29 Ağustos 2018 Çarşamba

Uzmanından istismar - MİNE SÖĞÜT

İktidar şu anda geldiği noktaya baştan sona istismar yöntemiyle geldi.Önce kadın meselesini istismar etti. 

Başörtüsü meselesi üzerinden hem dini duyguları, hem de beşeri duyguları istismar etti.
Özgürlük fikrini istismar etti. 

Medeniyet duyarlılıklarını istismar etti. 

Cumhuriyet rejimini ve laikliği istismar etti. 

Eşitlik ilkelerini ve koşulsuz demokrasiyi istismar etti. 

Faşizme, darbelere, askeri diktaya karşı duyulan nefreti istismar etti. 

İçinde herkes için tarifsiz acılar, büyük yıkımlar barındıran Kürt sorununu istismar etti. 


Demokrasinin tek güvencesi olan hukuk sistemini istismar etti. 

Yeni nesillerin kaderini, eğitim sistemini istismar etti.
 
Kişisel çıkarları için, ülkeyi ayakta tutan ekonomiyi istismar etti. 

Uluslararası ilişkilerin zaten zar zor ayakta duran dengesini istismar etti. 

Sınırlarındaki savaşların yol açtığı politik hassasiyetleri istismar etti. 

Demokrasi gereği ona verilen tüm yetkileri birini bile atlamadan tek tek, itinayla istismar etti. 

Kendisine kol kanat geren yarım akıllı aydınların entelektüel zaaflarını bile hiç acımadan istismar etti. 

O yüzden nefesinizi hiç yormayın. 

Densiz açıklamalar yapan devlet adamlarına o insanların nerede, nasıl kaybolduklarını, kimler tarafından kaybedildiklerini, o annelerin neler yaşadıklarını ve bugün ne istediklerini anlatmakla uğraşmayın. 

Paçoz ne dememiş, Eminönü Meydanı neresiymiş... 

Kim kimi nerede gözaltına alıp sonra da yok etmiş.. 

Devlet iradesiyle bu ülkenin tarihinde hangi cinayetler işlenmiş... 

Hangi suçlar ört pas edilmiş... 

Deliller, tanıklar, uluslararası mahkeme kararları, ülkenin utanç karnesi nasılmış... 

İstismar neymiş, ne değilmiş... 

Hepsini bir kenara bırakın, kimseye laf yetiştirmeyin. 

Daha dün Cumartesi Anneleri’yle aynı masaya oturan Erdoğan’ın fotoğraflarını çarşaf çarşaf açmanın... 

Kürt açılımı tiyatrosunda oynanan rollerin hesabını sormanın... 

Samimiyetsizlik üzerinden bir mantık kurmaya çalışmanın anlamı yok. 

Bu iktidar, tahtını en baştan beri tutarsızlıklar, yalanlar, sağ gösterip sol vurmalar üzerine kurdu. 

Yolunu dün ak dediğine bugün kara diyerek çizdi. 

Yıllarca önünde secde ettiği, “Hoca efendi” diye diye toz kondurmadığı “kendinden kutsal” bir zatı birden bire terörist ilan etti ve o tarikatın yıllardır bilinen ama müdahale edilmeyen aleni suçlarında hiç ortaklığı yokmuş gibi, olan bitene herkesten daha asabi yükseldi. 

Bu arada kendisiyle ilgili şaibeli ithamların hepsini hasıraltı etti. 

Ve nihayetinde ülke bugün bu korkunç ve tehlikeli noktaya geldi. 

Bundan sonra, bir tramvay hızında ilerleyen demokratik çöküşü adım adım gerçekleştirip, zamanı geldiğinde o tramvaydan inen ve artık yola katırlarla devam eden faşist bir zihniyette baş başayız. 

Ve korkunç kaderimizle yapayalnız. 

Artık, tüm resmi dairelere fotoğrafı asılacak olan ve yoksulluğun pençesindeki ülkesinde 1071 metrekarelik üçüncü sarayını yaptırmanın hayallerini kuran başkan yetkili bir cumhurbaşkanın iki dudağının arasından çıkacak lafa sabitlemiş bir ülkenin kaderinde anca, zar zor kazanılmış bir avuç demokratik hakkın nasıl kolayca kaybedildiğini idrak etmek... 

Ve hesap vermek yerine, kendinde hesap sormak hakkını bulan bir zihniyetin gözü dönmüş şiddetine karşı inatla kenetlenmek vardır. 

Bunun için muhtaç olduğunuz kudret de, geçen Cumartesi Galatasaray’da çekilen 
o asil fotoğrafta fazlasıyla mevcuttur.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Boykot ve adanmışlık - ÇİĞDEM TOKER

Türk Hava Yolları (THY) sermayesinin yüzde 49.12’si Türkiye Varlık Fonu’nda olan, halka açık bir şirket. Hisseleri Borsa İstanbul’da işlem görüyor. Halka açık her şirket gibi THY de piyasada etki doğuracak, hisse hareketlerini etkileyebilecek şirket gelişmelerini Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) bildirmek durumunda. 

Türkiye’nin bayrak taşıyıcı havayolu şirketi THY, 9 Mart 2018’de KAP’a yaptığıÖzel Durum açıklamasında, geniş gövdeli uçak ihtiyacının karşılanması amacıyla yeni uçaklar satın alacağını duyurdu. 

Duyuruya göre yönetim kurulu 2019’da başlayıp 2024’te sona erecek kademeli bir plan uyarınca 50’si kesin, 10’u opsiyon toplam 60 adet geniş gövde uçak satın alınmasına karar vermişti. 

60 uçağın 30’u (25’i kesin, 5’i opsiyon) bir ABD şirketi olan Boeing, 30’u da Avrupa çok ortaklı Airbus’tan satın alınacaktı. 


Zaten Boeing ile ön mutabakat zaptı 2017 Eylülü’nde New York’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla imzalanmıştı.

‘ABD şirketlerinin adanmışlığı’ 
Dahası, ABD Dışişleri, THY’yi bu alım kararı dolayısıyla tebrik etmiş, yazılı açıklamasında Boeing şirketi ile 25+5 adet “787 Dreamliner” satın alma anlaşması yaparken, bu uçaklar için de General Electric Havacılık ile motor temini anlaşması yapmasını takdirle karşılamıştı. Toplam değeri 10 milyar dolar olarak anılan bu anlaşmanın iki ülke (Türkiye ile ABD oluyor) arasındaki ticari ilişkileri geliştirmek adına dönüm noktası olduğundan söz edilmişti. 

26 Nisan tarihli o açıklamada “Boeing ve GE dahil olmak üzere, Amerikan şirketleri Türkiye pazarına kendilerini adamış durumdalar” dahi denilmişti.
 
TRT’nin Western filmleri kuşağını, ABD’yi boykot amacıyla kaldırdığı haberini okuyunca, THY’nin beş yıl boyunca ABD ekonomisi ve istihdamına büyük katkı sağlayacak bu anlaşmaları geldi aklımıza. 

TRT’den konuya dair açıklama yapılmadıysa da kararda Brunson krizi, dolayısıyla ABD Başkanı Trump’ın yaptırım kararının etkili olduğu iddia ediliyor. Her şeye rağmen insan kamu yayıncısı bir kurumun tasarrufunda böylesi gülünç bir gerekçenin, iPhone parçalama zekâsına asla erişemeyecek olsa da doğru haber olmadığını ummak istiyor. 
ABD nezdinde hüküm ifade etmesi şöyle dursun, alay konusu olmaya aday böylesi bir işlem ile büyüklerin gözüne mi girmeye çalışıyor TRT; yoksa aynı büyüklerin bir Western sahnesini ezkaza ekranda görüp sinirlenme riskini mi dikkate aldı, düşünüp duralım artık. 

Herhalde meseleyi dışarıdan izleyen bizler kadar, bu köklü kurumlar da sahici bir boykot ile yalancıktan olan arasındaki farkı idrak ediyordur. 

Gerçekten ciddi olunan bir boykot kararında THY’nin toplamda 10 milyar dolara ulaştığı söylenen böylesi bir anlaşmanın iptali ciddi ve sarsıcı bir adım olmaz mıydı? 

Ama o kadar fırtına koptu, iPhone’lar balyozla, milletvekili düzeyinde ise ayakkabı topukları marifetiyle parçalandı, halka açık THY’nin Dreamliner’lar hakkında KAP’a herhangi bir bildirimde bulunduğunu okuyup işitmedik. 

Kuşku yok ki, Boeing ile anlaşma iptal etmek, dış hat uçuşlarında Cumhuriyet gazetesi okumak isteyen yolculara, “Üzgünüz” demeye benzemiyordur. 

Yoksa yönetim kurulunda ENSAR’ın,TÜRGEV’in başkanları yer alan THY’nin TRT kadar milli hassasiyet sahibi olmadığını kim söyleyebilir? 

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Siyasileştirmeyin’ diyenlere… - SELİN SAYEK BÖKE

Bayramlar geçti... Ülkeye huzur, mutluluk ve barış geleceğinin beklentisinin en saf ve temiz haliyle dile getirildiği bayramlar... Bu duygu ülke gerçeklerinin de bir süre üzerini örtüveriyor. Oysa hepimiz çok iyi biliyoruz ki huzur, mutluluk, barış, refah, adalet, eşitlik, özgürlük bayramın sihirli değnek dokunuşuyla gelmiyor. Meselelerin siyasete taşınmasıyla, insanların o siyasetin öznesi olmayı seçecekleri bir değişim inancının oluşturulmasıyla sağlanacak tüm bunlar.

İktidarın unutturmaya çalıştığı da bu değil mi zaten? İktidar, siyasetin ancak kendi tanımladığı çerçevede yapılmasını kabul edilebilir kılıyor. Aksi halde, bu sınırı aşanların cezasının ne olacağını yine iktidar belirliyor. Yani “yeni rejim” keyfi biçimde meşruiyetin sınırlarını pervasızca çizmeye kalkıyor.

Bu pervasızlık uzun yıllardır süren bir karanlığın 700. Cumartesi günü, polisin copuyla, biber gazının kestiği nefesle ayyuka çıktı. Ve iktidarın bu dokunuşuyla yeniden tanımlanıverdi siyaset: Cumartesi annelerinin talebi bir vicdani meseleydi, siyaset üstüydü. Siyasete bulaştırılmamalıydı.

Hayır! Cumartesi annelerinin talebi siyasidir. Zira kayıplarına, acılarına, isyanlarına yol açmış olan her şey de siyasidir. Cumartesi annelerinin talebi kadar onlara yapılan da siyasidir. Siyaset üstü değildir. Siyasetin göbeğindedir.
Bunu haykırarak başlayacak ülkedeki özgürlük, eşitlik, barış, refah ve huzur inşası da. Talep de, talebe yol açan olaylar da siyasidir. Çözüm de ancak bireylerin bu siyasetin öznesi olmayı seçmesiyle ortaya çıkacak. Onları özne olmaya ikna edecek olan, isyan duygusu kadar, meselenin siyasi olduğu görüşünde ortaklaştıracak bir tanımlamadır da aynı zamanda. Bizlere düşen görev de işte tam burada başlamaktadır!

Vicdanımızı yaralayan birçok acının, ortaklaştığımız ve şahit olduğumuz vahşetlerin ağırlığının omuzlarımıza her geçen gün daha ağır bir yükle yüklendiği bir karanlıktan geçiyoruz. Bu yükü hafifletmek için, siyasetsizliğin yol açtığı apolitikleşmiş toplumsal sarmala düşmemek için tekrar tekrar hatırlatmalıyız. Mesele siyasidir!

Sadece 7 hafta önce, 25 canımızı Çorlu’da tren kazasında kaybettik. Çorlu’daki tren kazası siyasidir. Vicdanlarımızı yaraladığı kesin. Ama mesele siyaset dışı değildir. Siyasetin göbeğindedir. İktidarın ahbap-çavuş ilişkilerine dayanan rantçı düzenin bir sonucudur. Sorumlusu siyasettir. Bir daha olmamasını sağlamak da ancak meselenin siyasileştirilmesi ile mümkündür.
Bir krizin eşiğindeyken ülke ve bu krizi aşmak adına iktidar vatandaşın yastık altına el uzatmışken bu kıt kaynaklarla üçüncü bir Saray yapmayı müjdelemek tercihi siyasidir. Birincisini Atatürk’ün orman çiftliğini talan ederek inşa etmeyi seçmişti bu siyaset. İkincisi için Marmaris’in yeşiline el uzatılmıştı... Şimdi de üçüncüsünün müjdesi geldi. Üstelik bu müjdenin Fethi Paşa korusundaki ağaçların Cengiz İnşaat tarafından kesileceği günlere denk gelmesi de bir tesadüf değil! Tam da bu siyasetin bir sonucu. Ağaçların kesilmesi, Saray’ların dikilmesi, rantçılarla talanda ortaklaşılması... Mesele siyasidir!

“Yerli ve milli duruşla, bugün sektör için fedakarlık günüdür” denilerek başlatılan konut kampanyası siyasidir. Kurdukları rant düzeninin çarklarını döndüren inşaat sektörünü ayakta tutmaktır ekonomik vizyonları. Halktan yana çözümleri değil, göz göre göre bozdukları ekonomik dengelerin yarattığı durgunluğu tersine çevirecek adımları atmayı değil, yerli-milli ambalajıyla günü kurtarmayı seçmeleri siyasi bir tercihtir.

16 yıldır tercih ettikleri politikalar nedeniyle Türkiye’de çiftçi de, tarım da iflas etti. Ülkenin mercimekten pirince, samandan hayvana kadar, ithalata boğulması siyasidir. Bu nedenle halihazırda ithal edilmiş 4 bin büyük baş hayvanda şarbon virüsü çıkması ve bunların ne kadarının kesildiğinin hala belli olmaması da tam olarak siyasidir.

Bu ülkeye yaşatılan bu ve benzer her bir olay ya da gelişme, iktidarın bilerek isteyerek belirlediği siyasi tercihinin bir sonucudur. Bütün bunların, her biri kendinden menkul münferit talihsizlikler ya da belirsiz karanlık güçlerin saldırısı olarak paketleniyor. Böylece iktidarın iktidarını sürdürebilmesinin de zeminini oluşturacak şekilde siyasi olan siyasetin dışına çekiliyor. Oysa mesele tekil sonuçlar değil, temel siyasetin ta kendisi…

Öyleyse yeni bir siyasete ihtiyacımız var. Yaşananların tümünü siyasileştirecek tam da burada tuzağa düşmeyecek bir siyasete. Kafası karışık olmayan, tarafı belli olan, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak ve hiçbir suçlamadan korkmayacak şekilde halktan yana olan bir siyasete.

Açık bir siyasi tercihin sonucu olan bu rantçı düzenin değişmesi, halkçı ekonominin kurulması, hukukun, adaletin temel olduğu bir demokrasinin inşası... Hepsinin yolu işte buradan, bu yeni siyasetten geçiyor.

Bu siyaseti, hemen, şimdi ve hep birlikte kurmalıyız. Çünkü biraz daha gecikirsek oğlunun fotoğrafıyla yıllardır direnen Emine Ocak annenin de, taşın da toprağın da, birbirimizin de yüzüne bakamayacağız.

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Hepimiz aynı saraydayız! - FATİH YAŞLI

İki gemi var, ya Erdoğan’la birlikte Türkiye gemisine bineceksiniz ya da (Erdoğan’a karşı) ABD gemisine” diyen majestelerinin ulusalcıları, döviz kurlarındaki yükselişin kâğıt fiyatlarını vurması nedeniyle gazetelerini üç gün yayımlayamadı. Oysa daha geçen hafta çıkan bir haberde, Ziraat Bankası’ndan kullandırılan kredilerle Doğan medyasının adeta bedelsiz bir şekilde üzerine zimmetlendiği Demirören grubuna SPK tarafından 264 milyon liralık kur muafiyeti getirildiği yazıyordu.

E bu durumda insanın, “Hani aynı gemideydiniz, siz kur artışı yüzünden gazetenizi çıkaramazken, neden kamunun parası olan 264 milyon, hem de hiçbir yasal dayanağı olmaksızın Demirören’in cebinde bırakılıyor, neden kriz onu vurmuyor” diye sorası gelmiyor değil tabi.

Neyse, devam edelim. Bilmeyenler, “Kur artışıyla kâğıt fiyatları arasında nasıl bir bağlantı var” diye merak edenler olabilir. Şöyle bir bağlantı var: SEKA’yı, yani kâğıt fabrikalarımızı özelleştirdiğimiz ve bu nedenle de yerli kâğıt üretemediğimiz için, döviz kuru arttıkça kâğıt ithalatı daha da pahalılaşıyor, daha da zorlaşıyor. Bu ise elbette ki maliyet artışı anlamına geliyor.


Peki SEKA’nın başına neler geldi, nasıl bir süreç yaşandı? Bunu da Sözcü gazetesinin pazartesi günkü özel haberinden takip edelim. SEKA, Cumhuriyet’in 1930’lardaki devletçilik politikalarına uygun bir şekilde, 1936’da Kocaeli’nde faaliyete geçti ve 2005 yılına kadar üretim yaptı. 2005 yılında ise özelleştirme kapsamında kapatıldı ve yerine bir kâğıt müzesi açıldı. 1981’de Balıkesir’de açılan fabrika ise 2003’te dünüre, yani Albayraklar’a satıldı. Fabrikanın maliyeti 198 milyon dolar, satış fiyatı ise sadece ve sadece 1 milyon 100 bin dolardı. Danıştay kamunun zarara uğratıldığı gerekçesiyle satışı iptal etti ama 2012 yılında yapılan bir yasal düzenlemeyle “Özelleştirme ihaleleri konusunda yargının verdiği kararlarda son sözü Bakanlar Kurulu söyler” denildi ve fabrika Albayrak grubunun oldu. Fabrikanın 2018’de faaliyete geçeceği söyleniyordu ama böyle bir şey olmadı, fabrika hâlâ faaliyete geçmedi. Türkiye’de kâğıt üretilmiyor ve gazete, kitap, dergi, hepsinin kâğıdı yurtdışından geliyor.

O halde soralım, Cumhuriyet’in olabildiğince bağımsız bir ekonomi inşa etmek için kurduğu fabrikaları kapatanlarla, satanlarla, yerli üretimi bitirenlerle aynı gemide miyiz, ülkesine bunu yapanlarla ABD emperyalizmine karşı mücadele edebilir miyiz?

                                                           •••

Bu gemi metaforu o kadar çok kullanıldı ki, artık sıkılmış olabiliriz çoğumuz, o halde soruyu biraz değiştirip şöyle soralım: “Hepimiz aynı sarayda mıyız?”
“Bu da nereden çıktı” demeyin, daha pazar günü, yeni rejimin Cumhuriyet’in milli gün ve bayramlarının yerine ikame etmek için icat ettiği günlerden biri olan Malazgirt kutlamalarında, Bahçeli’nin tavsiyesi üzerine alınan kararı ve “Reis”in verdiği müjdeyi, bir saray da Kâhta’ya yapılacağı müjdesini duymamış olamazsınız. Diyelim ki duydunuz, şu cümleler karşısında titreyip özünüze dönmemiş olamazsınız:
“Bugün vali ve belediye başkanımızla görüştük. Onlar 1071 metrekare yer düşünmüşler. Dedik olmaz. 1071 metrekare oturum alanı olur en az 5 dönüm çevre düzenlemesiyle. Belediye başkanımız da coştu en az 10 dönüm dedi. Bu bir işaret fişeğidir, inşallah sonu da hayır olur.”

Bu işaret fişeğinin patladığı, bu müjdenin verildiği gün, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan da bir “müjde” gelmiş, gazetelerde yer alan haberlere göre tasarruf tedbirleri kapsamında bakanlık bütçesinde iki milyar liralık kesintiye gidilmişti. Kesintinin yapıldığı kalemlere bakıldığında ise kesintilerin okulların onarımı, kamulaştırma giderleri, parasız yatılılara verilen pansiyon yardımı ve öğrenci ailelerine verilen burslarda yoğunlaştığı görülebiliyordu. Yani zaten çoktan büyük ölçüde özelleştirilmiş olan eğitim alanında, tasarruf tedbirlerinin ilk vurduğu her zaman olduğu gibi yoksul çocukları, emekçi çocukları oluyor, itibardan, saraydan değil de yoksulun çocuğunun cebine giren üç kuruştan, gittiği okuldan tasarruf edilmesine karar veriliyordu.

                                                           •••

Türkiye daha önce hiç görülmemiş bir krize doğru doludizgin sürüklenirken, muhalif saflarda adeta bir felç, bir kilitlenme durumu yaşanıyor, uzun zamandır yapılan ilk eylem olan Cumartesi Anneleri’nin 700. buluşmasına verilen yanıt ve Malazgirt gazlamaları ise bundan sonrası için bir ipucu niteliği taşıyor. Kriz derinleştikçe hem dinciliğin, milliyetçiliğin ve hamasetin hem de zor politikasının dozajının artacağını görebiliyoruz.

Öte yandan, dinciliğin, milliyetçiliğin, hamasetin karın doyurmadığının, işsizliğe, enflasyona, geçim derdine bir faydasının olmadığının daha net anlaşılabileceği, “Hepimiz aynı saraydayız” söyleminin giderek daha az işe yarayacağı zamanlara da adım adım yaklaşıyoruz. Siyaset, hem o anlamayı hızlandırmak hem de o anlamanın ortaya çıkaracağı duruma müdahale etmek anlamına geliyor ve mevcut felç halinden çıkış da orada gizli. Oraya odaklanmak, oraya hazırlanmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN


BM’nin ‘makul’ raporu - MUSTAFA K. ERDEMOL


Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde kurulan uluslararası Yemen Heyeti nihayet “incelemesinin” sonuçlarını bir rapor halinde dünyaya açıkladı. Rapora göre BM, Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerince işgal edilmiş bulunan Yemen’de hem hükümetin hem de söz konusu güçlerin “savaş suçu” işledikleri konusunda “makul gerekçelere” ulaşmış.

Kendi adıma böyle bir incelemeden Yemen’de olup bitenlerin bir insan hakları ihlali vakası olduğu sonucunun “kesin gerekçeleri”nin çıkmasını beklerdim. Ama buna da şükür, BM, ABD’nin de açık desteğiyle gerçekleştirilen bir işgale ancak bu kadar “dokunabiliyor” demek ki.
BM Raporu’nun “makul gerekçeleri”ni geçip, orada hem insan hakkı ihlallerinin hem de savaş suçunun varlığını kanıtlayan “kesin gerekçeleri” sıralayayım. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün yakın zamanlarda yayımladığı raporundan da yararlanarak tabii.

2015’e Suudi Arabistan öncülüğünde, BAEile bazı Körfez ülkelerinin katılımıyla Yemen’e yönelik işgal harekatında, işgal güçlerinin belgelenebilen 85 yasadışı hava saldırısı var. Sadece bu saldırılarda binden fazla sivil katledildi.  Yasadışı hava taarruzlarının hedefleri ise evler, hastaneler, pazarlar, okullar ve camilerdi. Mart ayında Somalili göçmenleri taşıyan bir bot da Yemen sahillerinde koalisyon güçlerine bağlı savaş uçaklarınca bombalandı. Çok sayıda göçmen hayatını kaybetti bu saldırıda.

Suudi Arabistan zaman geçtikçe artan sivil kayıplarına yönelik uluslararası tepkiler üzerine geçen yıl “sivil zaiyatı” azaltacağına söz vermişti. Bu hem sivillere yönelik saldırıların kabulü anlamına geliyordu, hem de “azaltmak” gibi bir sözcükle sivil kaybının sürebileceğinin işareti veriliyordu. Suudi Arabistan’ın bu “sözü” verişinden kısa bir süre sonra, yine İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün belirlemesine göre, 33’ü çocuk 55 sivilin hayatına mal olan bir hava saldırısı daha gerçekleştirildi. Saldırıda ölenlerin 14’ü aynı ailedendi.

BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Yemen Bürosu, sivil kayıpların çokluğunun nedeninin yasadışı hava saldırıları olduğunu açıklamıştı bir süre önce. Asıl korkunç olan da Yemen’de koalisyon güçlerince misket bombası kullanımıydı. İnsan Hakları İzleme Örgütü, ABD ile Brezilya’da üretilenler de dahil altı tip misket bombasının yerleşim alanlarına atıldığını belgeledi.

Bunun üzerine ABD, 2016 yılında Suudi Arabistan’a misket bombası satışını (yasaklamadı) askıya aldı. 19 Aralık 2016’da koalisyon güçleri İngiltere yapımı bir misket mühimmatını kullanmayı bırakacağını açıkladı. Ama bu açıklamadan kısa bir süre sonra Yemen’in kuzeyindeki iki okula yakın bir mevziye atılan misket bombası sonucu iki sivilin öldüğü, biri çocuk altı kişinin yaralandığı haberi geldi. Koalisyon güçleri Brezilya yapımı misket bombaları kullanmıştı yine.
Bu arada belirteyim, Yemen, Suudi Arabistan ve müttefikleri 2008 tarihli Misket Bombası Savaşları Sözleşmesine taraf değiller.

Suudi destekli Yemen hükümet ile BAE destekli güçler, çocuklar dahil, binlerce Yemenliyi keyfi olarak gözaltına aldı. İddialara göre gözaltına alınanlar cinsel istismara da uğradılar. Gözaltındakilerin büyük bir bölümünün de “kaybedildiği” belirtiliyor. Devlet kontrolü altında olan güney Yemen bölgelerinde İnsan Hakları İzleme Örgütü, dördü çocuk 50’den fazla kişinin keyfi olarak gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolduğunu belgeledi.
Suudi öncülüğündeki Yemen işgal güçleri ülkeyi sadece silahlarla, saldırılarla yıkıma uğratmadı. Getirdikleri ithalat/ihracat yasağı ile zaten zayıf olan Yemen ekonomisini iyice çökerttiler. Dışarıdan petrol getiren tankerlerin ülkeye girişine izin vermediler ya da geciktirdiler. Ülkenin önemli limanlarını kapattılar. 

Yakıtsızlık yüzünden ülke hastanelerinde tek bir ameliyat yapılamadı örneğin.
Suudi Arabistan, sık sık kendisine yönelik füze saldırılarını bahane ederek Yemen’e tüm giriş, çıkışları durdurdu. Sanaa Havalimanını kapattı. Bu, “ülke dışında acil tedavi görmesi gereken hastaların” yurt dışına gitmesini engelledi.

Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Yemen’de nasıl bir insani krize yol açtığına yüzlerce örnek verilebilir. Ama buna rağmen, harekete geçmeyen, raporu da resmi olarak bağlayıcı olmayan BM, Yemen’de insan hakları ihlali ile savaş suçu işlendiğinin kanıtı olarak “makul gerekçeler”in varlığından söz ediyor.

Dediğim gibi buna da şükür, “makul gerekçe” bulamadık da diyebilirdi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

28 Ağustos 2018 Salı

Yüzde 7 kuralı - HAYRİ KOZANOĞLU

“Faiz ödemeleri dünyasında bir sihirli rakamdan söz edilir. Bir hükümet borçlanmak için yüzde 7 faiz ödemek zorunda kalırsa, temerrüde düşmüş gibi algılanır”.

Ekonomide genel kabul gören bazı başparmak kuralları vardır. Bunlardan biri de yüzde 7 ilkesidir.

İngiliz John Lanchester küresel kriz sırasında çok satanlar listesine giren “Paranın Dilini Nasıl Konuşmalı” 
kitabında bu olguyu şöyle açıklıyor:
“Faiz ödemeleri dünyasında bir sihirli rakamdan söz edilir. Bir hükümet borçlanmak için yüzde 7 faiz ödemek zorunda kalırsa, temerrüde düşmüş gibi algılanır. Neden? Emin değilim: Birçok para uzmanı kişiye sordum, kafalarını kaşıdılar ve “Bilmiyorum ama böyledir işte!” diye cevap verdiler…”

Bu ampirik tezin doğruluğundan hareket edelim ve Türkiye’nin halini bu teste tabi tutalım. 24 Ağustos 2018 itibariyle ülkenin Eylül 2022 vadeli tahvillerinin faiz oranı yüzde 8.25’e yükselmişti. Bu oran bir ay öncesine göre yüzde 2’ye yakın, tam yüzde 1.99 daha yüksek bir düzeye denk geliyordu. Aynı vadeli ABD tahvil faizlerinin getirisi yüzde 2.71 olduğuna göre, Türk tahvilleri tam yüzde 5.54 bir risk primi içeriyordu. Diğer bır ifadeyle, yüzde 7 prensibine göre Rubikon’u yani kritik noktayı geride bırakmıştı. Aşağıdaki tablo “yükselen ülke” sınıflamasına dahil bazı ülkelerin benzer vadeli tahvillerinin faiz (getiri) oranlarını ve Türkiye’nin nasıl olumsuz ayrıştığını açıkça gösteriyor:

yuzde-7-kurali-503427-1.
Sırf Meksika örneği bile sorunun sırf Trump’la çatışmasıyla sınırlı olmadığının kanıtı gibi... Uluslararası sermaye, Trump’ın sınırına duvar örmekten vazgeçmediği, daha yeni solcu bir devlet başkanı seçen Meksika’nın 4 yıl vadeli tahvillerine 39 baz puan risk primi layık görüyor. Buna karşın Türkiye’nin benzer kâğıdının risk primi ise yüzde 5.54 ile tam 14 kat daha fazla.

Krizi UYP istatistiklerinden okumak
Türkiye ekonomisinin yaklaşan dış borç dış boğazını en iyi “Uluslararası Yatırım Pozisyonu” (UYP) istatistiklerinden okumak olanaklı. 2017 sonunda -459 milyar dolar olan net yatırım pozisyonu 2018 Haziran itibariyle 403 milyar dolara daralmış durumda. İlk bakışta, “Fena mı?” ne güzel daralmış denebilir. Ne yazık ki gerçekler biraz daha farklı.

Açalım: Net yatırım pozisyonu bir ülkenin tüm döviz varlıklarıyla döviz yükümlülükleri arasındaki farkı gösterir. Tablo-2’den görülebileceği gibi döviz varlıklarında sınırlı (8 milyar dolar) bir düşüş var. Bunun tek kaynağı, Merkez Bankası’nın fazlasıyla gerileyen döviz rezervleri (9 milyar dolar). Çünkü kriz dönemlerinde şirketler ve kişiler yurtdışındaki yatırımlarını muhafaza etme eğilimindedirler.

yuzde-7-kurali-503428-1.

Net pozisyondaki azalış, büyük ölçüde yükümlülüklerin düşüşünden kaynaklanıyor. Doğrudan yatırımların (45 milyar dolar), portföy yatırımlarının (22 milyar dolar) dolar karşılıkları hızla irtifa kaybediyor. Çünkü bir yandan yabancılar ülkeyi terk ederken, içeride hapis kalan pozisyonları hem piyasa değerlerinin düşüşünden (borsa endeksinin çakılması, yükselen faizlerle tahvillerin fiyatının azalması vb.), hem de TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybından olumsuz etkileniyor. Gelgelelim tahvillerin yurtdışında döviz cinsinden ihraç edilenleri ve diğer yatırımlar başlığı altında izlenen döviz kredisi borçları kapı gibi yerlerinde duruyorlar. (96 milyar dolar ve 328 milyar dolar).

Bunun anlamı, bu borçların yenilenmesi ve/veya yeniden tahvil ihraç edilmesi söz konusu olduğunda ya gerekli fonlama yapılamayacak, ya da çok kötü koşullara rıza gösterilecek. Cari açık azalsa dahi devam ettikçe, üzerine bir de yukarıda açıklamaya çalıştığımız yenilenme sorunu eklenince, Türkiye bir “borç krizine”sürüklenecek…

Burada, kriz dönemlerinde net yatırım pozisyonundan ziyade brüt yükümlülüklere bakmanın daha doğru olduğunun altını çizelim. Çünkü bir kriz anında, nakite sıkışan bazı firmalar bir yana bırakılırsa, yatırımcılar paralarını yurda getirmek yerine “güvenli limanlarda” muhafaza etmeyi yeğlerler. Bu nedenle yurtdışı varlıklar fazla değişmez. Buna karşın yükümlülüklerin borç yaratmayanları (doğrudan yatırım, hisse senedi gibi) daralırken, borç yaratanları ilk anda sabit kalır. Ne var ki zamanı gelince onlar da sel suları gibi hızla çekilir, ülkeyi döviz kıtlığına sürüklerler. Borçlar ödenemeyince de bu vahim manzara bir IMF programına davetiye çıkarır.

Unutmayalım ki yukarıda analiz etmeye çalıştığımız tablo, henüz doların 4.57 TL olduğu döneme ait. Şimdi durumun daha da kritik hale geldiğini, bir fırtınanın yaklaştığını tahmin etmek hiç de zor değil!

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İdlib’de başladı İdlib’de bitmeyecek - İBRAHİM VARLI

İdlib’de başlayıp İdlib’de bitecek olan şey radikal İslamcılarla yaşanan savaş. Suriye’de bundan yedi yıl önce patlak veren savaş sanılanın aksine güneydeki Dera’da değil, kuzey batıda Hatay sınırındaki İdlib’de başladı. 4 Haziran 2011 tarihinde, radikal İslamcı cihatçılar Cisr eş-Şuğur kasabasında yüzden fazla asker ve polisi öldürüp Asi Nehri’ne atması savaşın başlangıcıydı.


İdlib hem Akdeniz’e uzanan koridorun ucunda yer alması, hem de Lazkiye gibi rejimin kalesi kentlere sınırdaş olması hasebiyle stratejik bir konumdaydı. Dünyanın dört bir tarafından getirilerek Suriye’nin başına musallat edilen radikal İslamcı çetelerin dağıtım üssüydü İdlib. Kentin diğer bölgelere nazaran dağlık olması İslamcı militanlara korunak da sağlıyordu.

Dışarıdan destekle harlanan savaş, kısa sürede bölgesel bir hegemonya çatışmasına dönüşürken, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin de desteğini alan radikal İslamcı çatı örgütü Fetih Ordusu, Mart 2015’te kentin tamamını ele geçirdi. Üç yılı aşkın bir süredir Selefilerin kontrolünde bulunan İdlib, Dera’nın Suriye ordusunun kontrolüne geçmesinin ardından cihatçıların elinde kalan tek büyük kent.

Dera, Halep, Hama, Kalamun, Kuneytra, Doğu Guta, Humus ve Şam kırsalından çıkarılan cihatçıların aileleriyle birlikte transfer edilmesi İdlib’i büyük bir milis ve cihatçı havuzuna dönüştürdü. Üç milyona yaklaşan bir nüfusu barındıran kentin kurtarılması için Suriye yönetiminin Rusya ve diğer müttefik güçlerle birlikte gerçekleştireceği operasyonun başlaması an meselesi. Selefi militanların çevre bölgelerle bağlantılarının koparılması, Hama, Humus, Halep, Lazkiye hatlarının koparılması için ön operasyonlar haftalar öncesinden başladı.

İdlib’in Türkiye’ye yansıması
Hatay’ın hemen yanı başında cihatçı militanların merkezi konumundaki İdlib her yönüyle Türkiye’yi de yakından etkiliyor.
1)Büyük göç dalgası: Çatışmaların şiddetlenmesiyle Türkiye iki milyonluk yeni göç dalgasıyla karşı karşıya kalabilir. Birleşmiş Milletler (BM), İdlib’e yönelik olası bir operasyonun 2 milyon 500 bin kişinin Türkiye’ye göç etmesine yol açabileceği konusunda uyarıda bulundu.
2)On binlerce radikal İslamcı militan: İdlib’in Şam’ın kontrolüne geçmesi halinde on binlerce militanın yeni adresi Hatay ve dolayısıyla Türkiye olacak. Bu durum büyük bir güvenlik sorunu oluşturacak.
3)Garantörlük: Astana ve Soçi zirvelerinde İdlip’in çatışmasızlık bölgesi yapılırken Türkiye de garantör ülkelerden oldu. TSK bu kapsamda bölgede 12 gözlem noktası kurdu. Cihatçılarla Suriye ordusu arasında tampon kuran Türkiye’nin misyonu operasyonla boşa düşecek.

Yeni Suriye’de pay kapma telaşı!
İdlib sonrası Suriye’de yeni bir aşama başlamış olacak. Radikal İslamcı tehlikenin bertaraf edilmesiyle Cenevre ve Astana’da kurulan siyasi müzakere masaları da yeniden tanzim edilecek, paylar/roller yeniden dağıtılacak. Günlerdir “kimyasal saldırı” bahanesiyle Suriye’yi vurmakla tehdit eden ABD, Fransa ve müttefikleriyle “askeri bir hareketlilik işleri daha da mahveder” diyen Türkiye’nin kaygısı da İdlib’in kaybedilmesiyle masadan daha az pay kapacak olmaları.

Türkiye, Astana çerçevesinde verdiği sözü yerine getiremedi. Radikal İslamcıları “ılımlılaştırarak” ortak bir paydada buluşturamadı. Gözlem noktaları işlevsiz kaldı. Olası operasyondan duyulan rahatsızlık da bundan kaynaklı. Suriye’nin yeniden inşa sürecinde pay kapmak isteyen Türkiye, Şam’la masaya oturan Kürtlere özerklik tanınmaması konusunda diretiyor. Afrin ve Cerablus hattındaki askeri varlığın sonlandırılması için yapılan pazarlıklar da doğrudan bununla ilintili.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Milli savunma Bakanı Hulusi Akar ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ın aynı gün aceleyle Moskova’da soluğu almaları, operasyonu ötelemeye yönelik. Yeni Osmanlıcılar kaygılı. Operasyonun elindeki pazarlık kozunu yok edeceğinin ve sıranın TSK’nin fiili kontrol sağladığı kuzeydeki Afrin-Cerablus bölgelerine geleceğinin pekala farkındalar. ABD açısından ise Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve Batı Suriye’de söz sahibi olmanın yegane yolu İdlib’in Şam’ın eline geçmemesi.

Afrin, Fırat’ın doğusu, Kürtler
Suriye’deki savaş İdlib’de başladı ancak, İdlib’de bitmeyecek. Kapanacak olan sadece savaşın radikal İslamcılarla olan bölümü olacak. Fırat’ın doğusuna yerleşen ABD’nin bölgeden gitmeye niyeti yok. Şam’daki müzakerelere rağmen kuzeydeki Kürt otonom bölgeleriyle Kürtlerin ne tür bir statüye kavuşacaklarına dair belirsizliğin kısa sürede giderilmesi zor görünüyor. ABD Fırat’ın doğusundan istikrarsızlık üretmeyi sürdürecek.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Düşkün - ORHAN GÖKDEMİR

Birçok anlamı var başlıktaki kelimenin. Tutkun, bağlı, âşık anlamına gelebiliyor yerine göre. Ama daha çok “maddi” hallerle ilgili bir yanı var. Geçim sıkıntısına düşme, yoksulluk sebebiyle refahını veya yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş olma anlamına da gelebiliyor.

Bizi ise daha çok mecazi anlamları ilgilendiriyor. Değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaksız manasını içeriyor bu yanıyla. 

Anlamlı bir rastlantı, toplumsal bir vaka haline kapitalizmin doğuşunda, piyasa toplumunun eski feodal ilişkileri parçalayarak kendine yer açtığı bir zamanda gelmiş. “Speenhamland 1795” Karl Polanyi’nin piyasa toplumunu incelediği şahane “Büyük Dönüşüm” kitabının başlıklarından biri. Polanyi, bu başlık altında Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de ortaya çıkan hızlı düşkünleşmeyi inceliyor. 
Dediği şu; o yılların İngiltere’sinde hem toprağı temsil eden toprak sahipleri, hem de parayı temsil eden kapitalistler emeği temsil eden işçi sınıfından önce örgütlenmişti. Kapitalistler ve toprak sahipleri o şartlarda feodalizmden kalan bütün ilişkileri düzlemeye girişti. 
Şöyle devam ediyor: “On sekizinci yüzyıl toplumu, onu piyasanın önemsiz bir parçası durumuna düşürme çabalarına karşı bilinçsizce direndi. Bir emek piyasası içermeyen piyasa ekonomisi düşünülemezdi; ama böyle bir piyasanın kurulması, özellikle İngiltere’nin kırsal uygarlığı içinde, ancak toplumun geleneksel dokusunun toptan parçalanmasıyla gerçekleşebilirdi.” Acımasızca parçaladılar. Köylüler topraktan koparıldı ve fırlatılıp atıldı. Onlar da çareyi şehirlerin kapısına yığılmakta buldu. Bir emek piyasasının oluşması için şartlar hazırlanmış görünüyordu. 

Ancak, Polanyi, Sanayi Devriminin bu en canlı döneminde, 1785’ten 1834’e kadar bir emek piyasasının yaratılmasının Speenhamland adı verilen yasayla engellendiğini haber veriyor. Türkçesi “Düşkünler Yasası”dır.

Yasanın içeriği şu; Şehre göçmüş ama bir iş bulamamışsan yasa sana Kilise aracılığıyla verilen hizmetlerden yararlanma imkânı veriyor. Kilise bu durumdakilere bir öğün yemek ve yatacak bir yer gösteriyor. Uzaktan bakıldığında gayet insani görünmektedir.

Fakat sorun şu ki bir iş bulmayı başarmışsan aldığın ücretle bir öğün yemek yemen ve yatacak bir yer bulman imkânsızdır. Bu durumda çalışmayı bırakıp düşkün olmak en iyisidir. İngiltere’nin müstakbel işçileri de bunu görüp işçi olmak yerine düşkün olmayı tercih etmiştir. Topraksız köylülere çalışmayı reddetmek, onun yerine kilisenin kapısında kuyruğu girmek daha avantajlı görünmüş ve bu nedenle de bir “emek piyasası” oluşamamıştır. Hem bir emek piyasanın oluşması hem de ilk sendikaların ortaya çıkması için Speenhamland’ın kalkmasını beklemek gerekecektir.

Emek piyasasının akıbeti bir yana, bizi daha yakından ilgilendiren şey bu yasadan yararlanıp kiliseye sığınanların durumudur. Şöyle özetleyebiliriz vaziyetlerini: Bu yasadan yararlanan hemen herkes değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaki değerlerini yitirmiştir. Siz “insanlıklarından çıkmışlardır” diye anlayabilirsiniz. Kapitalizmin tarihinin en yıkıcı eylemi budur, toplumu çözmek ve insanı düşkünleştirmektir. 

Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur. Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür. 
                                                                ***

Özellikle son 16 yılda toplumun dönüşümünün özetidir bu. AKP eliyle hızla bir düşkünler toplumu yaratıldı. Bu kadar çok düşkün olan ülke de bir düşkünler evine dönüşür. Büyük bir düşkünler evindeyiz şimdi. Koşup korkuyla camilere sığındık hep beraber. Bir kap yemeğe ve uzanacak bir şilteye yurdumuzdan vazgeçtik. Tarlaları yağmalayıp betona boğuyorlar, köylüleri şehirlere yığıp düşkünleştiriyorlar. Koyun sürüleri ülkeyi yeniden işgal ediyor. Bu çürümenin ardında paranın ve mülkiyetin sınırsız iktidarı sürüyor. Emek(çi), dilenci düşkünlerin arasında silinip kayboldu. Sanayi Devrimi’nden yüzyıllar sonra yine düşkünler yoksullara, lümpenler işçilere galebe çalıyor. 

Ülkedeki çöl iklimine bir de böyle bakılmalıdır. Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, bu düşkünleştirmenin birer türevidir. Düşkünlük yükselmişse, orada ne insan kalır ne de sınıf. Orada yalnızca ibadethanelere sığınmış zavallıları görürsünüz. Kapitalizmin en yıkıcı halidir.
                                                               ***

Yalnız, burada bozulanın sadece alt sınıflar olduğunun sanılması bir yanılsamadır. Düşkünlük bütün toplumu ve bu arada aklı bozmuştu. Siyasal iktisat işte bu bozulmadan türedi. Voltaire ve Diderot’nun yerini Bentham ve Malthus alıyordu. İnsanı piyasa toplumunun sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak tanımlamak için önce onu insanlığından arındırmak gerekiyordu. İnsanı önce düşürdüler ve sonra ihtiyaç oranında emekçilere dönüştürdüler. Sonuçta varılan yer gerçekten akıl almazdı. Polonyi, durumu, “Ricardo ve Malthus’a hiçbir şey mallardan daha gerçekçi görünmüyordu” diye özetliyor. Demek ki artık insan ve toplum düzlenmiş ve silinmişti. 

Yersiz bir iyimserliğe sapacak değilim. Ricardo’nun, Malthus’un, Bentham’ın dönemi çoktan gelip geçti. Bizim gecikmiş düşkünlüğümüz yepyeni tiplerin doğuşuna ebelik ediyor. İşlevleri düşkünleştirmek ve dokundukları her şeyi içeriksizleştirmektir.

Örnek vereyim; şimdi Can Dündarların, Ahmet Altanların dönemindeyiz. Birine adı Cumhuriyet olan gazeteyi verdiler. Tez zamanda gazeteyi bir düşkünler evine çevirdi. Taraf’ta kim varsa gazeteye devşirdi. Sonra rüzgârın tersine döndüğünü haber alıp Almanya’ya sığındı. Doğu ile Batı arasındaki yeni bağlarımızdan biri ilan edildi. (Eskisi malum Orhan Pamuk’tu.) Boş duracak hali yok, o da kalktı Doğuya, “Doğu Almanya” topraklarına gitti. Orada cezaevi müzesini gezerken rehberinden hukukun olmadığını, adalet sisteminin tamamen tek partinin elinde olduğunu öğrendi. Aklına hemen AKP geldi. O “Doğu Almanya”yı gezip sosyalizm düşmanlığında iman tazelerken, düşkünler evine çevirdiği Cumhuriyet, ömrünü cumhuriyete sövmeye vakfetmiş Ahmet Altan’a açtı sayfalarını. Ki o da bir yeminli antikomünisttir.

                                                                 ***

Marksizm ve onun kurguladığı komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan esinlenen siyasal iktisada, komünizm ise düşkünler toplumunu ortaya çıkaran piyasa toplumuna radikal bir reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise iktisadın gereklerinden öte birer insanlar toplumu haline getirmenin biricik yoludur bu. 

Ama hepsinden öte, komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir.  İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan bir düzeni değiştirme iradesidir. 

Demek ki toplumun en derinlerinde ve ideolojinin en tepelerinde kıyasıya bir savaşın içindeyiz. İnsan kalmak isteyenlerle insanı silmek isteyenler arasında amansız bir mücadele var. 
                                                                 ***

Düşkünler böyledir; bir süre sonra sadakayı reddedeni, üretmekte, yaratmakta, direnmekte ısrar edeni düşman görürler. Sultan Tayyar’dan kaçar Şansölye Merkel’e sığınır, kurtulacağını sanırlar. Oysa aslolan sığınmak değil, dünyayı değiştirmektir. 
Sordunuz söylüyorum; Onlarla bizim meselemizin esası budur.

Orhan Gökdemir / SOL

Zor günler - Oğuz Oyan

Hem Trump hem de Erdoğan için zor günler… 

Birincisi soruşturma/azil ve ara seçimler kıskacında; ikincisi ekonomik kriz, ekonomik/askeri yaptırımlar ve İdlib kıskacında. Üstelik ikincisinin baş ağrılarının bir bölümü birincisinin salvolarından kaynaklanıyor. Birincisi, ikincisine yaptırımlar uygulayarak hizaya getirmeye uğraşırken kendi kamuoyunu lehinde etkilemeye çalışıyor; ikincisi, bu yaptırımları bahane ederek ekonomik krizdeki sorumluluğunu üzerinden atmaya çabalıyor. Demek ki aralarındaki görünür sürtüşmeye karşın, dolaylı kader birlikleri var; biri diğerine muhtaç.

Birincisinin ülkesindeki güçler ayrılığından hazzetmediği biliniyor ama onun tarafından tarihe gömülmek üzere; ikincisi ise “güçler ayrılığı” adına ne varsa tarihe gömmüş veya buyruğu altına almış durumda. Birincisi ikincisinden hazzetmese de ülkesi içindeki gücüne hayran.

Bu arada İdlib sorunu aslında ikisi için de kıskaç anlamına geliyor. Suriye Devleti’nin kendi topraklarını silahlı Cihatçı çetelerden temizleme hakkının meşruiyeti bir an bile sorgulanamazken, bu güçlere şimdiye kadar dolaysız/dolaylı destek vermiş Türkiye, ABD, İngiltere, Fransa ve çeşitli Arap ülkeleri gibi dış güçlerin İdlib’te şimdilerde “barışçı” çözüm peşine düşme fırsatçılığının hiçbir inandırıcılığı yok.

AKP iktidarı için olduğu kadar diğer Cihatçı severler açısından da büyük bir yenilginin son perdesi oynanmak üzere. AKP Türkiye’si buradan bir çıkış bulmak için Rusya’nın kapısını aşındırmakta. Çünkü İdlib’te Suriye Devleti’nin egemenliğinin sağlanması demek, AKP’nin şimdiye kadarki bütün Suriye politikasının yerel seçimler bile beklenmeden hızla çökmesi demek. İşgalcilerin İdlib’ten kovulması demek, sıranın Afrin ve Batı Fırat’a gelecek olması demek. İdlib’in tedhişçi gruplardan boşaltılması demek, Türkiye’ye yeni bir göç dalgasının vurması demek; daha da önemlisi, onbinlerce silahlı Cihatçının Türkiye sınırlarından sızması demek… 

AKP’nin kendi gücünü doğru dürüst tartmadan, ideolojik yakınlıklara fazla prim vererek, Suriye’nin ve olası müttefiklerinin gücünü denkleme dâhil etmeden ve ABD ile ortak hareket edebileceğine (veya onu peşinden sürükleyebileceğine) güvenerek 2011 sonrasında giriştiği Suriye macerası, büyük hesap hataları sonucunda epeydir çökmüş durumdadır. Üstelik Suriye’de ABD ve Rusya varlığının perçinlenmesi, Kuzey Suriye’de bir PYD özerk bölgesinin kurulması da AKP Türkiye’sinin yanlış politikalarının bir sonucu olmuştur. AKP, iç politik ittifakları (FETÖ) konusunda olduğu gibi, hiçbir dış politika hatasının da siyasi bedelini ödememiştir. Bu nedenle, yanlışlarından öğrenme süreci çok aksamıştır. Yanlışlarından ders alamamak, sürekli olarak yeni yanlışlara kapı aralamıştır.

Türkiye’nin ABD-Rusya arasında ip cambazlığı yapmaktan daha iyi bir çözümü hep var oldu aslında: Başından beri yapması gerekeni yapmak ve Esad iktidarı ile barışçı bir ilişki kurmak. Hemen sonrasında da Suriye’den anlaşmalı bir biçimde çekilmek. Gerçi Cihatçı gruplarla şimdiye kadar kurulan ilişkilerden birdenbire vazgeçmenin de bedelleri olacaktır. Buna rağmen böyle bir geri çekiliş tek gerçekçi ve akılcı çözüm. Ama AKP iktidarının bu özellikleri taşıdığı şüpheli; dolayısıyla buna ancak çok zorlanırsa girecekmiş gibi görünüyor; dolayısıyla bu zor durumdan en az zararla sıyrılma seçeneği sanki işlemeyecek gibi.

İdlib’in “kaybı” ABD ve peşindeki güçler açısından da aynı ölçüde dramatik bir son anlamına gelecek. O nedenle şimdiden “Suriye kimyasal silah kullanırsa müdahale ederiz” bayat gerekçesini yeniden piyasaya sürmekteler. Ama Rusya faktörü artık bölgede çok belirleyici. ABD işgal koalisyonunun provokasyonlarla, anlık “cezalandırma” operasyonlarıyla sonuç alması pek zor. 
                                                                  ***

Trump yönetimi sadece bölgede veya kendi ülkesinde değil, tüm dünyada bir sıkışma yaşıyor aslında.  Bunu sadece sağ popülizmin sorunları veya salt “Trump fenemoni” üzerinden açıklamak yetersiz kalabilir. Gerileyen bir dünya hegemon gücü olarak ABD’nin yükselen yeni güçlere karşı yeni bir savunma mekanizması oluşturmaya, güçlü olduğu askeri/sınai alanlarda pazılarını daha da şişirmeye, bir “ekonomik yurtseverlik” hamlesi üzerinden ABD sermayesini daha fazla ülke içine çekmeye, ticaret savaşlarına girişmeye, ambargolar politikasını bir savaş aletine dönüştürmeye yönelerek giriştiği bu meydan okumanın nihai sonuçları beklediği gibi olmayabilir. ABD, hem geleneksel müttefiklerini, hem II. Dünya Savaşı sonrasında kendi kurduğu finansal (hatta askeri) sistemin kurumsal düzeneklerini karşısına aldığı sürece bu defa kaybedebileceği bir meydan okuma içine girmiş olabilir. 

Neoliberal düzenin düzenleyici lider ülkesi rolünü adım adım terk ederken (veya mecbur kalacağı bir süreci hızlandırırken) hâlâ sistemin hegemon gücü olarak kalmaya heves etmenin ve bunun sadece askeri/ekonomik güç gösterileriyle sürdürülebilir olduğunu zannetmenin yaratacağı sadece hayal kırıklıkları değildir; daha kaotik daha az barışçıl bir geçiş sürecidir de.

Oğuz Oyan / SOL

Pera dedikleri - ORHAN AYDIN

Beyoğlu Yeni Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağının görünür yüzüdür.
Tüm kültürel hayat, ortak yaşam alanları tek tek budanıyor. 
Taksim Meydanı, meydan olma özelliğini yitirdi açık adıyla bir Çıfıt çarşısı.
Geceleri ise insan pazarı.
İstiklal Caddesi'nden esnaf kaçıyor. 
Kiralık ve satılık dükkân sayısı 351.
Sokak aralarında ve ana cadde de Suriye-İran-Irak-Afganistan-Katar çaputlarının satıldığı ve hiç bir vergiye tabi olmayan mağazalar, nargileciler, lokantalar, oteller açıldı.
Onlarca Arapça tabelası olan dükkân var.
Cadde Taksim’den tünele her tür arabesk düttürünün çalındığı, göbeklerin atıldığı Arap müziğiyle çınlıyor.
İki yıl öncesinin müzikholleri, türkü barları, kafeleri, barları artık yok.
Meyhaneler boş.
Tiyatro, sinema salonları, galeriler kapatılıyor, kitapçı dükkânları kebapçı oluyor.
Daha on yıl önce 7 tiyatro, 14 sinema salonu olan Beyoğlu’nda şimdi 2 tiyatro, 4 bölünmüş sinema salonu, 5 kitapçı dükkânı var.
Bir sığınak olduğuna inandığım Aslıhan Pasajı’nda sayıları her gün azalan sahaflar kimsesiz.
Üç özel galeri dışında galeri yok, onlarında izleyeni yok.
Bir adet müze var, içinde dolaşan ise gün başına 5 kişiyi geçmiyor.
İstiklal caddesindeki her üç insandan ikisi Arap ve Araplar film seyretmiyor, kitap okumuyor, oyun izlemiyor, müze gezmiyorlar!
Ülkenin en eski ve en saygın kültürel dokusu olan SES Tiyatrosu Ferhan Şensoy’un emeği ve direnci ile ayakta duruyor, Muhsin Ertuğrul ustanın hayata kattığı binlerce oyuna, oyuncuya ev sahipliği yapmış, şimdilerde devlet tiyatrolarının kullanımında olan Beyoğlu Küçük Sahne’nin başka yer yokmuş gibi, Sinema Müzesi yapılacağı konuşuluyor.
Cenevizlilerden beri insanlığın ortak değeri olmuş kültürel varlıklar talan ediliyor, mimari dokuların tamamı viran.
Narmanlı Han’ın durumu restorasyon adıyla yapılan maskaralıkla içler acısı. Bölge esnafı “Burasının Beyoğlu İmam Hatip Lisesi olması için girişimde bulundular” diyor.
Beyoğlu’nun en görkemli mimari yapıtı Suriye pasajı can çekişiyor, komşusu durumundaki dillere destan Markiz Pastahanesi öldürüldü.
Muammer Karaca Tiyatrosu AKM’den sonra AKP’nin en büyük sanat düşmanlığının örneği olarak 8 yıldır ağlatılıyor.
Çaprazındaki 150 yıllık anlı şanlı geçmişe sahip Elhamra tiyatrosu viran, pasajı bile kapalı.
Naum Tiyatrosu ölü.
Fransız Tiyatrosu’nun tabelası var kendi yok, Kallavi sokaktaki tarihi Beyoğlu Sahnesi gece kulübü.
Çiçek Pasajı tüm sevincini yitirmiş. Yakında içki satışı da yasaklanınca Balık Pazarı ile birlikte tarih olur.
Galata bankerlerinin oteli olarak anılan Tokatlıyan Han nefes bile alamıyor.
Emek Sineması için sözüm artık küfre erişti.
Yerine yapılan gudubet, yanındaki kaçak bina Demirören bomboş, karşısındaki Alkazar sinema-tiyatrosu öldürülüyor.
Bütün bu iç etmenin, yok etmenin “dönüşüm” adıyla yapılan üleşmenin tek nedeni, adı “yeni” olan AKP Türkiye’sinin ta kendisi olduğundan hiç bir kuşkum yok.
Yaşanmışlıkları değersizleştirip silen, akıl yıkayan, yıktığının yerine talanı, yalanı inşa eden, ortak yaşamı hançerleyip ayrıştıran, kültürel talanı önce varlıkları yok ederek becermeye çabalayan bir düşmanlıktır bu.
Burada barış yok, eşitlik yok, kardeşlik yok, özgürlük yok.
Sanat ve kültürel hayatın budanıp yok edildiği yerde bunları aramak nafiledir.
Dillere destan Pera’da yaşananlar ülkenin dört bir yanında hayat bulmaktadır.
Tüm ortak yaşam alanlarımız hançerleniyor.
Anadolu, gericiliğin talan edip kendinin kıldığı her anlamıyla büyük bir çöl olmaya yüz tutmaktadır.
Sahilleri, ormanları, ırmakları, gölleri, dereleri, parkları iç edilmiştir.
Tüm kültürel kalıtlar kimsesizleştirilerek ölüme terk edilmiştir.
İnsanlık tarihinin en büyük Açıkhava müzesi Anadolu haramilerin saltanatına terk edilmiştir.
Pera bu talanın görünen yüzüdür.
Sosyal medya paylaşımlarımla bütün bu evirmeyi, betona gömülmüş sokakları ile işgal edilmiş Beyoğlu’nu, en tepeden başlayarak bir AKP yetkilisi ile canlı yayınlarda konuşmak-tartışmak isterim demiştim.
Vazgeçtim.
Gelemezler, gelmeyecekler.
Onlar arsızca “Araplar para bırakıyorlar” diye övünüyorlar.
Olmadı her zaman yaptıklarını yapıp “terörist”, “hain” deyip kendi yandaşları nezdinde karalayacaklar.
Sizinle konuşuyorum değerli okur.
Daha ne kadar sabredeceksiniz bu gerici kalkışmaya, talana, yalana, hırsızlamaya?
Daha ne kadar susacaksınız?
Ne zaman çocuklarımızın geleceklerinin çalınıp karartıldığını anlayacaksınız?
Ne zaman?
Ne bekliyorsunuz, gün ola kapınızın çalınıp “artık burada oturmuyorsunuz” denmesi mi, yoksa kırmızı kar yağmasını mı?

Orhan Aydın / SOL