25 Ağustos 2018 Cumartesi

Kimse ABD'li generalin Kıbrıs'ta ne aradığını sormayacak mı - Müyesser Yıldız

ABD'nin, Papaz Brunson bahanesiyle başlattığı saldırılardan beri anlamakta zorlandığım bir konu var.
Her iki ülke yönetimi, “Savaşsa savaş” moduna geçmiş ve ABD Kongresi F-35'lerin Türkiye'ye teslimini geçici olarak durdurmuşken, Pentagon sık sık  “Ekonomik krizin askeri ilişkileri etkilemediğini, Türk meslektaşları ile işbirliğinin gayet iyi olduğunu” vurguluyor. Milli Savunma Bakanlığımız da benzer açıklamalar yapıyor. 
İşte son örnek:
ABD, “IŞİD yenildikten sonra PYD/YPG Münbiç'ten çıkacak” sözünü yerine getirmese de anlaşmaya varıldı. 6 gün önce Savunma Bakanı Jim Mattis, Türk ve Amerikan askerlerinin Münbiç'te ortak devriyeler gerçekleştirmesi için gereken eğitimlerin başlama zamanı konusunda, “72 saat içinde diyebilirim. Çok yakında, belki daha da önce” dedi. Sözkonusu eğitimler için ilgili personelin ve ekipmanların şu anda Türkiye'de olduğunu, ancak detaylara girmeyeceğini de ekledi. 
Mattis'den 1 gün sonra Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Münbiç Yol Haritası ve Güvenlik Prensipleri doğrultusunda, Türkiye ve ABD Silahlı Kuvvetleri unsurları tarafından bölgede güvenlik ve istikrarı sağlamak maksadıyla icra edilen faaliyetlere planlandığı şekilde devam ediliyor. Bu çerçevede, müteakip safhada başlaması planlanan müşterek devriye faaliyetlerine yönelik olarak her iki ülkenin Silahlı Kuvvetleri unsurları arasındaki ortak eğitimlerin yakın zamanda başlaması öngörülüyor” açıklamasını yaptı. Medyamız da Mattis'in tekrarı bu ifadeleri, “Bakan Hulusi Akar'dan çok önemli Münbiç açıklaması”başlığıyla verdi.
Şuraya geleceğim;
Erdoğan Kurban Bayramı mesajında, “Ekonomimize yönelik saldırının doğrudan bayrağımıza ve ezanımıza yönelik saldırılardan farkı yoktur” dedi.
Doğrudan bayrağımızı, ezanımızı hedef alanlara ne denir, dahası böyle bir alçaklığı gerçekleştirenlere ne yapılır, biliyoruz.
Ama ne oluyor?
Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu ABD'ye, “Müttefik olduğumuzu, ABD'li askerlerin bulunduğu İncirlik Üssü'ne ev sahipliği yaptığımızı” hatırlatıyor, Trump'a “Vergileri yükseltmek yerine diplomasiyi denemesi” çağrısında bulunuyor. 
Keza Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Türkiye Papaz Brunson'ı bırakırsa, döviz krizi hemen bitebilir... Katar'dan gelen para Türkiye ekonomisini kurtarmaya yardım etmez” tehdidi savuran Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton'a cevabında, “Bu tür siyasi, hukuki ve ekonomik tavırların müttefiklik ruhuna sığmadığını” anlatmakla kalmıyor, “Türkiye’nin kimseyle ekonomik savaş başlatmak gibi bir niyeti olmadığını”söylüyor.
İşte anlayamadığım bu; Bayrağımıza, ezanımıza saldıranlara gösterilen bu mülayim tavır!.. Özellikle de bunları korumakla görevli TSK ile Pentagon arasındaki ilişki ve işbirliğinin, olanlardan hiç etkilenmeksizin “sorunsuz” devam edebilmesi!..
Ki, ABD ile doğrudan güvenliğimizi tehdit edecek yeni bir sorun daha baş gösteriyor. 
ABD'Lİ GENERALİN KIBRIS MESAİSİ
Bilindiği gibi, ABD ile aramız “böyle” bozulunca;
Daha birkaç ay önce Avrupa Parlamentosu, “Müzakerelerin yeniden başlaması için Türkiye'nin, Rum kesimini tanıması şarttır” dediği, Avrupa Konseyi de Kıbrıs açıkları ve Ege Denizi’ndeki faaliyetlerimizi “yasa dışı” olarak niteleyip, Türkiye'yi kınadığı halde AB'ye,
Ve Afrin operasyonumuza karşı çıkmasını, oradaki tünelleri yapan ülke olmasını, teröristlerin Elysee Sarayı'nda ağırlanıp, “Türkiye ile aranızda arabuluculuk yapabiliriz” denmesini, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan ve Ürdün'le birlikte Cenevre masasına PYD / YPG'yi de oturtma planları hazırlamasını, Rum kesiminde üs kurmasını vs. unutup, Fransa'ya yanaşma kararı aldık.
Denize düşüp yılana sarılma hali yani!..
Kıbrıs konusunda ABD ile Almanya, Fransa, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ve AB yönetimlerinin ne düşündüğünü hatırlatmaya gerek yok.
Rum kesiminde sadece İngiltere'nin üsleri varken, son birkaç ay içinde Fransa ve İsrail de askeri üsler kurdu.
Nitekim geçen ay yapılan bir toplantıda, Türk askerinin “işgâlci” olduğunu öne sürün Rum Lider Anastasiadis'i, İsrail, Mısır ve ABD Büyükelçileri dinledi. Dinlemekle kalmadılar; İsrail Büyükelçisi Ravel, “Türk tehditleri nedeniyle İsrail'in askeri müdahalede bulunmak zorunda kalmamasını temenni ederim” dedi. Mısır Büyükelçisi Taha Muhammed, “Gerekirse Türkiye'ye karşı askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceklerini” söyledi. ABD Büyükelçisi Kathleen Doherty de, “Türkiye'nin, Rumlara gösterdiği tavır kabul edilemez” diye buyurdu. 
Bu rezalete tek tepki, Dışişleri Bakanlığı'mızın yazılı açıklama yapması oldu; “Rum yönetiminin Doğu Akdeniz'deki tek taraflı faaliyetlerine destek beyan eden bu ifadelerin yersiz bulunduğu” belirtilerek, “Ülke temsilcilerine hadlerini aşmaması” tavsiye edildi. 
Tavsiyemiz dikkate alınmamış olmalı ki, biz Kurban Bayramı'nı kutlarken, bu defa ABD Kara Kuvvetleri Komutanı General Mark Alexander Milley Rum kesimine gitti ve buradaki tüm üsleri tepe tepe kullandıkları halde “diğer ülkelere tanınan hakların kendilerine de tanınmasını” istedi. Yani resmen üs talebinde bulundu.
Milley'in İngiliz askeri üslerini ziyaretine ve Rum Ordusu Komutanı Korgeneral İlias Leondaris’le görüşmesine ABD Büyükelçisi Kathleen Doherty de eşlik etti. Rum General, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz arama faaliyetleri hakkında bilgi verip, Türkiye'nin tavırlarından duyduğu rahatsızlığı aktardı. İki generalin görüşmesinde, “Görüş birliğine varıldığı” bildirilirken, Büyükelçi Doherty, “Bu, Washington ve Rumlar arasında güvenlik konularındaki işbirliğinin güçlenmesine dair yeni, önemli bir göstergedir” değerlendirmesini yaptı.
Başlıbaşına şu tablo, meselenin Rahip Brunson'dan ibaret olmadığını, ayrıca Trump'ın “şahsından ve kaprislerinden” kaynaklanmadığını, Türkiye karşıtlığının bir “devlet politikası” haline geldiğini göstermiyor mu?
Toparlarsak;
Yunanistan'ın darbecilere iltica hakkı tanıması üzerine Milli Savunma ve askeri yetkililer, Anadolu Ajansı'na konuşup, “Güven artırıcı önlemlerin yeniden başlatılmasının konuşulduğu ve her türlü iyi niyeti gösterdiğimiz şu günlerde verilen bu karar, tam bir basiretsizlik örneği olmuştur. Darbeci teröristlerle ilgili hukuka, demokrasiye ve iyi komşuluk ilişkilerine uygun kararlar alınmadan, güven artırıcı önlemlerin uygulamalarında bir gelişme beklenemez. Bunun da ilişkilerimize ciddi olumsuz etkileri olacağı açıktır” dedi ya,
Bir Milli Savunma Bakanlığı ya da TSK yetkilisinin, benzer bir tepkiyi ABD'li General Milley'e de gösterip, “Ekonomik krizin etkilemediği işbirliğimizi Kıbrıs etkiler” açıklaması yapması gerekmez mi?   
Ve dahi “Garantörlükten vazgeçin, askerinizi çekin, Kıbrıs sorunu çözülsün” talebinde bulunanlara, Erdoğan ya da Dışişleri Bakanı'mızın, “ABD üs peşindeyken, biz çekileceğiz, öyle mi? Aksine biz de KKTC'de askeri üs kurma kararı aldık” demesinin tam zamanı değil mi?
Müyesser Yıldız / Odatv.com

Bir sosyalist devrimciye saygıyla…- Aydemir Güler

Ahmet ağabeyi görmeyeli çok uzun zaman geçti. Son yüz yüze ve uzun uzun konuşmamızın tarihi 1993 bile olabilir. Ama öncesinde yaklaşık yedi yıl boyunca o kadar sık görüşürdük ki, ölümünden sonra hakkında yazmayı kendime görev bilebiliyorum.
Görüşürdük; çoğunlukla Göztepe Çimenzar’daki evinde. Sabah sabah pipo dumanı altında. Çok ama çok nadiren, o da hiç olmazsa akşam üstü saatleri geldiğinde, rakısına bir tekle eşlik ederek…

Hakkında ölümünden birkaç gün önce Ulvi Oğuz’la konuşuyorduk. Ulvi ağabey yürüttüğümüz bir tarih çalışması kapsamında anlatırken kendisini yetiştirenlerin başında TİP Zonguldak örgütünün yöneticisi Ahmet Hamdi Dinler’i sayıyordu… Bir iki hafta sonra cenazesindeydim.

Gelenek’te “konuk yazarlıktan” Sosyalist İktidar Partisi Genel Yönetim Kurulu üyeliğine uzanan politik birlikteliğimiz, yaş olarak ona bizlerden daha yakın eskilerin bu partiden ayrılmasına paralel biçimde son buldu. İçine sinmiyordu partinin nasıl devam edeceği. İstifalardan sonra toplantıları izledi, konuşmadı, canı sıkkın ayrıldı. Birikimli ve zeki bir Marksistti. Gidenlerin liberal sapma gösterdiklerini algılamamış, anti-Leninist fikirlerine eğilim göstermiş olamazdı… Örgütlü pratik anlamında kenara çekti kendini, bildiğim kadarıyla. 1993 sonbaharında, belli ki, biz doğruyduk, ama beceremeyecektik.

Bu yaklaşım bizim en yaygın rastladığımız “eski kuşak” tepkisidir. Ağabey ve ablalarımız arasında saflara katılanlar az, not vermeyi seçenler çoktur… Canları sağ olsun…[1]
Burada “bizim rastladığımız” derken doğum tarihi 1960’lara yayılan Gelenek “kurucularını” özel olarak kast ettiğimi eklemek durumundayım. Biz “kuşak” denebilecek kadar kalabalık değiliz. Dolayısıyla yaptığım belirlemeyi abartmanın, derin analizlere bağlamanın -en azından Ahmet Hamdi Dinler’i anmak için yazılan bu yazıda- gereği yok.
Ahmet Hamdi ağabey bizden sonra iki kitap daha yazdı. [2] Bu kitaplar uluslararası komünist hareketteki likidasyon dalgasına ve onun Türkiye’deki yansılarına karşı verilen mücadele külliyatında yerlerini alırlar. Dinler sınıf mücadelesini örtmek ve sosyalist devrimi gömmek için baş tacı edilen “bilimsel teknolojik devrim”, “yeni düşünce”, “yeni açılım”, “yeni tipte parti” ve benzeri tezlerle kavgalıydı. “Aslında iyi olabilir, derdi, bunlar sayesinde bizim de bir sosyal demokrasimiz olacak.” [3]
Bu kitaplarda ne yazacağını biliyordum. ’93 öncesi çok sohbet etmiştik. Diyeceğim, ideolojik yaklaşımlarıyla bizden uzaklaşma kararı arasında bir ilinti yoktu. Ahmet ağabey yalnızlığı tercih eden bir entelektüeldi.

İlk kitabını biz basmıştık. TİP TarihindenKesitler’i,Gelenek’te aynı adla yayınlanan makalelerden sonra kitap haline getirmeyi düşündü. Yazılar hakkında olduğu gibi kitap hakkında da uzun uzun tartıştık. Sol tarihin uzmanı değil meraklısı sayılırdım olsa olsa. Ama TİP dahil parti programları üstüne yazdığım bir makale [4] sayesinde Ahmet ağabeyden kitabına editörlük yapma hakkını kazanmış olduğumu sanıyorum. İlk kitap çalışmasını yayıncı olarak kendisinden teslim alan bendim desem, yalan olmaz.

Ama ilişkimiz yayın değil, örgüt konuluydu. Ahmet Hamdi Dinler örgütlü mücadeleden yana, ama kendi adına örgütlü mücadele enerjisini Birinci Türkiye İşçi Partisi’nde kullanmış bir komünistti.

Zor beğenirdi. Yukarıdaki şakayı hatırlatırsam, kimseye kolay kolay geçer not vermezdi. Bu “eli sıkılık”, bir bakıma meşrudur. Meşruiyetini sosyalizm mücadelesine kişisel olarak yaptığı katkılardan alır.

Diğer yandan, biliriz ki, en güçlü kişisel katkıları yapmış bir devrimci bile, pekâlâ çevresine, gençlere, sonradan yetişen ve gelenlere pozitif yaklaşabilir. Hatta bana sorarsanız, olgunlaşmış veya eskimekte olduğunu hisseden her devrimcinin görevi etrafına iyimserlikle, cesaretlendirerek, pozitif bir bakışla yaklaşmaktır. İlle hataya düşülecekse beğenmeyerek değil beğenerek düşülmelidir. Dolayısıyla katkı yapmış olmak tek başına zor beğenmeyi açıklamaz. Ahmet ağabeyin beğenmezliği kişisel, yapısal bir özellikti. Kimi aydınların yalnızlığı tercih etmelerinin bir nedeni midir bu özellik, yoksa tercihlerini savunmanın yöntemi mi? Belki ikisi birden…[5]

Ahmet ağabeyin içinde yetiştiği, tarafı olduğu TİP’e yönelik eleştirisine de beğenmezlik damga vurur. Kitabına TİP’in aslında “köylü partisi” olduğunu anlatan bir kapak istiyordu. Bunu bana ve Tunç’a (Tatoğlu) kabul ettirememişti. Dinler’e göre Mehmet Ali Aybar köylücü denecek ölçüde popülistti. Bu tartışılabilir bir tez olsa bile, kitapta merkeze yerleştirmediği hatta bu netlikte geliştirmediği bir formülasyonu kapağa basmak doğru olmazdı. Teknik gerekçelerimiz de vardı hem… Sonuçta kabullendi.

TİP Tarihinden Kesitler erken bir sol tarih çalışmasıdır ve değerlidir. Başka analiz ve aktarımlarının öneminin yanı sıra, Dinler demokratik merkeziyetçiliğin biçimsel kurallar manzumesi olarak içinin boşluğunu öğretir. Benim için çok öğretici olan bu somut değerlendirmeye göre, parti üyeleri kolektif yaşama katılmıyorlarsa, katılacak bir formasyondan yoksunlarsa herhangi bir kuralla bu eksikliği gideremezdiniz. TİP’te ne formasyon ne niyet, dolayısıyla işlemeyen kurallar vardı…

Böyle düşünüyordu ve buradan hareketle kendisine yeniden dahil olacağı partili mücadelede özel olarak “eğitimciliği” yakıştırdı. Sosyalist Türkiye Partisi’nde merkez yöneticiliği ve Eğitim Bürosu üyeliği yaptı. Bu tür merkezi fonksiyonların, daha dar olan Merkez Yürütme Kurulunda bir sorumlusu, daha geniş Genel Yönetim Kurulunda bir ikinci sorumlusu olurdu. Kısa süre beraber çalıştık. Tartışmasız çok disiplinli bir çalışma arkadaşı, çok iyi bir öğretmendi.

TİP’lilik denince öncelikle anlaşılması gereken Birinci TİP’tir. 1975 TİP’i, öncülünün Leninizm, enternasyonalizm, program gibi başlıklarda bir dizi kimlik zaafından kurtulmuş, ama siyasal ve toplumsal önem ve ağırlık açısından yanına bile yaklaşamamıştır. Ahmet Hamdi birinci TİP’liydi. Onu o yapan ve kıyasıya eleştirdiği de o partidir.

Ahmet ağabey, Gorbaçovculukla anılan likidasyonla, “parti olmayan parti” safsatalarıyla mücadeleyi merkeze koydu. Arada seçimlerden uluslararası sermayenin işleyişine, emperyalizmden özelleştirmelere bir dizi başlıkta üretti. Kütüphanesinin üst raflarındaki klasörlerde henüz yazıya dönüşmemiş çalışmaları hep olurdu. Herhalde aradan geçen zaman içinde raf sayısı katlanmıştır.

Dinler’in bütün bunları yapmasının temel motivasyonu sosyalist devrim bilinci ve inancıdır. Birinci TİP’in, Emek dergisi gibi, Behice Boran gibi adı kayıtlara geçmese de ilk sosyalist devrimcilerinden biri olduğunu, onu tanıyan, emek verdiği, yetiştirdiği ve kavga ettiği herkes kabul edecektir.

Sosyalist devrimciler içinde bir işçi gazetesi çıkartan ilk kişi olduğunu ise kesinlik derecesinde dile getirebilirim. Zonguldak’ta 1967 Ekim ayından Nisan 1971’e kadar Ahmet Hamdi’nin sorumlu müdür sıfatıyla yönettiği Sömürücüye Yumruk’tan söz ediyorum. Parti organıdır, işçi gazetesidir ve sosyalist devrimcidir, maden ocaklarındadır, vardiya girişindedir, çıkışındadır…

Ben, Ahmet ağabeyi sosyalist devrim tezini işçi sınıfıyla bütünleştirme iddiasıyla hatırlayacağım.

Aydemir Güler / SOL



[1] Ağabey ve ablalarımız için canları sağ olsun demeye devam ediyorum. Ancak beğenmezliği anti-komünizmin kılıfı olarak kullananların da az olmadığını not etmeliyim. Ne yaparsanız yapın beğenmeyenlerin önemli bir bölümü, yaşlarından bağımsız olarak aslında komünizme nefret besliyorlar. Nasıl beğensinler?
[2] Sosyalizm Yolunda Yeni Açılımlar (Bilim yayınları, 1997) ve Nihayet Post-Marksistler Türkiye’de (Bilim y., 1998)
[3] Ali Doğan aramızdan genç yaşta ayrıldı. Akın Dalman imzasıyla Dinler’in sosyal demokrasi yazısını yine Gelenek’te eleştirmişti: “Bir yazının düşündürdükleri”, Gelenek sayı 17, Mayıs 1988 (https://www.gelenek.org/bir-yazinin-dusundurdukleri)
[4] Aydın Giritli, “Legal parti programlarına bir bakış”, Gelenek sayı 18, Haziran 1988. (https://www.gelenek.org/legal-parti-programlarina-bir-bakis) Dinler’in TİP tarihi üzerine ilk makalesi, daha sonra, Mart 1989’da yayınlanacaktı. (https://www.gelenek.org/tip-tarihinden-kesitler-i)
[5] Ahmet Hamdi’nin Kemal’e (Okuyan) verdiği yanıtı da aktarayım oldu olacak: “1980 Temmuzu'nda bir sendikanın eğitim çalışması sırasında karşılaştığım Ahmet Hamdi Dinler'e Sosyalist İktidar'a neden soğuk baktığını sorma hatasını yapmıştım. Birinci ve ikinci Türkiye İşçi Partisi deneylerinden gelen Dinler, yaşamında bir üçüncü kazık yemek istemediğini söylerken onun karşısında ‘anlayışsız’ bir genç sosyalist olarak dikiliyordum.” (Cemal Hekimoğlu, “Altıncı yıl…”, Gelenek sayı 37, Aralık 1991; https://www.gelenek.org/altinci-yil)  

Ya Suudi pazarı olmasa! - Arif Kızılyalın

Ağustos ayının gündemi dövizdeki artış ve futboldu. Baş döndüren hızla yükselen dolar, Avro, sterlin ekonomik dengeleri altüst etti. 

9 günlük bayram tatili vardı, kimse pek anlamadı dövizin ülke insanı üzerinde açtığı yarayı. Şimdi tatil bitip, yaş sebze meyve hali açıldığında Ayşe Teyze, günlük ihtiyaçları için markete, pazara gittiğinde göreceğiz Hanya’yı-Konya’yı. 

Elbette bu ekonomik krizin ucu futbola da değecek. Özellikle de yabancı oyuncularla - doğal olarak - Avro ve dolar bazında anlaşma yapan 4 büyükler dört dönüyor kulübü çevirmek için. Düşünsenize sadece bir futbolcuya 3.5- 4 milyon Avro garanti para verin maç başı para, yetmedi, ev kirası, uçak biletini de dövize endeksleyin, sonra, “battık”  edebiyatı yapın! Allah’tan Suudi Arabistan son günlerde futbola merak sardı da Türk futbolu biraz soluklandı. Al Hilal Gomis’e 6, Al Naser Giuliano’ya 10, Al Ahli Josef de Sousa’ya 12 milyon Avro ödemese bu ekonomik durgunlukta kimse transfer yapamazdı.  

Arap piyasasını Fenerbahçe çok iyi kullandı, Galatasaray ise zarardan kâr etti, ama en azından UEFA’nın FFP kıskacından kurtuldu. Peki, Suudi Arabistan’da böyle bir futbol ekonomisi var mı? Jorge Jesus olmak üzere dünyaca ünlü teknik adamların cirit attığı çöl ikliminin, bu paraları harcaması normal gibi gözüküyor. Bir de iletişim firmaları ve Wolkswagen’in sponsorluklarını almışlar. O yüzden, kimse bu transferlerde bir bit yeniği aramasın. Eskilerin dediği gibi yağı bol bulan Arap orasına burasına sürermiş kim ne karışır!
***

Söz yabancıdan açılmışken, Türkiye’de ithal sporcu pazarı giderek genişliyor. Profesyonel futbol, basketbol, atletizm, masatenisi, yüzme derken, amatörlere de sıçradı yabancı merakı. Geçenlerde Diyarbakır’dan bir amatör takım 2 Kolombiyalı transfer etmiş. Arkasındaki AKP’li belediyenin desteğine güvenip basmış dolarları 2 Latin’e. Ne güzel değil mi, altyapıdaki çocuğa krampon verme, soyunma odasına sıcak duş alsınlar diye termosifon koyma, yabancı oyuncu ithal et. Biraz araştırdım şu an amatör takımlar altyapılarında 2, (A) takımlarında 2 olmak üzere 4 yabancı transfer edebiliyorlar. Tam, “Böyle yapacaklarına Türkiye’ye gelen ve kalıcı olup ülkenin bir parçası haline gelmek isteyen göçmenlere bu şansı verseler hiç olmazsa biz de Almanya gibi güzel bir altyapı mozaiği oluştururuz” diye düşünürken TASK Başkanı Ali Düşmez, konuyla ilgili çalışmanın yapıldığını, insan hakları gereği ülkedeki yabancılara da alt yapı eğitimi vermek zorunda olduklarını söyledi. Özellikle de göçmenlere...
***

Döviz, yabancı, transfer derken Süper Lig’in ilk 2 haftasındaki ‘gariplik’ler gözden kaçtı. Daha doğrusu gözden kaçmadı da kimsenin yüreği yetmedi yazmaya. Mesela BaşakşehirFK’nin kaptanı Emre Belözoğlu yine sinirlerine hâkim olamayıp saydırdı canlı yayında. Dudak okumaya göre, “Ooo bizim çocuklar da tribünde” demiyorsa Emre,TFF ve PFDK cezasını kesmeli. Ama kesemez! Çünkü, bir muhalefet milletvekili arkadaşımızın dediği gibi, “Hakları milletvekilinden daha iyi korunan biri varsa o da Emre Belözoğlu’dur..”

***

Laf, eski İBB Spor’a yani Başakşehir’e gelmişken, yazıyı İstanbul Büşükşehir Belediyesi ile noktalayalım. Toplu taşım araçlarını kullananlar şahittir, İstanbul’daki metrobüs ve metro hatlarının yürüyen merdivenleri, asansörleri sürekli arızalı. Engelli kardeşlerimiz, iyiliksever yurttaşlar olmasa, bir yerden bir yere gidemeyecek. Sorduk, ödenek bekleniyormuş bazı yenilemeler için. Yine böyle bozuk bir taşıma ağı ile eve vardığımda adıma gönderilen bir bayram tebriği aldım. İBB’nin ‘atama’ Belediye Başkanı Mevlüt Uysal Kurban Bayramı’nı kutluyor. Zarf kuşekâğıdı, tebrik 1. hamur, İstanbul’da en az 15 milyon kişiye gittiğini varsayar, üzerine PTT ücretini de eklersek o para ile bu merdivenler tamir olur mu olmaz mı siz düşünün? Ama tebrik kartı ile yerel seçim öncesi göz boyamak daha cazip olmalı! 

Daha bitmedi, İBB’nin bir skandalı daha gözümüze çarptı. Kent genelinde BELTUR adı altında kafeteryalar dikkatinizi çekmiştir. Nurettin Sözen döneminde, “Sosyal Belediyecilik” hizmeti olarak temelleri atılmıştı. Ama kazın ayağı öyle değil. 1 bardak çaya 2.5 TL alıyorlar. Çayın maliyeti eğer mekânın kira sorunu yoksa su, şeker, toz çay düşünüldüğünde taş çatlasa 20 kuruş. Kâr, yüzde binin üzerinde. Gel gelim aynı çayı yine BELTUR işletmesindeki vapurlarda 1 TL’ye içiyorsunuz. Eğer vapurdaki çay ocakları suyu denizden çekip fiyatı düşürmüyorsa İstanbulludan oy istemeye hazırlanan AKP’yi zor günler bekliyor demektir!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Ovacık’ta yetişen umut: ‘Komünist Başkan’ - OKTAY EVSEN

Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun hayatını anlatan ‘Komünist Başkan’ kitabının yazarı Erdal Emre ile konuştuk.


Tunceli’nin Ovacık ilçesinin Komünist Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun yaşamını ve ‘Komünist Belediyecilik’i anlatan ‘Ovacık’tan Yeşeren Umut: Komünist Başkan’ adlı kitap büyük ilgi gördü. Gazeteci Erdal Emre’nin Fatih Mehmet Maçoğlu ile yaptığı nehir söyleşiden oluşan kitapta Maçoğlu’nun çocukluğu, okul yılları, ailesi, siyasi kişiliği ve belediye başkanlığı dönemleri anlatılıyor. Siyah- Beyaz Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı Erdal Emre sorularımızı yanıtladı.

»Yazma fikri nasıl oluştu?
Ücra bir coğrafyada kendi halinde yaşam sürdüren Ovacık, 2014’ten bu yana Türkiye’nin ve dünyanın ilgisini üzerine çekmeyi başarıyor. Belediye Başkanı Maçoğlu’nun çalışmaları Ovacık dışında da ilgi görüyor. Farklı bir deneyim ortaya koyuyor. Neden ilgi görüyor? Topluma nasıl umut oluyor? Diğer belediye başkanlarının yapamadığını nasıl yapabiliyor? Bu soruların gerçek yanıtlarını anlatma ihtiyacını karşılayamaya yönelik bir çalışma oldu.


»Kitapseverlerin ilgisi, olumlu, olumsuz tepkiler nasıl?
İlk 3 haftada 15 baskı yaptı. Toplumun her kesimi Ovacık Belediye Başkanını merak ediyor. İyi bir satış seyri yakaladı. Ancak bundan da önemli bir deneyim yaşıyoruz. Birçok ilden bizi arayan bakkal, şarküteri, kırtasiye sahibi kişiler “biz de bu kitabın satışına katkı vermek istiyoruz” diyerek dükkanlarını birer kitap satış noktası haline getirmek istiyorlar. Maçoğlu da bir televizyon programında anlattı. Yurtiçi ve yurtdışından çok sayıda kişinin kendisini aradığını ve tepkilerin yüzde 90 olumlu olduğunu kaydetti. Kitabı okuyanların bir kısmı da “Biz neler yapabiliriz” sorularını yöneltiyorlar. Ovacık’taki çalışmalardan etkileniyorlar ve onlar da bir şeyler yapma gereği duyuyorlar.

»Telif gelirleri yoksul öğrencilere burs olarak aktarılacak...
Ovacık ve Fatih Maçoğlu ile ilgili bir kitabın orada yapılan çalışmalara uygun olmasını istedik. Maçoğlu, yaptığı her işte toplumsal yarar gözeten bir öncü. Biz de gazeteciliğe bu anlayışla yaklaşan insanlarız. Bu kitabın da Ovacık’taki diğer çalışmaların bir devamı olması daha şık olurdu. Bu nedenle kitabın kapağına da yazdığımız gibi telif geliri Onur Toplumsal Tarih ve Kültür Vakfı üzerinden ihtiyaç sahibi öğrencilere katkı olarak aktarılacak.
Kitabın bu toplumsal yarar yönünün gelişmesinde katkılarından dolayı başta Ovacık Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu, Siyah Beyaz Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Murat Kaplan ve Onur Toplumsal Tarih ve Kültür Vakfı Kurucusu Ahmet Cihan’a teşekkür ederim.

»12 Eylül öncesinde Fatsa’da Terzi Fikri deneyimi yaşandı. Yakın zamanda Hopa ve birçok küçük ilçede daha benzer yerel yönetim deneyimleri ortaya çıktı. Ovacık ve Maçoğlu’nun bu deneyimlerden farkı var mı?
Bu soruyu biz de kitapta sayın Maçoğlu’na sorduk. Kendisi gerek Fatsa, gerek diğer deneyimleri öncelemiş ve bu pratiklerden yararlanıyor. Fatsa’da Terzi Fikri, Diyarbakır’da Mehdi Zana’nın ortaya koyduğu yerel yönetim pratikleri hâlâ hafızalardaki yerini koruyor. Maçoğlu bunlardan etkilenmiş. Günümüzde 'Dünyanın Tek Komünist Köyü' olarak nitelendirilen İspanya’daki Marinaleda örneğinin, Maçoğlu’nun ilgisini çektiğini söyleyebiliriz.

Maçoğlu, Latin Amerika, Hindistan, Vietnam’daki benzer ütopyaları, pratikleri de araştırıyor.

Fatsa ve Terzi Fikri pratiği kısa sürdü. Devlet, bir yıl bile tahammül edemedi ve işte bildiğimiz acılar yaşandı.

Ovacık deneyimi ise beşinci yılını doldurmak üzere ve yeni dönemde de devam edecek gibi görünüyor.

Fatih Maçoğlu, esas olarak sosyalist-komünist dünya görüşünü 21. yüzyıl koşullarına uygulamaktaki başarısıyla ön plana çıkıyor. Somut projelere yöneliyor ve kısa sürede sonuç alıyor. İnsanlar yapılan bu çalışmaların olumlu etkilerini hemen yaşamlarında hissediyorlar. Kararları halk alıyor. Çalışmaları halk yapıyor ve sonuçlarını halk denetliyor. Dolayısıyla halk sorunlarına çözümlerini uygulama olanağı buluyor. Maçoğlu, buna öncülük eden, örgütleyen, yasal olarak da belediye başkanı olan bir taşıyıcı. Ortada kolektif bir başarı var. Bu başarının önemli yanı da bu. Bireysel ve geçici bir başarı olmaması. Altyapısı, toplumsal örgütlemesi yapılmış, halkın katılımı sağlanmış bir başarı çok daha değerli oluyor. Geleceğe yönelik de umudu büyütüyor.

»Ovacık’ta komünist-sosyalist bir devrim olmadı. Olan ne?
Ovacık’a gitmemiş ve yapılanları bazı medya organları üzerinden izleyen kimilerinde sanki Ovacık’ta tümüyle sosyalist bir düzen kurulmuş gibi bir algı var. Buna karşın kimileri de 'nohut ile fasulye ile devrim mi olur' gibi küçümseyici, değersizleştirici algı yaratıyorlar. Kitapta da anlattık. Ovacık’ta sosyalizm kurulmadı. Maçoğlu’nun da belirttiği gibi yapılanları sosyalizm olarak nitelendiremeyiz ancak ortaya konulan pratiğin sosyalizme hizmet ettiği kesin.

Maçoğlu, dört yıl gibi kısa bir sürede Ovacık’ta şunları gösterdi:

»Bu sistemin çizdiği sınırlar içinde bile çok şey yapılabilir ve böylece düzenin sınırları zorlanabilir.

»Toplumun somut sorunlarına dokunur ve insanlara güven verirseniz, halk değişmeye ve değiştirmeye hazırdır.

»Alternatif bir yaşamı teoriden pratiğe çıkarıp uyguladığınızda kapitalizmi çok etkili bir şekilde teşhir edebilir, insanları kapitalist cendereden uzaklaştırabilirsiniz.

»Günümüzde, insanların parasız eğitime, insani koşullarda çalışmaya, sağlıklı gıdaya, temiz çevreye erişimi son derece kısıtlı. Bu ihtiyaçların giderilmesine yönelik çabalar toplumda kısa sürede karşılık buluyor.

»Ayrıştırmadan, kimseyi ötelemeden herkesi kendi gerçekliği içinde kabul ettiğinizde halka ulaşmanız kolaylaşır.

»Kitapta trajik, komik ve ilginç bölümler, kesitler de var…

Kitapta hem Ovacık’ta uygulanan yerel yönetim modelini anlatıyoruz hem de Maçoğlu’nun yaşamını. Çünkü, Maçoğlu’nun çocukluğu, eğitim hayatı, memurluğu vs özellikle o bölge insanı için anonim bir özellik taşıyor.

Çocukluğu 1970’li, gençliği 1980’li, memurluğu da 1990’lı yıllara denk geliyor. 1970’li yılların devrimci dalgasının içinde şekillenen bir çocukluk, 1980’lerin acısını yaşamış bir gençlik ve 1990’ların kaotik ortamında çoğu sendikacılık faaliyeti olarak geçen memurluk yılları. Maçoğlu’nun hayatını anlatırken doğal olarak Türkiye’nin son 50 yılındaki siyasi olayları da fon olarak akıp gitti. O dönemlerde nasıl bir Türkiye vardı? Bu konuda bize önemli fikirler veriyor kitap.

Bir örnek vereyim: Henüz ilkokul yıllarında (1970’ler) ilçedeki devlet dairelerine ve karakollara gidip askerlere devrimci bildiriler dağıtıyor. O dönemde böyle bir ortam var. Sonra 12 Eylül’ün nasıl bir buldozer gibi toplumun üzerinden geçtiğine yönelik çok çarpıcı kesitler var Maçoğlu’nun yaşamında.

OKTAY EVSEN / BİRGÜN

Fikret Efendi! - MÜSLÜM GÜLHAN

Tarihsel bir sürece sahip olan kulüplerin edinmiş olduğu davranış şekilleri ve kendini ifade etme şekilleri birtakım kodlar sayesinde kültürel bir kimlik kazanır.


Kendi kimliğinin oluşması, aynı zamanda bir kurumsal ifadeyi de beraberinde içinde taşır.

Bu kadar kuvvetli içerikleri taşıyan bir kurumun, dışardan yapılan saldırı veya içeride oluşturulan sömürme mekanizması neticesinde yıkılması çok kolay olmaz. Ama verilen zararı bertaraf etmek çok zor olur.

Bu kadar tasviri yapmamın sebebi, Beşiktaş gibi bir kulübün geldiği noktayı daha iyi anlatma kaygısını taşımamdır.

Taraftarı olmamam bu kaygıyı taşımama engel olamaz. Çünkü aynı kaygım Fenerbahçe ve Galatasaray için de geçerlidir.

Sürecin baş sorumlusu Beşiktaş taraftarıdır. Kendi konforlarını koruma kaygısı, tıpkı şu an Türkiye vatandaşlarının içinde bulunduğu durum gibi! Aslında birçok şeyi kaybettiğinin farkında ol(ma)ması sayesinde kulüp bu kadar büyük çıkmaz yaşıyor.

Gezi Direnişi esnasında Çarşı Grubu'nun katıldığı demokratik eylemler ister istemez siyasi bir tepkiyle karşılandı. Bu gerekçeyle bir gecede Anıtlar Kurulu falan filanın izni dinlenmeden stadın yıkılması süreciyle devam etti.

Fikret Orman’ın bu süreç içerisinde stadın yıkılmasıyla beraber Ankara merkezli talepleri harfiyen uygulaması onun var olma sürecinin başlangıcı oldu.

Hatırlayacağınız gibi, Olimpiyat Stadı'ndaki tepkilerin devamıyla arkasından 1453 operasyonu ve mobilize edilen bir takım ile şampiyon olan bir takıma kadar gelen süreç?

Çarşı’nın bertaraf edilmesinden sonra açılan stat ve sponsorlar, paralar, transferler, komisyonlar, demirler, çimentolar, nakliyat, ihaleler derken oluşan büyük bir çukur… Her şeyi stadın ortasına gömerek kazanılan zafer ve zaman…

İşte burada elde edilen sözde zafer ve zaman sayesinde seyircinin konforu satın alındı. Vaad edilen kutsal topraklardaki koltuklar seyirciye yeter de artar bir pozisyonu yarattı. Ve onlar da konforlarını sattılar.

Tarihsel süreç içerisinde oluşan seyirci profili, kültür erozyona uğratılarak vaad edilenin onlara satılıp onların konforunun satın alınması sonun başlangıcı oldu.

Tıpkı bir Amerika rüyası gibi…

Burada artık takım taraftarlığı bertaraf edilerek başkan taraftarlığına geçildi. Burası bitme noktasıdır.

Bitme noktasındaki durumu başkan taraftarlarına biraz matematiksel veriler üzerinden anlatalım ki, derdimiz biraz daha analitik bir hal alsın.

Fikret Orman göreve geldiği zaman borç: 31.12.2015 tarihinde 1.214 milyon TL.

2015 ile 2017 tarihler arasında 2 şampiyonluktan 202 milyon TL, 2 Şampiyonlar Ligi maçları sonunda 351 milyon TL, Cenk Tosun transferinden 108 milyon TL gelir elde etti. Toplam 661 milyon TL.

31.12.2017 tarihinde borç 1.948 milyon TL. Hani daha o kadar fazla gelir kalemleri var ki onları yazmıyorum bile…

Şimdi buradaki rakamlar seyirciye neden bir şey ifade etmez? Çünkü bu nokta sattıkları kendi konforlarının diyetidir.

Peki, genel kurul üyelerinin birçoğuna bu durum niye bir şey ifade etmiyor? Oy verme iradesi ve sorumluluğuna sahip kitle neden bu durumda Beşiktaş’ın değil de başkanın yanında yer alır? Futbol kulüplerinde seçimler çıkarlar üzerine kurgulanır, ama bu çıkarlar kulüp için değildir, kulüp sayesinde elde edilen kişisel çıkarlardır.

Artık çıkmaza gelindi!

Fikret Orman'ın bir strateji belirlemesi lazım ki vardır zaten. Bu stratejisi içi siyasi ilişkiler içermeden çıkış yolu bulamayacaktır.

Bunun için öncelikle Şenol Güneş’ten kurtulması lazım. Güneş’i istifa ettirerek sadece bu konuda oluşacak seyirci baskısını kıracaktır. Guti ve Mansız atamalarını bunun başlangıcı olarak yapmıştı.

Sonra yönetimdeki işi yokuşa sürecek ya da sürecin içinde olmak isteyecek ama olmaması lazım olan yöneticileri bertaraf edip kendi önündeki tüm engelleri kaldırmaya çalışacaktır.

İşte bundan sonra siyasi işbirliği sayesinde Katar başta olmak üzere, plase Çin sermayesine Beşiktaş AŞ’yi pazarlayıp görevini tam anlamıyla ifa edecektir. Kendisi dernek içinde pasif, işbirliğindeki siyasi ayak Beşiktaş AŞ’de aktif hale gelecektir.

Ve mutlu son…

Satılan konfor ile satın alınan konforun bedeli böyle bir şey.

O yüzden İnönü Stadı'ndan dönüşen (!) Vodafone Arena 45 bin kişilik bir uyku tulumudur.

Ama her şeye rağmen BJK bir spor kulübüdür.

 MÜSLÜM GÜLHAN / BİRGÜN

24 Ağustos 2018 Cuma

'Lütuf düzeni' ve kriz - KORKUT BORATAV

Siyaset dünyasını yakından izleyen bir gazeteci, Kemal Can, Türkiye’deki son gelişmeleri “lütuf düzeni” olarak nitelendiriyor (Cumhuriyet, 20 Ağustos). Önemli gözlemlere dayanıyor. Bazılarını aktarıyorum:


“Uzun bir süredir AKP bir siyasi parti değil. Erdoğan’ın seçim işleri dairesi olarak kullandığı bir hizmet birimi. Partide görev alacaklar ve görevlerin nasıl yapılacağına bizzat Erdoğan karar veriyor.”
“Bütün Türkiye için uygulanan ‘lütuf düzeni’ en mükemmel şekilde AKP’de icra ediliyor. Herkes mücadele ederek, hak ederek değil, ‘Reis’ lütfettiği için göreve geliyor, görevde kalıyor.”
“Ekonomik paylaşım bir lütuf filtresi ile birlikte uygulanıyor. Lütuf düzeni, krizlere hem ihtiyaç duyuyor; hem de krizleri kullanmayı biliyor; zorluk anlarında çok daha etkili oluyor. Hakların bir lütuf haline getirilmesini eleştirmek yerine, krizler, lütuftan faydalanmayı, dışlanmamayı daha önemli hale getiriyor.”
“Bir insanın özgürlüğü, bir TV dizisinin devam etmesi, bir ihalenin alınması, bir şehrin kaderi lütfa bağlı olabiliyor. Bu düzeni devam ettiren şey, otoritenin gücünden çok, bu işleyişin kabul edilmesiyle ilgili.” 
“Düzen iki koldan işliyor. İlki, çözülmez gibi görünen bir meselenin sıradan olmayan bir yöntemle hemen halledilebilmesi. İkincisi, normal yollarla çözülebilecek bir meselenin lütfedilmedikçe asla hal yoluna gidilmemesi. ‘O derse olur; o demezse olmaz’ inancı anahtar. Milyarlarca liralık borçların bir kalemde silinivermesi veya delil olmadan insanların hapiste tutulması gibi…”
“Bu çemberin dışında kalan kalabalık bir seyirci grubu da bu düzene bilmeden destek veriyor. Çarpıklıklara bir düzen meselesi olarak karşı çıkmak yerine, ‘her şey onun yüzünden oldu’ fikri, ‘her şeyi ancak o düzeltebilir’ efsanesini de besliyor.”
                                                            *** 
Kemal Can’ın betimlediği çarpıklıkların evveliyatını, kapkaççı, vurguncu kapitalizm terimleri ile incelemeyi yeğlemiştim. Kayırma ekonomisi diye adlandıranlar da oldu. Sermaye çevreleri ile AKP iktidar kadroları arasındaki bölüşüm ilişkileri, paylaşım süreçleri, çok sayıda çalışmanın konusu oldu. Devlet yatırımlarının, harcamalarının dağılımında ve servet değerlerini (“rantlarını”) etkileyen işlemlerde, kayırma, dışlama, cezalandırma yöntemlerinin rolleri, bu çerçeve içinde incelendi; hatta hesaplandı. Lütuf düzeni yakıştırması da, faşizme geçiş ortamının yozlaşmasına ışık tutuyor. 

Parlamenter düzenin AKP iktidarı, sermaye çevrelerinin paylaşım kavgasına odaklanmış; katılmıştı. “Yeni rejim” ise, artık AKP’ye değil, doğrudan doğruya iktidarın zirvesine çok daha geniş bir müdahale alanı getirmiştir. Paylaşım kavgaları ötesinde, güncel, sıradan kaynak tahsisi kararları, hatta kişisel özgürlük, mülkiyet hakkı gibi alanlar dahi zirveye, lidere taşınmış; büyük ölçüde kişiselleşmiştir. Kemal Can’ın “lütuf düzeni”, kapkaççı kapitalizmin ötesine taşmış; günlük hayatımıza bulaşmış; hepimizin sorunu olmuştur.

Ekonomik krize de bu ortamda girdik. İletişim araçları ve medya üzerindeki yoğun denetim sayesinde, kriz tartışmalarının çerçevesi de Reis tarafından belirlendi. Bunalımla yakından-uzaktan ilgisi olmayan “ekonomik savaş”, “ABD komplosu” türü söylemler, gündeme hâkim oldu. 

Değerli arkadaşlarımız dahi bu gündeme mahkûm oluyorlar; örneğin “AKP’nin anti-emperyalist olmadığını” açıklama çabalarına savruluyorlar. 

                                                            *** 

Bence, sol çevreler kriz ortamında politika alternatifleri önermekten dahi uzak durmalı; sadece ve sadece AKP’nin ağır sorumluluğunu teşhir etmekle yetinmelidir. 

AKP’nin sorumluluk sicili açıktır: Kemal Derviş’in 2001 programına, serbest sermaye hareketlerine, merkez bankası bağımsızlığına, sıcak para girişine, IMF patentli neoliberal reçeteye teslimiyetten oluşur. On üç yıl boyunca istisnasız bir teslimiyetten söz ediyorum. Nicel bulguları, ekonomik kanıtları ortadadır. Bugünkü krizin kökenini itinayla araştıran herkes tek bir adrese ulaşmaktadır: AKP’nin finans kapitale tam teslimiyeti… 

İktidar çevrelerinin bunalıma karşı attığı ve atmadığı adımların serinkanlılıkla tartışılacağı durumda değiliz. Faşizme geçiş aşamasının lütuf düzeni içinde bu tür tartışmaların sakıncalarını bir-iki örnekle göstermek işitiyorum.
Döviz fiyatlarının tırmanması, borçları dolarla, gelirleri TL ile olan çok sayıda şirketi bunalıma sürükledi; banka kredileri takibe alındı.

15 Ağustos 2018’de Resmî Gazete’de Finansal Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması başlıklı bir yönetmelik yayımlandı. Bu yönetmelik, iki yıl boyunca şirketlerin banka borçlarının yapılandırılmasını, indirilmesini, hatta tümüyle silinmesini mümkün kılmaktadır. Sürecin nasıl yürütüleceği, Türkiye Bankalar Birliği’nin hazırlayacağı bir çerçeve anlaşma ile belirlenecektir. 

Krize sürüklenen şirketlerin kurtarılmasını hedefleyen bir operasyonla karşı karşıyayız. Ve bu operasyon, bildiğimiz, “normal” siyaset ve hukuk ortamında değil, Kemal Can’ın betimlediği lütuf düzeni içinde gündeme gelmektedir.
Temsilî, parlamenter düzenin olağan koşullarında krizle karşılaşsaydık bu tür önlemleri ciddiyetle tartışır; iktidarı eleştirir; değişiklikler önerir; böylece sol muhalefetin bir sonraki seçim platformunu beslerdik: Şirket kurtarma operasyonları, kriz sırasında ilkesel olarak yapılmalı mı? Önerilen yönetmelik, banka yöneticilerine ağır (hatta kişisel) sorumluluklar içeren Bankalar Kanunu ile uyumlu mudur? Maliyeti nasıl karşılanacak? Ne türden nesnel ölçütler uygulanmalı?

2001 krizinde benzeri bir “banka kredilerinin yapılandırılma düzenlemesi” gündeme geldi; uygulandı. O tarihte “normal” bir rejimde olduğumuz için tartışılması gerekliydi ve IMF programının öğeleriyle birlikte eleştirildi; tartışıldı. Krize karşı uygulanan ekonomik program da 2002 seçimlerinin ana gündemlerinden biri oldu. 

Bu tür tartışmalar, iktidarın değişmesini fiilen imkânsız kılmış olan faşizmin lütuf düzeni içinde abestir. Kemal Can, lütuf dağıtma iradesinin “Reis”e bağlı olduğunu anlatıyor. Önümüze çıkarılan yönetmeliği, çerçeve taslağını tartışmanın anlamı yoktur. Şirket kurtarma süreçleri de “kayırma, dışlama” ayrımları içinde yürütülecektir. “Sözde yetkili” tüm kurumlar, Reis’in iradesini hayata geçirmekle görevlendirilmiştir. Sayıştay ve parlamento devre dışıdır; tüm denetim, denetleme organları, yargı Reis’e bağlıdır. Peşinen hüküm verilmiştir: Uygun görülen şirketler (“yarenler”) kurtarılacaktır… 

Bizlere de, izleyebildiğimiz kadar sorumlulukları, yozlaşmaları teşhis, teşhir ve eleştirme yükümlülüğü düşmektedir.

                                                            ***

Bir başka örnek, kriz ortamında iktidarın alternatif dış finansman arayışlarıyla ilgilidir. Katar Emiri, Türkiye’ye 15 milyar dolarlık doğrudan yatırım yapma kararını açıkladı. Bu toplamın 3 milyar dolarının Katar Merkez Bankası ile TCMB arasındaki bir takas (“swap”) anlaşması ile ödeneceği daha sonra belirlendi.
Çin’in de ulaşım ve enerji sektörlerine 3,6 milyar dolarlık bir kredi sağlayacağını damat açıkladı. 

IMF kredisi mi? Faizleri artırıp hızla sıcak para çekmek mi? Rusya, Çin, ve Körfez parası mı? Lütuf düzeni geçerliyse bu sorular da abestir. 

IMF programı batık özel kredileri TC Hazinesi’ne yıkar; devleti borçlandırır. Emekçiler ve kamu maliyesi kemer sıkar; ekonomi ve cari açık küçülür. 
Körfez ülkelerinden doğrudan yatırım, fabrika kurmak, maden açmak değil, arsa-arazi almak demektir. Katar parasının nereye gideceği “lütuf ihsan eden” makama aittir. İzini herhalde süremeyiz. Tuhaf bir “rastlantı” da var: Son on iki ayda Türkiye’ye giren “kayıt dışı” (karanlık) para da tam tamına 15 milyar dolardır. Kaynağını iktisatçılar belirleyemedi; “lütuf” öğeleri içinde yer alsa gerektir. 

Çin yatırımlarına gelince, bu ülkenin, dış açığın veya borçların döndürülmesi için kredi açması beklenmez. Buna karşılık, Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Kemer ve Yol programındaki yatırım zincirleri içinde Türkiye de önemli bir yer kaplamaktadır. Yunanistan krizinde özelleştirilen Pire Limanı’nı Çin aldı. Türkiye’ye açılan ulaşım/enerji kredilerinin de, mülkiyetin el değiştirmesiyle  sonuçlanması beklenebilir. 

Krize karşı tüm dış finansman yolları Roma’ya, yani Türkiye’de servet mülkiyetinin daha fazla yabancılaşmasına gidecektir
Değil mi ki 2017 sonunda “yerli ve millî AKP”, yabancıların Türkiye’deki sabit ve finansal varlıklarının toplamını 700 milyar dolara, GSYH’nin yüzde 82’sine ulaştırmıştır. Krizde de (yöntem fark etmez); bu yola devam… 

Bizlerden de eleştiriye, teşhire devam… Kendi aramızda yakınmak dahi tamamen susturulmaktan evlâdır. Faşizme geçiş henüz tamamlanmadı.

Korkut Boratav / SOL

YÖK’ün vakıf üniversiteleri raporu - RIFAT OKÇABOL

YÖK, AKP’lileşmeden önce 2007’de de, bir "Vakıf Üniversiteleri Raporu" açıklamıştı.

 AKP’lileşen YÖK ise "Vakıf Yükseköğretim Kurumları 2018" raporunu hazırlamış. 2018 raporunu, 2015’ten bu yana YÖK üyesi ve aynı zamanda Vakıf Yükseköğretim Kurumları Koordinasyon Komisyonu Yürütücüsü olan tıp profesörü Zeliha Koçak Tufan ile Aralık 2016’dan bu yana Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyesi olan maliye profesörü M. Cahit Güran’ın da aralarında olduğu 11 kişi hazırlamış.

YÖK başkanı Saraç’ın, raporun "Sunuş" kısmında, “Hayır müesseselerinin başında gelen vakıf, insanlığa ve kâinâta karşı şahsî, vicdânî sorumluluk duygusuyla iyilik, şefkat, yardımlaşma, dayanışma gibi değerler için bu değerleri kendisine ilke edinmiş kişinin hür iradesinden kaynaklı bir kurumdur. Dinimizin yüce kitabı Kuran-ı Kerim’in pek çok ayeti ve Peygamber Efendimizin pek çok hadis-i şerifi iyilik yapmaya, kalıcı hayrât bırakmaya, insanın kendisinden sonra topluma hayrı ve yararı devam edecek iyilik müesseseleri kurmaya davet etmektedir” demesi ilginç olmuş! Sunusunda kendilerini, “Yeni YÖK” olarak tanıtması da ilginç tabii!

Saraç’ın sunusunu tıpçı profesörün 4 sayfalık giriş yazısı izliyor. Koordinasyon komisyonunun neden kurulduğunu açıklıyor. Girişte kullandığı "Yeni YÖK ve Yükseköğretimde Yeni Düzenlemeler” alt başlığında, ne olduğunu açıklamasa da, o da "Yeni YÖK" diyor! Burada genel yükseköğretimle ilgili değil de vakıf üniversiteleriyle ilgili olarak son zamanlarda yapılan düzenlemeleri özetliyor. Sonra da, “vakıf yükseköğretim kurumları ile ilgili yapılan iyileştirme süreçleriyle ilgili genel bilgiler vermek, ayrıca mevcut durumu ortaya koymak ve gelecek için yapılan planlamalara ışık tutmak amacıyla yararlı olacağını düşündüğümüz bazı istatistikleri paylaşmak üzere bu raporu hazırlama gereği doğmuştur” diyor!

Raporun "Özet bilgilerle vakıf yükseköğretim kurumları" başlıklı ilk bölümündeki ilk tabloda, vakıf üniversiteleri, öğretime başlama yılı ve kurulduğu yer bilgileriyle kuruluş tarihine göre sıralanıyor. Arkasında her bir vakıf üniversitesi için, farklı renklerde 12 daire ile üniversitenin kuruluş yılı ve basılı kitap sayısı gibi 12 özelliğine ve bu özelliklerle ilgili sayılara yer verilen 68 sayfa geliyor. Dairelerin içinde, 12 veriyi temsil eden resimler bulunuyor. Birkaç sayfa içinde tablo halinde özetlenebilecek bu bilgiler için süslü-püslü, rengârenk ve gösterişli 68 sayfanın neden kullanıldığını anlamak mümkün olmuyor. 

“İstatistiklerle vakıf yükseköğretim kurumları" başlıklı ikinci bölümünde 12 tablo ve bu tablolarla ilişkili 12 grafik bulunuyor. İkinci bölümdeki ilk tabloda, vakıf üniversiteleri, bu kez alfabetik sırada bulunduğu il bilgisiyle sıralanıyor!!! Diğer tablolarda, vakıf üniversiteleri, öğrenci başına düşen alana, kütüphane alanına, kitap sayısı ve cari gider gibi değişik verilere göre sıralanıyor. Bu arada, yalnız hukuk, tıp, diş hekimliği ve eczacılık fakülteleri olan vakıf üniversitelerinin, fakültelerin açılış tarihi ve 2016 ÖYS başarı sırası bilgileriyle ilgili tablolara da yer verilirken, diğer fakültelere değinilmemesinin nedenini anlamak da mümkün olmuyor. 

Üçüncü bölüm, 4 renk içeren ve 4 farklı uluslararası sıralama ölçeğine girmiş vakıf üniversitelerinin sırası verilen tabloyla başlıyor. Sonraki tablolarda, URAP (1)Genel Puan sıralaması, akredite programı olma ve değişik sınavların sonuçlarına göre üniversiteleri sıralayan tablolar bulunuyor. Ancak bu tablolarda neden 2-49 arasında değişen sayılarda üniversitelere yer verildiği anlaşılmıyor ve açıklanmıyor. 

Dördüncü bölüm, "Yükseköğretim kurumları geliştirme iyileştirme faaliyetleri" başlığını taşıyor. Burada da hiçbir açıklama yapılmadan, "kuruluş süreçlerinde iyileştirmeler; öğrenci alımı ve değerlendirme süreçlerinde iyileştirmeler; eğitim öğretim sürecinde iyileştirmeler, denetleme süreçleri ve diğer süreçlerin iyileştirilmeleri, vakıf yükseköğretim kurum yetkilileri ile temaslar" gibi alt başlıkları içeren tablolar yer alıyor. 

Bu tablolarda, solda ve sağda farklı iki renkte ve içlerinde, "VAKIF YÜKSEKÖĞRETİM BÖLGELERİ: Bölgeye göre farklı standartlar" ve "KALİTE ve ŞEFFAFLIK" gibi okuyucunun kolay kolay anlamasının mümkün olmadığı şifre gibi ifadelerin olduğu kutular bulunuyor. 

"Görseller" adı verilen beşinci bölüm ise, raporun en değerli (!) yanını oluşturuyor: 5 sayfalık bu bölüm, yapılan çalıştay ve yerinden incelemelerle ilgili (herhangi bir açıklama olmayan) resimleri içeriyor.

ÖSYM’den ve YÖK’ün istatistik bürosundan istendiğinde ulaşılabilecek bu bilgiler için onca insan neden çalışmış, bu kadar masraf neden yapılmış, anlamak mümkün olmuyor. Raporun, istatistiki bilgiler yanında, irdelemeleri, incelemeleri, sonuçları ve yapılması gerekenleri açıklayan bir belge olması bekleniyor. Oysa bu YÖK raporunda, bu tür bilgilere hiç yer verilmiyor; tablolar ve grafikler, hiçbir açıklama yapılmadan, “arif olan anlar” dercesine peş peşe veriliyor. Vakıflar değişik ölçütlere göre sıralanırken, nedense, bütçeden aldıkları desteğe, devletten aldıkları arazi tahsisine, öğrenciden alınan ya da öğretim elemanına ödenen ücretler üzerinden sıralamalara yer verilmiyor. 

Saraç’ın ve tıpçı profesörün neden “Yeni YÖK” dediklerini anlamak için, bu raporu görmek yetiyor!

RIFAT OKÇABOL / SOL


(1) Bu raporun "kısaltmalar dizini" denen kısmında URAP için, "University Ranking by Academic Performance" deniyor ve raporun hiçbir yerinde bir başka açıklama yapılmıyor.

CHP'li vekilden Saray'a: Kimleri korumaya alıyorsunuz? - ÇİĞDEM TOKER

Kazancını ve birikimlerini yasal yollarla edinen bir kişi, varlığını neden ülke dışında tutmayı tercih eder?
Parasını yaşadığı ülkeden başka bir yerde tutan biri, bu parayı neden başkalarının muhafazasına bırakır?
Az çok tahmin edebiliyoruz bu sorunun cevaplarını değil mi? 

Olsun. 

Gazetecilik biraz da cevabını herkesin tahmin ettiği soruları tekrar ve tekrar sormaktır. Bu da hobi olsun, vakit geçsin diye değil, halkın vergileri olmasa maaşını alamayacak yetkililer, o yetkililerin yönettiği bir kurum cevap verir de gerçekler ortaya çıkar belki diye yapılır. 

CHP Eskişehir Milletvekili gazeteci Utku Çakırözer de öyle yaptı. Geçen hafta ABD ile yaşanan krizin tavan yaptığı günlerde yayımlanan ve suç gelirlerinin aklanabilmesine kapı açacak nitelikteki son vergi tebliği değişikliğini TBMM gündemine taşıdı.

Evet, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, TBMM’nin gücünün enikonu zayıfladığı bir vakıa. Yine de yazılı soru önergesi bir yol olarak varken toplum adına denemek, yolun zorlanması gerek. 24 Haziran seçimlerinden önce, Meclis iradesini kim bilir kaçıncı kez hiçe sayan bir “torba” ile getirilen Varlık Barışı görüşmeleri sırasında konuya eğilmiş olan Çakırözer, soru önergesinde bir dizi önemli soru yöneltti. AKP iktidarlarınca getirilen “Varlık Barışı” uygulamalarından özellikle son ikisinin Türkiye’yi dünyada “kara para aklayan vergi cenneti” statüsüne sokabileceği kaygısını taşıdıklarını söylen Çakırözer, şöyle sormuş:
“Türkiye’yi kara para aklayan ülke konumuna sokabilecek böyle bir düzenleme, uluslararası yükümlülüklerimizle ve özellikle de OECD’nin FATF yükümlülükleriyle çelişki oluşturmaz mı? Bu durumda Türkiye’nin FATF’nin kara para ile mücadelede sorunlu ülkeler listesine girmesi gibi bir durum ile karşılaşacağımız riskini öngörmekte midir?”

Çakırözer, Türkiye’nin Uluslararası Yolsuzluk Algı Endeksi’ndeki sırasının 81’inciliğe düştüğünü de anımsattı. Türkiye’nin dış borçları hızla artarken “para gelsin de nasıl gelirse gelsin vergi de almayacağız” anlayışıyla hareket edildiğini vurguladı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın yanıtlaması istemiyle verdiği önergede, “Birikimlerini yasal yollardan kazanan bir kişi ya da tüzelkişi neden bu birikimlerini yurtdışında başkasının üzerinde tutma ihtiyacı hisseder? Eğer bu birikim yasal yollardan kazanılmış ise neden başkasının üzerinde görünen parayı kendi adına getirmez” diye sordu.

Hani vergi adaleti
Hatırlatalım: Hazine ve Maliye Bakanlığı 18 Ağustos’ta bir tebliğ değişikliği yaptı. Elektrik, su, doğalgaz, ulaşım, gıda gibi temel ihtiyaç maddelerinin vergiler yoluyla zamlandığı bugünlerde dedi ki devlet: “Yurtdışındaki para, döviz, altın ya da hisse senetlerinin Türkiye’deki banka ya da aracı kurumlarda açılacak olan hesaplara transferinde vergi incelemesi ya da vergi tarhiyatı yapılmaz.” 

Konunun bir ayağını OECD yönünden Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleri oluştururken diğer ayak vergi adaletini işaret ediyor. Milyonların alın teriyle kazandığı maaş ve ücretlerin önemli kısmının dolaylı vergilerle ellerinden alındığına dikkat çeken Çakırözer, şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Nereden ve nasıl kazanıldığı bilinmeyen büyük olasılıkla da yasadışı suç gelirlerinden elde edilen varlıkların Türkiye’ye transferinde hiçbir inceleme, denetim yapılmaması ve tek kuruş vergi alınmaması hiçbir ahlak, hak, hukuk ilkesiyle bağdaşmaz. Vergide en önemli ilke az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınmasıdır. AKP’nin getirdiği bu düzenlemeler bu ilkenin Türkiye’de tam tersi biçimde ilerlemesine yani az kazanandan çok, çok kazanandan ya da vergi kaçırandan hiç vergi alınmaması şeklinde işlemektedir.”

Kimler korunuyor?
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay’ın, soruların tamamına yanıt vermesi halinde o gün ülkede çok şeyin değiştiğini kabul edebiliriz. İşte Çakırözer’in sorularının bir bölümü:
- Varlık Barışı uygulamaları kapsamında 2008, 2013, 2016 ve 2018’deki kanuni düzenlemeler sonrasında Türkiye’ye yurtdışından gelen kaynak nedir? Bu kaynakların ne kadarı para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarından oluşmaktadır?
- Tebliğde, yurtdışında başkasının üzerinde gözüken para ve benzeri birikimlerin Türkiye’ye transferinin beyanı durumunda, ispat zorunluluğu aranmıyor. Bu değişiklikle kim ya da kimler koruma altına alınmak istenmektedir?
- Başkalarının üzerinde olup Türkiye’deki gerçek kişi ya da tüzelkişilerin hesaplarına getirilmeye çalışılan bu varlıkların toplam tutarı ne kadar tahmin edilmektedir?
- Bu tebliğin apar topar çıkarılmasında ABD ile yaşanmakta olan krizin etkisi var mıdır? Söz konusu Amerikan yaptırımlarından etkilenme olasılığı bulunan yurtdışında başkalarının üzerinde para ve benzer varlığı bulunan hükümet/bürokrasi yetkilileri bulunmakta mıdır?
- Bu düzenleme Türkiye’de şirket ve kişilerin vergilendirmeden daha çok kaçmasına yol açmayacak mıdır? Bu durum ülkemizi vergi kayıpları ve vergi adaletsizliği açısından daha çok zarara uğratmayacak mıdır?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET