımından ilk sırayı yüzde 58’lik payı ile Güneydoğu Anadolu almakta; bu bölgeyi yüzde 21’lik payı ile Ege, yüzde 17’lik payı ile Çukurova ve yüzde 1’lik payı ile Antalya gelmektedir.
Söz konusu dönemde bölgeler itibariyle üretim miktarları da ekim alanlarına paralel bir seyir izlemektedir. 2017 yılında pamuğun yüzde 56’sı Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, yüzde 22’si Ege Bölgesinde yüzde 18’i Çukurova ve yüzde 1’i Antalya yöresinde üretilmiştir.

2017 yılında üretilen 882 bin tonluk lif pamuğun yüzde 42’si (370 bin ton) Şanlıurfa’da, yüzde 13’ü (119 bin ton) Aydın’da, yüzde 11’i (96 bin ton) Hatay’da üretilmiştir. Bu üç ilin lif pamuk üretimindeki payı yaklaşık yüzde 66 civarındadır.

Gümrük Birliği olumsuz etkiledi
Üretim maliyetlerinin yüksek olmasına rağmen verilen desteklerin yetersiz kalması, alım güvencesinin olmaması ve AB Gümrük Birliği Anlaşması pamuk üretimini olumsuz yönde etkilemiştir.

Taraf olduğumuz DTÖ Tarım Anlaşması ile belirlenen çerçevede ithalata getirilen önlemlerle üreticiler korunmaktadır. Ancak, pamuk ithalatında koruma önlemi bulunmamaktadır. Türkiye'nin Avrupa Birliği ile imzaladığı Gümrük Birliği Anlaşması’nda pamuk sanayi ürünü olarak işlem görmekte, AB ile Türkiye arasında serbest dolaşıma tabi olmakta ve herhangi bir gümrük vergisi ile korunmamaktadır.

Pamuk üretimi ihtiyaca yetmiyor
1980’li yıllarla birlikte ekonomide liberalleşmenin ve ihracata dayalı büyüme modelinin benimsenmesi tekstil ve hazır giyim sektörünün ön plana çıkmasında etkili olmuş; Türkiye tekstil ve hazır giyim sektöründe önde ihracatçı bir ülke haline getirmiştir. Sektördeki gelişmeye paralel olarak pamuk talebi de artmıştır. Artan pamuk talebinin daha düşük fiyatla ülke dışından karşılanmak istenmesi, pamuğun yurtiçi üretimini etkilemiştir. Dünya piyasalarında pamuğun fiyatının düşük olmasına pamuğa sağlanan yüksek destekler kaynaklık etmektedir.

Merkez ülkelerin (ve özellikle ABD’nin) pamukta uyguladığı iç destek ve ihracat sübvansiyonları dünya pamuk fiyatlarının olması gerekenin altında seyretmesine yol açmaktadır. ABD dünya pamuk fiyatlarında ortaya çıkan düşüş eğilimlerinde üreticilerinin olumsuz etkilenmesini engellemek için çeşitli destekleme politikaları izlerken, ülkemizde tarım desteklerinin reel olarak azaltılmasına yönelik politikalar uygulanmaktadır. ABD ve AB özellikle Türkiye tekstil sektörünün pamuk talebini de göz önüne alarak sektörü yönlendirmekte ve desteklemektedir. AB ithalatını sınırlı tutmak, Türkiye pazarına pamuk satabilmek ve ABD ile rekabet edebilmek için yüksek destekler vermektedir.

Türkiye net ithalatçı
Son 30 yıllık dönemde lif pamuk üretimi yüzde 50 artarken, tüketimdeki artış yüzde 190’a ulaşmıştır. Türkiye pamuk üretiminde dünyada sekizinci, tüketimde ise dördüncü sıradadır. İthalatta ise Bangladeş, Vietnam ve Çin’in ardından dördüncü sıradadır.

Türkiye’nin dünya pamuk ihracatındaki payı 1976 yılında yüzde 9,4, 1978 yılında yüzde 6,2, 1981 yılında yüzde 4,8, 1985 yılında yüzde 3,0 iken; günümüzde yüzde 1’in dahi altına düşmüştür. Buna paralel olarak Türkiye’nin dünya pamuk ithalatındaki payı 1970’li yıllarda ve 1980’li yılların başlarında neredeyse yüzde 0 düzeylerinde iken, günümüzde yüzde 8 düzeylerine çıkmıştır.


pamuk-gumruk-birligi-kapsamindan-cikarilmali-502041-1.

İthalata 19 milyar dolar ödendi
2017 yılında 914 bin ton lif pamuk ithal edilerek, karşılığında 1,7 milyar dolar ödeme yapılmıştır. 2003-2018 yılları arasındaki 16 yıllık dönemde yaklaşık olarak 12 milyon ton lif pamuk ithal edilmiş; karşılığında 20 milyar dolar ödenmiştir.

Türkiye’nin pamuk ithalatında ilk sırayı yüzde 42’lik payla ABD almaktadır. İthalatın yüzde 70’i üç ülkeden (ABD, Brezilya ve Türkmenistan) yapılmaktadır. Pamuk ithal ettiğimiz ülkeler üretimlerini büyük ölçüde sübvansiyonlarla desteklenmektedir.

Ayrıca ABD’den yapılan pamuk ithalatında İhracat Kredi Garanti Programı çerçevesinde ucuz ihracat kredisi (GSM) sağlanmaktadır. ABD kökenli tarım ürünlerinin yabancı ülkelere teşvikli ihracatını öngören bu program kapsamında ülkemize 1999 yılından bu yana verilen kredilerin yaklaşık yüzde 30’u pamuk ithalatında kullanılmıştır.

Maliyet ve alım arasında dengesizlik
Pamuk üretiminde maliyet sorunu vardır. Ülkemizde verimliliğin oldukça yüksek olmasına karşılık, başta mazot ve gübre olmak üzere girdi fiyatlarındaki artışlar üretimi azaltmakta, sürdürülebilirliği tehdit etmektedir.
Çukobirlik 2016 yılı kütlü pamuk alım sezonunu ton başına 2.300 liradan kapatmıştı. 2017 yılı ürününü ise ton başına 2.650 liradan satın almıştır. Yani kütlü pamuk alım fiyatlarındaki artış yüzde 15 dolayında gerçekleşmiştir. Buna karşılık son bir yılda mazot fiyatı yüzde 20, kimyasal gübrelerden DAP’ın fiyatı yüzde 30, ürenin fiyatı ise yüzde 40 oranında artmıştır. Bu rakamlar pamuk üreticisinin uğradığı mağduriyeti açık şekilde gözler önüne sermektedir.

pamuk-gumruk-birligi-kapsamindan-cikarilmali-502043-1.
pamuk-gumruk-birligi-kapsamindan-cikarilmali-502042-1.

                                                          ***

Üretici örgütlerinin etkinliği azalıyor
Üretici örgütlerinin zayıflaması, pamuk üretimindeki azalma ve istikrarsızlığın önemli bir nedenidir. Pamukta uzmanlaşmış kooperatif birlikleri olan Tariş Pamuk Birliği, Çukobirlik ve Antbirlik’in pamuk piyasasındaki etkinlikleri, devlet tarafından desteklenmedikleri için oldukça azalmıştır. Bu üç birliğin kütlü pamuk rekoltesi içindeki alım payları 1998 yılında yüzde 25 iken, 2017/2018 sezonunda yüzde 4’e gerilemiştir. Birliklerin bu haliyle piyasada fiyatı belirlemeleri mümkün değildir.

Sıfır gümrük vergisi ile pamuk ithal edilebilen, ancak alternatif ürünlerin gümrük vergileri ile korunduğu bir ülkede pamuk üreticisi daha ne kadar üretime devam edebilir?

Dünya piyasalarında sübvanse edilmiş pamuklarla rekabet edebilmesi, pamukta sürdürülebilirliğin sağlanması ve kalitesinin artırılabilmesi için pamuk üreticisinin mutlaka desteklenmesi gerekmektedir.

Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Necdet Oral / BİRGÜN

Kur'an kursunda Hristiyanlık propagandası! - Arslan BULUT

AKP adına konuşma yetkisi olanlar, ikide bir aynı nakaratı gündeme getiriyor. Özetle diyorlar ki, "Türkiye kimseden talimat almaz."
Bu söylemi en son AKP Genel Başkan Yardımcısı Lütfi Elvan tekrarladı ve "Bizim diğer ülkelerden, hele hele 3. dünya ülkelerinden çok önemli bir farkımız var. Kimse Türkiye Cumhuriyeti devletini diğer ülkelerle karıştırmasın. Bu millet, kendi kararını kendi verir. Başkasının talimatıyla asla hareket etmez" dedi.

Durum gerçekten böyleyse, tabii ki takdir etmek gerekir. Fakat dostlar, bana söyler misiniz, Türkiye aleyhine istihbarat faaliyeti yaptığı iddiasıyla yargılanan Rahip Brunson'u serbest bırakmamak, devletin bütün politikalarının aynası mıdır?

                                                                          ***

Türkiye kimseden talimat almıyorsa, Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantısı yapılırken, aniden ne oldu da, bu ülke aleyhine asker toplanmaya başlandı?
Gaipten sesler mi geldi, yoksa ABD mi istedi?
Türkiye El Bab ve Afrin'e, ABD'ye rağmen mi operasyon yaptı? Yoksa Büyük Orta Doğu Projesi'nde bu iki bölge zaten ABD tarafından Suriye'ye bırakıldığı için mi?
Madem Türkiye kimseden talimat almıyor, kendi kararını kendi veriyor; Fırat'ın doğusunda kurulan 75 bin kişilik PKK ordusuna neden müdahale etmiyor?

                                                                          ***

Aslında bugün, sadece eğitim uzmanı Mahiye Morgül'ün Diyanet tarafından yaz Kur'an kursları için dağıtılan "Dinimi Öğreniyorum" adlı kitapla ilgili uyarıları üzerinde duracaktım. Fakat o da aynı konuyla ilgili!
Hepsi bu sütuna sığmaz ama bakınız neler oluyor:

* Kitabın adı, "Dİnİmİ ÖĞREnİyORUm" biçiminde karışık ve kuralsız yazılmıştır. Harflerin her biri farklı karakterde olup bu kaotik durum izah edilebilir değildir. Hiçbir yazım kuralına oturmuyor.

* "Dİnİmİ ÖĞREnİyORUm" şeklindeki bir yazıyı çocuk hiçbir dil kuralına oturtamaz ve zihinsel kaos yaşar. Kapakta bu kitapla çocuk hangi dini öğreniyor o da belirtilmemiştir. Kitapta her dinden bir tutam bizim mekânlarımıza sokulurken kendi dinimizin Kâbe gibi kutsal mekânları inanılmaz derecede kuralsız, kötü, kaotik, perspektifsiz ve değiştirilerek resmedilmiş haldedir. Görsellerdeki bu tutarsızlık ve karmaşıklık ile kitabın adındaki karmaşıklık birbirine denk düşmektedir.

* Kapakta ve iç sayfalarda yer alan ve ilk bakışta cami gibi görünen bir resme daha dikkatle bakınca resimde yer alan pek çok ögenin kiliseye ait olduğu fark ediliyor. Cami-kilise karışımı böyle bir görsel kapak yapıldığına göre ana mesaj burada demektir. "Dinlerarası diyalog" denilen İslam düşmanı bir ideolojinin imajları ile çocuğa verilmek istenen mesajın deşifre edilmesi gerekir; kültürel kaos, inançta kaos, ayağı yere basmayan bir nesil... Bu resim hem kilise, hem camidir, ne camidir ne kilisedir...

* Ezan okunurken camiye ailece giden kadın erkek çoluk çocuk resmedilerek camiye değil kiliseye gidiş imajı veriliyor! Caminin bahçesinde şadırvan olur, resimde şadırvan yok. Caminin avlusu olur, gölgelik revakları olur. Resimde avlu yok. Kasaba kiliselerine böyle yeşillikten girilir.

* Kâbe'yi bir resimde havada bulutlara doğru uçarken, başka bir resimde sayfanın dibinde ve çok kötü bir şekilde resmetmekle ne amaçlamıyor? 

                                                                           ***

Kitaptaki bilinçli çarpıtmalarla ilgili örnekler böyle sayfalarca devam ediyor.
Yaa, işte böyle! AKP iktidarında, Kur'an kurslarında bile zihinsel operasyon yapılıyor ve İslâm dini değil, imajlarla, tasarlanan "birleşik bir din" Türk çocuklarının bilinçaltına yerleştiriliyor!

Bu operasyona da millet mi karar verdi yoksa işin içinde iş mi var?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Üreticinin kaderi bu yıl da tüccarın insafına bırakıldı(2) - BİRGÜN

Ayçiçeğinde gümrük vergisi düşürüldü, ithalata kapılar sonuna kadar açıldı. Üretici tüccara teslim edilirken, tohum Bulgaristan’dan geliyor.


Dünyada en önemli yağ bitkilerinden biri olan ayçiçeği, ülkemizde de en fazla ekim alanına ve üretime sahip yağ bitkisidir. Türkiye’de bitkisel ham yağ üretiminin yüzde 50’si ayçiçeğinden karşılanmaktadır. Özellikle Trakya bölgesinde ekim nöbetinde temel bitki oluşu (Buğday-Ayçiçeği), geniş uyum kabiliyetine sahip ve mekanizasyona uygun olması gibi nedenler ayçiçeğini, ülkemiz açısından en önemli yağ bitkisi haline getirmektedir.

En fazla üretim Trakya bölgesinde
2017 yılında toplamda elli beş ilimizde yağlık ayçiçeği üretilmiş olup; en fazla üretim yapılan 5 ilde ayçiçeği üretiminin yüzde 70’i gerçekleştirilmektedir (Tekirdağ yüzde 20,5, Konya yüzde 14,1, Edirne yüzde 13,6, Adana yüzde 11, Kırklareli yüzde 10,8).

Ayçiçeği üretimi artıyor
Türkiye’de yıllara göre değişmekle beraber yaklaşık 530-690 bin hektar alanda ayçiçeği ekimi yapılmaktadır. Yağlık ayçiçeği ekim alanlarının son on yıllık ortalaması 600 bin hektar civarında olup; 2012/2013 iş yılında ayçiçeği fiyatının yüksek seviyelere ulaşması ile ekim alanları artmıştır. Ülkemizin ayçiçeği yağı üretiminde son on yılın ortalaması 650 bin ton civarındadır.

Dışa bağımlılık azalmıyor
Türkiye’de gerek hızlı nüfus artışı ve gerekse kişi başına tüketimin artması sonucu bitkisel yağ tüketiminde sürekli artış gözlenmektedir. Ülkemizde yağlı tohumların ekiliş eğilimi gösterdiği yıllarda bile, artan nüfus ve buna bağlı olarak kişi başına tüketimin artmasından dolayı, yağ üretimi tüketimi karşılayamamakta; giderek artan yağ açığı ortaya çıkmış ve bu açık ithalat yolu ile giderilmektedir.

Yağ bitkileri üretimiyle ilgili istikrarlı bir planlamanın olmaması, mevcut üretim potansiyelinden yeterince yararlanılmamasına, bitkisel yağ açığının artmasına ve sanayinin dışarıya bağımlılığının artmasına yol açmaktadır. Günümüzde gerek yağlı tohum gerekse ham yağ ithalatına ödenen rakamlar, petrolden sonra ithalata en fazla ödemenin yapıldığı ürünler olarak yer almalarına yol açmaktadır.

ureticinin-kaderi-bu-yil-da-tuccarin-insafina-birakildi-501838-1.

Türkiye’nin yıllar itibariyle ayçiçeği tohumu ithalat ve ihracatı düzenli bir seyir izlememiş, artış ve azalışlar göstermiştir. Son 15 yıllık dönemde toplam ayçiçeği tohumu ithalatı 8,3 milyon tondur. Ayçiçeği yağı ithalatı 6,6, ihracatı ise 3,7 milyon ton civarındadır.


Son 10 yıl ortalamasında Türkiye’nin bitkisel yağ ihtiyacının yaklaşık yüzde 70’i ithal tohum ve ithal ham yağdan karşılanmıştır. Ayçiçeği tohumu ithalatına ilave olarak işlenmiş ve ham ayçiçeği yağı ithalatı da yapılmaktadır. Ülkemizdeki yağlı tohum ve margarin işleme kapasitesinin yüzde 50 dolayında kullanıldığı dikkate alındığında, ithalatın tohum olarak yapılması, önemli bir kazanç sağlayacaktır.

Türkiye yağlık ayçiçeği tohumu ithalatının yaklaşık yarısını Bulgaristan’dan, diğer bölümün büyük bir kısmını ise Ukrayna, Romanya, Rusya ve Moldova’dan; ayçiçeği yağı ithalatının yine yaklaşık yarısını Ukrayna’dan, diğer bölümün büyük bir kısmını ise Rusya, Arjantin, Romanya ve Bulgaristan’dan yapmaktadır. Tohum ithalatında Bulgaristan, ham yağ ithalatında ise Ukrayna yaklaşık yüzde 50 pay almaktadır. Ayçiçeği yağını en fazla ihraç ettiğimiz ülkeler Irak, Suriye, Lübnan ve Tayland’dır.

ureticinin-kaderi-bu-yil-da-tuccarin-insafina-birakildi-501840-1.

Alım fiyatları
Yağlık ayçiçeği 1969 yılından itibaren uzunca bir süre destekleme alımları kapsamında tutulmuş; ancak 1994'te uygulanan Ekonomik İstikrar Programı çerçevesinde destekleme kapsamından çıkarılmıştır. Gerek birliklerin gerekse de alım yapan kuruluşun dünya fiyatından ürün almasını sağlamak, hem de üreticinin mağduriyetini gidermek amacıyla 1999 yılı ürünü yağlık ayçiçeğinde uygulanmaya başlanan prim sistemi halen devam etmektedir.

2002-2017 yıllarını kapsayan 15 yıllık dönemde en fazla ayçiçeği tohumu alımı gerçekleştiren Trakyabirlik’in alım fiyatları endeksi 374 olurken; aynı dönemde enflasyon artış endeksi 432 olmuştur. Başka bir ifadeyle enflasyon yüzde 100 artarken ayçiçeği alım fiyatlarındaki artış yüzde 85’te kalmıştır. Yani ayçiçeği üreticisinin reel geliri yüzde 15 oranında düşmüştür.

Gümrük vergisi düşürüldü
10 Ağustos 2018 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan İthalat Rejimi Kararına Ek Karar ile ayçiçeği tohumunda yüzde 27 olan gümrük vergisi yüzde 13’e düşürülmüştür. Tarımsal üretimde gümrük vergilerini düşürmek, başka ülkelerin devlet destekli ürünlerine kapıları sonuna kadar açmak anlamına gelmektedir. Ayçiçeği tohumunda hasat döneminde gümrük vergisinin indirilmesinin, üreticinin hasat etmekte olduğu ürünün fiyatlarını baskılamaktan başka bir faydası olmayacaktır.

ureticinin-kaderi-bu-yil-da-tuccarin-insafina-birakildi-501839-1.

Birliklerin alım payı
Ayçiçeğinde devlet müdahale alım fiyatı açıklamamaktadır. Ayçiçeği hasadının başlamasına rağmen birlikler (Trakyabirlik, Karadenizbirlik) henüz alım fiyatı açıklamamışlardır. Bu yıl da ayçiçeği üreticisinin kaderi ayçiçeği alımı yapan tüccar ve yağ sanayicilerinin insafına kalacaktır. Zaten birliklerin alım payı 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar çerçevesinde kamu desteğinden yoksun oldukları için sürekli olarak azalmaktadır. Örneğin 2003/04 döneminde birlik alımlarının üretime oranı yüzde 53 iken, 2017/18 döneminde yüzde 21’e kadar düşmüştür. Bu nedenle birliklerin piyasada fiyatları belirleme güçleri bulunmamaktadır.

Yağlı tohumlarda dışa bağımlılıktan kurtulmak için neler yapılmalı?
Türkiye’de yağlı tohum üretiminin yeterli olmayışının başlıca nedenleri şunlardır:
»Üretim maliyetinin yüksek olması nedeniyle üreticinin dış piyasa fiyatlarıyla rekabet edememesi,
»Birim alandaki getirilerinin düşük olması nedeniyle, yağ bitkilerinin yetiştirildikleri bölgelerdeki alternatif ürünlerle rekabet edememesi,
»Dünya ham yağ fiyatlarının Türkiye’ye göre daha düşük olması,
»Yağlı tohum üretiminin artırılmasına yönelik bir üretim planlamasının bulunmaması.

Yağlı tohumlarda uzun yıllardan beri dışa bağımlı olan Türkiye, uygulanan yanlış politikalar nedeniyle ithalat kıskacından kurtulamamaktadır. Düşük destek ve yüksek girdi maliyetleri nedeniyle üretim değil, ithalat daha cazip hale gelmektedir.

Yağlı tohumlarda tamamen dışa bağımlı konumda olan Türkiye, üretimini artırmak zorundadır. Üretim, tüketim, ithalat ve ihracat verileri üzerine oturan bir üretim planlaması yapılmalı, üreticiye verilen destekler artırılmalı, yağ bitkilerinde müdahale alım fiyatı belirlenmeli; üretimi artıracak, dışa bağımlılığı azaltacak politikalar uygulanmalıdır.

Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Necdet Oral / BİRGÜN