4 Eylül 2018 Salı

Zordur sosyalisti yargılamak / Selçuk Kozağaçlı-CUMHURİYET

Fransız Akademisi’ne kabul edilen Amin Maalouf’un “koltuk numarası” üzerine kaleme aldığı kitap, bende araştırmacı hisler uyandırdı. Sabit sayıda akademi üyesi bulunduğundan ancak ölümle boşalan yerler için seçim yapılıyor ve böylece her koltuk kendisine özel bir soyağacına sahip. Bugün Maalouf’un oturduğu “29 numaralı” koltuğun hikâyesi işte buna dayanıyor.

Akademi bütün kaynaklarını yazarın hizmetine sunmuş bu çalışma yapılırken. Yattığım yerden çok heveslendim. Hapishane idaresinden en küçük bir “elektrik alsam” hemen “52 Numaralı Hücrenin Hikâyesi” çalışmasına başlayacağım. Gerçi mesleki açıdan tanık olduğum “elektrik veren” son kamu kurumunu hatırlayınca hepimize olan güvenim artıyor. İşkenceden, hücreden, tecritten yılmamışız ki hâlâ gülüyoruz. İnsan içten yanmalı bir moral ve direnç reaktörü gibi, dıştan yapılan eziyetle yıldırılamaz. Ne güzel.

Ayrıca dava dosyamı bilgisayarda incelemek için, bütün başvurularıma rağmen, haftada iki saatten fazla izin vermeyen hapishane idaresinin, daha göz atılamamış otuz bin sayfa dava evrakı ortada dururken bu gibi araştırmacı taleplerimi hepten lüzumsuz sayma ihtimali çok yüksek. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitabının arasında, çaktırmadan Ken Parker okumak gibi bir iş. 

İşte ben böyle hülyalı bir ruh halindeyken sevgili Ergin Cinmen getirip önüme iki bin sayfalık “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Yargılamaları” tutanaklarını barındıran üç cildi bırakınca kendime geldim. Tutanaklar yüz yaşında. Dolayısıyla kişisel tarih sevdasıyla meraklandığım; “52 Numaralı Hücre siyasal tarihimizde şanına yakışır bir yer elde edebilecek mi?”, “En azından; benden hemen önce yatan ve hücreyi pek temiz bıraktığı için benim açımdan takdiri indirimi hak etmiş hâkim beyin davası ne oldu?” gibi bencil soruları bir kenara bırakıp nesnel bir tarihsel anekdot mukayesesi yapmaya karar verdim. Umarım siz de ilginç bulursunuz.

Çobanın cemaati
Karşılaştırmanın ilk tarafı gayet güncel bir şöhretin hukuksal durumuyla ilgili: Pastör Andrew Brunson. Bildiğiniz üzere ABD Başkanı’nın bizim Adalet ve İçişleri Bakanlarımızı “organize insan hakları ihlâli yapan şebekelerin liderleri” olarak etiketlemesine yol açan tutuklu bir din adamı kendisi. Milletçek dilimiz döndüğü kadar; “Yahu bu adam üç hâkimli uzman bir mahkemede terör suçundan yargılanıyor, durumu hem itirazla hem de temyizle incelemeye açık, Anayasa Mahkemesi’ne, olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkı var. Bu kişiler hükümette bakan, yargıya nasıl karışsınlar, zaten esas karışsalar suç olur…” gibisinden terbiye sınırlarında durumu anlatmaya çalışıyorsak da adamlar:
“Tıraşı kesin! Pastör’ü derhâl yollayın, sizde bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmeyen mi var? Uzatmayın, kötü olur!” dediler.

Malum “pastör” bir yandan da “çoban” demek. Bu çobanın İzmir’de bir apartman kilisesine sığacak cemaatinden ne olur diye hafife alındığı anlaşılan sürüsündeki esas büyükbaşların Kuzey Amerika çayırlarında yayıldığını da böylece öğrenmiş olduk. Elbette bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.
Beni tanıyanlar bilir, sözü edilen her iki Bakanlıkla da aram yirmi beş yıldır limonidir. Onların bana ara sıra edepsizliği olsa da benim haklarında hiç “ihlâl şebekesi, suç örgütü” gibi iddialı ve ilham verici tespitlerde bulunmuşluğum yoktur. Kaldı ki bir tüzel kişiyle bu kadar senli-benli olunmamalı diye inanmak istiyor insan. Maliye Bakanımızın da bu vesileyle hatırlattığı gibi; çiftler arasında bu kadar açık sözlü ve içten konuşmalar için adeta bir “karı-koca” hukuku gerekir gibi duruyor. Aile içi şiddetle mücadeleye yıllarını vermiş meslektaşlarım hemen üzüntüyle tanıyacaklardır ki; “Kocam değil mi? Döver de sever de! Size ne oluyor?” diyen kırık dişlerin ve kaburgaların sahipleri tarafından elinizin kolunuzun bağlandığı bir “Aile Hukuku” türüdür bu. Kısaca mağdur size “Karışma” der. Neyse ki bizim iki mağdur da malvarlıklarını evde tuttuklarından zırnık kaptırmayıp “Acımadı ki” dediler ve böylece atlatmış olduk ekonomik yaptırımı.
Şimdi gelelim karşılaştırmanın diğer tarafına. Bir çoban da burada var. Hem de bunun sürüsü gemiyle Arjantin’den getirilmiş Angus gibi ecnebi değil, gayet yerli ve milli: Sanık eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi Hazretleri!

YÜZ YIL UZAKTAN
Önce avukatından, tam yüz yıl uzaktan bize seslenen bir meslektaşımızın esas hakkında savunmasından nefis bir parça geliyor: “...iki cümleden ibaret olan bir söze müsaade buyurun Paşa Hazretleri!...” diye başlıyor, ama sizi yanıltmasın, meslektaşımızın tam dört saat otuz dakikadır süren savunmasının sonlarındayız. Tabii buradan bu gözünü sevdiğimin taktiğinin o yıllarda da tuttuğunu anlıyoruz: “Hemen toparlıyorum Sayın Başkan!”. Diğer yandan “Paşa Hazretleri” hitabı da sizi yanıltmasın. Bugün, çocuğu yaşındaki cahil hâkimleri hoş tutmak için çaresiz avukatçıkların abandığı abartılı hitaplardan değil; herif gerçekten paşa: Mahkeme Reisi Ferik Mustafa Nâzım Paşa. Divan-ı Harbi Örfi’deyiz. Yıl 1918. 

Meslektaşımız devam ediyor:
“Avrupalılar daima; ‘Türkler ihkak-ı hak kabilinden mahrumdur. Kapitülasyonlar onların başında topuz gibi durmalıdır; çünkü onlar zamana, zemine, icab-ı hâl ve maslahata göre hüküm verir...’ diyorlar. Maatteessüf bunda ısrar ediyorlar. Bilhassa Avrupa erbâb-ı hukukunu da düşünürüz. Onlar eğer hükümleriniz esbab-ı mucibeye istinad etmemiş ise, âlem-i hukuk nokta-i nazarından yegân yegân tedkik eyleyecekler ve eğer menfi bir neticeye vasıl olacak olurlarsa aleyhimizde verecekleri hüküm pek tahripkâr olacaktır...” diyor, Dava vekili Ali Haydar Bey.

Eskiler anlamıştır, gençlere de şöyle “yaratıcı” bir özet yapayım: “Avrupalılar ‘Zaten Türkler bu mahkeme işlerinden anlamaz, hak hukuk bilmezler; bunlar duruma göre, işlerine geldiği gibi karar verdiğinden gerekçe yazmaktan da acizdirler. Bunları ekonomik yaptırımla tehdit etmeden düzgün bir karar beklemeyin’ diyorlar. Şimdi sizin vereceğiniz kararı da hukuki açıdan tek tek inceleyip size yedirirler, en iyisi bunların eline düşeceğinize benim müvekkilleri bırakın…” demiş meslektaşımız.
O gün var mıydı bilinmez ama bugün ne “âlem-i hukuk nokta-i nazarından” dava inceleyip, hukuksuzlukları “yegân yegân” sayacak “erbab-ı hukuk” kaldı Avrupa’da, ne de artık bu memlekette “esbab-ı mucibeye istinad etmeyen” hükümden utanacak hâkim var. “Zaman, zemin, icab-ı hâl ve maslahata uygun karar” elbette yüzyıldır bâki. Hatta yargımızın tek alâmet-i farikası.

Tam yüz yıl. Nasıl? Karşılaştırmaya değermiş değil mi? Siyasi yargılama işte budur. İster Pastör kıstırın tenhada, isterse bir köşeye Şeyh-ül İslâm sıkıştırın; ister ittihatçı olun ister itilafçı, siyasi yargılama kapasiteniz ve hükmünüz siyasal ömrünüze denktir. Ha bir de kalibrenize. Kulağınızdan emperyalizme kaptırdıktan sonra kafayı; 1908-2016 arası, hanginizin hanginizi yargıladığınızın ve devre mülk gibi sırayla hapse tıktığınızın kıymeti yok.

MAL SAHİBİYİM
Bize gelince; ne ittihatçı ve de itilafçıyız. 52 numaraya da devre mülk gözüyle bakmadığımı bilin. Mal sahibiyim; ileride yıktırıp dutluk yapacağım, sonra da “eskiden hep hapishanelikti buralar” derim.
10 Eylül’de duruşma var. Ne talep edeceğiz? Gelin, elim değmişken size onu da Ali Haydar Bey rahmetlinin “netice-i talebi” üzerinden anlatayım. Şu dilin güzelliğine bakın:
“Binaenaleyh elinizi tâ vicdanınıza, gözlerinizi Kuran-ı Kerim’im emretmiş olduğu tamam-ı icrayı adalet ahkâm-ı şerifesine ve diğer tarafta kanun-ı cezaya ve kavait-i cezaiyyeye koyarak hüküm vermenizi istirham ederim.” Bu savunma ve talep; müvekkillerden birisini, Esbak Posta Nazırı Haşim’i oy çokluğuyla beraat ettirirken, Şeyhülislam-ı Esbakı da ipten alıp, uygulanmayacak bir on beş sene kürekle kurtarmış.
Yalandan bir dava olduğunu düşünmenizi istemem. Tutanak ciltlerinden ikincisini oluşturan bu dava “Ermeni tehciri ve kırımı” suçlamasını da barındırıyor. Faillerden asılanlar da var kaçanlar da. Bazı hesaplar ise Ermeniler tarafından dava dışı suikastlar ile görülmüş.

Diğer ciltler “Bizi bu harbe niye soktunuz?” konulu Meclis-i Mebusan soruşturması ile biraz daha geç, 1926 tarihli, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde görülen “Sû-i Kasd ve Taklib-i Hükûmet” davası tutanakları. Neyse, ittihatçılarda dava çok…

Şimdi geldik bunların 10 Eylül’de mahkemeden ne talep edeceğimiz ile ilgisine.

RESİMSİZ KİTAP
Malum ceza yargılaması uzun yıllardır “din dışı” yürütülüyor. Bu yüzden biz Ali Haydar Bey gibi hâkimin sağ elinin altına doğru; “tamam-ı icrayı adalet ahkâm-ı şerifesini” uygulasın diye Kuran-ı Kerim süremiyoruz. Aynı nedenle pastörün ve şeyhülislamın tanrılarından da doğrudan talepte bulunulamıyor. Gerçi bulunanlara da cevap verilmediğini her gün bir ağırlaştırılmış müebbet hapis yiyerek dönen ve teselliyi Kitab’da buldukları için bize de hafız dinleme zevki tattıran komşulardan biliyorum. Haydar Bey merhum, bütün yumurtaları aynı sepete koymayarak hâkimlerin sol elinin altına doğru da sivil kitaplar sürüyor: “kanun-ı ceza ile kavaid-i cezaiye”. Maalesef külliyat sayılır bu kadar kitap. Okumak zor. Tebliğ edilen iddianame ve ara kararların dilinden, cümle yapılarından ve bilhassa “idrâk derinliğinden” muhataplarımızın en son ancak resimli ve iri yazılı kitapları okumuş olabileceği anlaşılıyor. Eleştirmek için söylemiyorum. Zaten, tavşan deliğine atlamadan hemen önce Alice’in de dediği gibi; “İçinde resim ve konuşma olmayan bir kitap ne işe yarar ki?”

Tam on iki aydır tutuklu tuttuğu on beş avukatı sorgularını yapmak üzere huzuruna çağırmaktan korkan; onun yerine her birisi hapishane genel müdürü tarafından memleketin neresine sürülmüş ise oraya televizyonla bağlanarak kovuşturma yapmaya kalkan hâkime ne denir? Eğer hâlâ hâkim deniyorsa tabii. Neresinden talepte bulunayım bunun?

TERTEMİZ VİCDAN
Rahmetli dava vekilinin talep listesinin başına döndük. Ben de sizin “tâ vicdanınıza...” mı seslensem? Oscar Wilde’ın dediği gibi büyük ihtimalle tertemizdirler, hiç kullanılmadığından. Sizi siftah yapmaya ikna etmek de zor. En iyisi bütün arkadaşlarımız hâkim önüne çıkarılıncaya kadar sizinle muhatap olmamak galiba.

Ama şimdiden şunu bilin; sizin hükmünüz bize geçmez. Yüzyıl önce de geçmezdi. Biz ittihatçı veya itilafçı değiliz. Biz iştirakçiyiz. Zordur sosyalist yargılamak. 

Çobanlarınızın peşinden siz gidin. Biz kaval sesine ve çoban ayartmasına aşılıyız.

Tutsak edebilirsiniz, asla teslim olmayız; buradan mücadele ederiz. Öldürebilirsiniz, yenilmiş sayılmayız; mücadelemiz yaşar. Sizin ömrünüz ise kavalcının götüreceği ilk ırmağa kadar. 

İster hâkim gibi davranın mahkemeye getirin, vicahen yüzünüze söyleyelim, isterse arkasına saklanıp gıyaben SEGBİS ekranından izleyin ama “kalibrenizin” hepsi bu ise bilmelisiniz ki mutlaka biz kazanacağız.

Selçuk Kozağaçlı
Silivri Hapishanesi

Fahrettin Paşa da hep "somonlu suşi" yermiş zaten cephede! - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Diğer resepsiyon davetlileri, tartışma yaratma ihtimalini göze alamadıklarından olmalı değinmemişlerdi -değinen vardıysa da benim gözümden kaçtı- Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni yazınca öğrendik.

Cumhurbaşkanı'nın ev sahipliğinde yapılan 30 Ağustos resepsiyonunda;
Ana vatanı Meksika, Orta ve Güney Amerika olan, ağırlıklı olarak Endonezya, Güney Cava, Tayvan, Vietnam, Tayland, Filipinler, Sri Lanka, Malezya, Hawai, İsrail, Güney Çin ve Kuzey Avustralya'da yetiştirilen, Türkiye'de ise yeni yeni sadece Mersin'de ve çok sınırlı sayıda yetiştirilen, adedi de 20 TL'yi bulan "Ejder meyvesi"nden, yine ana vatanı Meksika ve Guatemala olan Ciha tohumu eşliğinde, "smoothie" (Ulusal Meksika Detoks Günü kutlanan çünkü)...

Ağırlıklı olarak Çin, Hindistan, Vietnam, Filipinler, İsrail, Teksas, Florida ve Kaliforniya'da yetiştirilen, Türkiye'de ise sadece Mersin'de ve çok sınırlı miktarda yetiştirilen "Liçi meyvesi" eşliğinde "Efuli"...

(Derler ki, Atatürk de bu egzotik karışımdan bir "shot" aldıktan sonra vermiş "Ordular ilk hedefimiz Akdeniz" emrini!!!)

Yerli ve millî olmadığı adından belli- "Starex meyvesi eşliğinde Aloevera" (Parisli dermatologlar onur konuğuysa demek)...

Ve...

- Orman Meyveli Special, Bahçe Naneli Limonata, Taze Sıkılmış Portakal, Taze Sıkılmış Greyfurt, Taze Sıkılmış Havuç, Taze Sıkılmış Elma ile...
- Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu,
- Atlantik ve Pasifik Okyanusları'nda bulunan Somonlu, Japon mutfağının vazgeçilmezlerinden "Suşi"... (Hemen burun kıvırmayın, Fahrettin Paşa, somonlu suşisini yemeden zinhar adım atmazmış cepheye...)
- Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus,
- Susamlı Levrek Simidi,
Ve... (Allah'tan insafa gelmişler de);
-  Aydın usulü kuzu çöp şiş, ikram edilmiş.

                                                                         ***

Bu menünün konsepti, -ağam bizimle eğleniyi zahir- "milletin evinden ikram"mış!

                                                                         ***
Emine Hanım "kendi evinde" komşularına gün daveti verirken yahut kendi aralarında torun tombalak toplandıklarında istediği menüyü hazırlayabilir.
Yahut...
Tayyip Bey "kendi evinde" eşe dosta "ziyafet" çekerken, cebinin el verdiği ne varsa; beyaz trüf mantarından, Beluga havyarına, Chocopolige'den Kopi Luwak kahvesine "sofrasını" dileği  "lüks gıda"yla donatabilir...
Löp löp et, pıt pıt yağ olsun, yarasın, gözümüz yok.
Ama "milletin evi"nde...
Üstelik de ev sahipliğini "Başkomutan" sıfatıyla yaptığı, "30 Ağustos" gibi özel kimliğe sahip bir günde...
186 bin Türk askerinin, 195 bin Yunan askerine karşı...
Yunanın 3 bin 152 hafif makinelisine karşı 2 bin 25 hafif makineli tüfekle...
Yunanın 1002 ağır makinelisine karşı, 839 ağır makineli tüfekle...
Yunanın 344 topuna karşı 323 top...
50 uçağına karşı 10 uçak...
3 bin 828 motorlu aracına karşı 208 motorlu araçla...
Ve bu kadarını da ancak ve ancak "ülkenin bütün kaynaklarının emrine verilmesi, halkın varını yoğunu ortaya koyması sonucu sağlayabilmiş" şekilde...
Yani;
Yokluk, yoksulluk, imkânsızlık, darlık şartlarında...
Bir tas sıcak çorbayı ziyafet sayanların kazandığı zaferin yıldönümünü, bir tas sıcak çorbayı hakir gören bir yaklaşımla -niyet bu değilse bile yarattığı algı böyle- anmak nedir bilemiyorum ama ne olmadığı belli;
O zafere saygı alameti değildir...
Minnet göstergesi değildir...
Gurur ifadesi değildir...
                                                                        ***
Onu da geçtim...
Şu kriz günlerinde millet evine patates, soğan, yumurta götürmekte zorlanır haldeyken, "milletin evinden ikram" başlığı altında milletin sofrasına ayda bir bile koyamadığı, geleneğinde olmadığından zaten koymayı da aklına bile getirmediği bir menünün servisi, bu ülkenin açlık sınırındaki milyonlarına tek kelimeyle hakarettir;
Ayıp.
Gazetecilere "sürpriz" diye ikram eden ilgilinin övünmesi değil utanması gerekir!

Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

3 Eylül 2018 Pazartesi

Elektrik ve doğalgaza her ay zam - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Elektrik fiyatlarına 1 Ağustos’ta yapılan zammın üzerinden bir ay geçtikten sonra bir zam daha geldi. Konutlarda elektrik fiyatları bu ay da yüzde 9 oranında artırılırken, son zamdan sanayici de yüzde 14’lük artışla payını aldı. Doğalgaz zammı da bir önceki ay olduğu gibi yüzde 9 oldu. Elektrik Mühendisleri Odası, “Türk tipi başkanlık sistemiyle” üç ayda bir yapılan gözden geçirme yerine her ay zam düzenine geçildiğine dikkat çekiyor. Anlaşılan padişah sevgisi gıda ve ulaşımdan sonra bir başka önemli ihtiyacı, enerjiyi de erişilmesi zor bir kaynak yapacak.

İşin şakaya gelir yanı yok. Son bir yılda evimizdeki elektrik faturası yüzde 33, sanayi, ticarethane ve tarımsal sulamada ise yüzde 44 zamlandı. Bizler faturaları nasıl ödeyeceğiz diye düşünürken, üretici de enerji maliyetini nasıl karşılayacağını düşünüyor. Doğalgaza bir ay içinde yapılan iki zammı da hesaba kattığımızda, gıdadan giyim ve hizmete her alanda yeni zamların geleceği ortada. Mutfaktaki ateş daha da körüklenecek, herhalde en kötüsü de bu.

Bu zamların arkasındaki nedenlerden biri Türk Lirası’ndaki feci değer kaybı. Türkiye doğalgazı yurt dışından alıyor ve dolarla ödeme yapıyor. Doların artışı işi zorlaştırdı. Zaten yıllardır doğalgazda destekle (sübvansiyon) ayakta duruyorduk, hükümet elektrik üreten santrallara verilen doğalgazda desteğin büyük bir kısmını geri çekti ya da ekonomik kriz yüzünden artık bu yükü taşıyamaz hale geldi. Sanayiciye verilen doğalgazda ise destek şimdilik sürüyor.

İşin seçimleri ilgilendiren bir kısmı da var. Makine Mühendisleri Odası’nın “Elektrik ve Doğal Gaz Fiyatlarına Yapılan Son Zamların Analizi” raporu, Anayasa halk oylamasıyla başlayan ve 24 Haziran seçimiyle biten süre boyunca halkın tepkisini çekmemek için doğalgaz zamlarının nasıl ertelendiğini tek tek açıklıyor. Seçimler bitti, saraylarda oturma garantiye alındı, zamlar da serbest bırakıldı.

Elektrik tarafında yönetim krizinden de bahsetmek mümkün. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yıllardır ithal doğalgazdan kaçmak için her dereye HES, her ovaya termik santral kurmaya çalışıyor. Bu çabanın bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Doğalgazın Türkiye elektrik üretimindeki payı 2017’de yüzde 37’e geriledi. Ancak, bir ara yüzde 50’ye yaklaşmış bu oranın azalması AKP’nin iddia ettiği gibi enerjide dışa bağımlılığı azaltmadı. Tasarruf ve enerji verimliliğine büyümeyi etkiler korkusuyla öcü muamelesi yapıldı. Doğalgaz gitti ithal kömür geldi. Enerjide dışa bağımlılık konusunda ithal petrole hiç dokunulmadı. Tersine köprü, havalimanı ve yollarla petrol tüketimi teşvik edildi. Böylece dışa bağımlılık yüzde 75’leri bile görerek rekor kırdı. İthalat yükseldi, dolardaki artış da üzerine tuz biber oldu. Yenilenebilir enerjiden kömüre, petrolden doğalgaza sonuçta tüm alım garantileri, ticaret dolar üzerinden yapılıyor. Tercihler, kilovatsaati 3-4 dolar sente elektrik üreten rüzgar, güneş yerine, 6 sentten elektrik satan kömür olunca fatura daha da kabarıyor. İptal edilmezse nükleer santrala verilen alım garantisinin 12,35 dolar sent olduğunu hatırlatalım. Elektrik zammını asıl o zaman göreceğiz.

Son durum şu. 2018’in ilk sekiz ayında ithal kömür santralları elektrik üretiminin yüzde 20’sini karşıladı, doğalgazla beraber elektriğin yarısı ithal kaynaklardan üretildi. 18 yıl önce Türkiye’de ithal kömürle çalışan bir santral olmadığını hatırlatalım.

Özelleştirme kısmını da atlamayalım. Bugün fon ve vergiler hariç 100 TL’yi bulan bir faturanın 30 TL’si iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedellerine gidiyor. Dağıtım bölgelerini alan şirketlerin kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek için yatırım yapacakları söylenmişti. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı Dünya Bankası’nın son verilerine göre yüzde 15. Dünya ortalaması ise yüzde 8. Yedi yıldır bir ilerleme olmadı çünkü bu firmalar ihaleleri almak için dolar üzerinden borçlandılar.

45 milyar doları aşan borçları olduğu söyleniyor. Bırakın yatırım yapmayı, bedellerini bize ödeterek yardım alıyorlar.

Bir başka yazıda devam etmek üzere soralım. 

Bu özelleştirmeler yapılmasa ve devlet dağıtım şirketlerini elinde tutsaydı, tarihinin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşayan Türkiye’de, kâr derdi olmayacağı için vatandaşa şu son zammı yapmadan elektrik satamaz mıydı?

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Türkiye’de AKP, Almanya’da AfD? - OSMAN ÇUTSAY

Avrupa’da geçen yüzyılın ilk yarısında, faşist partiler, diğer sağ partileri kullanarak ve sosyal demokrasinin işçi sınıfı hareketini paramparça eden yardımlarından yararlanarak, kendi program ve örgütlülüklerini başat hareket haline getirmişti. Hitler ve Mussolini, en tipik örnekler; malûm.

Şimdi “çağcıl” bir faşist hareket olduğu söylenebilecek AfD (“Almanya için Alternatif”), programını, ki yerli yoksulları kullanan neoliberal bir acımasızlıktır, uygulanır hale getiriyor. Faşizm, biçim ve yer yer içerik değiştiriyor. Klasik ırkçılığın, tavizsiz etnik abartıların değil, başka bağlılıkların, örneğin refah ekonomisini kıskançlıkla savunmanın, bir din olarak beyinlere kazınan tanımsız bir “beyazlar demokrasisinin” (Batı demokrasisi), emperyalist-kapitalist demokrasiye ve ekonomiye kayıtsız şartsız iman edenlerin partisiyle karşı karşıyayız. 

AKP, Türkiye’de çeşitli kombinasyonlar üzerinden, gizli veya açık ittifaklarla, özellikle de Asker Partisi’ni kullanıp zaman içinde etkisizleştirerek (Çetin Doğan ile Hulusi Akar arasındaki mesafe çok kısaydı çünkü) iktidar oldu; cumhuriyeti kazıdı. 

Tamam, Asker Partisi’nin muadilini, aynen Batı Avrupa’da bulamıyoruz. Buna rağmen soralım: AfD neden Almanya’da iktidar olmasın? Muhtar bile olamaz denilen “reyiz” nerelere geldi, AfD’nin başındakilerin bu başarıyı andıran bir çıkışın eşiğinde olmadığını kim iddia edebilir? Almanya resmen kaynıyor. Bu kaynamada AfD’nin iktidar olması için mutlaka Berlin’deki başbakanlık koltuğunu işgal etmesi gerekmiyor. 

Türkiye’deki AKP iktidarı, büyük bir ekonomik dönüşüm, bir zihniyet devrimi anlamına falan gelmiyordu. Mülk sahipleri, İslamcı ticaret ve “depo” burjuvazisinin artan ağırlığı nedeniyle bir hesaplaşma içindeydi ve sistem, İslamcı zenginlerin iktidar oyununa cevaz veriyordu. Türkiye ölçeğinde ve “oligarşi” çerçevesinde bir iktidar alışverişi yaşandı; bu arada aydınlanmacı ve cumhuriyetçi tüm yükler, Türkiye kapitalizminin yeni elitlerini çok fazla da yormadan, Asker Partisi’nin çeşitli askeri darbelerle açtığı yolda tasfiye edilebildi. Türk ve Kürt zenginlerinin bu konuda ve AKP’nin ekonomik yaklaşımına bir itiraz geliştirdiğine tanık olmadık. Normaldir: Sömürü düzeninde bir değişiklik önermiyordu AKP ve su başlarını yeni tutacak zenginlerin iktidar enstrümanıydı. Eski rejimin zenginlerini hoş tutmayı ve arkalarına almayı başardılar. Laik ve dinci sermayenin gayet iyi anlaştığını, Koç ve Sabancı gruplarının inşaat zenginleriyle al takke ve külah ilişkilerine bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. 
Sonuçta, AKP Türkiye’de iktidar oldu. 

Yerel ölçüler içinde benzer çizgilere sahip AfD, neden Türkiye’nin sahibi Almanya’da iktidar olmasın? Bu, birinci soru. 

Eğer programını gerçekleştirebiliyorsa, daha otoriter bir siyasi düzende ve Amerikan liderliğinin de gerilediği koşullarda, bu AfD neden siyasi iktidara bizzat yerleşsin ki? 
Bu da ikinci soru. 

Bu soruları yanıtlamamız gerekmiyor. Ama bu tabloyu çözümlemek zorundayız. 
Yeni sağcılığın, eski parlamenter demokrasi veya temsili demokrasi kurumlarını modifiye ettiğine tanık oluyoruz. Bu müdahale, emperyalist dünya sisteminde bir türlü önüne geçilemeyen ve kronikleşen krize bir “metropol çaresi” kabul edilebilir. 

Türkiye’de dönüşümün, yani siyasi iktidara bizzat el koyarak ve kitle desteğiyle gerçekleştirebilen “İslamofaşist” otoriterliğin emperyalist merkezlerdeki karşılığı (Macaristan ve Orban damgalı) “illiberal demokrasi” olabilir. Bunun için de sistemin yeni otoriter partisinin, özellikle en zenginlerde (Macaristan, Polonya, Bulgaristan gibi görece yoksullardan farklı olarak) eski egemenlerin temsili demokrasi oyununu biraz rötuşa zorlayarak krize çare önereceği anlaşılıyor. 

AKP’nin, metropollerdeki iktidar oyunlarına ışık tuttuğunu ileri sürebiliriz: AfD, bir tür Alman AKP’si gibidir. Doğrudur, ciddi faşizan çizgilere sahiptir, ama eski faşizmlerle de birebir örtüşmemektedir. Yahudi düşmanlığından çok, bir İsrail dostluğundan söz edebiliriz örneğin. Ama, ekonomik gerekçelerle, Arap dünyasını da hoş tutmaları gerektiğini bilen bir yönetim kadrosu var. Avrupa’nın alışılmış temsili demokrasilerini dışarıdan güç uygulayarak, elbette de toplumdaki faşizan duyarlılığı, refah şovenizmini ve yoksul yığınları kullanarak yeniden örgütlemeye çalışıyor. AfD, bunu Avrupa’nın hegemonu ve en zengininde, Almanya’da yapıyor. Kriz koşullarında...

Yılan benzetmesi gerçekten ışık tutucudur: Emperyalist-kapitalist sistem çok sancılı bir gömlek (deri) değiştirme sürecinden geçiyor. Kriz, böyle. Ağır sürprizlere gebe. 
“Almanya’daki AfD, elbette AKP’nin aynısı değil, ama onun izdüşümü izlenimi veriyor” dedik. Acımasız programını, gökten indirmiş değildir; hazır bulmuştur. Bu programda Gerhard Schröder SPD’sinin payı büyüktür. AKP de Türkiye’de Kemal Derviş-Ecevit programını hazır bulmadı mı? 

Yeni aşamada, AfD, acımasız programını yerleşik diğer partilere, onları değiştirerek, değişime zorlayarak, uygulanır hale getirebilir. Azgelişmişlerden, belli bir denetim senaryosu içinde gelişkin işgücü ithal edecek (“beyin göçü”), buna bazı sektörlerdeki acil talep olan ucuz kol gücü de eşlik edecek, ancak teknolojinin gizleri her zaman ihracat manyağı bu metropollerde kalacaktır. Bu işgücü ithalatı, metropollerdeki reel ücretler düzeyini de sürekli baskı altında tutabilecektir. Sonuçta, bu acımasız ekonomik alışverişin insani maliyetlerini metropoller asla üstlenmeyecektir. Kavga da odur aslında. 

Nasıl mı? 
Şöyle: Dünya sisteminin ve üretimin teknolojik anahtarının en zenginlerde kalması gerekiyor. Bu, bağımlı ülkelerde, çok yoğun bir yoksullaşma demektir. İktidar katında ise oligarşik alışverişler artıyor. Ama en gelişkin beyinlerin de metropollere cezbedilmesi sağlanıyor. 

AfD, en zengin metropolün ihracatını tehlikeye atmayacak yerlilik ve millilikte bir atılım gerçekleştirmeye çalışıyor. Öncülleri, fazlasıyla sistemde vardı ve hazırdı. 
Tıpkı AKP gibi. 

Gelmek istediğimiz nokta da bu zaten: Eğer AKP Türkiye’de yerleşmişse, AfD de, doğrudan iktidar olmasa bile, “sistemik” programını diğerlerine dayatarak bir dönüşüm sağlayabilir. Yoksullarda ve zenginlerde saatlerin hep farklı çalıştığını eklemeye gerek yok. 

Türkiye ile Federal Almanya’nın, 1945 sonrasının en acımasız iki antikomünist cephe ülkesinin, iki demokrasinin, böyle bir gerilim hattında koparılmaz ilişkileri var. Biri olmadan diğerini layıkıyla tarif edemiyorsunuz. Türkiye’deki cumhuriyetçi kırıntıları (prelüd sayılabilecek 12 Mart 1971’de az, ama 12 Eylül 1980 ve onun meşru çocuğu 3 Kasım 2002’de çok fazla) yerle bir eden iktidar, Almanya’ya AfD kimliğiyle yansıyabiliyor. 

AfD, bir tür zengin AKP’ciliği mi oluyor? 
Birbirlerine düşman göründüklerine bakılmasın. İslam ve İslamcılığı başdüşman ilan eden AfD zihniyeti, AKP zihniyetinin yakın akrabasıdır ve birlikte işlerini yürütmenin bir yolunu bulmaya çalışacaklardır. Eh, “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini” deyişi herhalde boşuna üretilmiş değildir. Sermaye içi ilişkiler, bırakın karşıtlıkları, tutkulu sevgileri bile, her zaman çok acımasızdır. 
Kanlıdır. 

Zengin ve yoksul ekonomilerin gericilikleri, birbirinden farklı olmaya mecburdur. Birbirlerine düşman da görünebilirler ve kitleler nezdinde öyle kabul edilirler. Fakat sermayenin emeğe saldırısı, aydınlanmanın kazınma harekâtı, derinlerdeki bir ortaklığın ürünüdür. 

AKP ile AfD akrabalığının neden ve sonuçları üzerinde düşünmeye mecburuz. Büyük bir krizden geçiyoruz ve bu krizin özgün renklerini işçi sınıfı hareketi için ayrıştırma görevimiz de var. Çöken Türkiye, Almanya’yı nereye çeker? Bakmamız lazım. Sormamız lazım. Anlamamız lazım. 

Osman Çutsay / SOL

Betona tapanların mabedi yapıldı - TAYFUN ATAY

Tatili bitirip döndük, rutin tempomuzu tutarak gazetelere göz gezdirir olduk ki dakika bir-gol bir,Yassıada’nın yeni görüntüsü karşısında dehşete kapıldık!..

Dünkü Hürriyet’te Vahap Munyar marifeti ile verilen haberdeki fotoğraf, sadece ve sadece geçmişten hınç almak ile ne pahasına olursa olsun bugününü kurtarmak arasında sıkışıp kalmış bir dinbaz iktidarın dünyasında “demokrasi” ve “özgürlük” denince ne anlaşıldığının kristal berraklığıyla karşımızda duran bir resmi aslında…

“Özgürlük ve Demokrasi Adası” adını vereceklerini söyledikleri Yassıada’yı betona boğmuşlar!..

Elbette ne yaptıklarının da, bunun karşısında nasıl insanî tepkiler alacaklarının da farkındalar ve bu yüzden tüm bu olup bitenin başındaki karakterlerden Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’yla TOBB’a bağlı Gümrük ve Turizm İşletmeleri (GTİ) Yönetim Kurulu
Başkanı Arif Parmaksız demişler ki:
“Şu anda inşaat nedeniyle beton yoğun bir görüntü var. Proje tamamlandığında en az 100 adet yetişmiş ağaç dikeceğiz.”

Maşallah size!..
***
Çevre katliamı yapan insanlığın, bozduğu doğal dengeyi “kendi hesabınca” yeniden kurma yolunda ne güzel bir ruhunu kurtarma, vicdanını rahatlatma yöntemidir bu, sormayın gitsin!..

125 odalı otel, 30 civarında betonarme bungalov, 600 kişilik konferans salonu, 1200 kişilik cami, ayrıca müzeler, kafeteryalar, restoranlar…

Ve buna karşılık 100 ağaç öyle mi?!

Siz ancak kendinizi kandırır ve bunun hesabını ne doğaya, ne de o inandığınız (tabii ne kadar içtenlikle inanıyorsunuz, o da tartışılır!) Allah’a verebilirsiniz!..

Ettikleri bir diğer lakırdı da şu: “Aslında adada ağaçtan çok maki vardı. [Böyle olmadığını, adanın eskiden yemyeşil olduğunu söyleyenler de var.] Dikilecek ağaç ve fidanlarla beton yoğun görüntü önemli ölçüde giderilecek.”

İşte bu da “çevrekırım”a (ecocide) hem bahane, hem de ön-ayak olan cahil cesaretinin bir başka nişanesi…

Acaba neden doğa ya da eğer istiyorsanız, önünde secde ettiğiniz Allah, Marmara’nın ortasındaki Yassıada’da ağaç bitirmek yerine maki bitirmiş ve bu bitki örtüsü ile uyarlı bir ekosistem var etmiştir de…
Siz şimdi güneş ışınlarını emecek toprak bırakmamacasına orayı cehenneme döndürecek bir betonlaşmanın yanına adeta çevrecilere “sus payı” nev’inden 100 ağaç dikmekten bahsediyorsunuz?..
Nedeni ortada: TOBB-GTİ tarafından yürütülen 500 milyonluk bir “proje” bu ve “İnşaat Ya Resulullah” şiarıyla hareket eden dinbaz iktidarın hükmünü sürdürebilmesi yolunda bu betonlaşmaya çok ama çok ihtiyaç var. “Yassıada” denince isimleri büyük acı ve hüzünle akla gelen Demokrat Parti maktul ve mazlumları da bu işin “paravan”ı ne yazık ki…
***
Biz böyle düşünüyoruz! AKP’nin bugün yaygın kitlesel desteğinin de, eksilmeyen “rıza üretimi”nin de arkasında inşaat kapitalizmi var. “Reis”in ağzından hiç düşmeyen, “Durmak yok yola devam” sözünün gerçek karşılığı da durmak yok yol yapmaya devam, yani kısacası “inşaata devam”dır.

Ve nasıl tarif ediyordu eski Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce AKP’nin bu “ekonomi-politik” betona-taparlığını birkaç yıl önce, hatırlayalım:
“Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın! Bu beton makinesi böyle pat pat vurdukça Türkiye kalkınıyor. Bu beton pompaları hiç durmasın! Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın (…) ve o beton pompaları insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın. Rabbim, bunu hep nasip etsin!..”

Başka söze hacet var mı?

Yassıada’yı Türk siyasi tarihinde kara bir leke, bir utanç mekânı olmaktan çıkarma bahanesiyle kolları sıvadılar, onu betona-taparlıklarının mabedi yapma yolunda ilerliyorlar.

Hepsi bu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Eren Erdem yalnızdır! - ERK ACARER

“Ziyaret edilemiyor” ifadeleri gerçeği yansıtmıyor. Tecritteki Erdem; sadece cumaları kısıtlı süre verilen bilgisayarla savunmasını yazıyor. 

25. ve 26. dönem milletvekili ve halen CHP’nin Parti Meclisi (PM) üyesi Eren Erdem, sadece cuma günleri kısıtlı süreliğine verilen bilgisayarla, 19 Eylül’de, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde görülecek davası için savunmasını hazırlıyor. Erdem; 3 ihbar sonucunda başlatılan ve alel acele kabul edilen iddianamede, “FETÖ/PDY”ye yardım gerekçesi ile 22 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor.

Hala PM üyesi
Erdemi; 3 gün önce ziyaret eden CHP eski vekili Tur Yıldız Biçer, hem bu görüşmenin çarpıcı detaylarını paylaştı hem de nereden çıktığı belli olmayan “Eren Erdem ziyaret edilemiyor, çünkü izin verilmiyor” algısına yönelik açıklamalarda bulundu. Biçer, “Hukukçu değilim, artık siyasetçi kimliğim de yok, ancak Erdem’i ziyaret etmek istediğime ilişkin dilekçem Adalet Bakanlığı tarafından 2 hafta içinde kabul edildi” dedi.

Biçer; şu ifadeleri kullandı: “Aynı dönemde milletvekilliği yaptık. Erdem; hala partimizin PM üyesi. ‘CHP’nin en yetkili organının bir temsilcisisinin hukuksuz biçimde cezaevinde tutulmasının, daha çok dillendirilmesi ve görünür olması gerekiyor’ diye düşünüyorum. Ancak ne yazık ki durum bu şekilde değil. Eren Erdem’in de düşünceleri bu yönde oldu.”

Bu algı nereden?
Biçer, “Eren Erdem ziyaret edilemiyor” açıklamalarının da gerçeği yansıtmadığına vurgu yaptı: “Ziyaretimden bir gün önce, Parti Meclisi toplanmıştı. Duruşması yaklaşmışken, isminin ön plana çıkarılacağı bir bildiri yayımlanabilir, bir açıklama yapılabilirdi. Önümüzdeki günlerde destek açıklamalarının yapılacağına inanmak istiyorum. Nedense, Eren Erdem ile görüşmenin çok istenmesine rağmen mümkün olmadığına yönelik bir algı oluştu. Hatta mevcut vekillere bile izin verilmediği söyleniyordu. Bu bilginin, tam olarak nereden kaynaklandığını ve yayıldığını bilemiyorum. Ancak bu doğru değil! Benim de bilgim, mevcut milletvekillerinin görüşmelerine bile izin verilmediği yönündeydi. Ancak hem Enis Berberoğlu ile ilgili hem de Eren Erdem ile ilgili görüşme başvurum kabul edildi. Ben ziyaret edebiliyorsam, şüphesiz siyasiler ve hukukçular daha rahat hareket edebilirler.”

"Konuşmaya özlem duyuyorum”
Berberoğlu siyasi bir tavır olarak bir döneme kadar ziyaretçi kabul etmiyor. Fakat eski CHP vekili Eren Erdem ile yine iddiaların tersi ‘kısıtlamasız’, 1 saatlik görüşmede şu noktalar ön plana çıktı: “Moral ve motivasyonu sağlam. Ülke içinden ve ülke dışından avukatı aracılığı ile çok sayıda mesaj alığını ve bunların kendisini ayakta tuttuğunu söyledi. ‘Çabalarıma ve hukukuzluğa inananları arkamda hissediyorum’ dedi. 5 metrekarelik bir hücrede kalıyor. Sıkıntılarını da dile getirdi: “Havalandırmayı 7 adımda bitiriyordum. Gardiyanlar, kapıdaki küçük pencereden yemeğimi veriyor. Gardiyanlardan başka kimseyi görmem mümkün değil. Havalandırmanın yüksek duvarların üzerinden yalnızca gökyüzünü görebiliyordum. Ziyaretçi gelmediği günler yorucu. Bazen 4-5 gün hücreden çıkamıyorum. Hücreden çıkmaya ve biriyle konuşmaya özlem duyuyorum… Bunun adı tecrittir.”

2 saat bilgisayar
Tur Yıldız Biçer; “İşte bu nedenle, vekillerin, vekil olmayanların, avukat ve partiye gönül verenlerin ziyaret için başvuru yapmasına yönelik ağrı yapmak istiyorum” diyerek 19 Eylül’de gerçekleşecek duruşmaya da dikkat çekti: “Sadece cuma günleri 2 saat bilgisayar veriliyormuş, savunmasına yoğunlaşmış durumda. Tecritteki Erdem’i yalnız bırakmamak önemli.”

Hukuki değil siyasi
Dosya okunmadan, içeriğine tam olarak hakim olunmadan aceleyle bir tutukluluk kararı verildiği; alınan kararla dosya içeriği arasındaki, çelişkilerden çok rahatça anlaşılabilir.

Öncesi ve sonrasıyla bu; siyasi bir süreç. Beklentimiz çok basit; Davanın siyasi platformdan hukuki platforma çekilmesini istiyoruz. Erdem; ‘Kaçmak gibi bir niyetim hiç olmadı, çünkü suçsuzum’ diyor. Hayatı boyunca ‘FETÖ’ ile mücadele etti. Şimdi bundan yargılanıyor. Delil de belge de yok. 

Türkiyede kurumsallaşan gizli tanık üstünden şekillenen boş bir dava.”

Erk Acarer / BİRGÜN

Adını koyalım bu bir sorumsuzluk rejimi - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Bizzat Erdoğan tarafından Kuvayı Milliye’ye benzetilen ÖSO militanlarının TL’ye burun kıvırdığı bir dönemdeyiz. Varın gerisini siz düşünün... Ekonomik krizin etkileri bir bir kendini göstermeye başladı. Okulların açılmasına az bir vakit kala elektrikten akaryakıta kırtasiye malzemesinden beyaz eşyaya zam gelmeyen tek bir ürün yok. Krizden yara almadan çıkmak isteyen ‘yerli ve milli burjuvazi’ kârdan zarar etmemek için fiyatları şişirmekten paketli ürünlerde gramaj düşürmeye kadar her türlü hileyi deniyor.

İktidarın gölgesinde semiren, AKP’li siyasetçilerle boy boy fotoğraf veren patronlar ‘kur farkını fiyatlara yansıtmak zorundayız’ derken iktidarın kendi üstlerine gelmeyeceğini gayet iyi biliyorlar. Stokçuluk ve fiyat şişirmelere karşı yaptırım uygulayacağını söyleyen hükümetin hiçbir inandırıcılığı yok. Telekom fiyaskosu ortadayken, Halkbank’da 3.72’lik kurdan birileri yarım saatte zenginleşmişken, bürokrasi hala sefahat peşindeyken bu sorumsuzluk rejiminde kimi kim durduracak.

Böyle giderse enflasyon ve işsizliğin birlikte arttığı stagflasyon gerçeği 2019’u beklemeyecek. Hammaddesi dolara, avroya bağımlı sektörler halihazırda işçi çıkarıyor, birçoğu da borçlarını çeviremeyecek durumda. 24 Haziran öncesinde KOBİ’lere destek sözü veren hükümet şimdi onların kepenk kapamasını izliyor. Bu kriz 2001’de olduğu gibi öncelikli olarak beyaz yakalıları değil kol gücüyle kazanan emekçileri öğütüyor. İşçi sendikası başkanlığını milletvekilliği için bir basamak olarak görenlerin basiretsizliği yüzünden emekçiler üretimden gelen gücünü de kullanamıyor. Kadro sözü verilip yüzüstü bırakılan binlerce taşeronun hakkını savunan da yok, kur uçmuşken ithal tohuma mahkum edilen çiftçiyi düşünen de...

İktidar bloku ekonomik krizden bir bütün olarak çıkabilecek mi sorusu ise orta yerde duruyor. MHP 2001 krizinden sonra gemiyi ilk terk eden taraftı. Derviş ile zerre kadar anlaşamasalar da erken seçimi birlikte gündeme taşımışlardı. Bahçeli krizin faturasını ödemekten yana değildi ama 2002 seçimlerinde o faturadan kaçamadı. Bugün ise aynı Bahçeli ekonomik altüst oluşa rağmen AKP-MHP ortaklığının yürütülmesinden yana. Çünkü krizin sonuçlarını milliyetçi kitle hareketine dönüştürebileceğini umuyor. Ayrıca yeni rejimin tesis edilme sürecini Saray’ın etrafındaki kliklere teslim etmek istemiyor. Bahçeli’nin AB ile ilişkilerin zahiren yumuşamasını ve pazarlığın kızışmasını kendine tehdit olarak gördüğü de bir sır değil. Bu noktada başını Soylu’nun çektiği ekiple kesişiyorlar.

Yerel seçimler için MHP’nin Erdoğan’a şimdiden açık çek vermesinin iki somut nedeni var. Birincisi yerel seçimlere kadar iktidar blokundaki olası gerilimleri MHP lehine sonuca bağlamak ve böylece devlet içindeki konumunu tahkim etmek. İkincisi ise doğrudan devlet gücüyle Kürt bölgelerinde HDP-DBP çizgisinin belediye kazanmasını engellemek. Bir başka ifadeyle kayyım rejimini süreklileştirmek.

İktidar blokunda kirli hesaplar dönerken Meclis’teki muhalefet süreci yine yanlış okuyor. Muhalefetin tam da AKP’nin istediği yere çekilmesi yani ekonomik krizi bırakıp yerel seçimi konuşmaya başlaması kendi hanesine eksi puan olarak yazılıyor. Saray’daki resepsiyona giden Akşener, seçimleri boykot tartışması yapanlara gitsinler AKP’ye oy versinler diyen Kılıçdaroğlu, hala “millet ittifakının” kaldığını düşünen CHP’liler, Suriye’deki gelişmelere kitlenmiş Kürt siyasi hareketi... hepsi el ele memleketin felakete gidişini izliyorlar.

İçinde debelendiğimiz sorumsuzluk rejimi sadece iktidarın eseri değil. Çorlu’da sebepleri tamamen siyasi olan tren faciasına ‘Aman bu konuda siyaset yapmayalım’ diyen muhalefet oradaki tavrının suç ortaklığı olduğunu fark etmediği için benzer vakalar tekrarlanıyor, insanlar yoksullaşıyor, insanlar ölüyor ama iktidardan hesap sorulmuyor. Man Adası belgeleri kadar önemli değil mi o kaybedilen canlar? İşte buyrun tren faciasında ihmaller zinciri şarbon salgınında da karşımıza çıktı. Masraflı görülen yol bekçilerinin kaldırılmasındaki hata bu sefer veteriner kontrolünden geçmeyen etlerle soframıza kadar geldi. Memleketin et kurumunun ithal ettiği etlerde şarbon çıkmış şimdi de ‘aman bunu politika malzemesi’ yapmayalım mı diyecek muhalefet.

Yitirilen hayatların, kararan yaşamların, mutfağa kadar sokulan endişenin hesabını sormayan muhalefet ekonomik krizin hesabını hiç soramaz.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Not: Berkay Ustabaş 5 Ocak’tan bu yana tutuklu. Berkin Elvan’ın cenazesine katılmak ve milyonların attığı sloganı tekrarlamakla itham ediliyor. Ustabaş’ın duruşması 5 Eylül’de Çağlayan Adliyesi’nde, dostları tüm devrimcileri Ustabaş’a desteğe çağırıyor.

Hoşgörünün hikâyesi - BURAK ABATAY

‘İki İyi Çocuk’ filminin yönetmeni Mehmet Demir Yılmaz: Günümüzde geçen bir hikâye anlattım ama çocukluğumun saflığı ve temizliğiyle anlatmaya çalıştım.

Başrollerini Sarp Levendoğlu, Sevcan Yaşar ve Kazım Karakadıoğlu’nun oynadığı, Antakya’da gerçek bir hikâyeden esinlenerek çekilen ‘İki İyi Çocuk’ filmi geçen hafta vizyona girdi. Mehmet Demir Yılmaz’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmin müziklerini ise Yeni Türkü’nün solisti Derya Köroğlu yaptı. Filmin yönetmeni Yılmaz ile İki İyi Çocuk’u konuştuk.

»Hangi insanların öyküsü anlatılıyor filmde?
Çocukluğumda, toplumdan izole edilmemiş, bizimle aynı okullara giden, aynı sokaklarda birlikte oynadığımız zihinsel engelli kardeşlerimiz vardı. Önceleri tuhaf gelirdi ama zamanla alışırdık. Bizden hiçbir farkları yok gibi gelmeye başlardı. Yaşadığımız mahalle onlara sahip çıkardı ve onlara zarar gelmesini engellerdi. Bizler de çocuk halimizle onlar için yabancılara karşı elimizden geleni yapardık. ‘İki İyi Çocuk’ filmi, bir şehrin maskotu olmuş, kendisini polis zanneden bir zihinsel engelli genç ile ona kol kanat geren ve ona ağabeylik yapan gerçek bir başkomiserin dostluk hikâyesi. Aynı zamanda koca bir şehrin hoşgörüsünün hikâyesi. Tüm iyilerle birlikte, bu film, dışarıya karşı sert, katı görünen, fakat içindeki iyiliği sonradan fark edebilenlerin öyküsünü anlatıyor.

»Çekimler neden Hatay’da?
Hikâye uzun zamandır aklımdaydı. Sadece yazmaya fırsat bulamamıştım. Bu ilk sinema filmim. Reklam ve belgesel alanında yoğun çalışıyorum. O yüzden geç de olsa yazmaya karar verdim ve senarist arkadaşım Sertaç Yaşar ile projeyi kaleme aldık. Antakya’da doğdum ve liseyi orada okudum. Antakya hoşgörü kenti. Çocukluğum da öyleydi. Her geçen gün biraz da Ortadoğu sancısı sebebiyle o değerler kayboluyor. Filmde günümüzde geçen bir hikâye anlattım ama çocukluğumun saflığı ve temizliğiyle anlatmaya çalıştım. Görünümünden ve durumundan esinlendiğim ‘Komiser Murat’ lakaplı zihinsel engelli genç, Antakya’da yaşıyordu. Lise yıllarımda, onu okul önlerinde trafik polisliği yaparken görmüştüm. Bu filmi başka bir yerde çekmem mümkün değildi. Etik değerler ölçüsünde, sadece görünümden esinlendiğimiz için, isimleri de farklı yaptık. Tabii ki çocuğun ailesinden icazet alarak. Karakterlerin hepsi, mekânın onlara kazandırdığı özelliklerle dopdolu olmalıydı. Hatay bunun için biçilmiş kaftandı.

»Oyuncular nasıl seçildi?
Sarp Levendoğlu ile ressam Harun Antakyalı vasıtasıyla tanıştık. Filmdeki Serdar karakteri için Sarp’ı istiyorduk. Hem fiziksel duruşuyla, hem de yerine göre sert, yerine göre duygusal sahneleri çıkarabilecek nitelikte bir oyuncu olması sebebiyle. Senaryoyu okudu ve Serdar rolünü oynamak istediğini söyledi. Gerçekten güzel bir iş çıkardı. Zihinsel engelli genci oynayan Kazım Karakadıoğlu ise bambaşka bir hikâye. Birçok ünlü oyuncudan deneme çekimi aldık. Ama ben bir türlü, birçok sebepten dolayı seçim yapamıyordum. Çünkü Ercan karakteri o kadar önemliydi ki, o karakter inandırıcı olmazsa diğer oyuncular ağızlarıyla kuş bile tutsalar bütün filmi olduğu gibi çöpe atmam gerekebilirdi. Şansım bana yardım etti ve yine bir arkadaşım vasıtasıyla Kazım ile tanıştık. Kazım’ın haberi yoktu süreçten. Otururken yüzüne baktım. Sana bir senaryo göndereceğim, sabah bana odition çalış dedim. Kazım oyunculuk bölümünü yeni bitirmiş hiç bir profesyonel film setinde bulunmamış biriydi. Kendinden çok emin bir şekilde “Tamam” dedi ve ertesi gün muhteşem bir odition verdi. Ercan’ımız ünlü değildi belki ama rolün hakkını verecek bir cast bulmuştum. Sevcan Yaşar, Devrim Özder Akın, Şeyda Terzioğlu, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun değerli oyuncuları Mehmet Ulusoy, Hakan Güven, Bülent Yıldıran, Antakyalı yerel oyuncu Mesut Kurt, beni kırmayıp konuk olarak gelen ama hepsi ayrı ayrı filme imzasını atan sevgili Günay Karacaoğlu, Murat Serezli, Hamdi Alkan… Hepsi çok renk kattı. Oyuncu kadromdan gerçekten çok mutluyum.

»Çekimlerdeki ilginç anılar...
Bisiklet tamirhanesinde geçen çok sevdiğim bir sahne var. Sahneye girerken, en fazla 2-3 yaşında tatlı bir kız çocuğunu sete yaklaşırken gördüm. Çocuğu işaret ederek yardımcı yönetmenimin kulağına fısıldadım. Çocuk oyuna girerse kesmemesini, oyuncuları da bu konuda uyarmasını istedim. Kayıt dedik ve sahne başladı. Çocuk hissettiğim gibi kalabalığın arasından sıyrılıp sete girdi. Kendi boyuna uygun pembe bir çocuk bisikleti buldu ve yaşlı bisiklet tamircisini oynayan oyuncuma, “Dede bunu sürebilir miyim?” dedi. Oyuncum bozmadı. “Tabi” dedi ve sahne sürdü. Çocuk tıngır mıngır bisikletle ilerleyerek kareden uzaklaştı. İnanılmaz doğal ve güzel oldu. O yaşta bir çocuğa oyunculuk yaptıramazsınız ama şansınıza güvenirseniz bazen bambaşka şeyler olabilir.

»Müzikleri sanatçı Derya Köroğlu yaptı. Nasıl gelişti?
Yeni Türkü keyifle dinlediğim bir grup. Şarkılarını ezbere bilirim. Senaryo çıktıktan sonra “Derya Köroğlu yapsa” müzikleri dedim. Çok istedim. Ortak tanıdık bulup kendisine ulaştım. Vakti olmadığını ve film müziğiyle ilgilenmediğini söyledi. En azından senaryoyu okuması konusunda ısrar ettim. “Peki” dedi ve senaryoyu yolladım. Ertesi gün, “Bu işin içerisinde olmak istiyorum” dedi. Senaryoyu beğenmişti. Gerçekten çok onore olduğum zamanlardan biridir. Filmi defalarca izledi ve filmin ruhunu okudu. Harika müzikler ve filme özel şarkı yaptı. Uzun zaman sonra, film müziği yapmak Derya Abi’ye de iyi geldi.

»Film bitince yazarken hayal ettiğiniz gibi oldu mu?
Kolay değildi. Hava Antakya’da sıcaktı. Ekip de zaman zaman zorlandı. Şunu anladım. Tecrübeli ve ne yapmak istediğinizi iyi anlayan oyuncuyla çalışmak çok değerli. Yönetmeni çok rahatlatan bir unsur bu. Oyuncu öyle bir şey sunuyor ki size; işte bu diyorsun. Hayal etmediğin ama istediğin şeyi sunabiliyor sana. Yazarken hayal ettiğim filme, kafamdaki imajlara çok yaklaştım. Hatay’ın hemen her ilçesinde çekim yaptık. Herkes yardımcı oldu. Bütün Hatay halkına çok teşekkür ederim.

»Bundan sonra planınız nedir? Yeni bir proje var mı?
Sinema sektörünün herhangi bir departmanında çalışan herkesin kafasında, her zaman bir proje vardır. O heyecan sizi ayakta tutar. Benim de ikinci film için düşündüğüm, beni heyecanlandıran bir projem var elbette. İyi bir aksiyon gerilim hayal ediyorum. Yazmak ve hayata geçirmek istiyorum. Sabırsızlanıyorum.

BURAK ABATAY / BİRGÜN

Yandaş medyanın sanatçı röportajları: İnsanları ait olduğu yerden koparmak - Burak Abatay

Sabah gazetesinin bir süredir yapmakta olduğu sanatçı röportajlarıyla neyi amaçladığını Murat Meriç, Naim Dilmener ve Eray Aytimur’la konuştuk. Meriç, “Yapılmak istenen, insanları ait olduğu yerden kopartmak. Kaleleri düşürmek” diyor.

Yandaş gazetelerden Sabah, bir süredir Türkiye’de kendilerini ‘demokrat’ olarak tanımlayan kitlenin yoğunlukla dinlediği ya da okuduğu sanatçılarla röportajlar gerçekleştiriyor. 18 Aralık 2017’de Selda Bağcan ile başlayan röportajlar, 19 Mart tarihinde Edip Akbayram ile devam etti. Kısa süren Akbayram tartışması sonrasında ise gazete, 2 Temmuz tarihinde müzisyen Haluk Levent ile bir röportaj yaptı. Sabah röportajı, “Muhalif kimliğiyle tanınan Haluk Levent, 24 Haziran seçimlerini değerlendirdi: 15 Temmuz darbe girişimine baş kaldırmış biri olarak söylüyorum; halkın seçtiğini ancak halkın iradesi görevden alır. Seçim sonucuna hepimiz saygı duymalıyız” spotuyla okurlarına sundu.

9 Temmuz’da ise bu kez yazar Ahmet Ümit, Sabah’a konuk oldu ve “Bu ülke ne sadece iktidarın, ne de muhalefetin. Hepimiz aynı gemideyiz. Eğer sen geminin altını delmeye çalışırsan hepimiz batarız” sözleri ile başka bir tartışmanın kapısını araladı.

Bu tartışmalar sürerken bu kez de müzisyen Bülent Ortaçgil, 30 Temmuz’da Sabah’ın sorularını yanıtladı. Ortaçgil, “Oy olarak da baktığımız zaman yüzde 52’yi yok mu sayacaksınız? Ya da muhalefette kalan yüzde 48’i? Başkan yüzde 52 civarında oy alarak seçilmiş. Muhalefet bunu kabul etmeli. İktidar da muhalefetin istek ve taleplerini göz önünde bulundurursa bu sorun çözülür bence” dedi. Bu da tıpkı diğerleri gibi tartışmaların sürmesine sebep oldu.
Röportajlar Teoman’la devam etti ve ünlü müzisyen 6 Ağustos tarihli gazetede, “Benim solculuk anlayışım 20’nci yüzyılda kaldı” dedi.

Medya ve okurlar ünlü isimlerin söylediği bu sözleri tartışırken son olarak Yeni Türkü’nün solisti Derya Köroğlu, Sabah’a röportaj verdi. Gazete bu röportajı “Köroğlu: Türkiye’de sol halkın taleplerine daha iyi kulak vermeli” başlığıyla duyurdu. Röportajın yayımlandığı 27 Ağustos 2018 günü Derya Köroğlu, sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımla “Sözlerim cımbızlandı” dedi. Bunun üzerine Sabah, ertesi gün internet sitesinde Köroğlu’nun ses kaydını şu paylaşımla yayımladı: “Röportajda şakır şakır konuşan Derya Köroğlu, sosyal medyada sözlerini inkâr etti. İşte olay röportajın ses kaydı ve bir müzisyenin kendi kendini bitirişi!”

Röportajlar sonrasında başlayan tartışmalar, her seferinde röportajın yapıldığı kişiye yönelik eleştirileri de beraberinde getirdi. İyi niyetli, yapıcı eleştirilerin dışında, sanatçıları tamamen itibarsızlaştırmaya dönük çabalar da vardı. İşin başka bir boyutu, Sabah gazetesinin bu röportajlarla ne yapmaya çalıştığıydı.

Müzik eleştirmenleri Eray Aytimur, Murat Meriç ve Naim Dilmener ile konuyu BirGün Pazar için konuştuk.

‘Kaleleri düşürmek istiyorlar’
Bu röportaj dizisiyle beraber Sabah, demokrat sanatçılara yönelik ‘itibarsızlaştırma projesi mi yürütüyor?’ sorusuna Eray Aytimur, “Evet, bir itibarsızlaştırma projesi olduğu doğru. Bunun da çıkış noktasının “dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın” yaklaşımı olduğunu düşünüyorum. Hatta bu listeye Selda Bağcan da eklenmeli bence. Aralık 2017’de Sabah’a verdiği röportaj “Yaz gazeteci yaz” diyen Selda’dan başka biri gibi tınlıyordu. Neticede “Yeni Türkiye” giderek daha geleneksel bir bakış açısıyla şekillendiği için “biz-onlar” ayrımını diri tutmak eskisinden daha kolay. Bu röportajların hepsi yandaş medyanın kendi “onları”ı olarak gördüğü kitle içindeki bireylerin irrasyonel ve histerik taraflarını provoke etmeye yönelikti” görüşünü savundu.

Murat Meriç ise ‘itibarsızlaştırma’ tespitinin doğru olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Adı tartışılır ama bu bir ‘proje’ ve isimler çok dikkatli seçiliyor. Söyleşiler sol kesim tarafından sahiplenilen sanatçılarla yapılıyor ve onları dinleyenleri kızdıracak cümleler cımbızla başlığa taşınıyor. Bilhassa sunum oldukça kışkırtıcı. Bu noktada şunu muhakkak söylemek gerekiyor: Konuşanlar, bizi şaşırtmayacak cümleler kuruyor. Söyleşilere baktığımızda çizgilerini aşan ya da bugüne kadar söylediklerini yalanlayan ifadelere rastlamıyoruz. BirGün’de ya da muadili bir gazetede yayımlansa alkışlayacağımız söyleşileri Sabah’ta yayımlandığı için eleştiriyoruz. Sorun konuşulanlar değil, mecra. Bu noktada şu soru devreye giriyor: İnsanlar sadece kendilerine yakın olan gazetelere mi konuşsun? Normal şartlarda abes bulacağımız bu soru yazık ki günümüz Türkiye’sinde bir hayli manalı. Uzun uzun anlatmayayım hepimiz neyin ne olduğunu ve hangi adımın kime hizmet ettiğini biliyoruz. ‘İtibarsızlaştırmaya’ bir şey daha ekleyeyim: Kaleleri düşürmek istiyorlar. Dolayısıyla evet, bu bir proje ve yazık ki tıkır tıkır işliyor.”

Röportajların akabinde röportaj veren isimler çokça eleştirildi. Naim Dilmener, eleştirilerin bir lince dönüştürülmesini, “Hiç kimse eski yerinde durmuyor; istisnasız hiç kimse. Tamamımız birden insafsız olduk; çok ama çok insafsız. Hiçbir kişi ya da kurumu umursamıyor, herkes hakkında istediğimizi sayıp dökeceğimizi düşünüyoruz. Ve bunu takır takır da yapıyoruz. O kişi ya da kurumlar bizim için çok önemli olsalar bile… O kişi ve kurumların bizdeki kredileri birkaç ömrümüze yetip de artsa bile… Bülent Ortaçgil mesela… Ben yanlış bir şey yaptığını düşünmüyorum ama hayatımızı derinden etkilemiş böylesine yüce bir kişilik, ne yaparsa yapsın hoş görülmeliydi. ‘Linç’ eyleminin/sözcüğünün yerli yersiz, hatta yalan yanlış kullanıldığını düşünüyorum, bu ayrı. Ama insafsızlığımız gerçekten sınır tanımıyor. Fikrimizi rahat rahat yazabiliyor olmanın büyük kolay(cı)lığıyla, aklımızdan dahi geçirmemiz gereken sert sözleri/cümleleri, hatta hakaret ve küfürleri kolaylıkla sıralar olduk” şeklinde yorumladı.

‘Oyunu göremediler’
Aytimur, “İdeali bırakın, yeterince makul bir siyasa ve siyaset içinde, bireyler medya kuruluşlarıyla ilişki kurarken biz-onlar ayrımını sürekli gözetmek zorunda olmazlar. Her kurumun hitap ettiği bir kitle olduğu için, yeni ve farklı olana ses verme çabası her koşulda haklı, anlaşılır ve belki uzun vadede faydalıdır. Söz konusu isimler muhtemelen bu gibi varsayımlarla söyleşi verdiler. Üzerlerinde ve üzerlerinden oynanan Ali Cengiz oyununu öngöremedikleri için de malum sonuçlar ortaya çıktı. Onları eleştireceğimize kendi güdük toplumsal hafızamızı eleştirelim” aynı soruya ilişkin görüşlerini bu şekilde aktarırken, Meriç ise şunları söyledi:

“Herkes herkesi eleştirebilir, bunda bir sıkıntı yok. Sorun, eleştirinin şeklinde ve dozunda... İsteyen istediği yere konuşur, istediği cümleyi kurar. Katılırsınız ya da katılmazsınız. Katılmıyorsanız nedenini söylersiniz, bir tartışma ortamı açarsınız ve fikrinizi beyan edersiniz. Kavga dövüş olmadan çözülebilecek bir şey bu: Tartışırsınız, ikna edersiniz ya da ikna olursunuz. Bu da zorunlu değil elbette; insanlar farklı şeyler düşünebilir ve bunu ifade edebilir. Bu, en temel hak. Sıkıntı, eleştiri dikteye dönüştüğünde devreye giriyor. “Oraya konuşmayacaksın, onu yapmayacaksın, şuraya gitmeyeceksin, bu cümleyi kurmayacaksın” gibi tehlikeli ifadeler ortama çıktığında hadise başka bir şeye dönüşüyor. En başından beri karşı çıktığımız tavır şu: “Benim söylediklerimi söylemezsen seni yok sayarım.” Bunu şu hâle döndürdük: “Benim söylediklerimi söylüyorsun ama istemediğim yere söylüyorsun. O hâlde ben de seni siliyorum. Bu çok tehlikeli.”

Aytimur, sanatçılara yönelik linçlerin Sabah’ın projesini başarılı kıldığı görüşünde. Aytimur görüşüne şu sözlerle açıklık getiriyor: “Çok uzun yıllardır sadece kaybeden tarafta yer almış bir kitlenin akli ve duygusal dengesini sarsmak çok kolay. Neden sonuç ilişkilerini olgusal olarak kuramadığımız için günah keçilerinden medet uman bir topluluğa dönüştük. Mutsuzluk bir yere kadar ama umutsuzluğu halledemedikçe alıklaştık. Ve her provokasyon en az bir alığın sırtından geçinir.”

‘Tümüyle silmek yanlış’
Meriç ise bu durumun tehlikesini işaret ediyor: “Yapılmak istenen, insanları ait olduğu yerden kopartmak. Az evvel “kaleleri düşürmek” dedim ya, tam da bu işte. “Artık Ortaçgil şarkıları dinlemeyeceğim”, “Ahmet Ümit kitapları okumayacağım”, “Teoman konserine gitmeyeceğim” cümleleri kuruluyor, bu yaygınlaşıyor, “dinletmeyeceğim / okutmayacağım / göndermeyeceğim”e dönüşüyor. 

Linç dediğin böyle başlıyor. Elbette tavır alınabilir ama bir insanı yaptıklarından sonra (bu bize göre hata olsa da) tümüyle silmek anlayabileceğim bir şey değil. Bugüne kadar severek dinlediğimiz / okuduğumuz şeyler nasıl bir anda kötü olabilir? Uzaklaşırsınız ama bunu yaygınlaştırmaya çalışmak çok tehlikeli. Kimse sizin gibi düşünmek ve ona uygun davranmak zorunda değil. Eleştirdiğimiz buysa bunu yapmamalıyız.”

Peki dinleyici, Sabah’a röportaj veren sanatçılara karşı nasıl bir tavır sergilemeli? Aytimur konuya ilişkin, “Onlara savaş açacağımıza onlara omuz vermeliyiz. Hem kişisel olarak sahip çıkmalı hem de üretim alanlarındaki duruş ve hareketlerine destek olmalıyız. Sabah gazetesinin benimle değil de onunla söyleşmesi arasındaki farkı yaratan; onun 20-30-40 yıldır düşündüğü, söylediği, takındığı, uğruna savaştığı “şeyler” bütünüdür. Ve o “şeyler”i ortaya çıktıkları günlerin koşullarından ziyade yepyeni pratiklerle korumalıyız” diyor.

Meriç de Aytimur ile benzer bir görüşe sahip. “En başından beri hep aynı şeyi söylüyorum: İsteyen istediği yere konuşur. Ancak bu noktada bununla çelişecek bir cümle kuracağım: Sabah ve muadili “gazete”lere konuşmak, artık başka bir anlam ifade ediyor. İlk söyleşilerde durum “masum” gibi görünüyordu. Şimdi elimizde Derya Köroğlu örneği var. Söyleşi yayımlandıktan sonra karşı çıktı –ki en doğal hakkıdır– ama “gazete”, bu noktada işi neredeyse şantaja döktü ve çirkin bir tavırla Köroğlu’nu yok etmeye kalktı. 

Bundan sonrakilerde de böyle olacak. Yazık ki safların belirlendiği bir dönemde yaşıyoruz. Tavrımızı da buna göre belirlemek gerekiyor. İsteyen Sabah’a yine konuşsun, bu bizi ilgilendirmez. Konuşursa sonuçlarına da katlanmak zorunda. Ben konuşmam ama ‘konuşturmam’ cümlesini kuramam” diyerek Sabah’a röportaj vermemiş sanatçılarla ilgili görüşlerini de açıklıyor.

Aytimur ise Meriç’in yaklaştığı ‘henüz röportaj vermemiş sanatçılar’ ile ilgili görüşüne şöyle bir ek yapıyor:
“Yaratıcı endüstrilerdeki insanların mevcut tehlikeye dair her zamankinden daha sıkı örgütlenerek tek sesli olmalarını isterdim ama tabii sahneye çıkan insan egosunun ritmi de başka türlü atıyor. Bu noktada içten içe ‘Oh canıma değsin’ diyenlerin sayısının gani olduğunu bilsem de bir adım sonrasını görebilmelerini naçizane önereceğim. Bugün onun maruz kaldığı her şey yarın benim felaketim olur diyebilmeliler. Örneğin meslek birlikleri bu konuda alınması gereken tavır ve önlemler üstüne bir araya gelebilirler.”

‘Eleştiri kültürü çok zayıf’
Olup bitenlerin neredeyse yok olmuş müzik medyasını nasıl etkileyeceği yönündeki soruya Dilmener, “Genel olarak eleştiri kalmadı. Eleştiriye ihtiyaç kalmadı çünkü. Kimse “iyi bir şey”in peşinde değil ki eleştiri istensin/aransın. Yıllar yıllar önce Yılmaz Erdoğan, bir filmi için yapılan kötü eleştirilere, “İsteyen bana gelsin, bilet parasını iade edeyim” demişti. Eleştirinin tabutuna çivi o gün çakıldı. Olumsuz eleştirinin “para için” yapıldığı sanıldı o gün ve bu görüş, hemen hemen her şeyin para/pul olduğu bu zamanlarda giderek daha fazla inanılır oldu. Sinema, televizyon, edebiyat, müzik farketmez; yazılan eleştirilere bu gözle bakılıyor artık. Eleştiri yoksa, hiçbir şey yoktur halbuki. Geldiğimiz noktadan da bellidir bu zaten. Birkaç istisna hariç, ortada hiçbir iyi şey kalmadı; ne film, ne dizi, ne kitap, ne de şarkı. Öldük ama ağlayanımız yok; birkaç eleştirmen ve gazeteci hariç, hiç kimse yok. Geçmiş olsun. Geçebilirse tabii” cevabını verdi.

Aynı soruya Meriç şu yanıtı veriyor: “Elbette olumsuz etkiliyor. Bir karşı soruyla cevaplayayım sorunu: Ortaçgil gibi kaç değerimiz var? Onları kaybettiğimizde kim kazanmış oluyor? Biz eksiliyoruz ya karşı taraf? ‘Benim gibi düşünüyor’ diyerek Ortaçgil dinleyecek birileri yok orada. Keşke dinleseler. Dinleselerdi, anlasalardı, düşünselerdi zaten bunları konuşmuyor olacaktık.”

Aytimur ise şunları söylüyor: “Müzik medyasının olmadığı yerde müzik eleştirisi hangi kanalla yapılacak? Kaldı ki görece yeterli sayıda müzik medyasının olduğu bundan on sene önce de eleştiri diye bir şey yoktu. Bu da sanatçının özgürlüğünü korumak için değil ahbap çavuş ilişkisini örselememek adına seçilmiş bir yoldur. Öte yandan tırnak içinde eleştiri yapmakla yükümlü kişilerin donanımsızlığı, önyargısı ve zamansızlığıyla ilgili bir yanı da var tabii. Neyse zaten bu röportajlar müziğe hizmet etme amacıyla yapılmış işler değildi ki. Konuşulan şey müzik olmadığı için üretimi doğrudan etkileyen bir şey de yok. Ama müzisyenleri incittiği, tedirgin ettiği, öfkelendirdiği için onları bundan sonraki her adımlarıyla ilgili daha temkinli olmaya zorlayacak. Bu arada müzik namına konuşulacak potansiyel de daha başlamadan belki yok olacak.”

 Burak Abatay / BİRGÜN

Koca bir ülke, daha ne kadar bu şekilde yönetilebilir? - Arslan BULUT

Ülke yönetiminde skandal üzerine skandal yaşanıyor. Birkaçına bakalım...

TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi'nin açıklamasına göre "Ankara Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'nün 6 Temmuz 2018'de ilan edilen imar planı değişikliği önerisinde Ankara Gar Sahası özel üniversite alanı olarak tanımlandı ve alan için 8-10 kat yapılaşma kararı getirildi.
Ankara Gar Sahası ve üzerindeki bir kısmı tescilli olan yapıların tamamı Ankara Medipol Üniversitesi'nin kurulması için kurucu başkanlığını mevcut Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın yaptığı TEBA Vakfı'na tahsis edildi.

Cumhuriyet'in önemli yapı ve kurumlarının hedef alındığı bu dönemde, bu plan değişikliği önerisi yalnızca mimari, tarihi ve kültürel değerleri tehdit etmekle kalmayıp aynı zamanda birçok planlama sorununa da zemin hazırlamaktadır."

Açıklamada bu sorunlar tek tek sıralanıyor.

Karara şu ana kadar, siyasilerden sadece HDP Ankara Milletvekili Filiz Kerestecioğlu tepki gösterdi ve bir soru önergesi verdi.

Diğerleri, AKP uygulamalarını kanıksadı herhalde!

                                                                          ***

Brezilya ve Uruguay'dan ithal edilen sığırlarda şarbon hastalığı ortaya çıktı. Üstelik kurbanlık olarak satılan hayvanlarla temas edenlerde hastalık belirtileri baş gösterdi. İstanbul'da iki mahalle karantinaya alındı. Hastalardan, Bakırköy Sadi Konuk Devlet Hastanesi'ne başvuranlar, tedavi edildi. Ankara'da da benzer bir durum var! Hayvanlar Mersin limanına getirildiğinde kontrollerinin yapılmadığı anlaşılıyor.

2018 yılının ilk altı ayında 706 bin canlı sığır, 245 bin koyunun ithal edildiği bildiriliyor.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası açıklamasında "Yaşanan son olaylar da göstermiştir ki hayvansal üretim başta olmak üzere tüm tarımsal ürünlerde ithalat merkezli politikalar bir taraftan ülkemiz tarımsal üretimine büyük bir darbe vururken, diğer taraftan ithal edilen ürünlerde gıda güvenliğini sağlamada yaşanan sorunlar ülke insanımızın sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Gerek ekonomik açıdan, gerekse gıda güvenliği açısından, halkımızın beslenme ihtiyacını yerli kaynaklarımızdan sağlamaya yönelik bir tarım politikası uygulanmalıdır." denildi.

                                                                         ***

Cumhuriyet'te bir haber var. "Gezi direnişi sırasında 'camide içki içtiler' yalanını basına servis eden kişi terfi etti." deniliyor.

"Kabataş'ta gelinime saldırdılar" yalanını yayan kişi de siyaseten ödüllendirilmişti!
Yalan üretmek, devlet yönetiminde yükselmek için gereken şartlardan biri haline geldi anlaşılan...

                                                                         ***

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Harp Okulları Mezuniyet Töreni'nde yaptığı konuşmada, "Bazıları 'askeri okullar kapatıldı' diye propaganda yapıyor. Halbuki burada olduğu gibi harp okullarımız, astsubay meslek yüksek okullarımız, enstitülerimiz faaliyetlerini sürdürüyor. Ancak günümüz şartlarında ihtiyaç kalmadığı için askeri liseler kapatıldı" dedi.

Millî Savunma Bakanlığı eski genel sekreteri Ümit Yalım, Erdoğan'a soruyor: "Aydın'daki Yunan Liseleri ihtiyaçtan mı açıldı?"

Bilindiği gibi Aydın'a bağlı bazı adalar Yunan işgali altında ve bu adalarda Yunan liseleri açıldı!
Yine Erdoğan, 31 Ağustos 2018'de, Balıkesir Astsubay Okulu'nun Mezuniyet Töreni'nde yaptığı konuşmada, "Biz bu orduyla yedi düveli önümüze katar cehenneme kadar kovalarız" dedi.
Yalım soruyor: "Erdoğan'ın elini kolunu bağlayan mı var? İzmir, Aydın ve Muğla'ya bağlı adalardaki 5 binden fazla Yunan askeri, cehenneme kadar neden kovalanmıyor?"

                                                                           ***

AKP iktidarı ülkeyi yönetemiyor ama öyle bir algı oluşturdular ki, artık yandaşları, "AKP'ye destek vermeyen vatan hainidir" diyebiliyor. Devalüasyon yaptılar ama ekonomik krize bile "sorumlu" buldular. "Türkiye'ye ekonomik saldırı varsa siz ne tedbir aldınız?" diye soran yok gibi! Yetmezmiş gibi, Halkbank, gece yarısı, yarı fiyatına 4.3 milyon dolarlık döviz satıyor!
Koca bir ülke, daha ne kadar bu şekilde yönetilebilir?

Arslan BULUT  / YENİÇAĞ

Dokunmayın uyusunlar... - AHMET GÜRSOY

İçinde bulunduğumuz hâl beni korkutuyor.. Bir taraftan İlber Ortaylı Hoca'nın söylediği gibi yavaş yavaş "açlık geliyor.." öte taraftan da Akdeniz ısınmış, sular kaynama noktasına doğru yükseliyor.
               
Daha beride ise Suriye krizi İdlib üzerinden derinleşiyor.
Sanki Birinci Dünya Savaşı öncesinin o ağır bunalımları çağın icaplarına göre yenilenerek ortaya çıkmak için fırsat kolluyor gibi..
Bir taraftan dolar üzerinden süren ekonomik bunalım öte yandan uluslararası siyaset üzerinden yükselen açmazlar üzerimize hücum etmiş durumda.
Ancak bir şey farklı..
İç siyaset..
Türkiye'deki muhalefet Birinci Dünya Savaşı öncesinin ateşinde değil..
O günlerdekine benzemiyor.
Kendisiyle kavga halinde.
"Bizim partiyi kim yönetecek.." derdine düşmüş.
Beni aday gösterdiler mi göstermediler mi?
Benim konumum partide sürecek mi sürmeyecek mi derdinde.
Ülke batmış çıkmış hiç umurlarında değil.
Etrafımız tam ve gerçek anlamda çevrilmiş tam da "ateş çemberine" girmişiz, kimseden ses çıkmıyor..
Tartışmaya bakar mısınız?
Resepsiyona gitti mi gitmedi mi?
Akdeniz ısındı beyler bayanlar. Amerika ve Rusya birbirine gözdağı vermek maksadıyla onlarca gemi gönderdi. Yunanlar, politik ortamı lehlerine çevirmek için manevra üstüne manevra yapıyor.
Kıbrıs Rum Yöntemi, İsrail, Mısır gibi Akdeniz'le ilişkisi olan ülkeleri de yanına alarak Türkiye'yi adanın imkanlarından mahrum bırakacağı fırsatı yaratmaya çalışıyor..
Siz muhalefettekiler sorsanıza: "Ey Türkiye'yi yönetenler, Kuzey Kıbrıs'a deniz üssü kurdunuz mu, kurmadıysanız neden kurmadınız" diye.
Yıksanıza ortalığı..
Onların derdi başka?
Parti kimin olacak?
Resepsiyona gitti mi gitmedi mi?
Ben yoksam parti de olmasın. İnşallah yıkılır ve benim keyfim yerine gelir.
Sonra hep birlikte yakınıyorlar.
"Biz neden iktidar olamıyoruz" diye.
Söyleyeyim: İşte tam da bu mantıkta olduğunuz için iktidar olamıyorsun. Çünkü halk, halinizi görüyor ve size yanaşmıyor..
Kendisine bile faydası olmayan bir muhalefetin ülkeye ne faydası olacak?
24 Haziran seçimlerinden bu tarafa dolar yükseliyor, Suriye'de PKK-PYD güç devşiriyor, İdlib'de oyunlar tertipleniyor, biz Muharrem İnce'yi, İYİ Parti'den istifa eden ve edecek zatı muhteremleri konuşuyoruz.
Halk zamlarla uğraşıyor, bunlar, "benim pozisyonum ne olacak" derdinde.
Peki, ne yapacağız?
Ne olacak halimiz?
Bilmiyorum.
Belki de iktidarın yaptığı gibi, iki durup bir Amerika'ya söveriz. İçimiz rahatlar.
Kendimizde asla kusur görmez, "kusur bizden ırak olsun. Varsa da bizim dışımızda birileri yapmıştır" deriz.
Yahut hep birlikte bazı vatandaşlarımızın yaptığı gibi "doları kahret Allah'ım" duasına çıkarız.
Olmazsa "nasıl olsa Reis çözer" der içimizi rahatlatır gider uyuruz.
Ya batarsak?
"Eh ne yapalım.. Allah'tan geldi" deriz. Olmazsa, "bu alçak dış düşmanlar ülkemizi batırdı der" dövünürüz..

Öyle ya! Başımızdaki iktidarlar hata yapmadığına göre başka kim suçlu olacak?

Ya muhalefet?

Dokunmayın uyusun..


Ahmet Gürsoy / YENİÇAĞ