3 Kasım 2018 Cumartesi

Tohum yasası, şirket kasası - GÖZDE BEDELOĞLU

Küresel gıda ve iklim değişikliği hakkında Oxford Üniversitesi tarafından yürütülen araştırmanın sonuçları geçen ay uluslararası bilim dergisi Nature’da yayımlandı. Nüfusun 10 milyarı aşmasının beklendiği 2050 yılına dek, dünya kaynaklarına kalıcı zarar vermeden bu kadar insanın beslenmesinin mümkün olup olmayacağı sorusuna yanıt arayan bilim insanları sürdürülebilir bir gıda sistemi yaratmanın mümkün olduğunu açıkladı; ama bu ancak daha sağlıklı ve bitkisel temelli beslenme, gıda atıklarının yarıya indirilmesi, tarım tekniklerinin ve üretim biçimlerinin iyileştirilmesi ve tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle gerçekleşebilir. Aksi halde küresel ısınmanın neden olduğu aşırı ve dengesiz hava değişimleri, tarım arazilerinin azalması, tatlı su kaynaklarının tükenmesi gibi olumsuz sonuçların her geçen gün artarak devam etmesi kaçınılmaz.


                                                              •••

Buna göre, karbon emisyon değerlerinin artışıyla birlikte hızlanan iklim değişikliğinin etkilerini azaltmanın bir yolu fosil yakıt yerine yenilenebilir kaynaklara yönelmek ise, diğer bir yolu da bitkisel beslenmeye ağırlık vererek büyükbaş hayvanların sayısındaki artışla orantılı olarak yükselen sera gazı emisyonlarını düşürmek. Beslenme ve tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle birlikte tarımsal üretimde doğaya dost araçlar kullanmak; ekim alanlarının sayısını ve toprağın kalitesini artıracak yöntemler geliştirmek; su kaynaklarını korumak ve gıda israfına engel olmak gibi çabalar sayesinde artan nüfusun sürdürülebilir şekilde gıda ihtiyacı karşılanabilir. Yerelden ülkeye, ülkeden dünyaya yayılacak planlı ve kararlı bir gıda seferberliği, savaş-küresel ısınma-sanayi gibi pek çok faktörün bir araya gelerek sebebi olduğu çevre kirliliği ve gıda krizine karşı kuvvetli bir direnç oluşturabilir.

                                                             •••

Raporun en dikkat çeken önerilerinden biri de çiftçiliği geliştiren altyapı yatırımlarının artırılması ve çiftçilere doğru desteklerin verilmesi. Bununla birlikte gıda atığı sorununu ortadan kaldıracak olan depolama, taşıma ve paketleme zincirinin düzen içinde işlemesini sağlamak. Ne yazık ki bugün Türkiye bu hayati uyarıları idrak edip harekete geçebilecek yöneticilerden yoksun. Gübre, mazot ve elektrik fiyatlarındaki artış yüzünden çiftçilerin üretimden çekilmesiyle verimli tarım arazileri birer birer imara açılıp betonlaşıyor. Zor şartlarda da olsa üretime devam eden kimi çiftçiler ise ürünlerini muhafaza edebilecekleri soğuk hava deposu olmaması nedeniyle yetiştirdiklerini çöpe dökmek zorunda kalıyor. Kimi de üretimde harcadığı parayı geri döndüremeyince ağaçlarını kendi elleriyle kesiyor. 

                                                             •••

İnsan, dünya kaynaklarına saygılı geleneksel tarım yöntemlerine yönelmenin önemini kavramış ve yerelden ülkeye yayılan üretim ağlarına bağlanarak bilinçli birer tüketici olma yolunda ilerlerken hükümet, ‘Milli Tarım Projesi’ kapsamında şirketlerin denetiminde üretilip satılan tohumları çiftçiler için zorunlu hale getiriyor. Bu, atalık tohumlarla ürün yetiştiren, elindekini başkasıyla takas ederek yüz yılların hafızasını koruyan yerel üreticiye engel olarak tohum üretimini çok uluslu şirketlerin denetimine sokan bir uygulama. Bu, çiftçinin yerli tohum üretimini teşvik etmek yerine tohum sertifikalarını elinde tutan şirketleri zengin etmeyi tercih eden AKP hükümetinin yıllardan beri millilikten ne anladığını gösteren muhteşem örneklerden biri daha. 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Yasası ile sertifikasız tohumların satışı yasaklanmış ama çiftçiler arasındaki tohum takası engellenmemişti. 19 Ekim’de yayımlanan yeni yönetmeliğe göre bundan sonra sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilere tarımsal destek verilmeyecek. Tek tip tohumlar saklanıp çoğaltılamıyor, her yıl yeniden satın almak gerekiyor. Biyolojik çeşitliliğe sahip çıkmak gezegenimiz için hayati öneme sahipken bir AKP icraatı olarak yine insan kaybediyor, şirketler kazanıyor.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

Yalnız ölüler dönmez - ALİ SİRMEN

1962 yılının o ilkbahar gününde, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin anfisinde çıt çıkmıyordu. 
Sessizliği Prof. Dr. Halit Kemal Elbir’in şu sözleri bozdu: 
-Siyasette ünlü bir söz vardır, ‘yalnız ölüler dönmez’ derler. 
Hoca bu tümceyle, 147’ler olayı diye adlandırılan operasyonla uzaklaştırıldığı üniversiteye dönüşünü bildiriyordu. 
27 Mayıs hareketinin yürüttüğü ve kanıtlanmamış, yalan yanlış söylentilere dayanarak, çeşitli nedenlerle 147 öğretim üyesinin 28 Ekim 1960’da Milli Birlik Komitesi kararıyla, üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırılması olayı, siyasal yaşamımızın densizliklerinden biriydi. Neyse ki 1.5 yıl sonra bu saçmalık onarıldı ve uzaklaştırılanlar kürsülerine döndüler. 

Son günlerde, bir yıl önce siyaset sahnesinden kesin olarak silindiği sanılan Melih Gökçek’in değere binmesi üzerine Prof. Halit Kemal Elbir’in sözlerini anımsadım. 
Hocam haklıydı, dönmeyenler yalnız ölülerdi. Sağ kaldıkça ikbalin kapınızı çalmasının en olmadık zamanlarda bile mümkün olduğunu, birden MHP-AKP arasında paylaşılamayan adam haline gelen Melih Gökçek bir kez daha kanıtlamıştı.

***

Oysa başlangıçta Gökçek’in MHP’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olduğu haberi üzerine AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, ellerinde Gökçek’i zor duruma düşürebilecek bilgiler olduğu imasını hissetiren şu çıkışı yapmıştı: 
-Melih Gökçek’in görevden ayrılması iş olsun diye istenmedi. 
Evet, Gökçek’in Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine “gitmiyor, emirle gönderiliyorum, bizde itaat asıldır, boynum kıldan ince!” diye ağlarcasına istifasının üstünden ancak bir yıl kadar bir zaman geçmişti. 


AKP’nin ağır toplarından Bülent Arınç’ın Gökçek’i, Ankara’yı parsel parsel sattığı iddiaları hâlâ belleklerde canlıydı. 

Herkes bunları anımsarken, MHP lideri Bahçeli, Gökçek’i yere göğe koymayan, partilerinden adaylığa talip olmasından onur duyacaklarını söyleyen bir açıklama yaptı. 
İş bununla da bitmedi. Bir yıl önce, istifasını dayatarak, Gökçek’in beş kez üst üste seçim kazanarak geldiği Ankara Belediye Başkanlığı koltuğundan gönderen Tayyip 
Erdoğan da, ona şu sözlerle sahip çıktı: 
-Melih Gökçek 1994’ten beri yol ve dava arkadaşımızdır, yol arkadaşlığımızın bu şekilde yürüyeceğini sanıyorum, beraber geldiğimizi beraber gideceğimizi değerlendiriyorum. 
Cumhurbaşkanı ve AKP’nin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın bu sözlerinin kimilerince, AKP’nin de bir yıl önce hoyratça ayırdığı göreve yeniden aday gösterilmesi olarak yorumlanması şaşırtıcı değildir.
 
Kısa süre önce siyasi hayatı bitti sanılan Gökçek şimdi paylaşılamayan değer durumuna gelmiş bulunuyor. Şimdi partilerden parti beğenmek lüksü Gökçek’in elinde. 
Hatta, MHP’den aday olması halinde, AKP’nin Ankara’yı CHP’ye kaptırması ihtimalinin çok güçlü olduğunu söyleyenler, Gökçek’in iki partinin ortak adayı olması olasılığını da ileri sürüyorlar.
***

İşte siyasi mevta sanılan Gökçek böyle 2019 seçiminin yıldız adaylarından biri haline geldi yeniden. 
Gariptir siyaset sahnemizde, Melih Gökçek kadar çok çeşitli çevrelerin tepkisini çeken ve adı yıpranmış olan politikacı azdır. Buna karşın yıldızının nasıl sönmediğini anlamak ilk bakışta pek kolay görünmüyor. 
Gökçek, çok geniş ve değişik kesimlerin tepkilerini çekmekle birlikte Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini yirmi yıl içinde üst üste beş defa kazanarak tarihe geçmiştir. 
Seçim kazanma yetisinin siyasette bütün erdemlerden önce geldiği göz önünde bulundurulunca, Gökçek’in başarısının nedeni olan hüneri kolayca anlaşılıyor. 
Ama Gökçek’in hüneri yalnız bununla sınırlı değil. O siyasette gelmeyi bilmek gibi, gitmeyi de ağlayarak da olsa itirazsız kabullenebilirken, AKP hareketinin onsuz olmazı biat kültürüne bağlılığını da kanıtladığı için bugün “yalnız ölüler dönmez” ilkesi rahatlıkla işleyebilmiştir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İşte bunlar hep farz-ı ayn* - Mine Söğüt

Cumhuriyetin devrimleri bu ülkenin insanlarını köklerinden kopardı.
Ve hatta onları dini inancına da yabancılaştırdı ve maneviyattan uzaklaştırdı (bkz. Türkçe ezan zulmünün genetik hafızalarımızdaki derin travmaları). 
O kadar ki Cumhuriyet nesli başlangıçta mezar taşlarını okuyamıyordu;
Sonunda bir üniversite rektörünün dilini ve düşünce yapısını anlayamayacak hale geldi. 
Koskoca bir rektör “İslami olarak şu anda Cumhurbaşkanı’na itaat etmek farzıayn’dir, karşı gelmek de harpten kaçmak manasında haramdır” dediğinde biz hiçbir şey anlamadıysak;
Ya da anladığımız şeyi aklımız almadıysa... 
Hele hele onun bu sözü iktidar tarafından onaylanmayınca, Erdoğan’a zarar vermemek için hemen istifa ettiğini açıklamasına şaşırıp kaldıysak... 
Bunun sorumlusu; 
Bundan yüzyıl önce halkın ümmet bilincini yok edip yerine ulus bilincini dayatan darbeci, isyankâr bir avuç medeniyet budalası devrimcidir. 
Onların hunharca ve vahşice kurduğu Cumhuriyet rejimidir. 
İki ayyaş tarafından yazılmış, temeli dini değil medeni kaynaklara dayanan evrensel ve rezil yasalardır. 
Yıllarca çocuklarımıza zorla “Andımız”ı söyleterek onların beynini yıkayan, din derslerini gevşek tutan, felsefe, sosyoloji, matematik, sanat tarihi gibi ileride ne işe yarayacağı belirsiz dersler okutmaktan kaçınmayan, kızlı erkekli eğitimi yücelten eğitim sistemidir. 
Yüzünü Batı’ya dönmekte ahlaksızca ısrar eden, ilerici, aydınlanmacı, rasyonel Atatürkçü ideolojidir.
Bugün bu ülke cumhurbaşkanından rektörlerine, hukukçularından sanatçılarına kadar elbirliğiyle köklerine, cahilliğine, dogmatikliğine, geri kalmışlığına, içe kapanmışlığına, sömürülüşüne, bağımlılığına, demokrasi anlayışından uzak ama dine yakın çağlarına geri dönmek için büyük bir mücadele veriyor. 
Anaokullarından itibaren çocuklarına önce dinlerini ve mezheplerini öğretiyor. 
Onları üniversitelerinden kindar ve dindar gençler olarak mezun etmeyi ilke ediniyor. 
Mevkilerine atanmış eğitimciler hem öğrencilere hem de topluma biat kültürünü yeniden öğretebilmek için canla başla çalışıyorlar.
Gerekirse bu uğurda işi mesleki intihara kadar vardırıyorlar ve şehitlik mertebesine yükseliyorlar.

Harran Üniversitesi Rektörü’nün yaptığı da budur. Biatta altın vuruş yapmış, aşırı dozdan gitmiştir. 
Farz, Müslümanlıkta özür olmadıkça yapılması mecburi ve sevap, yapılmaması günah sayılan emirlerdir. 
Farz-ı ayn da her Müslümanın zamanı gelince bizzat kendisinin yapması gereken farz demektir. 
Mesela yeni Müslüman olan kimsenin, aptesin ve namazın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. 
Ramazan gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. 
Zengin olunca, zekâtı öğrenmesi farz olur. 
Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zaman farz olur. 
Şimdi de tek adam rejimine geçildi, zamanı geldi ve kendisini bu uğurda ateşe atan gerici, itaatkâr, dogmatik fikirlerin savunucusu, bilimselliğe sırt dönmüş, iktidar uğruna canını vermeye hazır bir rektörden öğrendik: 
Akademik başarı için iktidarın gözüne girmek farzdır.
O mevkide kalabilmek için biat ederken dozunu ayarlamak farzdır. 
Ve doz kaçarsa, cumhurbaşkanını daha fazla yıpratmamak için mesleki intihar farzdır. 
Bu yolda şehit olan hocaya, El Fatiha. 
Hamiş: Zamanı geldi, farz oldu, ben de TRT’de program yapmak istiyorum. 


Mine Söğüt / CUMHURİYET

*Bu yazı, baştan sona ironidir, lütfen “Cumhuriyet bizi köklerimizden koparmadı Liboş yazar” minvalinde mesaj ve tweet atmayınız.

2016'da reddedilen ortak devriye - Ahmet TAKAN

Dayan dayan da!.. Nereye kadar?..
Algı operasyonuna boğulduk. Sussan bir türlü konuşsan başka bir türlü!.. Kibarca "çelişkiler" diyebileceğim hususlar toplumun gözünden ustaca kaçırılıyor.

Menbiç'e bir giriyoruz bir çıkıyoruz... ABD ile bir anlaşıyoruz bir bozuşuyoruz... Hangisinin geçerli olduğunu hangisinin ne kadar ve nasıl uygulandığını şaşırdığımız "mutabakatlar" sel oldu akıp gidiyor... Fırat'ın doğusuna obüslerle operasyon yapıyoruz aynı anda ABD ile ortak devriye atmaya başlıyoruz. Hangisi gerçek?..

Toplum genelde her şeyi salıverdiği için, sorgulamayıp sadece koşulsuz biat moduna bağlandığı için ne versen gidiyor!.. Öyle bir hale geldik ki, Fırat'ın doğusuna top atışlarının mütekabiliyet esasına göre yapıldığı resmî açıklama olarak duyuruluyor. Bir Allah'ın kulu da çıkıp sormuyor, "Siz ne içtiniz? Sarhoş musunuz?.. Böyle bir açıklamayı nasıl yaparsınız?.. PKK/YPG devlet mi ki angajman kurallarını işlettiniz?.. Terör örgütü nerede görülürse vurulup yok edilmez mi? Yarın bir gün uluslararası arenada biri çıkıp önünüze bu açıklamayı koyup 'siz zaten PKK/YPG'yi devlet olarak tanımışsınız' derse ne yaparsınız?" diye.

"Menbiç'e girdik"le paralel bir şekilde devam eden "Fırat'ın doğusu" tiyatrosunda önceki gün yeni bir perde açıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri ile ABD ordusunun Menbiç'te ortak devriye görevine başladığı duyuruldu. Malum medyadaki haberlere bakarsanız, Menbiç şehir merkezinde devriye atıyoruz hissine kapılabilirsiniz. Gerçekleri olabildiğince dile getirmeden önce üstünden geçen yılların altında kalan başka bir gerçeği bugün faş edeceğim. Ortak devriye projesi yeni gibi sunuluyor ama kazın ayağı öyle değil!..

Sene 2016...  Kahraman Mehmetçik Cerablus'u alınca ABD panikler... Seri bir şekilde TSK ile görüşmelerde bulunmak üzere Genelkurmay'a heyet üstüne heyet gönderir. Teklifleri şudur; "TSK ile ABD ordusu hemen ortak devriye görevine başlasın." TSK bu teklifi her defasında reddeder. Gerekçesi ise şuydu; "Biz niye devriye gezeceğiz orada. Mantığı yok." TSK, o zamanlar ABD'ye "Niye Menbiç'e içeriye girmiyoruz?.. Menbiç'e girelim" karşı teklifini sunarken "sıkıntı olur. Olmaz" yanıtını alıyordu.


Şimdi şu haritaya dikkatlice bakın. Suriye basınında yeni yayınladı. Öncelikle bir hususun altını çizelim. Ortak devriye başlamadan bugüne kadar bilmem 60 kaçıncı kez devriye attık diye duyurulan yerler zaten TSK'nın kontrolünde olan bölgelerdi. Menbiç'in kuzeyinde yer alan Sacur Nehri. Kırmızı hat orası. Cerablus ile Menbiç'i ayıran kımızı hat.. 12 kilometrelik bir derinlik var. Cerablus tarafı bizim kontrolümüzde. Ortak devriye TSK'nın kontrolünde kırmızı hattın doğusunda ve batısında gerçekleşiyor. Yani, ortak devriyenin Menbiç merkezinde görev yapması söz konusu bile değil. Zaten bizim olan bölgede ortak devriye atılmasının 2 sebebi olabilir;
1- TSK'nın Menbiç bölgesine girmesi engellenir.
2- PKK/PYD'nin Cerablus bölgesine girmesi engellenir.

Gazeteniz YENİÇAĞ'da dün okuduğunuz, "Suriye'de yeni Kürt Tezgâhı" manşetiyle.. ABD'nin Suriye özel temsilcisi James Jeffrey'nin "ortağımız" dediği PKK/YPG'yi Türkiye ile masaya oturtacakmış haberiyle birlikte okuyun bu satırları...

Yıllardır yazdığım, bir hususu tekrarlayacağım;
TSK, Afrin'e operasyon yapmadan önce doğrudan Fırat'ın doğusuna inseydi... Afrin'in de boğazı kesilirdi... Ne Menbiç kalırdı ne de bir şey...

Tiyatronun perde arkasına dikkatlice bakmaya devam edelim;
Fırat'ın doğusunda ABD üsleri var. ABD, kendi birlikleri için Fırat'ın doğusuna ağır ve hafif olmak üzere 650-750 bin civarında silah depoladı. Menbiç'te de 250 bin silah depoladığı biliniyor. Sizce, ABD buralara Türkiye'yi sokar mı?.. Operasyon yapmasına izin verir mi?.. Hiç aklınız eriyor mu?..

Soruların cevabına katkıda bulunalım;
Fırat'ın doğusu ABD ve İsrail'in yüzyıllık projesi. Günü geldiğinde ABD, İran'ı vurmak için Türkiye'yi değil buralardaki üslerini kullanacak. Suudi Arabistan'ın, neden milyar dolarları buraya yatırdığını zannediyorsunuz?..
Papaz Brunson'un serbest bırakılmasından sonra hızlanan telefon trafiği... Herhalde, Trump 31 Mart seçimlerine kadar Türkiye'yi idare edecektir!.. Obüs atışları vs.. Esas olan Menbiç'te değil... Kıyısından köşesinden de bize sunulabilir...
2019 Mart sonrası ne mi olur?.. "Allah kerim mi" diyelim?..

Bir de 15 Temmuz hain kalkışmasında FETÖ ile canları uğruna mücadele eden subayların geçen süre içinde TSK'dan ustaca birer birer tahliye edilişlerine, TSK unsurlarının kapılarına bile yanaştırılmamalarına bakıyorum...

Dayan dayan da... Nereye kadar?..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

2 Kasım 2018 Cuma

Camilerde toplanan paralar nereye gidiyor? - Batuhan ÇOLAK

Yaklaşık 1 ay önceydi... Cuma namazını eda etmek için her zaman olduğu gibi Bahçelievler'deki İmam-ı Azam Camisi'ne gittim.

İçeri girerken kapı önünde biriken ayakkabılar dikkatimi çekti. Çoğu kullanılmaz ve kötü durumdaydı. Tam caminin girişine konulduğu için kötü bir görüntü ve koku oluşturuyordu.
Kapıdan bir poşet alıp, ayakkabılarımı içine koydum ve caminin iç kısmındaki ayakkabılığa bıraktım.
Çıktığımda ayakkabılar yoktu.

İnsan, çalınma ihtimalini konduramıyor. "Herhalde yanlış aldılar, birazdan getirirler" diye oralarda oyalanıyorum. Sonra caminin imamı geldi "Kardeş ne oldu ayakkabı mı yok?" dedi. "Hocam herhalde yanlış aldılar, gelir" dedim.

Sonrasındaki diyalog şöyle gelişti:
Hoca: "Eğer gittiyse bir de spor ayakkabıysa zor gelir, ama gelirse haberdar ederim. Sen şuradan bir terlik al en iyisi."
Ben: "Hocam öyle diyorsun da 300-400 liralık bir maddi kayıp var ortada. Adli bir olay değil mi bu?"
Hoca: "Öyle olmasına öyle de daha önce kamera görüntüleriyle alan kişiye kadar polise teslim ettik, hiçbir şey çıkmadı."
Ben: "Kameralara bakalım, nasıl alındığını görelim en azından."
Bu diyalog üzerine caminin içinde bulunan imamın odasına gittik.

İçeri girdiğimde son derece güzel bir şekilde döşenmiş bir odayla karşılaştım. Deri oturma takımı, ahşap bir masa, son derece bakımlı bir ortam, bilgisayar... Caminin genel durumuyla alakası olmayan bir ortam vardı.

Neyse kameraya baktık, görüntü çamur gibi. Cemaat bir anda çıktığı için bir şey de gözükmüyor.
Ama bu sırada cami görevlisi olan 2 kişi odaya geldi, yere para kutusunu koydular. Başladılar bankacı gibi saymaya... Şakır şakır para sesleri arasında bizim ayakkabının akıbetini bulmaya çalışıyoruz.

Bir yandan lafa girdiler "İyi ayakkabıysa bekleme gelmez, zaten ondan almışlardır."
"Bu gibi hırsızlık olayları çok oluyor mu" diye sorunca "bazen aynı günde 6 çift çalınıyor" cevabı geldi. Sinirlendim haliyle. Çünkü camide kilitli bir muhafaza dolabı yoktu.
"Madem bir günde bu denli ayakkabı çalınıyor, siz toplanan paralarla buraya kilitli bir dolap yaptırsanıza" dediğimde aldığım cevap karşısında şoke oldum. Cami imamı, "Toplanan paralar cami derneğinin kontrolünde, kendilerine bu şekilde talepler gitti, ama yaptırmadılar, yapacak bir şey yok."

O gün orada tahminen 2 bin TL'nin üzerinde para sayıldı. Sadece bir cumada bu kadar para toplanmıştı. Çok rahat bir şekilde oranın güvenliğini sağlayacak para bir günde toplanmasına rağmen, "cami dernekleri" denilerek işin içinden çıkılıyor.
Konunun içine girdikçe olay farklı bir hâl almaya başlamıştı.
İstanbul Bahçelievler Müftülüğü ile görüşüp konuyu anlattım, "Camiye toplanan paralar derneklerin kontrolünde mi oluyor, Diyanet'in görevlileri hiçbir şey yapamıyor mu?" diye sordum.
Müftü, "Ne yazık ki cami derneklerine seçilen arkadaşlar kendilerini caminin sahibi sanıyor. Çoğu yerde bu şikayetleri alıyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor." cevabı verdi.

Tablo son derece enteresandı. Her hafta, filanca Kur'an kursu, falanca caminin ihtiyacı denilerek Diyanet'in imamları tarafından cemaatten yardım yapılması isteniyor. İçeride namaz devam ederken "camiye yardım" sesleri her yanı sarıyor. Ama ihtiyaca gelindiğinde toplanan paralarla ilgili kimsenin söz hakkı olamıyor!

Geçtiğimiz aylarda İstanbul Yenidoğan Bilal-i Habeşi Camisi imamı Ebubekir Karsan toplanan bu paralarla ilgili şu itiraflarda bulunmuştu, "İnsanların iyi niyet ile verdiği paralar doğru kişilerin ellerine geçmiyor. Ve Peygamber makamı olarak belirtilen İmam Hatiplik müessesesi ise bu ranta alet oluyor. Her hafta Cuma günleri camilerde namaz sonrası para toplatmaktayız. Müftülüklerdeki idari personel ve amirler, sanki yardımı cami görevlilerinin kendisinin toplaması ve teslim etmesi gibi bir vazifesi varmış gibi hareket etmekte. Yardım toplanmadığında ise sözlü olarak cami görevlileri taciz edilmektedir. Dernekler tarafından yapılan kesintilere cami görevlileri olarak mani olmaya kalktığımızda dernek yöneticileri tarafından tehdit edilmekteyiz."
Karsan, bu açıklamasının hemen ardından görevden alındı!

Sonuç olarak, Türkiye'nin genelini ve toplanan paranın miktarını düşündüğünüzde "bu paralar nereye harcanıyor?" sorusu önem kazanıyor. Tüm camileri kast etmiyorum. Ancak yaşadığım olayda olduğu gibi, daha ayakkabının güvenliğini sağlamaktan aciz yerlerde paralar nerelere harcanıyor?

Eğer Diyanet bu paralara karışmıyorsa, Diyanet'in memurları neden para toplanması için hutbede çağrıda bulunuyor?


Batuhan ÇOLAK  / YENİÇAĞ

1 Kasım 2018 Perşembe

Erdoğan’ın selamını taşıyan başkan - Barış Terkoğlu

Gördünüz mü? 
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Tunceli’de cemevine gitti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın selamını getirdiğini söyledi. 
Ve ekledi: “Aynı düşünceye, aynı inanca sahibiz. Kıblemiz, kitabımız, peygamberimiz bir.”

Diyanet İşleri Başkanı’nın cemevini ziyaret etmesi, “biriz” demesi sizi duygulandırdı mı? 
Ben pek öyle hissetmiyorum. 
Neden mi? 
DHA’nın aktardığına göre bir gazetecinin “cemevini ilk kez mi ziyaret ettiniz” sorusuna Erbaş şöyle yanıt verdi: “Bir cemevini ilk kez ziyaret ediyorum. Bu da Tunceli ilimizde ve bulunduğumuz cemevine nasip olması beni ayrıca mutlu etti.” 

57 yaşında, 36 sene önce camilerde imamlığa başlamış, 25 sene önce üniversitede yardımcı doçent olarak atanmış, 7 yıldır Diyanet’te görev yapıyor, 1 yıldır Diyanet İşleri Başkanı. Milyonlarca Alevinin yaşadığı kendi ülkesinde, sayıları 10 bini bulan cemevlerinden birine nihayet gitmiş! 
Hiç mi Alevi arkadaşı olmadı? 
Hiç mi Alevi bir komşusunun cenazesine davet edilmedi? 
Dinler tarihi çalışıyor, hiç mi cemi merak etmedi? 
Merak ediyorum, 5 ay sonra yerel seçim olmasaydı, Cumhurbaşkanı “selamımı götür” demeseydi cemevine yolu düşecek miydi?

FETÖ çağırınca kiliseye de Vatikan’a da gitti 
“Adam, Kuran rahlesinden kafasını kaldırmıyor” demeyin!
Bir kitabevine “Ali Erbaş’ın kitabı var mı” diye sorun. Alacağınız yanıt şu olacak: 
“Hangisi? Hıristiyanlık mı, Protestanlık Tarihi mi, Hıristiyan Ayinleri mi, Hıristiyanlıkta  İbadet mi?” 
Dinler tarihi, özel olarak ise Hıristiyanlık tarihi çalışan Erbaş’ın kitapları böyle sıralanıp gidiyor. 
Malum, Ali Erbaş, FETÖ’nün en önemli platformlarından biri olan KADİP/Kültürlerarası Diyalog Platformunun yönetim kurulu üyesiydi. Örgütün Abant Toplantıları’nın müdavimleri arasındaydı. Kapatılan Kimse Yok Mu Derneği’nin etkinliklerinde vitrine çıkıyor, Fethullahçılar için “gönül erleri” diyordu. Birlikte çalıştığı yakın arkadaşı Suat Yıldırım ise firardaydı.

 “Hafızam yanıltıyor olabilir mi” diye Fethullahçı medyayı taradım. “Aynı inançtayız”  dediği cemevine gitmemiş Erbaş’ın FETÖ çağırınca kiliseye gittiğini, papazlarla ortak toplantılar düzenlediğini hatırlıyordum. Gerçekten de öyleydi. 2013 yılında Vatikan’a bile yüz sürmüştü. Bir fotoğrafta çarmıha gerilmiş acı çeken İsa ikonu önünde, Suat Yıldırım’la pek mutlu görünüyordu.

Tezi de arşivden kaldırdılar 
Hatırlayanlar olacaktır. Erbaş ile firardaki Suat Yıldırım’ın ortak bir noktası daha var: 15 Temmuz’da Akıncı Üssü’nde yakalanıp bırakılan Adil Öksüz. O da, Suat Yıldırım ve Ali Erbaş’la birlikte Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görevliydi. Yalnız bu kadar değil. Öksüz’ü fakülteye Suat Yıldırım almıştı. 

Daha da ilginç bir ayrıntı... 

Adil Öksüz’ün doktora tez jürisine Yıldırım ile Erbaş birlikte katılmış, iki ismin “geçer”  oyu ile doktor unvanına kavuşmuştu. Öksüz’ün 2003 tarihli tezi “Ceza Hükümleri  açısından Tevrat ve Kuran” başlıklıydı. FETÖ’nün Dinlerarası Diyalog Projesi’ne uygun şekilde, iki kitabı ceza hükümleri açısından karşılaştırıyordu. İki kitabın ceza kanunlarının benzeştiğini öne süren Öksüz; Tevrat’ın, zina ya da cinayet gibi suçlarda, Kuran’dan daha sert olduğunu öne sürüyordu. 

Şu teze bir daha bakayım diye YÖK’ün tez arşivi sayfasına girdim. Bir de ne göreyim? YÖK, bir yıl önce okuduğum tezi arşivinden kaldırmış. YÖK’teki kaynaklara ulaşınca; FETÖ’yü savunan ya da FETÖ’cüler tarafından yazılmış tüm tezlerin YÖK’ün sitesinden kaldırıldığını, bir süredir böyle bir çalışmanın yapıldığını öğrendim. 

Fethullahçılar, Dinlerarası Diyalog çalışmalarında Hıristiyanlık uzmanı Ali Erbaş’tan çok faydalandılar. Devir değişti. Bu kez Erdoğan, seçimler yaklaşırken, “selam taşımacılığı”  nda  faydalanıyor. Bir zamanlar “olur” verdiği tezler ise bugün arşivlerden siliniyor. 

Dini siyasetin dışına çıkarmak, herkesin vergisiyle yaşayan kurumunu tüm inançlara eşit mesafede tutmak ise Erbaş’ın aklına tabii ki gelmiyor. Erdoğan ya da Gülen  söylemeden kiliseye veya cemevine misafir olmak da onun defterinde yazmıyor. 

Bakanlıklardan daha büyük bütçeli Diyanet’in, hutbesinde Cumhuriyeti, televizyonunda Atatürk’ü unutması tesadüf değil. Bir zamanlar “Cumhuriyet döneminde Kuran’ın yasaklandığı” yalanını uyduran Ali Erbaş, bugün de rolünü başka bir kıyafetle oynamaya devam ediyor. 

Sahi dün “benim emir komuta merkezim bana papaz elbisesi giyeceksin diyorsa yaparım” diyen de bugünkü Cumhurbaşkanı değil miydi?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Merkez Bankası krizi kabullendi - HAYRİ KOZANOĞLU

Ekim ayında enflasyon düşecek öngörüsü Merkez Bankası tarafından kabul görmedi. Bir önceki enflasyon tahmini 2018 enflasyon tahminine göre yüzde 10,1’lik artış göstermekte. 2019 yılında da Türkiye’yi yüksek enflasyon bekliyor.

Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya’nın açıkladığı yılın 4. enflasyon raporunda 2018 yılsonu enflasyonu yüzde 23,5 olarak öngörülüyor. Bunun iki anlamı var; birincisi Son 12 ayın tüketici enflasyonu yüzde 24,5’tu. Bunun yüzde 23,5’a düşeceğini tahmin ediyor ama buradan şöyle bir sonuç çıkıyor. 2017’nin son 3 ayında fiyat artışları ekim-aralık ayında yüzde 4,3’tü. Şu günkü yüzde 24,5’un, yüzde 23,5’a düşmesi 2018’in son çeyreğinde yüzde 3,3’lük fiyat artışı beklendiğini gösteriyor.

Bunun diğer yorumu Ekim ayında enflasyon düşecek yılın sonrasında enflasyon hızla düşecek öngörüsünün en azından MB tarafından paylaşılmadığıdır. Ekim ayı enflasyon rakamını henüz bilemiyoruz. Eksi bile açıklanabilir. Ancak MB’nin ekim-kasım-aralık aylarını içeren 3 aylık dönemde enflasyonun yüzde 3,3 olacağını söylüyor. MB’nin bir önceki enflasyon tahmini 2018 tahminine göre yüzde 10.1’lik bir artış göstermiş durumda. 2019 için ise yüzde 15,9 öngörülüyor. Kısaca enflasyonun 2019’da da hız kesmeyeceği tahmin edilmiş oluyor.

Gıda daha yüksek
Önemli diğer bir nokta 2018 yılı gıda enflasyonun MB’nin yüzde 29,5 civarında olacağını tahmin edilmesidir. Dar gelirli yurttaşlarımızın harcama sepetleri içerisinde gıdanın ağırlığının çok yüksek olduğunu biliyoruz. Bu nedenle yoksullar açısından enflasyonun daha da yüksek olduğuna yönelik değerlendirmelerimizi bir şekilde MB doğrulamış oluyor.

Eksi büyüme yaşanacak
MB enflasyon raporunda en önemli bir diğer nokta da teknik bir konu olmakla birlikte geleceğe yönelik değerlendirme yapmamıza izin veren ‘çıktı açığı’ diye ifade edilen göstergedir. Yani bir ekonominin büyüme potansiyelinin üzerinde mi büyüdüğü yoksa altında mı büyüyeceğine ilişkin istatistik de şöyle çarpıcı bir sonuç ortaya koyuyor. 2018’in 2.çeyreğinde Türkiye ekonomisinin potansiyelinin üzerinde büyüdüğünün altını çiziyor. Bir önceki temmuz ayı rakamlarına göre bunu yukarıya çekiyor. Bununla birlikte 2018 3. çeyreği için, yani şu anda bitmekte olan çeyrek için ise çıktı açığını -0,7 olarak güncelliyor.

Bunun sade yurttaşlar açısından özeti şudur: 2018’in 2. çeyreğindeki hızlı büyümenin 2018’in 3. çeyreğinde yerini çok ciddi yavaşlamaya hatta daralmaya bırakacağı MB tarafından da kabul edilmiş oluyor.

Albayrak’ta revize edildi
Çetinkaya’nın yıl sonu enflasyonunu yüzde 23,5 olarak açıklaması, Berat Albayrak’ın yeni ekonomi programındaki yüzde 20,8’lik tüketici enflasyonu beklentisinin de tutmadığını bunun yüzde 2,7 daha yukarı doğru güncellendiğini gösteriyor. MB hem kendisinin daha önce Temmuz ayında yaptığı tahminlerin tutmadığını hem de Albayrak’ın yakında yapmış olduğu enflasyon tahmininin de aşılacağının altını çiziyor. 

MB, 2018’de olduğu gibi 2019’da da enflasyonun yavaşlamasını tahmin ediyor. Gelgelelim enflasyonun yüzde 15’in üzerinde kalacağını ve daha da önemlisi, bu verilerden hareketle 2018 yılına ilişkin bir taraftan ekonomik durgunluk yaşanırken öbür taraftan fiyat artışının gerçekleştiğini, yani “stagflasyonla” karşı karşıya olduğumuzu, bu sürecin 2019’da da süreceğini itiraf etmiş oluyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

2019 yılı bütçesi ne anlatıyor? - ASLI AYDIN

2019 Yılı bütçesi, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlandı. Öncelikle bütçe ülkemizde toplumsal düzeyde ne yazık ki çok ‘ilgilenmediğimiz’ ve takip etmediğimiz bir belge olmanın ötesine bir türlü geçemiyor. Oysa bütçeler, hayatımızı şekillendiren bir program olduğu kadar hükümetlerin sosyal sınıflara, toplumsal hak ve özgürlüklere ve demokrasiye ilişkin duruşlarının en somutlaştığı siyasal ve iktisadi belgelerdir. Dolayısıyla geniş toplum kesimleri tarafından tartışılması, demokratik süreçler işletilerek teklifin hazırlanması gerekir. Tüm bunlar sağlanmıyorsa, baştan yenik bir bütçeyle yola çıkıyoruz demektir.


Gelelim 2019 Yılı bütçesine. Bütçe’nin kurumlar arasında nasıl pay edildiği, TMMOB Makina Mühendisleri Odası’nın dün tarihli yaptığı açıklamadan izlenebilir. Kısaca bakıldığında eğitimin, sağlığın, teknolojinin bir diyanet bütçesi kadar etmediği bir anlayış ortaya çıkıyor. Örneğin Diyanet bütçesindeki artışa denk bir artış yaşayan MEB bütçesinin detayına bakıldığında ‘aslan payının’ imam hatip ortaokulları ve liselerinden sorumlu Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne ait olduğu anlaşılıyor. Türkiye’de öğrenci başına yapılan kamusal eğitim harcamaları ve eğitim yatırımlarına ayrılan pay gerilerken, niteliksel gelişmeye neredeyse tek kuruş harcanmaması, aynı şekilde neden teknolojiye nitelikli yatırım yapılmadığını ve buna bütçe ayrılmadığını da açıklıyor. Bütçede Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bütçesinin yüzde 56 oranında azaltılarak Diyanet’in gerisinde bırakılması bunun sadece bir yansıması.

Nitekim Türkiye’nin ihtiyaçları çok net ve çok acil. En önemli ihtiyaçlarından birisi, nitelikli üretim, nitelikli gelir, adil paylaşım ve nitelikli yani yaşanabilir kentler. Artık dünyada ne üretildiğinden çok nasıl üretildiği öne çıkmış ve üretimde ucuz emek yerine ileri teknoloji rekabet noktası haline gelmişken, bütçede de ilerici bir anlayışa ihtiyacımız olduğu çok açık. Dolayısıyla ucuzlatılmış, değersizleştirilmiş işgücüne değil, ileri vasıflara sahip işgücüne ihtiyacımız var. Bunun için de çağdaş, bilimsel eğitim yapısına... Hayatı ‘yaşanabilir’ hale getirmeye, bunun için de insanları sağlıklı bir şekilde yaşatabilmeye ihtiyaç var.

Daha da sıralayabileceğimiz bu ihtiyaçlar için elbette gelire de ihtiyaç var. Bilindiği gibi bütçelerde gelirleri vergi gelirleri oluşturuyor. Gelir yönünden oldukça ‘güçlü’ bir bütçemiz var. 2018’e göre %18’de gelirlerde artış öngörülüyor. İyi hoş da, bu vergilerin çoğunu, yüksek gelir ve servet sahipleri yerine düşük ve orta gelirli vatandaşlar ödüyor. Bu vergi adaletsizliğinin en büyük aracı da dolaylı vergiler. Tüketilen her ürün üzerinden yüklü miktarlarda KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler ödeniyor. Bütçedeki dolaylı vergilerin payı %70. Gelişmiş ülkelerde, vergi adaletini sağlamak üzere bu vergilerin oranı %20-%30 arasında tutuluyor. Bizdeki durum ise tam tersi. Yük tamamen emekçinin sırtına atılıyor.
Bütçeleri değerlendirmek için öncelikle belli başlı soruları sormak lazım.

Örneğin ödenilen bu vergiler yukarıda saydığımız ihtiyaçların giderilmesinde kullanılıyor mu? 
Veya ödediğimiz 1 kuruş bizlere nasıl dönüyor? 
Sanayi, üretim, tarım her geçen yıl gerilerken, bütçe hangi tür yatırımların desteklenmesinde kullanılıyor? 
Yol, köprü desen paralı ve hem de çok pahalı. Park, bahçe desen kalmadı.

Kısaca 2019 bütçesinin tartışıldığı bugünlerde, bütçe kim için, ne için sorusunu sıklıkla sormak, kapalı kapıları bu sorularla aralamak gerekiyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Cumhuriyet bizi kurtarır mı? - FATİH YAŞLI

“Cumhuriyet” tek başına laikliğin ve aydınlanmanın garantisi olabilir mi? Elbette ki hayır. Örneğin İran bir cumhuriyettir ama esas olarak bir din devletidir. Aynı şekilde “cumhuriyet” tek başına demokrasinin ve hak ve özgürlüklerin de garantisi değildir, örneğin Afrika’da adı “cumhuriyet” olan ama diktatörler tarafından yönetilen çok sayıda ülke vardır.

“Cumhuriyet” otomatik olarak eşitlikçi bir toplum düzeni anlamına mı gelir peki? Şüphesiz ki hayır, kapitalist ülkelerin ezici çoğunluğu birer “cumhuriyet”tir ama kapitalizm doğası gereği eşitsizlik üzerine kurulmuştur. 

O halde “cumhuriyet” kavramının sadece hanedan yönetimini ve iktidarın babadan oğula geçişini engellemeyi garanti altına aldığı söylenebilir; gerisi siyasal mücadelelerle, siyasal aktörlerin cumhuriyetin içini nasıl dolduracağıyla, eşitlik fikrini, halk egemenliğini, laikliği, aydınlanmayı cumhuriyetle nasıl ilişkilendireceğiyle, yani “hangi cumhuriyet” üzerine verilecek kavgayla ilgilidir.

Cumhuriyet, Türkiye için elbette ki tarihsel olarak ileri bir adımdır. Egemenliğin Osmanoğulları hanedanından alınması, gökyüzünden yeryüzüne indirilmesi, yani “tanrı”nın yerini “ulus”a, “tebaa”nın yerini “yurttaş”a, “şeriat hukuku”nun yerini “seküler hukuk”a bırakması, laiklik ve aydınlanma, kadın erkek eşitliği, medeni kanun vs. bunların hepsi Cumhuriyet’in kazanımlarıdır ve bunların korunması, bunların gerisine düşülmemesi bir kırmızı çizgi olarak belirlenmelidir.

Öte yandan buraya bir kırmızı çizgi çekilmesi, Cumhuriyet’in kayıtsız şartsız savunusu anlamına gelir mi? Cumhuriyet’in eksikleri, yanlışları, zaafları yok mudur? Kırmızı çizgiyi buraya çektik diye, 1930’ları bir “altın çağ” olarak görüp oraya dönmeyi istemek üzerine ilerici, devrimci bir siyaset inşa edilebilir mi?

Bu sorunun yanıtının “hayır” olduğu bizim açımızdan çok açık ve nettir. Cumhuriyet’in kazanımlarının gerisine düşmemek, o kazanımları savunmak elbette ki önemlidir; ancak öte yandan sadece buraya kurulmuş bir savunma hattının bizi götüreceği bir yer yoktur. Önemli olan bugün “cumhuriyet” kavramını başka hangi kavramlarla ilişkilendireceğimiz ve Cumhuriyet’in içini nasıl dolduracağımızla ilgilidir.

Bu ise bir yandan “cumhuriyet” kavramıyla, eşitlik, özgürlük, yurttaşlık, laiklik kavramları arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı üzerine düşünmek anlamına gelirken, öte yandan Cumhuriyet’i bugünkünden daha ileri, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzenle, yani sosyalist bir düzenle bir araya getirmek, yani “sosyalist cumhuriyet” için mücadele etmek anlamına gelir.

Bugün, istenildiği kadar duygusal tepkiler verilsin, bildiğimiz anlamıyla Cumhuriyet’in sonuna gelinmiş, yeni bir rejim kurulmuştur. Bugün ortada kutlanacak bir Cumhuriyet yoktur. Bunu söylemek “Cumhuriyet fikrine, Cumhuriyet ideallerine sahip çıkmayın, evinizde oturun, kutlama yapmayın” demek değildir. Bunu söylemek, “yeni bir kurucu iradeyi dillendirmenden, Cumhuriyet’i yeniden kurma idealine sahip olmadan, Cumhuriyet’i daha ileri bir toplumsal düzenle birleştirme mücadelesine girmeden Cumhuriyetçi olamazsınız, Cumhuriyet’i savunamazsınız” demektir.

“Bugün esas mücadele Cumhuriyet’i savunanlarla Cumhuriyet karşıtları arasındadır, dolayısıyla sağ sol fark etmeksizin bütün Cumhuriyet güçlerinin bir araya gelmesi gerekir” şeklindeki bakış açısı ise ilk bakışta doğru ve çekici görünmekle birlikte, geldiğimiz noktada bütünüyle yanlıştır. Bugünün Türkiye’sinde verilecek mücadele basitçe tek adamlığa, ya da Saray’a karşı mücadeleye indirgenemez.

Cumhuriyet’i yıkıma götüren, sol düşmanlığıyla İslamcılara açılan kapılar olmuştur. Cumhuriyet’i yıkıma götüren, Türkiye yönetici sınıfının gericilikle kurduğu işbirliğidir. Cumhuriyet’i yıkıma götüren, bizzat Türkiye’nin sermaye düzeni ve sermaye sınıfıdır. Sermaye düzeni ve sınıfı Cumhuriyet’i bir yük olarak görmüş ve sırtından atmayı tercih etmiştir. Türkiye’de gericilik ve sermaye düzeni bir bütündür, ayrıştırılamaz.

Dolayısıyla Cumhuriyet’i yeniden inşa etme fikriyle, eşitlikçi bir toplumsal düzen kurma fikri artık hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş durumdadır. Ulusal gün ve bayramlarda içli reklamlar çektiren banka ve holdinglerle, dinselleşmeye kapıları açan sağ siyasetle, “önce Cumhuriyet’i kurtaralım, sosyalizme falan sonra bakarız” diyen idare-i maslahatçılıkla varılabilecek bir yer yoktur. Cumhuriyet savunusunun hızla radikalleşmesi, hızla daha ileri bir toplumsal düzen talebiyle birleşmesi gerekmektedir.

Şüphesiz buna “hayalperestlik” diyenler olacaktır, ancak bugünün Türkiye’sinde sosyalist, laik, aydınlanmacı bir cumhuriyet fikrini savunmak, sağ siyasetle, sermayeyle, 30’lar nostaljisiyle cumhuriyetçilik yapma arayışından çok daha gerçekçidir, asıl gerçekçi olan budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İşte Cumhuriyet’in 95. yılında kadına bakışta gelinen nokta! - SÖZCÜ

CHP Kadın Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Lale Karabıyık, yaptığı basın açıklaması ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türk kadınına verilen önem ile AKP döneminde kadına bakışı karşılaştırdı.

CHP Kadın Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Lale Karabıyık, Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından itibaren kadının siyasi ve toplumsal hayattaki konumunu güçlendirilmeye yönelik önemli adımlar atıldığını ve verilen bu hakların, Dünya'da bir ilk olması ile örnek olduğunu söyledi. 

Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamının her döneminde Türk kadınına büyük önem verdiğini ifade eden Karabıyık, “Atatürk; kadını kendi yaşam ortamında tutsak haline getiren ayrımcılıklar ve tutucu kurallar ortadan kaldırılmadıkça, Türk ulusunun da tutsaklıktan kurtulamayacağına inanmış, kadını özgürleştirmemiş bir toplum gelişemez, tutsaklıktan kurtulamaz görüşünü savunmuştur. ‘Kuşku yok ki devrimci adımlar, iki cins tarafından birlikte, arkadaşça atılmalı, yenilik ve ilerlemeler birlikte gerçekleştirilmelidir. Devrim, ancak böyle başarıya ulaşabilir’ sözü bu görüşü kanıtlar niteliktedir. ‘Dünyada hiçbir ulusun kadını, ben Anadolu kadınından daha çok çalıştım, ulusumu kurtuluş ve zafere götürmek için, Anadolu kadını kadar hizmet ettim diyemez’ sözleriyle, Kurtuluş Savaşı'na katılan Anadolu kadınını yüceltmiş ve onların geleceğe umutla bakmasını sağlamıştır” dedi.

“KADINLARIN KAZANIMLARI ARTTI”
Cumhuriyet'in ilanı ile kadınların kazanımlarının oldukça arttığının ve Cumhuriyet döneminde kadınların erkekler ile aynı haklara sahip olacağı düzenlemeler büyük bir hızla gerçekleştirildiğinin altını çizen CHP'li vekil, “Cumhuriyet devriminin kadınlara sunduğu en büyük kazanım, eğitim olanaklarına ulaşılabilirliğin önündeki engelleri kaldırmasıdır. Eğitimde, iş hayatında, siyasette kadın erkek fırsat eşitliği sağlanmıştır” ifadelerini kullandı.
Bu konudaki gelişmeleri de ifade eden Karabıyık;
“-1924: Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun çıkarılmasıyla birlikte, kadın ve erkeklere eşit haklarla laik bir biçimde eğitim görme hakkı verildi. Kadınlar için ilk ögretim zorunluluğunu yasal güvenceler altına alındı.
-1926: Türk Medeni Kanunu ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı.
-1930: Kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
-1930: Doğum izni düzenlendi.
-1933: Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu.
-1933: Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.
-1934: Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.
-1936: İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi.
-1937: Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklayan 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi kabul edildi.
-1945: Analık sigortası (doğum yardımı) 4772 sayılı yasa ile düzenlendi.
-1949: Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi 5417 sayılı yasa ile sağlandı.
Ancak AKP döneminde ise kadınların ekonomik, sosyal ve siyasi alanlarda katılımı giderek geriledi!” şeklinde konuştu. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk'ün sözleri ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında verdikleri haklar ile yüceltilen Türk kadınının, AKP döneminde ötekileştirmelere ve ayrımcılığa maruz kaldığını kaydeden Karabıyık, “AKP'li siyasilerin kadınlar ile ilgili kullandığı sözler, AKP'nin kadınlara bakışını gözler önüne seriyor” dedi.

“İŞTE SİYASİLERİN SÖZLERİYLE AKP DÖNEMİNDE KADIN”
AKP döneminde kadınlar için sözleriyse Karabıyık şu şekilde hatırlattı;
– “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” (Tayyip Erdoğan / Kadın dernekleri ile yaptığı toplantıda)
–  “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, kadın ve erkek farklıdır, birbirinin mütemmimidir (tamamlayıcı)” (Tayyip Erdoğan)
– “Çocuğumuz öyle nereye giderse gitsin olmaz. Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya..” (Tayyip Erdoğan / Erkek arkadaşı tarafından öldürülen Münevver Karabulut hakkında)
– “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır” (AKP Ünye Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci)
– “Kadına şiddet abartılıyor” (Tayyip Erdoğan / AKP'nin ilk 7 yılında yüzde 1400 artan kadın cinayetleri hakkında.)
– “Kızlı-erkekli aynı evde ne yapıyorlar belli değil” (Tayyip Erdoğan / Üniversiteli gençler hakkında)
– “Benim bedenim, benim kararım diyenler feminist” (Tayyip Erdoğan / Kürtaj tartışmaları hakkında)
– “Kız mıdır, kadın mıdır bilemem” (Tayyip Erdoğan)
– “Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum.” (Tayyip Erdoğan / Kürtaj tartışmaları hakkında)
– “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Recep Akdağ / Eski Sağlık Bakanı, Kürtaj tartışmaları hakkında)
– “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum…” (Ayhan Sefer Üstün / AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı)
– “Tecavüze uğrayan da kürtaj yaptırmamalı, Bosna'da kadınlar tecavüze uğradı ama doğurdular.” (Ayhan Sefer Üstün / AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı)
– “Kadın ahlaklı olsun, kürtaj yapmak zorunda kalmasın.” “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün.” (İ. Melih Gökçek)
– “Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik” (Fatma Şahin / Eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı)
– “Türk kadını evinin süsüdür.” (Vecdi Gönül / Eski Savunma Bakanı)
– “Evdeki işler yetmiyor mu?” (Veysel Eroğlu / Orman ve Su İşleri Bakanı / Kendisinden iş isteyen kadına)
– “Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor.” (Erhan Ekmekçi / AKP İl Genel Meclis Üyesi)
– “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor.” (Mehmet Şimşek / Eski Maliye Bakanı)
– “Hanımefendi sus, bir kadın olarak sus…” (Başbakan Eski Yardımcısı Bülent Arınç / TBMM Genel Kurulu’nda)
– “Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” (Başbakan Eski Yardımcısı Bülent Arınç)
– “Affedersiniz etekleri giymişler” (Tayyip Erdoğan / Elazığ’da toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada)
– “Kadına şiddet demek konuyu büyütüyor” (Sare Davutoğlu)
– “Annelerin, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir” (Sağlık Eski Bakanı Mehmet Müezzinoğlu /2015 yılının ilk bebeğini ziyaret ettiği sırada)
SÖZCÜ