16 Eylül 2018 Pazar

12 Eylül darbesi, ABD diplomatik belgeleri (I-II-III) / BİRGÜN

Askeri liderleri iyi tanıyoruz, endişelenmek için neden yok'(I)

12 Eylül 1980 darbesi sırasında Türkiye'de görevli ABD'li diplomatların Washington'a geçtiği bilgi notları ilk kez kamuoyuyla paylaşıldı. Dönemin ABD Büyükelçisi Spain'in "Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz, Türkiye'nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok" sözleri dikkat çekti.

BBC Türkçe, 2011 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine ulaştı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında ABD'nin Ankara Büyükelçisi olan James Spain'in, darbe hakkında Washington'a geçtiği bilgi notları da ilk kez gün yüzüne çıktı.

​BBC Türkçe'den İrem Köker imzalı habere göre, arasında 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 tarihleri arasında ABD'nin Ankara, İstanbul ve İzmir'deki diplomatik temsilciliklerinden Washington'daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışma yer alıyor.

İlk kez kamuoyuyla paylaşılan bu yazışmalardan biri gizlilik sıralamasında en yüksek ikinci derece olan 'Gizli' ibaresini; yedi tanesi üçüncü gizlilik derecesi olan 'Özel' ibaresini taşıyor. İki yazışma da kamuya açık bilgiler taşıdığı için 'Tasnif Dışı' olarak sınıflandırılıyor.

Yazışmaların ilkinin tarihi 12 Eylül 1980 günü. Darbeden kısa bir süre sonra yazıldığı anlaşılan ve dönemin Ankara Büyükelçisi Spain imzasını taşıyan bu yazışma, "Gizli" ibaresine sahip. Dışişleri Bakanlığı'nın bu belgeyi paylaşmadan önce bazı kısımlarını çıkarttığı görülüyor.

"Ordunun (yönetime) el koymasının ardından ABD-Türkiye ilişkileri" başlıklı yazışmada Spain, darbenin hemen ertesinde şu değerlendirmeleri yapıyor:
"Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye'nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok. "Buradaki esas mesele, bu çıkarları etkin ve hızlı bir şekilde yeniden tesis edilen demokratik ortamda da korumak olacak. Ancak bunun olmayacağına inanmak için de herhangi bir neden bulunmuyor. "Bu ilk günlerde daha da önemli olan ise bizim kamuoyu önündeki tutumumuz. ABD devleti adına konuşan sözcülere, durumu yakından takip ettiklerini söylemelerini ve yorumlarını Türkiye'nin NATO üyeliği gibi dış politika yaklaşımlarında herhangi bir değişim görmeyi beklemedikleri yönündeki ifadelerle sınırlı tutmalarını öneriyoruz."

Büyükelçi Spain'in kaleme aldığı yazışmanın askeri liderlerle ilgili değerlendirmeleri içeren paragrafının başlangıç kısmının ise belgelerin gizliliği kaldırılmadan önce ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından metinden çıkartıldığı görülüyor.

‘TÜRKİYE'DE YAŞANAN LATİN AMERİKA CUNTA DARBESİ DEĞİL’
1970'lerin ortasında ABD'nin Ankara Maslahatgüzarlığı görevini yürüten Spain, 1979'un sonunda da büyükelçiliğe atandı. Spain'in görevi 1981 yılının yazında sona erdi.

Spain, 1984 yılında 'American Diplomacy in Turkey' (Türkiye'de ABD Diplomasisi) adında Türkiye'de görev yaptığı dönemi anlattığı bir kitap yazdı.
Spain'in darbe günü gönderdiği yazıda, Türkiye'de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine "daha köklü ve daha kabul edilir" bir durum olduğu ifade ediliyor.

Yazışmada, "Kısacası, bu bir Latin Amerika cunta darbesi değil… El koymayla ilgili yapılan açıklamada da ifade edildiği gibi terör ve kamu düzeni alanında yaşanan son gelişmeler, her ne kadar gönülsüz de olsa Türk ordusu üzerinde harekete geçme baskısı yarattı" ifadeleri kullanılıyor ve şu değerlendirmeler yapılıyor:
"Hükümetlerle değil, devletlerle ilişki kurma temeline dayanan olağan politikamıza uygun olarak, bu durumda (askeri yönetimi) tanıma gibi bir sorunun ortaya çıkmadığını düşünüyorum.

"Bunun ötesinde, mevcut durumla ilgili ABD'nin iki önemli ulusal çıkarı söz konusu. Bunlardan ilki Türkiye'nin uzun vadede demokratik bir ülke olarak korunması. Diğeri de savunma ve ekonomik işbirliği anlaşmasının uygulanmaya devam etmesi de dahil olmak üzere güvenlik alanındaki ilişkilerimizin sürmesi."

‘DEMİREL, ECEVİT, ERBAKAN VE TÜRKEŞ'İN GÖZALTISINA TEPKİ İÇİN BEKLEYELİM’
ABD Büyükelçisi, gerek Milli Güvenlik Konseyi'nin (MGK) oluşumunu ve yayımladığı bildirileri gerekse de darbenin hukuki temelini inceledikten sonra daha detaylı bir yorum yapabilecek hale geleceklerini belirterek, 12 Eylül 1980 tarihli yazışmada şu ifadelere yer veriyor:
"Demokrasinin en hızlı ve mümkün olan en eksiksiz şekilde yeniden tesisinin sağlanması için çalışmalar yürüteceğiz. Ve yeni devlet yöneticilerini gereksiz yere küstürmediğimiz ve aşağılamadığımız sürece bu amacımızı gizlemeye de gerek görmüyoruz.

"(Örneğin; Demirel, Ecevit, Erbakan ve muhtemelen Türkeş'in gözaltına alınmaları konusunda tutumumuzun ne olması gerektiğine dair tavsiyede bulunmadan önce birkaç gün beklemek istiyorum.)

Dönemin Başbakanı ve Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı Bülent Ecevit ve azınlık hükümetine dışarıdan destek veren Milli Selamet Partisi'nin lideri Necmettin Erbakan, darbe gecesi gözaltına alındı. Demirel ve Ecevit eşleriyle birlikte Hamzaköy'e; Erbakan ise Uzunada'ya götürüldü.

Bu yazışmanın yapıldığı sırada ise azınlık hükümetine dışarıdan destek veren Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) Genel Başkan Alparslan Türkeş ise aranıyordu. Darbe gecesi evinde bulunamadığı için gözaltına alınamayan Türkeş, 14 Eylül Pazar günü Ankara'da teslim oldu ve Uzunada'ya götürüldü.

'DEMOKRASİYE DÖNÜŞ VURGUSU YETERİNCE GÜÇLÜ DEĞİLDİ'
Spain, yapılan ilk açıklamalarda demokrasiye dönüş vurgusunun yeterince güçlü olmadığını temas kurduğu kişilere aktardığını belirterek, şunları yazıyor:
"Ben halihazırda bir inisiyatif alarak, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan ve aynı zamanda Milli Güvenlik Konseyi toplantılarına da katılan Büyükelçi (İlter) Türkmen'e, şu ana kadar sadece 1 numaralı (MGK) bildirisinde demokratik süreçle ilgili çok genelgeçer bir ifade bulunduğunu ilettim.

"Türkmen, görüşlerimi hem (Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan) Evren hem de (MGK Genel Sekreteri Haydar) Saltık'a aktaracağını ve aynı zamanda bugün için NATO büyükelçileriyle planlanan toplantıda da demokrasinin yeniden tesisi konusunun üzerinde yoğun şekilde durulacağını söyledi."
Yine aynı yazışmadan, 12 Eylül günü akşamüstü TSİ 15:00'te ordu komutasıyla NATO üyesi ülkelerin büyükelçileri arasında bir toplantının planlandığı da anlaşılıyor.

Spain, anılarını yazdığı "American Diplomacy in Turkey" kitabında da Evren'in aynı gün içerisinde öğlen saat 13:00'te bir kez daha televizyonların karşısına çıktığını ve bu kez demokrasiye dönüş meselesine daha çok vurgu yaptığını belirtiyor.

Spain, bunda kendi önerisinin etkili olup olmadığını bilmediğini ancak yine de memnun olduğunu ifade ediyor.

Eski büyükelçi kitabında ayrıca, Türkmen'in de NATO büyükelçileriyle yapılan toplantıda bu konuya ağırlık verdiğinin altını çiziyor.

‘DİNİ GÖREVLERİNİ YERİNE GETİREN KOMUTANLARIN LAİK SİSTEME İNANCI İLGİNÇ’
ABD'nin diplomatik yazışmalarında, 12 Eylül darbesinin ardından Evren'in açıklamaları, MGK bildirilerini ve ulusal basında yer alan haberlerin yakından takip edildiği ve buradan derlenen bilgilerin, kendi kaynaklarından elde ettikleriyle harmanlanarak not halinde gönderildiği anlaşılıyor.

ABD'nin Ankara Büyükelçiliği, Evren'in 16 Eylül 1980'de düzenlediği basın toplantısındaki açıklamalarının İngilizce tam metnini diplomatik yazışmalar arasında gönderdiği görülüyor. Bu yazışma, gizlilik derecesi "Tasnif Dışı" olan iki belgeden birisi.

Bu basın toplantısından birkaç gün sonra da Ankara'da görevli diplomatlardan Daniel Newberry tarafından kaleme alınan "Türk ordusunun (yönetime) el koyması — Geçmiş ve Beklentiler" başlıklı yazışmayla gelinen duruma dair kapsamlı bir değerlendirme yapıyor.

Newberry'nin 20 maddeden oluşan değerlendirmesinde darbe öncesi Türkiye'deki durum, Evren'in açıklamaları ve MGK bildirilerinin ayrıntıları, ordunun dünya görüşü, dış politikaya yönelik beklentiler, ekonomi politikaları, eğitim reformu, siyasal sistemde beklenen değişiklikler ve demokrasiye geri dönüş konuları ele alınıyor.

Bu yazışmada da ağırlığın Spain'in de darbe sabahı gönderdiği notta vurguladığı üç konu olan ekonomik reform süreci, dış politikada devamlılık ve demokrasiye verildiği görülüyor.

'ERİM VE TÜRKLER'İN ÖLDÜRÜLMELERİN ARDINDAN, DARBE PLANLARI DAHA NET BİR ŞEKİLDE GÖRÜLDÜ'
Ordunun darbe planlarının eski Başbakan Nihat Erim ve bundan üç gün sonra da Türkiye'deki sendikal hareketin en önemli isimlerinden Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) kurucusu Kemal Türkler'in öldürülmelerinin ardından Temmuz ayı ortasında "ciddiye bindiğinin artık daha net bir şekilde" görüldüğü belirtiliyor.

Erim, 19 Temmuz 1980 tarihinde İstanbul'un Dragos semtinde Dev-Sol tarafından düzenlenen bir suikast sonucu yaşamını yitirirken, Türkler de 22 Temmuz 1980'de evinin önünde bir ülkücü tarafından vurularak öldürüldü. Bu iki cinayet, 12 Eylül darbesi öncesindeki en önemli kilometre taşları arasında gösteriliyor.

Newberry de değerlendirmesinde darbenin hayata geçirilmesi kararında bu iki olayın önem taşıdığını belirterek, Evren ve diğer komutanların Türkiye'deki mezhepsel ve ideolojik farklılıkların dış güçler tarafından kullanılmasından kaygı duyduklarını aktarıyor:
"Evren her ne kadar doğrudan Sovyetler Birliği, Afganistan veya İran ile Libya'da İslami uyanıştan bahsetmemiş olsa da, kendisinin ve diğer komutanların dış güçler tarafından yönetilen ya da dışarıdan ilham alan ideolojik grupların, devletin demokratik ve laik temellerini tehlikeli düzeyde zayıflattığına inandığını açık bir şekilde dile getirdi.

"Bazı askeri liderlerin dini görevlerini yerine getiren kişiler olduğu söylenirken, Kemalizm'in en güçlü ilkelerinden biri olan laik bir siyasal sisteme inançlarının tam olması da ilginç bir nokta."

‘ABD ÇIKARLARIYLA İLGİLİ TEMASLAR RAHATLATICI’
Yazışmayı kaleme alan Newberry, Türkiye'yi yakından tanıyan ABD'li diplomatlardan birisi. 1999 yılında yaşamını yitirmesinin ardından Washington Post gazetesi yayımladığı haberde Newberry'den "Türkiye konusunda otorite" olarak bahsediyor.

Newberry, 36 yıl süren diplomasi kariyerinde Türkiye'ye dört defa atandı ve Ankara, Adana ve İstanbul'da görev yaptı. 19 Eylül 1980 tarihli yazışmayı Ankara Büyükelçiliği'nde görevli olduğu sırada kaleme alan Newberry, bundan bir yıl sonra İstanbul Başkonsolosluğu'na atandı ve 1985 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

Newberry'nin gönderdiği yazışmada, yeni yönetimde de devamlılığı olacak olan iki konu ekonomik sistem ve dış ilişkiler olarak tanımlanıyor ve askeri liderlerin 1980 yılının başlarında başlatılan ekonomik reform programını sürdürmeye kararlı oldukları vurgulanıyor.

Aynı yazışmada dış politika konusunda ise Newberry, "değişimin az olmasını ya da hiç olmamasını" beklediklerini dile getiriyor ve daha önce Spain'in yazışmasında da adı geçen Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri İlter Türkmen ile temasta olduklarını belirtiyor.

Yazışmada, "Büyükelçi'nin Türkmen ile kurduğu temaslar yapıcı ve ABD'nin çıkarları ile savunma alanındaki karşılıklı olağan işbirliğinin devamına yönelik rahatlatıcı oldu" ifadeleri kullanılıyor.

Ekonomi politikaları alanında ise Evren'in ekonomik reform programının devam edeceğini ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'yle (OECD) yapılan anlaşmaların süreceğini taahhüt ettiği ifade ediliyor.

'DEMOKRASİYE DÖNÜŞÜN HIZINI BELİRLEYECEK İKİ UNSUR VAR'
Newberry tarafından kaleme alınan yazışmada değinilen bir diğer önemli konu da darbenin ardından Türkiye'nin demokrasiye ne zaman geri döneceği konusu. Yazışmaya göre, iktidarın seçilmiş, sivil bir hükümete devredilmesini belirleyecek olan iki unsur bulunuyor:
"1) Terörün kökünü kazıma konusunda sağlanacak ilerleme. (Terör) azalmış durumda ancak bitmiş değil.
"2) Şu ana kadar kendi içinde sert şekilde bölünmüş görünen sivil elitlerin ordu ile ne ölçüde işbirliği yapacağı.
"İktidarın devredilmesiyle ilgili en makul tahmin en az bir yıl. Ancak daha da uzun sürmesi muhtemel."

Newberry, Türkiye'nin "demokratik, laik ve Batı yanlısı bir ülke olarak korunması" amacıyla siyasal sisteminde "kapsamlı değişiklikler yapmayı planladığını" belirtiyor.

Newberry, "Parlamenter sistem korunacak ancak birçok kişi yeni sistemin mimarlarına cumhurbaşkanlığı makamını güçlendirme çağrısı yapıyor. Ülkenin bölünmesine neden olan radikal siyasetçilerin önü kesilecek. Revize edilen sistemde, genel olarak, sınırsız bireysel özgürlükler yerine, devletin bütünlüğü ve devlet kurumlarının işlevselliğine daha fazla önem verilecek" diyor.

‘YENİ KABİNEDE MUHAFAZAKAR OLARAK BİLİNEN YETENEKLİ İSİMLER VAR’
Türkiye'de görevli ABD'li diplomatların, 12 Eylül darbesinin ardından gelen tutuklamaları ve yapılan atamaları da yakından takip ettiği görülüyor.
22 Eylül 1980 tarihini taşıyan "Özel" ibareli bir yazışmada, Bülend Ulusu başbakanlığında kurulan yeni kabineye dair değerlendirmeler yer alıyor. ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nde görevli Arnold Schifferdecker imzalı yazışma, "Türkiye'nin yeni kabinesi" başlığını taşıyor.

Kabinedeki isimlerin seçiminde "deneyimin" önemli bir kıstas olarak göründüğünün belirtildiği yazışmada, "Yeni kabine, genel olarak muhafazakar olarak bilinen ve Türk halkının aşina olduğu bir grup yetenekli isimden oluşuyor. Az sayıda bilinmeyen isim var ve aralarında tartışmalı isim de bulunmuyor" deniliyor.

Yazışmada, kabinede ekonomi, dışişleri ve savunma bakanlıklarına yapılan atamaların, askeri yönetimin ekonomi ve dış politikada mevcut politikaları sürdüreceğinin bir teyidi olarak yorumlanıyor.

Başbakan Yardımcılığı görevine getirilen Özal'ın 24 Ocak Kararları ile başlayan ekonomik reform sürecinde "yetkili kişi" haline geldiği ifade edilirken, Dışişleri Bakanlığı'na getirilen Türkmen ve Savunma Bakanlığı'na atanan Haluk Bayülken de "yüzü güçlü şekilde Batı'ya dönük isimler" olarak tanımlanıyor.

Schifferdecker, kabineyle ilgili şu değerlendirmeleri yapıyor:
"İki başbakan yardımcısı, üç devlet bakanı ve 21 bakan ile Ulusu'nun kabinesinin büyüklüğü de Demirel'inkine yakın. Ancak, bu iki kabine arasında bazı ciddi farklılıklar bulunuyor.

"Kabineyi oluşturan adamlar —hiç kadın yok- yetenekli, tartışma yaratmayacak ve kendilerine teslim edilen konularda deneyimli isimler olarak biliniyor.
"Olağan bir kabineye kıyasla çok daha fazlası bir ya da birden fazla yabancı dil biliyor ve hem mevcut hem de eski büyükelçilik çalışanları birçoğunu yakından tanıyor."

‘KAÇ MİLLETVEKİLİNİN GÖZALTINA ALINDIĞINA DAİR GÜVENİLİR BİLGİ YOK’
Darbeden bir hafta sonra, 19 Eylül 1980 tarihinde Ankara Büyükelçiliği'nden "Özel" ibaresiyle gönderilen bir yazıda, gözaltına alınan eski milletvekillerinin listesi yer alıyor.

Thomas Martin imzalı yazışmada, Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaya göre, 50 milletvekilinin gözaltına alındığı belirtiliyor. Bu kişilerin 25'inin CHP, 11'inin MHP, 7'sinin AP, 5'inin MSP ve 2'sinin bağımsız milletvekili olduğu ve aralarında iki de senatörün bulunduğu ifade ediliyor.

Yazışmada gözaltına alınan CHP'li vekillerin "birçoğu (CHP içindeki sol kanadın önemli temsilcilerinden İzmir Milletvekili) Süleyman Genç ve benzer şekilde DİSK gibi radikal sol örgütler ile solcu terör örgütleriyle bağlantısı bulunan solcu isimler" olduğu öne sürülüyor.

Tutuklanan AP'li vekillerin çoğunun ise Kürt bölgelerinden seçilenler olduğu vurgulanıyor ve şu ifadelere yer veriliyor:
"Ordu, bu açıklamayı muhtemelen çok daha fazla sayıda insanın tutuklandığı yönündeki söylentilerin giderilmesi için yapmak durumunda kaldı. Şu ana kadar kaç kişinin yargılandığı ya da yargılanacağına dair güvenilir bir bilgi bulunmuyor.

"Bazı Büyükelçilik kaynakları, gözaltına alınan 50 civarındaki kişinin son olmayabileceğini söylüyor. CHP'nin bazı diğer milletvekilleri içinde yakalama kararı çıkartıldığı yönünde duyumlar aldık."

12 EYLÜL 1980’DE NE OLDU?
TSK, cumhurbaşkanının parlamentoda uzlaşma sağlanamaması nedeniyle aylarca seçilememesi, yaşanan hükümet istikrarsızlığı, ağır ekonomik sorunlar ve yoğun iç çatışmaları gerekçe göstererek 12 Eylül 1980 Cuma günü sabah saat 03:00'te yönetime el koydu.

Ülkenin yönetimi darbeyle birlikte kurulan Milli Güvenlik Konseyi'ne (MGK) devredildi. MGK'nın yayımladığı ilk bildiride, darbenin ordunun "İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini" yerine getirmek adına "emir-komuta zinciri" içinde gerçekleştirildiği belirtildi.

MGK'nın başkanlığına Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren getirildi. Konsey'de yer alan diğer isimler de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komitanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun oldu.

Konsey'in genel sekreterliği görevini de Orgeneral Haydar Saltık yürütüyordu. Darbe olduğunda iktidarda Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel başbakanlığındaki azınlık hükümeti bulunuyordu. Bu azınlık hükümetine Necmettin Erbakan önderliğindeki Milliyetçi Selamet Partisi (MSP) ve Alparslan Türkeş'in lideri olduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) dışarıdan destek veriyordu. Ana muhalefette ise genel başkanlığını Bülent Ecevit'in yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) vardı.

Darbenin ardından birçok siyasi parti, sendika ve dernek kapatıldı, yeni bir anayasa hazırlandı, birçok isme siyaset yasağı getirildi ve parlamenter sistemde önemli değişiklikler yapıldı. Darbenin ardından yaklaşık üç yıl sonra, 6 Kasım 1983 genel seçimleriyle demokrasinin yeniden tesisi süreci de başladı.

7 BİN KİŞİ HAKKINDA İDAM CEZASI İSTENDİ
Adalet Bakanlığı'nın açıkladığı resmi verilere göre, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından toplam 650 bin kişi gözaltına alındı ve 52 bini de tutuklandı. Fişlenen kişi sayısı da 1 milyon 680 bin, vatandaşlıktan çıkartılanların sayısı da 14 bin.

Sıkıyönetim mahkemelerinde 210 bin dava açıldı ve toplamda 230 bin kişi farklı suçlardan yargılandı. Bunların 7 bini hakkında idam cezası istendi. Bu dönemde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevleri nedeniyle, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkence sonucu ve 49 kişi de idam edilerek yaşamını yitirdi.
Ancak sivil toplum kuruluşları, gerçekten çok daha fazla kişinin darbeden etkilenmiş olabileceğini söylüyor.

‘ABD’nin çocukları’ resmi belgelerde(II)

12 Eylül’ün yıldönümünde açıklanan belgeler, ordu ile ABD’nin temasını bir kez daha gösterdi. “Bizim çocuklar başardı”sözleri yerine bu kez, “Liderleri iyi tanıyoruz, endişelenmeyin” deniliyor.

12Eylül 1980 darbesinin 38’inci yıldönümünde ilk kez kamuoyuna yansıyan ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri, ordu ile Washington arasındaki organik bağı bu kez resmi yazışmalarla ortaya koydu.

Eski Amerikan İstihbarat Teşkilatı (CIA) ajanı Paul Henze’e atfedilen “Bizim çocuklar başardı” (Our boys did it) sözlerini yıllar sonra resmen doğrulayan diplomatik belgelere göre, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi James Spain, darbeden birkaç saat sonra ABD’ye bir not gönderiyor ve askeri liderleri iyi tanıdıklarını, Türkiye’nin gerek dış politika gerekse de savunma politikalarının değişeceği yönünde endişe yaratacak bir neden olmadığını söylüyor.

Gizlilik kalktı.
2011 yılında gizliliği kaldırılan belgelere BBC Türkçe’den İrem Köker ulaştı. Kamuoyuyla paylaşılan ilk bölümde, 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 tarihleri arasında Ankara, İstanbul ve İzmir’deki ABD temsilciliklerinden Washington’daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışma yer alıyor.

‘Endişeye gerek yok’
Belgelerin en dikkat çekicilerinden biri olan ve darbeden kısa bir süre sonra yazıldığı anlaşılan ABD Ankara Büyükelçisi James Spain imzalı ‘gizli’ ibareli notta, şu ifadeler kullanılıyor; “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok. Buradaki esas mesele, bu çıkarları etkin ve hızlı bir şekilde yeniden tesis edilen demokratik ortamda da korumak olacak. Ancak bunun olmayacağına inanmak için de herhangi bir neden bulunmuyor.

ABD’nin nasıl bir tutum izlemesi gerektiğini de açıklayan Spain, “ABD devleti adına konuşan sözcülere, durumu yakından takip ettiklerini söylemelerini ve yorumlarını Türkiye’nin NATO üyeliği gibi dış politika yaklaşımlarında herhangi bir değişim görmeyi beklemedikleri yönündeki ifadelerle sınırlı tutmalarını öneriyoruz” diyor.

‘Küstürmeyelim’
Dönemin Başbakanı ve Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, ana muhalefetteki CHP’nin Lideri Bülent Ecevit ile azınlık hükümetine dışarıdan destek veren Milli Selamet Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan’ın darbe gecesi gözaltına alınması da yazışmalara yansıyor.

ABD Elçisi Spain, gözaltılar konusunda ABD’nin tutumumun ne olması gerektiğine dair tavsiyede bulunmadan önce birkaç gün beklemek istediğini aktarıyor. Yazışmada, “Yeni devlet yöneticilerini gereksiz yere küstürmediğimiz ve aşağılamadığımız sürece bu amacımızı gizlemeye de gerek görmüyoruz” deniliyor.

24 Ocak itirafı
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in 16 Eylül 1980’de düzenlediği basın toplantısından birkaç gün sonra da Ankara’da görevli diplomatlardan Daniel Newberry, ‘Türk ordusunun (yönetime) el koyması - Geçmiş ve Beklentiler’ başlıklı bir yazışma gerçekleştiriyor.

20 maddelik değerlendirmede ekonomik reform süreci, dış politikada devamlılık ve demokrasiye ağırlık veriliyor.

Newberry, darbe yönetiminin 1980 başlarında başlatılan ekonomik reform programını sürdürmeye kararlı olduklarını Washington’a iletiyor. Kenan Evren’in IMF ve OECD ile yapılan anlaşmaların süreceğini taahhüt ettiği vurgulanıyor. Newberry’nin işaret ettiği reformlar, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan ve 24 Ocak Kararları olarak bilinen programı ifade ediyor.

Bu kapsamda serbest piyasa ekonomisine geçiş süreci başlatılmıştı. Bu yazışma, darbenin nedenleri arasında iş dünyası ve ABD’nin de desteğiyle 24 Ocak kararlarının uygulanmasının bulunduğunu da ortaya koyuyor.

Dış politika konusunda ise Newberry, “değişimin az olmasını ya da hiç olmamasını” beklediklerini dile getiriyor. Bu konuda Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri İlter Türkmen ile sürdürülen temasların yapıcı olduğu ve ABD’nin çıkarları ile savunma alanındaki işbirliğinin devamına yönelik rahatlatıcı olduğu belirtiliyor.

‘En az bir yıl’
Newberry, Büyükelçi James Spain tarafından da dile getirilen ‘demokrasiye dönüş’ü şu iki unsurun belirleyeceğini savunuyor; “1) Terörün kökünü kazıma konusunda sağlanacak ilerleme. 2) Şu ana kadar kendi içinde sert şekilde bölünmüş görünen sivil elitlerin ordu ile ne ölçüde işbirliği yapacağı.”

Diplomat, “İktidarın devredilmesiyle ilgili en makul tahmin en az bir yıl. Ancak daha da uzun sürmesi muhtemel” diyor.

                                                           ***
Ne zaman ciddiye alındı?
ABD’li diplomat Daniel Newberry, eski Başbakan Nihat Erim ve bundan üç gün sonra da DİSK kurucusu Kemal Türkler’in öldürülmelerinin ardından darbe planının ciddiye bindiğini artık daha net bir şekilde gördüklerini de anlatıyor.
Darbenin hayata geçirilmesi kararında bu iki olayın önemli olduğunu söyleyen Newberry, Kenan Evren ve diğer komutanların Türkiye’deki mezhepsel ve ideolojik farklılıkların dış güçler tarafından kullanılmasından kaygı duyduklarını savunuyor.
                                                            ***
'Bir Latin Amerika' değilmiş
YAZIŞMALARDA, 12 Eylül darbesi Latin Amerika’da yine CIA desteğiyle gerçekleştirilen darbelerle de kıyaslanıyor. ABD’li Büyükelçi James Spain tarafından darbe günü gönderilen notta, Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum olduğu savunuluyor.

İki önemli çıkar
Yazışmada, “Bu bir Latin Amerika cunta darbesi değil... Terör ve kamu düzeni alanında yaşanan son gelişmeler, her ne kadar gönülsüz de olsa ordu üzerinde harekete geçme baskısı yarattı” deniliyor.

Spain, bu nedenle ‘askeri yönetimi tanıma gibi bir sorunun ortaya çıkmayacağını’ savunuyor.
                                                            ***

ABD istiyor, Evren 'demokrasiye dönüşü' vurguluyor
Belgelerde askeri yönetime yönelik ‘demokrasiye dönüş vurgusunun yeterince güçlü olmadığı’ eleştirisi yapılıyor.

James Spain, konuyu Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Büyükelçi İlter Türkmen’e aktardığını söylüyor ve “Türkmen, görüşlerimi hem Kenan Evren hem de [MGK Genel Sekreteri Haydar] Saltık’a aktaracağını ve aynı zamanda NATO büyükelçileriyle planlanan toplantıda da demokrasinin yeniden tesisi konusunun üzerinde durulacağını söyledi” diyor.

NATO toplantısı
12 Eylül günü 15.00 sularında NATO üyesi ülkelerin büyükelçileri arasında yapılan toplantıda Türkmen’in bu konuya ağırlık verdiğinin altı çiziliyor. Spain, anılarını yazdığı kitabında da Evren’in aynı gün öğle saatlerinde bir kez daha televizyona çıktığını ve bu kez demokrasiye dönüş meselesine daha çok vurgu yaptığını belirtiyor.
                                                           ***
12 Eylül, AKP ile sürüyor
1980 Askeri Darbesi, Türkiye’nin dört bir yanında protesto edildi. Yapılan protestolarda, darbe sürecinde yaşamını yitirenler anıldı.

78’liler Girişimi öncülüğünde İstanbul Taksim Kazancı Yokuşu’nda yapılan protestoda, AKP iktidarında demokrasi adı altında darbe rejiminin bir yönetim biçimi olarak sürdüğü vurgulandı.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbecileri tarafından sol görüşlü oldukları gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılan askerlerin örgütü Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği (ADAM-DER) de, 12 Eylül’ün ‘tek adam darbesi’ olarak devam ettiğini ifade etti.

ABD’nin büyük endişesi(III)

ABD’li diplomatların “Liderleri iyi tanıyoruz” diyerek ortaklık ettiği darbeden sonra ‘güvenlik kaygısı’ yaşadığı ortaya çıktı. Darbeden ABD’yi sorumlu tutan sol örgütlerin tekrar eyleme geçmesinden endişe ediliyor.

12 Eylül 1980 Darbesi’nin 38’inci yıldönümü dolayısıyla ilk kez kamuoyuna açıklanan ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerinin üçüncü ve son bölümünde, Washington yönetiminin “Bizim çocuklar başardı (Our boys did it)” dediği darbenin ardından yaşadığı ‘güvenlik endişesi ve şiddet olayları kaygısı’ yer alıyor.

BBC Türkçe’den İrem Köker’in aktardığı belgelerde, “Terör tehdidi Türkler için azaldı ama ABD için sürüyor” mesajı öne çıkarken; ABD’li diplomatlar, özellikle sol örgütlerin yeraltına inip, güç topladıktan sonra tekrar eylemlerine başlayacağı yönünde kaygı taşıdığı görülüyor.

‘Sol gruplar bizi sorumlu tutuyor’
Darbenin ardından şiddet olaylarında kaydadeğer bir azalma olduğu aktaran ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin 5 Kasım 1980 tarihinde gönderdiği bir yazışmada, “bazı sol grupların askeri müdahaleden ABD’yi sorumlu tutmasından dolayı kendilerine yönelik tehdidin ciddiyetini koruduğu” belirtiliyor.

‘Güvenlik güçleri artık daha aktif’
Daniel Newberry imzalı ‘özel’ ibareli yazışmada, şu ifadelere yer veriliyor; “Güvenlik güçleri geçmişe kıyasla çok daha aktif durumdalar ve terörist olduğundan kuşkulanılan çok sayıda kişi sorgulanmak üzere gözaltına alındı. Milli Güvenlik Konseyi (MGK) Genel Sekreteri Haydar Saltık, yabancı gazetecilere düzenlediği basın toplantısında, 12 Eylül’den bu yana güvenlik güçleri tarafından yaklaşık 11 bin 500 kişinin gözaltına alındığını söyledi. Bu kişilerden 6 bin 900’ü tutuklanırken, 3 bin 900’ünün gözaltındaki işlemleri devam ediyor ve 746 hakkında da çeşitli suçlardan hüküm verildi.”

Askerler söylüyor, gazeteler yazıyor
Ancak çatışmalarla ilgili verilen rakamların güvenilir olmayabileceği uyarısında bulunan Newberry, medya üzerindeki baskıyı ima ediyor. Yapılan haberlerde sıkıyönetim komutanlıkları tarafından servis edilen malzemelerin kullanıldığı vurgulanıyor.

“Genel terör tehdidi bir şekilde azalmış gibi görünse de, Türkiye’de görev yapan Amerikalılara yönelik tehdit ciddiyetini koruyor” diyen ABD’li Diplomat, şu bilgileri aktarıyor; “Türkiye Komünist Partisi’nin radyo yayınlarında 12 Eylül ‘Amerikan yapımı darbe’ olarak tanımlanıyor ve Türklere çok sert şekilde karşılık verme çağrısı yapıyor. 12 Eylül’den bu yana ülke genelinde ABD karşıtı birkaç olay yaşanırken, bunlar Amerikalı olarak tanımlanan binaların önüne bomba bırakılmasıyla sınırlı kaldı. ABD’li personele yönelik herhangi bir terör saldırısı yaşanmadı. Bununla birlikte, Türkiye’deki teröristler, zaman geçtikçe ve mevcut yönetim altında yaşamaya alıştıkça daha da cesur hale gelebilirler. Bu durumda hem Türklere hem de Amerikalara yönelik tehdit de artar.”

‘Şiddetin kökü kazınmasa da...’
Yazışmalarda, Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Süreyya Yüksel gibi bazı askeri yetkililerin “şiddet olaylarına başvuranları ‘azınlık’ olarak tanımladığı” da aktarılıyor. İzmir Konsolosluğu’ndan 2 Ekim 1980 tarihinde geçilen ‘özel’ ibareli diplomatik yazışmada, ‘şiddet olaylarının kontrol altına alınabileceği” sözü alınıyor.

Notta, “Teröristleri ufak bir azınlık olarak nitelendiren Yüksel, terörizmin tamamen kökü kazınamasa da kontrol altına alınabileceğini aktardı. Dev-Yol’un tehdit ettiği gibi terörün hükümete meydan okuyacak hale gelip gelmeyeceği yönündeki soruma ise 12 Eylül’ün hemen ardından gelen dönemde bir artış olma ihtimali bulunsa da bunun hiçbir zaman Türkiye için darbe öncesi dönem kadar büyük bir tehlike oluşturmayacağı yanıtını verdi” deniliyor.

‘Örtülü savaş’ değerlendirmesi
ABD’li diplomatlar, ordunun yönetime el koyma bahanesi olarak gösterdiği ‘şiddet olayları ve iç çatışmaları’ da vurguluyor. Yine Daniel Newberry imzası taşıyan, 19 Eylül tarihli ‘gizli’ ibareli yazışmada, darbenin lideri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in yaşanan çatışmaların orduyu harekete geçmek zorunda bıraktığını söylediğini belirtiliyor.

Notta, şu ifadeler yer alıyor; “Evren, bu olayları ve radikal gruplar nedeniyle ülkede giderek artan kutuplaşmayı göz önünde tutarak, son iki yıl içerisinde 5 bin ölü ve 15 bin yaralıyla Türkiye’nin bağımsızlığında önemli rol oynayan 1921’deki Sakarya Meydan Muharebesi kadar can alan bu şiddet olaylarını ‘örtülü savaş’ olarak nitelendirdi.”

**

‘Daha büyük ve organize sol’ uyarısı
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nden Daniel Newberry tarafından kaleme alınan 19 Eylül 1980 tarihli yazışmada, “aşırı solun eskiye kıyasla daha şiddetli bir şekilde harekete geçebileceği” belirtiliyor.

Newberry, şu tespiti yapıyor; “Siyasal sistemde büyük bir reformun yanı sıra ordunun mevcut komuta kademesinin terörü ve bu eylemleri yapanları ortadan kaldırmak için ülke çapında harekete geçmesi gerekiyor. Bu işin, önümüzdeki aylarda direnişin ortaya çıkması ve şiddet olaylarının yeniden ortaya çıkmasını engellemeye yetecek kadar hızlı ve kapsamlı yapılabileceğine dair şu aşamada hiçbir gösterge yok. Aksine, 1971-73 yılları arasındaki radikal sola kıyasla daha büyük, daha gelişmiş, daha organize ve daha iyi silahlanmış aşırı sol, kurulan geçici hükümeti itibarsızlaştırmak, halkın desteğini azaltmak ve muhtemelen orduyu ‘demir yumrukla’ baskı kurmaya kışkırtmak için çok ciddi çaba gösterecektir.”
**
İlk yazışmalarda ne vardı?
ABD’de gizliliğinin kaldırılmasının ardından ilk kez kamuoyu ile paylaşılan belgelerde, 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 arasında ABD’nin Ankara, İstanbul ve İzmir’deki diplomatik temsilciliklerinden Washington’daki Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiş yazışmalar yer alıyor.

Üç bölüm halinde yayımlanan belgelerin ilkinde, ordu ile ABD arasındaki yakın ilişki “Askeri liderleri iyi tanıyoruz, endişelenmeyin” sözleriyle bir kez daha ortaya seriliyor. Belgelerin ikinci bölümünde ise darbenin Türkiye’deki patronlar tarafından mutlulukla karşılandığı belirtilerek, “İşadamlarının çoğu havalara uçuyor, aydınlar, sendikacılar ve solcular dışında itiraz eden yok” deniliyor.

BİRGÜN

Heyecanlı bir haftanın ardından - HAYRİ KOZANOĞLU

Yüzde 24’lük faiz, MB’nin piyasanın arkasına takılması anlamına geliyor. TL kredi faizlerinin yüzde 30’un üzerine sıçraması üzerine yatırımlar bıçak gibi kesilecektir.


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüksek faizlerden şikâyetçi olduğu zaten biliniyor; sonra döviz kurlarının seyrinden de yakınmaya başladı; şimdi de ekonomideki fiyat artışlarından yaka silkiyor; haftaya işsizlik rakamları, sonra da üçüncü çeyrek büyüme… Zaten ekonomi dediğiniz de bu makro göstergelerin bir bileşkesi… “Tüm dersleri kırık ama çocuk zeki” diye avunan ebeveynleri andıran bir durum söz konusu.

Dünkü Merkez Bankası’nın canhıraş hamlesi beklenenin de ötesinde 625 baz puanlık bir artış getirdi. Ancak dolar kuru 6 TL’nin altına gevşemeyerek  “piyasaların”ekonominin geleceğine güvenmediğini ortaya koydu. MB’nin kendi açıklama metni, “ekonomide yeniden dengelenme (siz durgunluk diye okuyun)” sürecinin başladığını beyan etmesine karşın, bu faiz hamlesini yapıyorsa zımni olarak bir önceki toplantıda pas geçmesinin sorumluluğunu kabul ediyor demektir. Ne yazık ki ekonomi bu hatanın bedelini ödemeyi sürdürüyor.

Yüzde 24’lük MB faizi, bir haftalık repo oranının 2 yıllık gösterge tahvile yaklaşması bir anlamda MB’nin piyasanın arkasına takılması anlamına geliyor. Bu faiz kararıyla doların 6 TL’de dengelenmesi bile zor durumdaki şirketlerin döviz borçlarının ana para ve faiz ödemelerini yerine getirmesini kolaylaştırmayacaktır. TL kredi faizlerinin yüzde 30’un üzerine sıçraması “işletme sermayesinin” faiz maliyetlerini artırırken, bu oranlarla yatırımlar bıçak gibi kesilecektir. Ekonomik durgunluk ciroları da aşağı çekecek, iflaslar ve konkordatolar sıraya girecektir.

Bizler açısından en önemlisi, ekonomideki bu çalkantının faturasının her zaman olduğu gibi sade yurttaşa kesilmesi tehlikesidir. Firmalar ilk fırsatta işçi çıkarmak, ücretleri düşürmek/ödemeleri geciktirmek yoluna gideceklerdir. Nakit akışlarını dengeleyebilmek için başta ihtiyaç kredileri, bireysel borçlanma yoluna giden kişilerin de yüksek faizden beli bükülecektir. Kurlar çekişli enflasyon da tuzu biberi olunca bu fırtına en fazla emeğiyle geçinen sade yurttaşı vuracaktır.

Cari açık daralıyor ama…
MB faiz kararının hemen ardından dün de ödemeler dengesi rakamları açıklandı. Cari açığın bir önceki yılın temmuz ayına göre 3 milyar dolar azalarak 1 milyar 751 milyon dolara inmesi, durgunluğun başladığına işaret ediyor. Bu tabloda en önemli etmen, dış ticaret açığının 2.5 milyar dolar kadar daralmasıdır. İhracattaki artışın ana dinamiğini motorlu kara taşıtları, kazanlar ve makineler, bir de ABD’nin gümrük vergisi hamlesine muhatap olan demir çelik sektörü oluşturuyor. Önümüzdeki dönemin ihracat performansında dış talebin seyrinin yanı sıra; iç talebin daralmasıyla firmaların yüzünü daha fazla yurtdışına dönmesiyle dış ticaretin finansmanında yaşanabilecek güçlüğün dengelenmesi rol oynayacaktır. İthalatta ise, hem tüketim hem de ara malı ve yatırım malı tarafından gerileme sürecektir.

Önümüzdeki aylarda cari açık daha da daralırken, bu miktarı bile finanse etmekte güçlük çekileceği ayan beyan görülüyor. Doğrudan yatırımlar mecalsiz (Temmuzda net 707 milyon dolar), portföy yatırımları eksi bakiye veriyor (hisse senedi ve iç borçlanma senedi toplamında 279 milyon dolar net çıkış). Ancak yaklaşan dönemde en büyük sorun bankaların sendikasyon kredisinde yaşanacak gibi görünüyor. Hem faiz maliyetlerinin yükselmesi, hem de açılan kredi miktarının daralması ödemeler dengesini iyice zora sokabilir. Temmuz ayında yeni net hata ve noksandan sağlanan kaynağı belirsiz girişler (2 milyar 983 milyon dolar) ana finansman kalemi oldu. Bu kalemden 2018’in ilk 7 ayında tam 11.6 milyar dolar para geldi.

Düşünün ki bir ekonomi ismini cismini bilmediğimiz kaynaklarla ayakta durmaya çalışıyor. Bir de çeşme kurursa halimiz nice olur!

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İtinayla Adnancı promosyonu yapılır! - Mine G. Kırıkkanat

FETÖ ile Adnan Oktar mafyasının, aynı patronaj, yani Amerikan Evangelist lobisinin desteğine sahip olması bir raslantı değildir. 

Türkiye’yi kurumsal ve toplumsal anlamda bir yozlaşmışlık beldesine dönüştürmek için kullanılan bu iki terör ve suç örgütünün arasındaki organik bağlantı “al gülüm, ver gülüm” prensibine dayanır. 

Her iki örgüt de İslamiyet’in Evangelist yorumu altında Said-i Nursi’den feyz almış gibi yapıyor; FETÖ devletin dibini oyup kurumlarını çökertirken, Adnancı mafya da toplumsal ahlakı dinamitliyordu. Adnan Oktar, çevresine dizdiği silikonlu motorları ve damızlık müritleriyle (makinist?) ansızın zenginleşince parasal olanaklarla dini yasaklar arasında sıkışan buldumcuk Müslüman ya da Süslümanlara “çok eşlilik ve sınırsız seks mubahtır” mesajı veriyordu.

Adnancı fuhuş ve şantaj mafyası; FETÖ’nün kumpas kurmak için kullandığı “teknisyen ekibi”dir. Adnancılar FETÖ’ye teknik destek; yani kurbanları izlemek, dinlemek, sesli ve görüntülü kaydetmek, haklarında çakma kanıt üretmek hizmeti sağlardı. Bu hizmetin karşılığında da FETÖ’cü savcı ve yargıçlar, zaman zaman dürüst emniyetçilerin eline düşen Adnan Oktar ile bendelerini kollar, haklarında hasbelkader çıkan mahkûmiyet kararlarını Yargıtay’daki FETÖ yapılanması (özellikle de 9. Ceza Dairesi) bozar, bazı davaları da zamanaşımına uğratıp çeteyi kurtarırlardı!*

***

Bugün bu yazı dizisini yayımlayabiliyorsam, yargı ve Yargıtay FETÖ’cü savcı ile hâkimlerden bir ölçüde temizlendiği içindir.

Keza Adnan Oktar ve mafyasının 2013 yılından öteye aleyhimde açtığı bazı önemli davalarda, mahkûmiyetimi isteyen savcılar FETÖ soruşturmasına uğradığı ya da hâkimler aynı soruşturma sonucunda değiştikleri için beraat ettiğimin bilincindeyim… 

Adnancı mafya avukatları, 2002 yılından öteye Türkiye çapında ota çöpe dava açmaya başladılar. Sonuçta sayısı 10 bini aşan ve özellikle Anadolu Adliyesi’ni adeta çalışamaz hale getiren bu dava furyası, FETÖ’nün yargıdaki genişlemesiyle “paralel” yürüyordu.
Ama 2007 yılında şahsımı henüz “mahkeme” düzeyinde kıstıramamışlardı. Çünkü o tarihin sosyal medyası, en azından benim özelimde internet ve e-posta ile sınırlıydı.
Adnan Oktar ve çetesini çıldırtan, çünkü Yaratılış Atlası’na düzdükleri yabancı basın övgülerinin sahteliğini ortaya çıkaran İsveçli Politiken gazetesine ilişkin yazımı takiben küfür, tehdit, taciz içerikli olanlar bir yana, virüs programları yüklü binlerce mesajla bilgisayarımı çökertmeye çalıştılar. Adnancıların ne kadar çok teknisyeni ve ayakçısı vardır, tahmin bile edemezsiniz, sevgili okurlarım. Hâlâ da var ve bugün de saldırıyorlar zaten!

Neyse ki doğruların yanında da bir bilgisayar mühendisi bulunur, bazen. O günlerde, kayda değer bir şey yapamadılar. 

Sanal âlemde Evrim Teorisi’ne ilişkin her yazım için adımı koydukları bir internet sitesi açıp, asla ne yazdığımı aktarmadan cevap yetiştirmeye başladılar.

***

2009 yılında Yiğit Bulut, HaberTürk kanalındaki Sansürsüz programına Adnan Oktar’ın iki müridini davet etti. Müritler, adeta beş yıldızlı bir hapisane mahkûmu ya da müşterileri gibi aynı renk, aynı pahalı kumaş, aynı model takım elbiseleri ve kravatlarına milimi milimine aynı hizada takılmış kravat iğneleriyle robot değillerse, kurulmuş otomat gibi “yaratılış” güzellemesi yapmak için ekrana çıkarılmışlardı, belliydi.

Doğan Medya’dan beri hakkında belli bir fikir sahibi olduğum Bulut’u HaberTürk’te beni sık sık çağırdığı Basın Kulubü’nden tanıyor; en azından “yaratılışçı” olmadığını gayet iyi biliyordum.

Kuşkusuz, bir yakınını korumak için Adnancı müridleri programa çıkarmak zorunda kalmıştı…

Kanalları değiştirirken rastladığım programı, küplere binerek izliyordum. Telefon çaldı, çağrılmadığım programa “karşıt görüş varmış gibi görünmek” üzere telefonla katılmam istendi. 

Müritlerin kravat iğnesinden başlayıp Yiğit Bulut’u bir güzel giydirdiğim ve çakma mehdinin çakma atlasını yerden yere vurduğum birkaç dakikalık konuşmam, ertesi gün ve sonrasında Adnan Oktar’ın A9 televizyonunda her biri birer saatlik, iki cevabına mazhar oldu!

Cevaplar, “Zeki, çılgın, sevimli Mine” diye başlayan üstü kapalı tehditler içeriyordu.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya…

*https://www.trthaber.com/haber/ gundem/adnan-oktar-orgutunun- feto-ile-bagi-desifre-edildi- 376844.html

Uçağın da saraylısı... - TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU

Danimarka'dan arpa ithal ediyoruz...
Meksika'dan, Arjantin'den kuru fasulye...
Üzüm İran ve Şili'den geliyor, pirinç Rusya'dan...
Ekonomideki son ileri atılım sütün Amerikan ineklerinden sağılması üzerineydi!..

                                                                           *

AKP'nin çöküş ekonomisi Türk parasını pula çevirdi!
Alım gücü yerlerde sürünüyor. Geçim derdi yerini, açlık ve yetersiz beslenmeye bırakıyor!
Ancak memleketi yönetenlerin böyle bir gündemi yok... alım gücü vatandaşa düştü tabii... itibardan asla tasarruf etmeyen Saray'a "uçan saray" yakışırdı!
Yatak odası çift kişilik, banyo, toplantı odası, 7 salon... içinde hastanesi de var; bulut manzaralı...
Millete dolar yaktıran akıl, yarım milyar dolarlık uçağı ekledi filosuna...
Bakın filo diyorum... bu kaçıncı uçak unuttuk... isterse butik bir havayolu şirketi kurabilir.
CHP'li vekil Gaye Taşçıer uçan sarayın izini sürmüş; "Bu uçak satın mı alındı yoksa hediye mi?" tartışmasına girmiş. Uçağı satmakla yükümlü firmanın "satıldı" bilgisine ulaşmış.
Oysa yandaşlar "hediye" diyorlardı...
Satıldı ise "nasıl alındı?" Hediye ise "ne karşılığı?"

                                                                            *

Vatandaş havalar soğuyacak diye karalar bağlamış!
Doğal gaz parasına yetişmek için bankalardan kredi çekmeye çalışanlar var! Bu yoksullar; bir dönem "orta gelir grubunda" dediğimiz okumuş, meslek sahibi olmuş insanlar!
Aile geçindirmeye çalışan annelerin, babaların gelirleri ile birlikte hayatları da eriyor. Geleceğe dair umutlar, başta gençlerde olmak üzere sıfırın altında seyrediyor.
Ancak görünen o ki memleket; ister uçan banyolusu, ister 1000 odalısı olsun Saray'dan bakılınca farklı görünüyor!
                                                                            ***

"Aşırılık" Türk ve Arap zenginlerinde var!
Ağabeyi İtalya'nın en pahalı düğününü yapmış... Cemiyet hayatının ünlü isimlerindenmişler...
Roma'daki tarihi Bracciano Kalesi'nde evlenen Kerim Sengir'in, "ülke tarihinin en pahalı düğünü" unvanını kız kardeşi geride bıraktı...
Yasemin Sengir ve Yağız Sözmen çifti Versay Sarayı'nda dünya evine girdiler... Çift Fransa "tarihine" imza attı...
Düğünleri 5 milyon Euro'ya mal olmuş... Allah mesut etsin...
Bu parayı şimdi TL'ye falan çevirmeye kalkmayın. Benim gördüğüm "aşırılık" ve şatafatta Türk zenginlerin Araplarla yarışıyor olduğu...

                                                                             *

Fotoğraflara bakınca bir anı canlandı gözümde... İstanbul'da ahlakı ve devlete bağlılığı ile dikkat çeken bir isim geldi aklıma;
Kadir Boy... İstanbul Defterdarıydı. Vergi toplayabilmek için türlü çareler arar, projeler üretirdi. "Kambur hep yoksulun sırtında" derdi...
O dönemin ünlü gece kulüplerine ekip gönderir, kapılara yanaşan süper lüks otomobillerin plakalarından sahiplerine ulaşırdı.
"Bir gecede servet harcayanlar acaba sıra vergiye gelince aynı cömertliği gösteriyor mu?" diye...
Şöyle ifade edeyim; milyon dolarlık spor otomobillerin bile şirketlerde "ulaştırma aracı" olarak gösterilip vergiden düşüldüğü ortaya çıkmıştı.
Bu tatlı genç çift ve ailesi üzerine alınmasın tabii... Onlar belki de vergi listelerinde en ön sıradadır.
Söylemek istediğim; İstanbul'a magazin gündemine böyle bakacak bir Kadir Boy lazım...

                                                                         ***
Tilki kümese müdür olunca...
Devletin tüm imkânları elindeydi.
Seçmenin çoğunluğu onu destekliyordu.
Meydanlarda "Emperyalizmle mücadele edeceğim, sizi yoksulluktan kurtaracağım" diyor ama arka kapıdan küresel şirketlerle el sıkışıyordu.
Memlekette devlete ait ne varsa sattı. Her satışta bir yolsuzluk hikâyesi yazıldı.
Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar açığa çıktı.
O ülkenin yöneticisi kanunlar çıkararak tüm gücü kendine bağlamaya kalkınca şu fıkra ortaya çıktı;
"Kümese müdür aranıyormuş, Tilki başvurmuş... tam bir laf cambazı, hitabet ustasıymış. Tilki'yi çok sevmişler, 'işe hemen başla ne kadar istiyorsun?' demişler.
Tilki'nin yanıtı; "gülmekten söyleyemiyorum..."
Evet, siz anladınız... Arjantin'den söz ediyorum. Arjantin'in bir dönem devlet başkanı olan ve ülkeden kaçtığında 5 milyar dolar serveti ortaya çıkan usta Hatip'ten... Carlos Menem'i kümese müdür yapmışlar.


TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

15 Eylül 2018 Cumartesi

Alman pastasına Osman bombası - ORHAN GÖKDEMİR

Osman’la tanışıklığımız 1980’li yılların sonuna rastlıyor. Ben “Toplumsal Kurtuluş” cephesindeydim, Osman ve arkadaşları “Edebiyat Dostları” adlı bir başka cephe açmışlardı. Dönemin etkili iki dergisidir. Dergi çıkarmıyorduk, savaşıyorduk. Çoğumuz genç adamlardık.

Dövüştüğümüz, gerçekte 12 Eylül’dü, siyasal ve edebi etkinliği kırmaya çalışıyorduk. Cunta özellikle edebiyat cephesinde hiç ummadığı bir destek bulmuştu, yarattıkları tahribatta zehirli çiçekler boy veriyordu. Çok örneği var; Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Latife Tekin o tahribatın çiçekleridir. Bir kısmının etkinliğini kırdık, bir kısmı hala ayakta, zehir saçmaya devam ediyor. Bizim cepheden Yalçın Küçük, bu edebiyatı “küfür romanları” diye adlandırmıştı. Temel işlevi solu karalamak ve insanı aşağılamaktı. Şimdi saray teorisyeni olarak faaliyet gösteren Alev Alatlı da o taze çiçeklerdendi. Cüretliydi. Bu direnci Yalçın Küçük’ün kişiliğinde kırmaya bile yeltenmişti. Yaptığımızı pek seçkinci ve pek despot buluyordu. “Aydın Despotizmi”, bulduğu ad buydu.

Bakın bugünkü hallerine. AKP’nin ve cemaatin arkasında hizalanıp laikliğe ve cumhuriyete suikast düzenlemeye kalkıştılar. Başardılar da. Fakat karşı devrimin kahramanları olmaz, bilmedikleri budur. Şimdi kimi sürgünde, kimi içeride çile dolduruyor. Bir kısmı kayıp gitti, silindi. Bizi despotizmle eleştiren ise despotun arkasında etek taşımakla meşgul. Tahribat çoktan çürümeye dönüştü. Karşı devrimin lanetlileridir.
Biz ise cephede dilimiz döndüğünce ve kalemimiz yettiğince savaşmaya devam ediyoruz. Bizim de kayıplarımız, düşenlerimiz var. Ama her şeye rağmen savaş sürüyor işte. Bir insan olma ve insan kalma mücadelesidir.

                                                                 ***

Yalçın Hoca’dan başladık madem onunla devam edeyim. Yıllar önce bir TV programında kitaplarından birini kaldırıp ortalığa atmıştı. Attığının kitap değil bomba olduğunu iddia ediyordu. Şimdi gönül rahatlığı ile söyleyebilirim, bu çürümede yazdığınız kitap bomba değilse bir hiçtir. Zaman ayarlı bombalar üretiyoruz o nedenle, 12 Eylül’ün çürüttüklerinin üzerine atıyoruz. Böylece yayılmasını durdurmaya çalışıyoruz. Osman’ın Yazılama Yayınevi’nden çıkan “12 Eylül Bir Alman Pastası” kitabı o bombalardan biridir.

                                                                 ***
Şöyle başlıyor Osman;
“Kimse tersini iddia etmedi: Cumhuriyet kazanımlarının silinmesi ve ‘bildiğimiz Türkiye’nin tescilli gericiler tarafından ve kitle desteğiyle çökertilmesi, 12 Eylül 1980’deki askeri darbeyle başladı. Çeyrek yüzyıla yakın bir süre sonra AKP iktidarıyla da nihai aşamasına geldi. İlk darbe bayıltmıştı, son darbe öldürdü. Bildiğimiz Türkiye, çeyrek yüzyıl içinde imha edilebildi. Tamam. Tamam da, bu Ankara’da pişirilen senaryonun eylemli dış destekçisi, gerçekten sadece ABD ve onun ünlü istihbarat örgütü müydü? 
Washington, böyle büyük bir ülkeyi yeniden örgütleyip taşıyacak bir güce sahip miydi? 

Demokratik Avrupa, özellikle de Türk ekonomisinin kilit noktalarını 1960’lardan sonra artan bir hızla ve 1970’lerin sonunda iyice ele geçirdiği anlaşılan Bonn Cumhuriyeti işlevsiz miydi? ‘Sosyalist’ Mitterand’ın Fransa’sı hadi bir yana, Türkiye’de Paris’in pek öyle bir ağırlığı yoktu, peki ya sosyal demokrat hükümetiyle Federal Almanya? SPD yönetimindeki Federal Almanya, 1980 yılında, Kenan Evren ve arkadaşlarının iktidar gaspına gerçekten karşı çıktı mı? Eylemli ve sonuç kalıcı önlemler içeren herhangi bir ciddi tepkiye tanık olan var mı? İnsan hakları ve işkence nedeniyle ‘yöneltilen eleştirileri’ tepki falan sayamayız.”

Yani? 

Darbenin arkasında “demokratik dünya” vardır. O dünya bir yandan demokrasi ve insan hakları havariliği yapmakta, öte yandan solun tüketilmesi ve insanın silinmesi için darbecilere her türlü desteği esirgememektedir. Emperyalist-kapitalist dünyadan ne beklenebilir bundan başka? Osman’ın sözleriyle tamamlıyorum: “Türkiye’nin belini kırıp insanını süpürerek, ülkenin ilerici, sosyalist bir dünyaya kapılarını daha rahat açabileceği cumhuriyet kazanımlarını tamamen kazıyacak olan AKP’nin ‘islamofaşist’ eline bırakan 12 Eylül, daha doğru bir ifadeyle, ‘24 Ocak Kararları darbesi’, Bonn sayesinde başarıya ulaştı.”


Osman’ın bombası Alman muktedirleri karşısında “dalkavuk” pozisyonu alanların üzerine atılmıştır aynı zamanda. Cumhuriyet gazetesi vesilesiyle çıkan kavgaya bir de böyle bakın. Eski yayın yönetmeninin Bonn sürgününü, onun geride bıraktıklarının Ahmet Altan’ın yazılarını gazetede basmak için koşuşturmasını, AP Raportörü Kati Piri’nin Cumhuriyet açıklamasını, hatta Merkel’in başı her sıkıştığında Tayyip Erdoğan’a yardıma koşmasını bir de böyle okuyun. 

Çöplüğü koruma, çürümeyi sürdürme savaşıdır.

Ama çok şükür bizim de bombalarımız var. Atıyoruz ve her hamlelerini dağıtıyoruz.
Diyor ki Osman, 12 Eylül bir Alman pastasıdır. Türkiye’deki işbirlikçilerine altın tabak içinde yemeleri için uzatmışlardır. İki gün önce yıldönümüydü, hemen herkes lanetledi. Ama yeterli değil, mücadele etmeye niyetliysek eğer anmak yetmez anlamak da gerekir…

Hadi öyleyse, Osman bombayı ortalığa bıraktı, pimi sizin elinizde!

Orhan Gökdemir / SOL

Krizin eşiğinde büyüyen ekonomi - KORKUT BORATAV

TÜİK Nisan-Haziran 2018’de millî gelirin yüzde 5,3 oranında büyüdüğünü belirledi. Kriz algılamaları yerleşirken bu bilgiyi nasıl karşılamalı?


Haziran’dan bu yana, Türkiye ekonomisinin bir kriz gündemine girdiğini defalarca yazdım. Kriz gündemi, krize geçiş tarihinden elbette önce gelir. Bunalımın ön-göstergeleri, sermaye hareketlerinin gerilemesiyle Mart’ta ortaya çıktı. Sonraki aylarda titizlikle incelediğimiz üretim, istihdam verileri, yaygın eğilimin küçülme değil, durgunlaşma olduğunu belirledi.

Ekonomik küçülmenin yaygınlaşması, millî gelirin düşmeye başlaması, krize geçiş dönemeci olarak görülebilir.  

Geçen hafta bu köşede, son istatistiklere “durgunlaşma mı; küçülme mi?” sorusuyla göz attım ve şu sonuca vardım: Türkiye ekonomisi, 2018’in ikinci yarısında durgunluktan küçülmeye geçmektedir.

TÜİK’in son bulgusu yılın ilk yarısıyla ilgilidir ve durgunlaşma eğilimini yansıtmaktadır; bana göre, biraz hafifleterek…

Kırılgan ortamda seçim ekonomisi
Haziran 2018’e kadar tipik bir seçim ekonomisi izlendi. Kamu açıkları ve Hazine destekli kredi genişlemesi iç talebi pompaladı. 2017’de TÜİK’e göre %7,3’lük, IMF’ye göre %7’lik büyüme temposu böyle gerçekleşti.

Ne var ki uluslararası likidite daralma dönemine girmişti. ABD tahvil faizleri ve dolar yükselmekteydi. Spekülatif yatırımların “kırılgan yükselen ekonomiler”den çıkışa başlaması beklenmekteydi.   

Türkiye, yıllardan beri “kırılganlar listesi” içindeydi; ilk etkilenenlerden biri oldu. Büyüme ivmesi, hızla üretim ve dış kaynak sınırlarına tosladı; enflasyon ve cari açıklar tırmandı. Bu olgular Mart’ta sıcak para çıkışlarını tetikledi. Yine de finans çevreleri, Haziran seçimleri sonrasında siyasi iktidarın (geçmişte olduğu gibi) “sağduyuya, istikrara  döneceği” beklentisindeydi. Cumhurbaşkanı’nın Londra’da zirveye çıkan “aykırı söylemleri” bu beklentiyi çökertti. “Papaz davası, Trump’ın tepkisi” de eklendi. Dış kaynaklarda “sert durma” gerçekleşti. Dışsal şok, döviz fiyatlarının çalkantılı tırmanması (ve uzantıları ile) ekonomiye taşındı.

Nisan-Haziran büyüme verileri zıt yönlü bu iki hareketin türevidir: Ekonomiyi kamu maliyesi genişletmekte; döviz piyasalarından gelen etkiler frenlemektedir.
Millî gelir istatistiklerine yansımasını gözden geçirelim.

Nisan-Haziran 2018: Sektör göstergeleri
2018’in Ocak-Mart ve Nisan-Haziran dönemlerinin millî gelir bulgularını önce sektörlere göre karşılaştıralım. TÜİK’in ana sektörler için belirlediği ortalama büyüme hızları yüzdeler olarak ve ana sektörler itibariyle aşağıdadır:

Tarım:    6,1 → -1,5
Sanayi:   8,1 → 4,3
İnşaat:    6,6 → 0,8
Hizmetler: 10,4 → 8,0
M. Gelir: 7,3 → 5,2

Bu bulgular, durgunlaşmanın tüm sektörlerde yaygınlaştığını gösteriyor. Son üç ayda tarım küçülmüş; inşaat sektörü sıfır büyümeye yaklaşmıştır. Sanayide büyüme temposu yarı yarıya düşmüştür. Ne var ki bu son bulgu dahi, İstanbul Sanayi Odası anketleriyle hesaplanan sanayi PMI (Markit)  endeksleriyle tutarsızdır. Sektör-içi anketlerle derlenen sipariş, üretim, istihdam, stoklar gibi bilgilerden türetilen bu endeks, Mayıs ve Haziran’da sanayi sektöründe daralma göstermiştir.

TÜİK, 2016’dan bu yana sektörel milli gelir verilerini üretim anketlerinden değil, idarî kayıtlardan derlemeye başladı. Bu yöntemi ve sonuçlarını defalarca eleştirdik. Öyle anlaşılıyor ki yeni veriler, sanayi sektöründeki üretim hareketlerini gecikmeli olarak izlemektedir. Sektörün daralması herhalde bir sonraki millî gelir tahminlerine yansıyacaktır.  

Bir başka sorun daha var: Nisan-Haziran aylarında tarım, sanayi ve inşaat sektörleri, büyüme  temposu bakımından millî gelirin gerisinde (tarım ise küçülerek) kalmıştır. Bu üç üretken sektörün (ağırlıklı) ortalama büyüme hızı yüzde 1,3’tür.  Ekonominin büyüme hızını yukarı çeken sektör, %8’lik bir tempo ile, “hizmetler” olmuştur. TÜİK, bu başlık altında ticaret, ulaştırma, depolama, konaklama, yiyecek alanlarını toplamış; kamu yönetimi, finans ve küçük “hizmet” kolları dışta tutulmuştur.

Bu kapsamdaki “hizmetler”in, üç üretken sektör (tarım, sanayi ve inşaat) ile yoğun geri ve ileri bağlantılar içinde olduğu açıktır. Ekonomik olgunlaşmanın uzun dönemde “hizmetler” sektörünü genişleteceği de iyi bilinen bir eğilimdir. Ancak, üç aylık bir dönemde TÜİK’in kapsamına giren “hizmetler”de belirlenen (yüzde 8’lik) büyüme hızını,  tarım-sanayi-inşaat sektörlerindeki ortalama büyüme (yüzde 1,3’lük) ile yan yana koyunuz. Üretken sektörlerden bu kadar kısa sürede ve bu boyutta bir “bağımsızlaşma ve kopma”, en azından abartılı görünmelidir. 

TÜİK’in millî gelir hesabında kullanılan idarî kayıtlar, bir kez daha tartışmalı  sonuçlar üretmektedir.

Nisan-Haziran 2018: Ana harcama kalemleri
Şimdi de TÜİK’in 2018’in Ocak-Mart ve Nisan-Haziran için belirlediği büyüme hızlarını  yüzdeler olarak ve ana harcama kalemleri itibariyle karşılaştıralım:         

Özel tüketim: 9,3 → 6,3
Kamu tüketimi: 4,9 → 7,2
Sermaye birikimi: 7,9 → 3,9
İhracat:          0,7 → 4,5
(“Eksi”) İthalat: 15,4 → 0,3
Millî gelir: 7,3 → 5,2

Harcamalara göre millî gelir hesabında özel, kamusal tüketim, sermaye birikimi ve ihracat toplanır; mal ve hizmet ithalatı bu toplamdan çıkarılır.

Nisan-Haziran bulguları yukarıda değindiğim politikaların izlerini taşıyor:  Büyüme hızını özel tüketim ve devletin cari harcamaları (kamu tüketimi) sürüklemektedir. Özel tüketim artışları 2017’de başlatılan KGF destekli kredi genişlemesinin ivmesini içermektedir; kamu harcamalarındaki (ikramiye, teşvik vb ödemeler) artışlar ise bu dönemde öne çıkmıştır.  Bu iki harcama kaleminin artış hızı, GSYH büyüme temposunu aşmıştır. Kredi genişlemesinin Ocak-Mart döneminde sermaye birikimine yansıması ise son üç ayda aşınmıştır.

Dış ticaret, ihracat artışının ithalatı aşması nedeniyle millî geliri yukarı çekmiştir. Bu bulgu, ilk bakışta şaşırtıcıdır; zira,  dolarlı dış ticaret verilerine göre Nisan-Haziran 2018’de mal ve hizmet ithalatı, ihracattan daha hızlı artmış; dış ticaret açığı 1 milyar dolar civarında genişlemiştir. Buna göre dış ticaretin millî geliri aşağı çekmesi beklenmeliydi.
Bu “tutarsızlık”, Nisan-Haziran 2018 dış ticaret verilerinin sabit (ve 12 ay öncesine ait) fiyatlar (“hacim endeksi”) ile hesaplanmasından kaynaklanıyor. Son üç ayda, ihracat/ithalat fiyatları arasındaki makas (“dış ticaret hadleri”) yüzde 1,9 oranında ihracat aleyhine seyretmiştir.

TÜİK, dış ticareti milli gelir hesaplarına katarken, “Nisan-Mayıs 2017’nin ihracat ve ithalat fiyatları değişmeden, olduğu gibi devam etseydi on iki ay sonra GSYH ne olurdu” sorusunu yanıtlamaktadır.  12 ay öncesinin fiyatları, Nisan-Haziran 2018’de bozulmuştur. Büyüme, “…miş gibi” hesaplanırsa, “hissedilmez”. Zira, bozulan fiyatlarla yapılan dış ticaret, aslında, ekonomiyi yoksullaştırmaktadır.

Bu yanıltıcı bulgu, bir sonraki dönemde ters yönlü işleyebilir ve TÜİK’in yeni “hacim endeksi” yönteminden türeyen bir sapma olarak hep karşımıza çıkabilir.

2016’dan itibaren GSYH “gelir yöntemi” ile de hesaplanıyor. Böylece cari fiyatlarla millî gelirde ücretlerin payı belirlenebiliyor. Bu bulgu, harcamalar yoluyla millî gelir hesabını denetleyen bir etken de olabilir.

Nisan-Haziran 2018’in ücret payını bir önceki yılla karşılaştıralım; bölüşümün ücretliler aleyhine dönüştüğü gözlenecektir: %32,3  →  %32,0… Ücret payındaki aşınma 2017’nin tümünde ve Ocak-Mart 2018’de de süregelmiştir. Türkiye toplumunun en kalabalık tüketici öğesini ücretle, maaşla geçinenler oluşturur. Bu insanların (ücretlerin) millî gelirden paylarının aşındığı dönemlerde özel tüketim GSYH’dan daha hızlı  artmıştır. Nasıl? Bir hesap hatası yoksa tek yanıt, AKP’nin Türkiye emekçilerine “armağan” ettiği borç tuzağı ile.

Temmuz 2018 ve sonrası…
Geçen hafta bu köşede küçülmeye işaret eden ekonomik göstergelere değindim: İç talep daralması Haziran’dan itibaren ithalatı aşağı çekmiş; kredi faizleri yatırımları durduracak, emekçileri “borç tuzağı”ndan kaçıracak oranlara sıçramış; PMI sanayi endeksi Temmuz-Ağustos’ta da daralma göstermiştir.

Ekonominin tümü aşağı çekilmekte midir? 

Nisan-Haziran GSYH istatistikleri,  2018 millî gelirinin küçülme olasılığını dışlamaktadır.  Son altı ayda sıfır büyüme varsayalım; 2018’in ortalama büyüme hızı yüzde 2,8’e inecektir.  Capital Economics adlı bir kuruluş, makul bir öngörü yapmış:  GSYH Ekim-Aralık 2018’de yüzde 2; Ocak-Mart 2019’da yüzde 4 oranında daralacak… Bu öngörüyü, Temmuz-Eylül ayları için sıfır büyüme kestirimi ile birleştirin; 2018’in tümünde yüzde 2,3’lük büyüme hesaplanacaktır.

Ne var ki dolarlı millî gelir düşecektir ve buna ilişkin öngörüleri de eklemeliyiz. Dünya’da (12 Eylül) Alaatin Aktaş  titiz bir  çalışma yapmış: Farklı ortalama dolar kuru, GSYH deflatörü (enflasyonu) ve reel büyüme varsayımları ile 2018 milli gelirini 736-759 milyar dolar aralığında öngörmüş. Bu öngörü, dolarlı milli gelirin 2018’de yüzde 11-13 civarında düşmesi anlamına gelir ve dış borç / millî gelir oranını yüzde 62-63 aralığına çıkarır.  

Bu son aralık, bir dış borç krizinin ön-göstergesi olarak yorumlanabilir. Geçen hafta tartıştığımız bu “kâbus senaryosu” belki de ufuktadır.

Yeni istatistikler yayımlandıkça “iyi haberler” azalacaktır.

Korkut Boratav / SOL

Antrasitteki sonsuzluk ve arşa uzanan yalakalık - FERİDE GÜRDAL / SOL

"Antrasitteki (kumaş) hareketleri daha çok hava filelerinin uzlaşmacı, zıtlaşmayan dengeli kırılmalarına benzettim. O doku bana sonsuzluk işaretinin dizi halinde sonsuzluğa koşuşu heyecanını da verdi." (1)

Yukardaki paragraf THY’nin yeni üniforması için Uğur Cebeci tarafından kaleme alınmış. İnanmak zor biliyorum. İlk gençliğinde neler yaşadı, hangi duyguları içinde kaldı da altı üstü bir üniforma için, bu edebi sınırları zorlayan benzetme sanatının eşsiz örneği kupleleri döktürdü bilmiyorum. Yazıyı okumanıza gerek yok. 
Bildiğin çöp.

THY’nin reklamları da üniformaları da her zaman gündem olmuştur. Ülkemizin görünen yüzü THY, yıllık 68,6 milyon yolcu taşımakla övünen, 11,8 milyar dolar hedef gelirli  bir kurum olarak Türkiye’nin reklam yüzüdür de. Hele 3. Havalimanı gibi herkeslerin bizi kıskandığı bir gündemde daha da göz önünde olması doğaldır.

THY’nin üniformasını estetik olarak değerlendirebilme niteliğine haiz değilim. Havacılık  sektöründe bir kadın olarak çıplak gözle ‘haminine çorapları mı o?’ dışında bir yorumda bulunamam. Ama o üniformalar ile havayolu emekçilerinin fazla mesainin de ötesinde dinlendirilmeksizin çalıştırıldığını, iş garantisinin olmadığını, herkesin birbirinin ispiyoncusu olmaya zorlanıp herkesin sömürüldüğünü iyi biliyorum.

Özellikle kadın çalışanların çoğunlukta bulunduğu mesleklerin; hemşirelik, hosteslik, sekreterlik vs, erkek egemen anlayış tarafından nasıl seksüalize edildiğini biliyoruz. Kadınlara genellikle hizmet sektöründe görevler verildiği bir ülkede herkesin güzel görünme ve güleryüzlü olma zorunluluğu ayrı bir yazı konusu. Derdim şimdilik bu kumaş parçasından yalakalığı arşa uzanan ‘havacılık uzmanları’ ile, kendi haber sitelerinde kendi bloglarına sahip havacılık sektöründe kimin neyi bildiği ile, ‘bir pilot arkadaşla konuştum’, ‘kulede tanıdıklarım var’, ‘PPL lisansına sahibim’ ekolünden gelen uzmanların bilirkişi olduğu bir sektörde önümüzü görebilmekle, tüm yazma amacı ‘Ey THY yönetimi, havacılık camiası size sesleniyorum’ diye farklı yerlere verilen mesajlarla. Alın size muhteşem bir örnek.

TAI (Türk Havacılık Uzay Sanayi) ziyareti sonrası yazdığı yazıya "Hiç bu kadar akıllı insanı bir arada görmedim" (2) diye başlayan Uğur Cebeci,  devlet uçağında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile geçirdiği 8 saati; Başbakanın çoraplarının detaylarını anlatacak kadar ballandıra ballandıra yazmış, THY’nin kadın kabin memurlarına kırmızı ruj yasağını ‘Kırmızı ruju kontrolsüz bulduğu, pastel renklerin kabin memurları için kullanım kolaylığı sağladığından’ hareketle uçuş güvenliği açısından irdelemiştir.  11 kişinin ölümü ile sonuçlanan Başaran uçak kazasında ‘Zaten pilotlar kadındı’ yazacak kadar kendini bilmez, THY’nin” business class”da ağırlayıp kabin ekibini öncesinde tembihlediği Uğur Cebeci, Hürriyet gibi bir gazeteden bile kendini attırmayı başarmıştır.
Uzatmaya gerek yok. O övgü dizdiği kumaşlardan önce de kumaşı da safı da belliydi.

Üniforma ile çalışmanın temel koşulu üniformanın rahat olmasıdır. Üniforma ile örgütlenen ‘taassup’ bir yerde dursun, üniformalarla pazarlanan ‘genç güzel bakımlı kadın’, ‘geleceğin mesleği’ imajları diğer yanda, üniformanın içindeki emekçilerin söyleyecekleri var. İstanbul 3. Havalimanı Babil Kulesi gibi ölü işçi bedenleri üzerinde yükselirken, antrasit kumaşın dokusundaki dizi dizi sonsuzluktan edindiğiniz heyecanı bir gün gelir o üniformaların içindekiler kursağınızda bırakabilir.

FERİDE GÜRDAL / SOL

Neoliberalizmin krizi: Arjantin ve Türkiye’de neler oluyor?- PRF. DR. ALPASLAN AKÇORAOĞLU

Arjantin ve Türkiye 2018 yılında bir döviz ve borç krizine sürüklendiler. İki yerdeki iktisadi kriz, bağımlı finansallaşmaya dayalı modelin sürdürülemez olmasıyla ilgili.

Arjantin ve Türkiye 1990’larda izledikleri neoliberal politikaların sonucunda 2001 yılında finansal krize girdi. Türkiye, IMF programı eşliğinde 2000’li yıllarda neoliberal ideolojiye bağlılığını sürdürürken, Arjantin ‘Kirchnerizm’ olarak adlandırılan anti-neoliberal ve ‘yeni kalkınmacı’ politikalara yöneldi. Arjantin’de 12 yıl süren (2003-2015) Sol-Peronist hükümetlerin halkçı/yeni kalkınmacı politikaları oldukça başarılı sonuçlar verdi. Buna karşın, Arjantin’de 2015 yılı sonunda başkan seçilen Mauricio Macri yeniden neoliberal politikalara dönerek, sol/halkçı politikalara son verdi. Dış borç ve ithalat bağımlılığı yaratan yarı-çevre ülkelere özgü neoliberal modelin olumsuz küresel konjonktürde çıkmaza girmesi sonucunda, Arjantin ve Türkiye 2018 yılında bir döviz ve borç krizine sürüklendiler. Dolayısıyla, bu iki ülkedeki iktisadi kriz, bağımlı finansallaşmaya dayalı neoliberal modelin elverişsiz küresel koşullarda sürdürülemez duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Arjantin’in genişlemeci/popülist ve neoliberal rejimler arasında gidip gelmesine ‘Arjantin sarkacı’ adı verilmektedir. Her bir rejim genişleme ve kriz dönemlerini içermekte ve yeniden diğer rejime geçilmektedir. Yaklaşık olarak 12 yıl süren sol-Peronist dönemden sonra yeniden Amerikan-yanlısı (emperyalizme bağımlı) radikal bir neoliberal döneme geçilmiştir.

Yeni kalkınmacı dönem (2003-2015)
Sol-Peronist başkanlar Nestor Kirchner (2003-2007) ve Cristina Fernandez de Kirchner (2007–2015) uyguladıkları ilerici/halkçı politikalarla iktisadi ve sosyal alanda önemli iyileşmeler sağladılar. Sermaye sınıfının ve yüksek gelir gruplarının vergilendirilmesi ile elde edilen vergiler, gelir dağılımının iyileştirilmesi için kullanıldı. Bu dönemde, kamu istihdam planı, yoksullara koşullu nakit transferleri ve halkçı emeklilik politikaları gibi emek-yanlısı iktisat politikaları izlendi. Yeni kalkınmacı yaklaşım çerçevesi içinde iktisadi öncelikler değiştirildi. Enflasyon hedeflemesi yerine istihdam artışına, ithalat yerine iç üretime, sermaye için vergi kolaylıkları yerine iç tüketime, dış borçlar yerine ihracat karlarının vergilenmesine öncelik verildi.

Arjantin’deki sol/yeni kalkınmacı politikalar 2003-2014 döneminde oldukça başarılı sonuçlar vermiştir. İşsizlik bütün zamanların en yüksek düzeyinden (% 22.5), en düşük düzeyine inmiş (% 5.9), yoksulluk oranı % 50’den yaklaşık % 24’e gerilemiş ve gelir eşitsizliği büyük oranda azalmıştır (Gini katsayısı 0.54’den, 0.43’e düşmüştür). İlerici/halkçı Kirchnerist hükümetlerin 2005 ve 2010’da yaptıkları müzakereler sonucunda, neoliberal hükümetler döneminde biriktirilen dış borç 146.3 milyar dolardan, 111.5 milyar dolara düşmüştür. Ayrıca, hızlı iktisadi büyüme sayesinde dış borcun Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranı azaltılmıştır. Dış finansman için küresel finans sermayesine yönelen neoliberal hükümet (Carlos Menem) 1990’larda kitlesel dış borç ve iktisadi çöküntü (depresyon) yaratırken, yüksek fiyatlı ihracatın vergilendirilmesi yoluyla finansmanı seçen sol/yeni kalkınmacı hükümet işsizliği düşürmüş, yoksulluğu azaltmış ve dış borcu asgari düzeye indirmiştir.
Kirchner hükümetlerinin ilerici politikalarının finansmanı büyük oranda ihraç ürünlerinin fiyatlarındaki önemli artışlara dayanıyordu. Bu ürünlerin fiyatlarının düşüş eğilimine girmesiyle birlikte, sermaye-emek uzlaşmasına dayalı toplumsal sözleşme zayıfladı. Peronist-solun halkçı ve yeni kalkınmacı modelinin çökmesinden yararlanan Mauricio Macri’nin liderliğindeki sermaye-orta sınıf-yabancı (Amerikan) sermaye ittifakı Aralık 2015’deki seçimi kazanarak, iktidar oldu. Başkan Macri’nin yürüttüğü yüksek yoğunluklu ‘sınıf savaşımı’, Kirchner hükümetleri döneminde emek-yanlısı politikaların yarattığı sosyal kazanımları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

Macri, IMF stili arz-yönlü bir neoliberal şok program uyguladı. Döviz kontrollerinin kaldırılması ve serbest döviz piyasasına geçilmesi, kamu hizmetlerine ilişkin katkıların sona erdirilmesi, kamu kesimi çalışanlarının sayısının azaltılması, tarım sektörü ihracat vergilerinin azaltılması, küresel finansal piyasalara açılma (dış borçlanma), enflasyon hedeflemesine geçilmesi, merkez bankası bağımsızlığının sağlanması gibi klasik/ortodoks neoliberal politikalar uygulanmaya başlandı. Ayrıca, özel ABD’li kreditörlerle olan anlaşmazlıkları gidermek amacıyla, bazı eski dış borçların (vulture funds) geri ödenmesi kararı alındı. Macri hükümetinin neoliberal programı ilk yılında (2016) Arjantin ekonomisinin stagflasyona (resesyon ve yüksek enflasyon) girmesine neden oldu. Diğer yandan, neoliberal Arjantin hükümeti dış borçları hızla arttırmaya başladı. Arjantin’in dış borcu 2015 yılında GSYH’nin % 28’i kadarken, 2018 yılında bu oran % 38’e yükseldi. Arjantin ekonomisi hızla artan dış borçların yardımıyla 2017 yılında iyileşme eğilimine girdi.

Döviz cinsinden dış borçlarının yüksekliği ve borçla finanse edilen cari işlemler açığının büyümesi (GSYH’nin % 4.6’sı) ve yüksek enflasyon oranı (% 30) dikkate alındığında, Arjantin ekonomisi 2018 yılında küresel finansal sermaye bakımından riskli bir ülke olarak görülmeye başlandı. Küresel finansal koşulların kötüleşmesi ve döviz piyasasının serbestleştirilmesi sonucunda Arjantin pesosu çok büyük değer kaybı yaşadı. Bu yılın başında 1$ = 18 ARS iken, 30 Ağustos’ta 39 ARS’ye (% 100’ün üzerinde değer kaybı) çıkmıştır. Faiz oranını % 40’a çıkarmak (şu anda % 60) da ulusal paranın hızlı değer kaybını önlemeyince, Macri hükümeti IMF’den finansal yardım istemek zorunda kaldı.

Sonuç
Arjantin ve Türkiye’deki kriz, aşırı dış borçlanma ve döviz açığından kaynaklanmasına karşın, Arjantin’de dış borçlar ağırlıklı olarak kamu borcu niteliğindedir. Ayrıca, iki ülkede uygulanan neoliberal politikalar birbirinden bazı farklılıklar göstermektedir. Arjantin’de Macri hükümeti, neoliberal ideolojinin ilkelerine uygun (merkez bankası bağımsızlığı gibi), daha saf bir neoliberal program uygulamaktadır. Ayrıca, seçim öncesi bazı vaatlerine (4 yıl içinde sıfır yoksulluk gibi) karşın, neoliberal Macri hükümeti popülist politikalar uygulamaktan kaçınmakta ve politika faiz oranını düşük tutmaya çalışmamaktadır. Macri hükümeti neoliberal ideolojiye uygun biçimde, politika faiz oranını % 60’lara çıkarmaktan çekinmemiştir.

PRF. DR. ALPASLAN AKÇORAOĞLU / BİRGÜN

Bilinmezlikler havalimanı! - TARIK ŞENGÜL

Ekonomik kriz ve doların durumu bir yana bırakılırsa, son günlerde en önemli konumuz 3. Havalimanı! Açılışı yaklaştıkça, isim tartışmaları da büyüyor. Ancak dün itibariyle konu bir başka boyuta kaydı. Bir anda işçilerin hem yaşam, hem de çalışma koşullarını geniş bir katılımla protesto edişlerine ilişkin haber ve görüntüler sosyal medyada yayıldı. Belli ki, bıçak kemiğe dayanmış ve işçiler işlerini kaybetme ve gözaltına alınma pahasına, isyan ediyorlar. Bu isyana döneceğim ama önce bazı tespitleri yapmak önemli, isyanı bağlamına oturtmak zorundayız.


Birçok önemli kamusal yatırım ve projede olduğu gibi, 3. Havalimanı da, dört bir yanından fışkıran bilinmezlikler içinde hızla yükseliyor. Bilgi çağında yaşıyoruz ama hiçbir dönemde bilgiden bu derece uzak olmadık!

Örnek, ihalenin tam koşullarını bilmiyoruz. İnşaat bedeli nedir, firmalar kamuya ne ödeyecek, tam bilmiyoruz. Bir sözleşme imzalanmış durumda, ama bu sözleşmede ilgili firmalara ne tür yaptırımlar var bilmiyoruz, kamuya nasıl bir ödeme planları var bilmiyoruz. Geçen günlerde firmaların, sözleşme gereği kamuya başlatacakları ödemeler için erteleme istedikleri ve bu isteklerinin de kabul edildiğine ilişkin haberler çıktı, ama onun da içeri tam nedir, bilmiyoruz. Verilen garantilerin ne tür bir içeriğinin olduğunu ve kamuya ne büyüklükte bir yük getireceğini bilmiyoruz. Garantilerin dolar üzerinden olduğunu duyuyoruz ama onu da tam bilmiyoruz!

Bilmediğimiz o kadar çok ki; örneğin üçüncü havalimanı için tahsis edilen alan bu firmalara tam olarak hangi koşullarla tahsis edildi, ne kadarı havalimanı için, ne kadarı başka işler için kullanılacak bilmiyoruz. İlgili firmaların söz konusu alanda başka işler yapacakları yönünde geçen günlerde haberler çıktı, ne iş yapacaklar, ne koşullarda yapacaklar, onu da bilmiyoruz.

Bu havalimanına yapılan inişler için, Bulgaristan’a her uçuş için para ödeneceği yönünde bazı haberler çıktı, o nedir, niye Bulgaristan’a ödeme yapılıyor, ne büyüklükte bir ödeme olacak onu da bilmiyoruz.

Alana ulaşımın nasıl sağlanacağı konusunda da ortada bir kargaşa var; metro hattının bitmeyeceği söyleniyor, otobüs taşımacılığından söz ediliyor, ciddi ücretler ödeneceği dile getiriliyor, ama net olarak havalimanına nasıl ulaşılıp, nasıl bu uzak havalimanından İstanbul’a dönüleceğini de bilmiyoruz.

Bilinmezler bu alanın ötesinde! Dahası başlangıçta sadece jet uçuşları için açık kalacağı söylenen Atatürk Havalimanı’nın nasıl işlevlendirileceğini de bilmiyoruz. Millet bahçesi olacağı söylendi, kapanmayacağı yer yer dile getiriliyor, ama ne uzman olarak ne de vatandaş olarak, mevcut havalimanının kaderini de bilmiyoruz.

Bu boyutlar daha çok devletle sermayenin girdiği ilişkinin bilinmezliklerine işaret ediyor. Ancak bilinmeyenler bir tek bu ilişkiye yönelik değil! Orada binlerce işçi uzunca bir süredir çalışıyor. Gün geçmiyor ki, inşaat alanından kaza ve ölüm haberleri gelmesin! İşçiler her gün en az 1-2 kişinin öldüğünü söylüyorlar. Bugüne kadar 400 kişi öldü deniliyor. Ölen işçilerin bedenlerinin sessizce ceset torbalarına konulup, büyük bir gizlilik içinde gönderildiği söyleniyor. Bunların ne kadarı doğru, şu ana kadar kaç işçi inşaat sahasında öldü, bilmiyoruz.

Dün itibariyle sosyal medyada şantiye sahasındaki işçilerin iş bırakma eylemi üzerine haber ve görüntüler paylaşıldı. İşçiler iş güvenliği, çalışma koşulları, yaşadıkları şantiyelerdeki olumsuz koşullar nedeniyle isyan ediyorlar. Bildikleri gördükleri ve anlaşılan gördükleri yetiyor!

Peki, kim biliyor? 

Bir miktar meslek odaları üstün gayretlerle olup biteni izlemeye, bilgiye ulaşmaya raporlar hazırlamaya çalışıyor. Bilginin gizli tutulması bu kamu yararı gözeten kurumların çabalarına ket vursa da, eğer herhangi sistematik bir yaklaşım varsa, o da onların gayretiyle oluyor.

Aynı kaygılarla bilgiye ulaşma çabasını sınırlı sayıda gazetecide görüyoruz. İşte Çiğdem Toker, bilgiyi önemseyenlerden bir gazeteci olarak öne çıkıyor. Ama tam da aynı nedenle yıldırmak için hakkında ilgili şirketler milyonlarca liralık davalar açıyorlar. Belli ki bilgi önemli ve ulaşılmaması gerekiyor!

Bu durumda, dağın başında bir yerde isyan eden işçilerin çığlığı dış dünyaya nasıl taşınacak? Daha da önemlisi onların karşı karşıya olduğu bu adaletsizlik, daha büyük bir resmin ve adaletsizliğin parçası haline nasıl getirilecek?

Marksist düşünür Fredric Jameson, içinde yaşadığımız dar dünyayı daha geniş bir dünyanın içine yerleştirmenin her geçen gün biraz daha zor hale geldiğini söyler. Bilgi ve bilinçle desteklemiş bu tür bir bilişsel haritalama imkânsızlaştığı ölçüde, iktidarın dışına düşmek kaçınılmaz hale gelir. Bu noktada, işçilerin havalimanında yaşadıkları koşullar karşısında isyanı önemli, ancak biliyoruz ki bu çıkış, kendi yakın çevrelerinde yaşadıklarından dışarı doğru yaptıkları bir projeksiyonun sonucu ve hem zamansal hem de mekânsal sınırları var.

Bir kez daha sorma ihtiyacı duyuyorum; bütün bu olumsuzlukları daha geniş bir zaman ve mekâna kim yerleştirecek? Bu noktada, bu sorunun birincil muhatabı ne meslek odaları, ne de dar bir kesim gazeteci! Birincil muhatap, kuşkusuz muhalefetteki siyasal partiler. Var mı yukarıda sorduğumuz sorulara yönelik bilgi başta CHP olmak üzere muhalif partilerin elinde? Bu bilgiye dayanan bir bilişsel harita koyabiliyorlar mı toplumun önüne?

Eğer yoksa bu konularda sistematik bir bilgi ve bilişsel haritanız, o zaman iktidar da yok! Diyor ya düşünür, “bilgi iktidardır”. An itibariyle, inşaat alanındaki işçiler kendi başına yürüyor, siyasete ise anlaşılan boş bir isim tartışması kalıyor!

Tarık Şengül / BİRGÜN