22 Kasım 2018 Perşembe

Suriye’de nihai zafer mi? - AYDEMİR GÜLER

Komşu ülke daha çok su kaldırmaya devam edecek. Geçen haftaki gezi izlenimleri yazısından sonra da dünyamızın bu yöresi durmaksızın fokurdamalara sahne oldu.
Ama ben yirmi gün önce Şam’dayken düşündüklerimle ve tartıştıklarımla sınırlayacağım kendimi…
Biz oradayken toplanan İstanbul zirvesi kuşkusuz önemliydi ve İdlib mutabakatı sonrası kritik bir momenti oluşturuyordu.

Gerçek ev sahibi Rusya’nın ve orada olmayan ABD’nin sahada tuttukları pozisyonları biliyoruz. Konuklardan Fransa’nın eski av sahasına geri dönme tutkusunu da… Kendi payıma Macron’un, Fransız emperyalizminin -İngilizce looser’dan Türkçeye çevrilmiş haliyle “kaybeden” veya- kendi diliyle “raté” karakterini değiştirebileceğine inanmıyorum. Fransa’nın derdi hayallerinin boyunu aşıyor ve şatafatlı günlerine dönme ihtimali ihmal edilebilir ölçüde zayıf görünüyor. Avrupa Ordusu önerisiyle bir çıkış yapayım derken, aslında siyasette en önemli iktidar aracından yoksun olduğunu ilan eden bir ülkedir Fransa. Macron’un İstanbul’da “İdlib’deki cihatçılara saldırılırsa, bunlar bize, yani memleketlerine terörist olarak döner” diye aman dilemesi, Avrupa’dan para sızdırmaya çalışıp duran AKP’nin yanında bile Paris’in ne derece hafif kaldığını gösteriyordu.
Almanya ise başka bir olgu. Herkesin her an dostunu ve düşmanını değiştirebildiği bir kriz çağında Almanya’nın daha büyük serüvenlere atılmasının önünde temel bir engel var. Adama demezler mi, sen önce kendi arka bahçeni, Avrupa’yı bir hale yola sok diye?

Ama İstanbul zirvesi, bileşenlerinden daha önemliydi. Rusya ittifaklar sistemini iskambil kâğıdı gibi her karıştırışında elindeki kozları arttırıyor. Türkiye ise ne zaman tanımlı bir masada gündem sistematize edilmeye kalkışılsa inandırıcılığı tükenen ama masadan kalkıldığı an bin bir dolap çevirme becerisini koruyan bir aktör. Başına buyrukluk, kuralsızlık neo-liberalizmin sakil ilkesiydi. Kriz çağında en kritik güç kaynağı haline geldi. Dünya “ben yaptım olduculukla” yönetiliyor. Emperyalizm orman kanunudur. Günümüz emperyalist sistemi bunun ifrat çağıdır.
İdlib’de bir cihatçılar güruhu AKP tarafından, sözde tasfiye etmek üzere, pratikte himaye altına alındı. Gerçeği herkes biliyor ve Ankara’nın cihatçıları tasfiyeye kalkışmaması, bu bilenlere göreli üstünlük sağlıyor. Lakin Türkiye temsilcilerinin yüzlerinin kızarmayacağı sabittir ve bu belirsiz süreli himaye ilişkisi, AKP’nin Suriye sınırları içinde bir askeri-stratejik olanağı elinde tutması anlamına da gelmektedir. İdlib’deki durumun sürmesi Erdoğan-Çavuşoğlu’nu ikna edicilik, rasyonellik zemininde geriletirken, sahada etkinliğini koruması sonucunu veriyor.
Şam ise “fiziken bulunmadığımız masalarda da siyaseten mevcut olduğumuzu varsayın”, demeye getiriyor: “Rus dostlarımızla koordinasyon içinde çalışıyoruz.”
Doğrudur… İdlib’de anlaşma arifesinde sorunu askeri operasyon yoluyla sıfırlama noktasına gelmişti Baas; ama “Savaşı kazanmışız, birkaç bölgede süregiden sorunlar artık çözüm kanalına sokulmuş durumda. İnisiyatif bizde. Neden acele edelim, neden daha fazla kayıp vermekten kaçınmak mümkünken bu olanağı kullanmayalım…” Kabaca ve mealen yaklaşım bu ve Suriye rahat görünüyor. Üstelik İdlib’de olduğu gibi, savaş esas itibariyle bittikten sonra yabancı askeri varlığın yeniden kendince meşruiyet kazanması genel olarak mümkün olmayacaktır. Şam, buna güveniyor ve açıkça söylüyor da: “Bir süre sonra yabancı askeri varlık manasız, açıklanamaz, mazereti olmayan bir ura dönüşecek.” Bir noktada bünye bu uru atacak diye düşünüyorlar…
Bütün bu aktörlerin anayasa başlığına bulaşmaya çalışması da, giderayak başka meşruiyet alanları açma çabasını yansıtıyor. Şam ise özgüven deklarasyonunu sürdürüyor. Başta Türkiye olmak üzere herkesin Anayasa çalışmasına liste önerip durduğunu anlattı yetkililer. “Ama Anayasa uluslararası değil ulusal bir gündem maddesidir.” Şam bu meşruiyet çizgisinden geri adım atmayacağını kuvvetle vurguluyor.

Suriyeli yetkililerin söylemesine gerek olmayan bir gelişmeye de ben işaret edeyim. Yakın geçmişe kadar Esad’ın tasfiyesini ilke olarak masaya getiren taraflar bugün bir tarafında Suriye’nin resmi otoritelerinin bulunacağı bir Anayasa sürecini savunur konuma girdiler! Şam buraya kadarının tadını çıkarıyor olmalı…
Ancak kriz çağında geçer akçe pragmatizm ve oportünizmdir. Erdoğan’ı birden fazla kere kurtaran ile Esad’ın zafer fotoğrafını çeken aynı kişidir: Putin! Ve Putin oportünizmi kolay kolay rekabet edilemeyecek rekorlar kırmış bulunuyor. Rusya’nın Tartus üssünü korumak isteyeceği zaten biliniyordu. Ama bundan çok daha geniş bir alan tutmak üzere Şam’a kol kanat geren Putin’in iyi ilişkiler kurmayı birinci sıraya yazdığı ülkelerden birinin de, Ortadoğu dengelerinde Suriye ile 180 derece karşıtlık içindeki İsrail olması şaşırtıcı sayılabilir mi? İsrail, önce Şam’ın Batı emperyalizmi tarafından güçsüz düşürülmesinden yarar sağlıyor; sonra Şam’ı yeniden güçlendiren Rusya’nın ilgisine mazhar oluyor! Putin-Trump ilişkilerine hiç girmeyelim. Bu tabloya bakan Erdoğan’ın “dünya buysa” krallıkta hak iddia etmesi de normaldir… Bizi ise burada Esad ilgilendiriyor.

Suriye yönetimi bu oportünizm yarışında yaya kalmaya mahkumdur. Şam’ın yukarıda da örneklenen performansı siyasal birikiminin hafife alınamayacağını gösteriyor, ama bu tabloda oportünizm bulunmuyor. Yetkililer yürüttükleri politikayı “gerçekçi” olarak adlandırıyorlar. Bence de doğrusu bu. Zira Beşar Esad liderliği sağa sola çekiştirilebilir bir kavram olan gerçekçiliği başka dünya liderleri (!) gibi ifrata taşıyamaz. Sınır çizgisini Baas’ın sınıf karakteri değil, son yılların mücadelesi çekiyor.

Geçen hafta halk savaşı, halkın zaferi demiştim bu mücadele için. Bu tür kazanımlar ancak geniş kitlelerin ideolojik ve politik angajmanına dayanabilir. Gerçekten yedi buçuk yıldır milyonlar ülkelerine ilkelerle sahip çıktılar.
Sonuç şudur: Suriye Baas’ı bugün belki her zaman olduğundan daha ilkeli sekülerdir. Arap milliyetçiliği bütün rahatsız edici yanlarıyla resmi tanımlarda yerini korusa da, Suriye Baas’ı belki hiç olmadığı kadar çok kültürlü ülkesinin bütünlüğünü temsil eden bir yurtseverliğin taşıyıcısıdır. Suriye Baas’ı, en yetkili ağızlarından, “eline kan bulaşmış olanları ülkeye sokmayacağız”, “Anayasa ulusal bir iştir”, “gidenler geri dönüp bütün yurttaşlık haklarını kullanabilirler” ilanlarında bulunduktan sonra takiye yapamaz. “Dün dündü bugün bugündür” kapısını kapatan şey, zafere varan yolun ta kendisidir.

Savaş dürüstlükle ve başka erdemlerle kazanıldı. Bu sayede genç veliahttan yeni bir liderlik tesis edildi. Bana sorarsanız, Beşar Esad’a şu anki gücünü kazandıran yolun temizliği, bu gücün sınırlarını da çiziyor.

Kapitalizmin kirli dünyasına ise bu nitelik birkaç numara fazla gelir! Suriye’nin önündeki sorun da budur. Dünyanın egemen dili bu ölçekte bir başarının dürüstçe kazanılmış da olsa, ancak sahtekarca korunabileceğini ilan etmektedir.
Somut olarak; ilkeli, radikal, halkçı bir sekülerizm bu Ortadoğu’da nasıl yaşayacak? Kürt ulusalcılığı ABD emperyalizmiyle ittifak halindeyken Suriye yurtseverliği nasıl erdemli bir karakterde sürdürülecek? Ülkenin birliği, olması gerektiği gibi bir ilke sorunu mu sayılacak, yoksa biraz işgalcilerle biraz merkezkaç güçlerle sulandırılacak mı? Ülkenin yeniden imarı büyük kaynaklara gereksinim duyarken, para babalarının elinde kan olup olmadığı nasıl bir titizlikle sorgulanacak? Gözünün içine baka baka yalan söylemenin normal karşılandığı bir dünyada bir ajanlık müessesesi olarak cihatçılar ve “ılımlı” İslamcılar nasıl tasfiye edilecek? Suriye “barışı” düşmanlarıyla aynı sistem içinde ortak çıkarlara sahip olmaya mı dayanacak, yoksa direnişi süreklileştirmeye mi? İkinci yolu seçtiler, diyelim; içerdeki sınıf dengeleri buna izin verecek mi?

Savaşı kazandıran erdemlerin bu düzenin içinde ayakta tutulması mümkün değildir. Laiklik ve yurtseverlik sosyalizmin sıfatlarıdır artık. Dünyanın bütün gericilerinin üstüne çullandığı Baas ise, bugüne kadar yürüttüğü mücadelede hangi övgüleri hak etmiş olursa olsun, sosyalist değildir! Emekçilerine ne denli samimiyetle ve özveriyle sahip çıkmış olursa olsun Baas bir işçi sınıfı partisi değildir!

Nihai zaferin sosyalizmde kazanılacağı görüşü sadece teorik bir soyutlama değil, her somut durumda karşımıza çıkan bir gerçekliktir.

Aydemir Güler / SOL

Üretimden gelen sinyaller - ASLI AYDIN

Ülkemiz zaman zaman kendini gösteren finansal ataklarla reel bir bunalım döneminden geçiyor. Sürecin teşhisi, finansal alanda yaşananlardan çok reel taraftaki; yani ekonominin üretim, tüketim, gelir tarafındaki gelişmelere odaklanmayı zorunlu kılıyor. Zira bugünün sıkça yapılan tartışmalarından biri olan ‘en kötüsü geride kaldı mı’ sorusuna verilebilecek yanıt da bu sayede görünür hale geliyor. Nitekim makro iktisadi dataların sunduğu işaretler bize her şeyin daha yeni başladığını gösteriyor.

Sanayi üretimine bakalım. Reel üretimin merkezi olan toplam sanayi sektörü, başta milli gelirde en yüksek paya sahip olan hizmetler sektörü olmak üzere tüm sektörleri yakından etkiliyor. Dolayısıyla sanayi üretimindeki gidişat, toplam ekonomideki gidişat hakkında da güçlü ipuçları veriyor. Diğer bir taraftan istihdamın yaklaşık yüzde 20’si yani her beş kişiden biri sanayi sektöründe yer alıyor. Bu da sektörde yaşananların istihdam tarafında da güçlü bir şekilde yaşanmasına neden oluyor.

2017’nin başından itibaren sanayi üretim verileri incelendiğinde (Grafik 1), 2017 sonu itibariyle üretim tarafında iniş trendinde olduğumuz, içinde bulunduğumuz ayların da sert iniş dönemleri olduğu anlaşılacaktır.

uretimden-gelen-sinyaller-533455-1.

Mevcut duruma bakmak gerekirse, TÜİK tarafından açıklanan eylül ayı verilerine göre takvim etkilerinden arındırılmış sanayi üretimi yüzde 2,7 gerileme gösterirken, bu sert inişte başrolü yüzde 3,2 düşüşle imalat sanayi oynadı. Toplam sanayi içinde gerek üretim değeri, gerekse istihdam hacmi bakımından en büyük paya sahip olan imalat sanayinin bu sert inişe katkısı neredeyse yüzde 5 olarak gözlendi.

Sektörün geleceği açısından bu sert inişin devam edeceği kuvvetli bir ihtimal. Bu sonuca, kapasite kullanım oranı ve sipariş rakamları gibi sanayinin öncü göstergelerinden ulaşıyoruz. 2017 yılında yüzde 79’un üzerine çıkan kapasite kullanım oranının, 2018 Eylül’de yüzde 75’e gerilemesi bu ihtimali güçlendiren verilerden.

Bir başka öncü veriyi, Reel Kesim Güven Endeksi’nden izleyebiliyoruz. 2018 yılının ekim ayında bir önceki aya göre 2,0 puan azalarak 87,6 seviyesinde gerçekleşen endeks, sanayicinin tedirginliğini ortaya koyuyor. Endeksi oluşturan anketlerde en öne çıkan başlıklar ise toplam sipariş miktarında, istihdam ve üretim hacmindeki daralma. Üstelik bu beklentilere, ÜFE’nin gelecek yılda 6 puanın üzerinde bir artış yaşayacağı, yani maliyetlerin güçlü bir şekilde yükseleceği beklentisi de eşlik ediyor.

Tüm bu verileri alt alta getirdiğimizde, ekonominin üretim kısmındaki verilerin şiddetli bir daralmaya işaret ettiği görülüyor. Bu öncü göstergeler, ekonomideki kriz dinamiklerinin finansal alandan çok reel kesimde biriktiği ve finansal ataklarla bu birikimlerin patlama anlarına neden olduğu teşhisini destekliyor.
Oysa bugün başka bir tabloya bakabilirdik. Şayet ekonomik gelişim ve kalkınma için üretmeye ihtiyacımız varken, ülkemizi uluslararası mal ve finans piyasalarının ucuz ithalat cennetine dönüştüren, küresel işbölümünde montaj sanayinin taşeron bir üreticisi haline getiren politikalar uygulanmasaydı. Rekabetçi bir teknolojiyi üreten nesiller yetiştirmek yerine ucuz işgücüne dayalı bir rekabet gücü politikası uygulanmasaydı. İşte bu uygulanmasın dediğimiz politikalar uygulandığı için tepeden tırnağa borca batmış, yüksek katma değer üretmeyen, cılız ve savunmasız bir sanayiyle baş başayız.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Gezi ahlakı, evet, bir tehdittir - MİNE SÖĞÜT

Gezi’yi aslen iktidarın değil bizim sorgulamamız gerekir. 

Gezi hareketi boyunca, bir dönem o kalabalığın o meydanda nasıl olup da bir zafer havasında günler geçirebildiği şaibelidir. 


Hükümetin polisini neden geri çektiği... 

Bir Gezi efsanesi yazılmasına neden olanak verdiği... 

O barışçıl ve muhteşem pasif eylemlerin bu politik atmosferde kendisine nasıl bu kadar özgür bir alan bulabildiği... 

Tüm bunları iktidarın şaşkınlığıyla açıklayıp geçmemek gerekir. 

Belki de Gezi döneminde başımıza gelen o güzel şeyler, bugünleri öngören planlı bir tuzaktır ve şu anda ülkenin son aydınlık insanları bu tuzağa doğru usul usul yol almaktadır. 

Çok yakında yeni bir milat belirlenir ve o milattan sonra Gezi hakkında olumlu şeyler yazıp söyleyenler cımbızla ayıklanıp içeri atılırsa şaşmayın.
 
Ve o durumda Gezi hareketini olmasa bile Gezi ahlakını savunmayı, inadına bırakmayın. 


Çünkü... 

Gezi ahlakı faşizme bir tehdittir. 

Gezi ahlakı diktatörlüğe bir tehdittir. 

Gezi ahlakı doğa düşmanlığına bir tehdittir. 

Gezi ahlakı ırkçılığa bir tehdittir.
 
Gezi ahlakı din sömürüsüne bir tehdittir. 

Gezi ahlakı savaş seviciliğine bir tehdittir. 

Kolay devrilebileceğini bilen tüm iktidarların temel refleksidir, varlıklarına tehdit olabilecek her şeyi yasaklarlar. 

Bu” düzeni değiştirmeyi, daha “iyi” bir dünyada yaşayıp daha “iyi” bir şekilde tüketmeyi öneren eylemleri karalarlar. 

Silahlarla değil, şarkılarla, danslarla, şakalarla sokağa çıkan ve hayatı bir şenlik gibi birbirine katan gençleri tehlike olarak görürler.
 
Kürtlerin, Türklerin, Müslümanların, ateistlerin, solcuların, sağcıların, tüm yaralıların bir arada, bir sofrada oturabilme olasılığından ürkerler. 

Düşünen, tartışan, felsefeden, sanattan, psikolojiden, sosyolojiden, tarihten anla-yan ve herkese ama herkese el uzatmayı erdem bilen nesillerden korkarlar.
 
Aslında korkmakta haksız da değillerdir. 

Varlıklarını dışarıdan ve içeriden kendisini destekleyen tarikatların ve sinsi siyasi pazarlıkların gücüne borçlu iktidarlar... 

Zenginliklerini, terör örgütleriyle diğer devletlerle yaptıkları gizli anlaşmalar sayesinde savaşlardan, çatışmalardan elde etmeyi beceren iktidarlar... 

Kendi halklarını silahlandırıp, meydanlara çıkmaya kışkırtan iktidarlar... 

Şehitlerini, madalyaymış gibi göğsüne takıp böbürlenen iktidarlar... 

Şiddetten medet uman, şiddetten beslenen, şiddeti besleyen iktidarlar... 

Tabii ki barışçıl tüm dillerin hayat veren zehrinden ölümüne korkmalıdırlar. 

Keşke... 

Keşke gençler, yaşıtları olan çevik kuvvet polislerinin burnunun dibine kadar sokulup ellerinde çiçeklerle onlara kitaplar okuduklarında devlet bir yıkılsa. 

Silaha, şiddete, savaşa karşı olan azınlıklar peşlerinden milyonları keşke gerçek-ten sürükleseler. 

Keşke o ruh, o parktan Anadolu’ya, oradan diğer kıtalara yayılan sonsuz bir yol açsa. 
Şiddet karşıtı eylemciler, gerçekten bir iktidar devirebilecek, bir devlet yıkabilecek, dünyayı tersine döndürebilecek desteği toplasa.
 
Dünyanın tüm sivil itaatsizleri, duran adamları, kırmızılı kadınları, meydanlarda piyano çalanları hep ama hep aramızda dolaşsa. 

Daha iyi bir dünya kurabilmek için söz söyleyen kalabalıkların pasif eylemlerini destekleyen sivil toplum kuruluşları çoğalsa. 

Aktivistlerin sayısı milyonları bulsa, iş insanları onlara kaynak sağlamak için birbiriyle yarışsa. 

Çünkü... 

Olur da bir gün Gezi gençliğinin temiz hayalleri gerçek olursa; 


Eşkiya, ağzıyla kuş tutsa, asla hükümdar olamaz bir daha bu dünyaya.


Mine Söğüt / CUMHURİYET


İstanbul’u kim parçalayıp dağıtacaksa, oyum...- ORHAN BURSALI

Binali Yıldırım Bey’in İstanbul’a başkan adaylığının kesinleşmesi artık an meselesiyken, ben eyvah dedim. Bu yazımda “kim kazanır, hangi stratejiler geliştirilirse, ittifaklar kurulursa..” gibi bir seçim analizi yapmayacağım(*). Bir İstanbullu ve ülkesini seven bir insan olarak, belediye başkanlarına, adaylara karşı kentimi savunacağım.

CHP’nin, seçimleri kazanırsa İstanbul’a atılan büyük kazıkları hançeresinden nasıl çekip alacağını bilmiyoruz. Çünkü pek çok şey geri dönülmez bir noktada. Mesele “yoksullara yardım”, “öğrencilere ulaşım bedava” vb. gibi “sosyallik” politikalarının çok ötesine taşmış durumda.

İstanbul azgelişmiş ülkelerin büyük kentlerinden biri. Latin Amerika başkentleri, Kahire, Tahran, Karaçi, Bombay, Pekin, Şanghay, Yeni Delhi vb. gibi toplasan 150 milyon kadar insanın birbirini ezerek yok ettiği, ulaşımın modern bir yaşam için imkânsız, hava kirliliğinden nefes alınamaz duruma gelen, yoksullukların zirve yaptığı kentlerden biri durumunda.

20 milyona yakın nüfusuyla İstanbul, Marmara - Trakya hinterlandıyla birlikte, ülkenin ekonomik olarak kanını emen ve Anadolu kentlerinin yoksul ve işsiz kalmasına neden olan bir kent.

Neler yapılmalı?
İstanbul’un parçalanıp dağıtılması gerekir. 

Türkiye’nin ekonomik ve nüfus merkezi olmaktan çıkarılması gerekir.İstanbul’a tam bir inşaat yasağının konması gerekir. 

Nüfus göçünün önlenmesi gerekir. Bunları bir belediye başkanı yapamaz. Hiçbir belediye başkanı İstanbul’u yaşanır, modern, bir marka kent haline dönüştüremez.. Yukarıdaki sorunlar alabildiğine ve engelsiz sürdüğü sürece. 

Tüm belediye başkanları İstanbul’u sadece genişletir, büyütür, daha yaşanmaz hale getirir, yoksulluğu artırır...

İstanbul’un trafiğini yönetemezsiniz. Şüphesiz ki metro ağlarının sadece enlemesine değil boylamasına kesişmelerle çok daha hızı çoğaltılması şart.

Ama mesele sadece ağlarla ilişkili değil. Uzunlamasına 200 kilometrelik bir kentten bahsediyoruz. Şimdi kuzeyinin de mahvedilmeye hazırlandığını da göz önüne alırsak, kuzey-güneyin de hızla 100-150 kilometrelik bir mesafeye ulaşacağı bir kentten bahsediyoruz. Çarpın kilometrekare olarak...

Ne gireni ne çıkanı belli
Halkalı’dan Gebze’ye metro uzansın. İki saat yolculuk yapacaksınız, dönüş de bir o kadar. Silivri ve ötesini hiç düşünmüyorum bile.

İstanbul’dan belki de tüm sanayiyi, fabrikaları, öyle kent çevresine falan değil çok uzağa, Anadolu’da seçilecek merkezlere kaydırmak zorundasınız. İstanbul’a ne giren ne de çıkan belli. 1967’de Berlin’e gittiğimde 15 gün içinde polise bildirmek zorundaydı herkes kendini ve oturduğu yeri, evraklarıyla birlikte. 

İktidar İstanbul’dan besleniyor. Bakmayın biz gökdelenlerle kenti mahvettik itiraflarına, yatay mimariye geçme masallarına. Bundan asla vazgeçmez bu iktidar.

İstanbul bir ölüm kenti. Deprem senaryoları kentin mahvolacağını gösteriyor. Merkezde tüm deprem alanlarını yapılaştırdı bu iktidar. Büyük bir yıkım ve ölüm bekliyor kenti.

Bir suç ve ölüm kenti
İstanbul bir suç kenti. Her bakımdan. Uyuşturucusuyla, muazzam seks ticaretiyle, hırsızlıklarıyla, cinayetleriyle ve her türlü yasadışı faaliyetiyle. İşsizi ve güçsüzü ile.. İstanbul’a bir büyükşehir yönetimi hiçbir şey yapamaz. Sadece büyütür. Hele hele Binali Yıldırım, şüphesiz ki tek lider ve sorumlu Cumhurbaşkanı, ancak İstanbul’u politikalarıyla daha yaşanmaz kılacakları açık. Bu büyük tehlikedir. Kuzeyde havaalanı ve Kanal İstanbul gibi projelerle İstanbul’un sırtına 1 milyonu aşkın bir nüfus ve işyeri daha bindirmekten asla vazgeçmeyeceklerdir. 

Bu konuda hep birlikte yazmayı sürdürmeliyiz.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

(*) Bahçeli ve RTE henüz bir ay kadar önce birbirlerine haydi herkes kendi yoluna dediklerinde, ittifakın kapısı açık olacaktır, yeniden görüşecekler çünkü bu seçimlerde birbirleri olmadan yapamayacaklar, demiştim. Şimdi kucaklaşma zamanı! Küçük ortak İstanbul ve Ankara gibi AKP - İktidar için hem büyük bir ekonomik rant kapısı hem de prestij konusu olan İstanbul ve Ankara’yı kazanması için destek çıkacak; büyük ortak da küçük ortağın büyükşehirsiz kalmaması için yardımcı olacak.

Net duruş - Öztin Akgüç

Cumhuriyetin doksan beşinci yıldönümü kutlamaları, 10 Kasım gününde farklı davranışlar, ezanın Türkçe okunması önerisine tepkiler, Diyanet İşleri Başkanı’nın “insancıl” ziyaretine farklı yorumlar, ülkede görüş ayrılığı, davranış biçimi, değer yargıları farklılığını açıkça göstermektedir. Görüş ayrılıkları, davranış farklılıkları son yıllarda kesinleşmiş olmakla beraber, sorunun geçmişi Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıcına değin uzanır.
 
Nutuk okunduğunda Ankara Hükümeti’nin esas uğraşısının Batı Cephesi’nden çok, iç isyanlar, ayaklanmalar, ihanetler olduğu görülür. 

Bağımsızlık savaşının daha başlangıcında Sivas’ta Şeyh Recep olayı ile başlayan Bağımsızlık Savaşı’na karşı çıkış, kronolojik sıra ile değil, Bandırma, Gönen, Ecisığırlık (Susurluk), Kirmastı (Mustafa - Kemal Paşa) Karacabey, Biga, İzmit, Düzce, Adapazarı, Hendek, Bolu, Gerede, Beypazarı, Bozkır, Konya, Ilgın, Kadınhan, Beyşehir, Yozgat, Koçhisar, Yenihan, Boğazlayan, Zile, Erbaa, Çorum, Ümraniye, Refahiye, Zara, Hafik, Viranşehir isyanları ile Anadolu’ya yayılmıştır. İç ayaklanmaların, isyanların ardında emperyal güçlerle desteklenen dini söylemler, tahrikler, öğeler vardır.
 
Bağımsızlık Savaşı kazanıldıktan sonra da Cumhuriyete, ulusal laik devlete karşı oluş sürmüş; karşı olanların bir bölümü ürkerek gizlenmeyi, gizli olarak faaliyetlerini sürdürmeyi yeğlerken bir bölümü takıyye yaparak Cumhuriyetçi görünmeyi kişisel çıkarları açısından yararlı bulmuştur. Cumhuriyet karşıtları her fırsatta gerçek kimliklerini, niyetlerini ortaya koyarak din temeline dayalı teokratik devlet, Osmanlı dönemine özlemleri doğrultusunda hareket etmişlerdir.


Cumhuriyet karşıtları, dinciler, 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) fırsat bilerek, TCF arkasında kümelenerek gerçek kimliklerini göstermişlerdir. Din istismarının yoğunlaşması ve Şeyh Sait Ayaklanması üzerine TCF kapatılmıştır. 
Dinciler, Cumhuriyet karşıtları için 1930 yılında, Atatürk’ün önerisiyle Ali Fethi Bey (Okyar) tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) kurulmasıyla fırsat doğmuştur. SCF’ye sızan dinciler, Cumhuriyet, laiklik karşıtı söylemlerini, eylemlerini sürdürmüşler, şiddetin CHP binalarının taşlanmasına kadar ileri götürülmesi üzerine SCF, başkanı Ali Fethi Bey tarafından kurulduğu yıl feshedilmiştir.

Çok partili siyasal yaşama girilmesiyle dincilerin, Cumhuriyet, Atatürk karşıtlarının önü açılmış, siyasal bir parti olarak örgütlenmek yerine Demokrat Parti (DP) şemsiyesi altında faaliyetlerini sürdürmeyi yeğlemişlerdir. DP de, oy desteği aldığı kesime istenen ödünleri vermiş, zaman zaman sözcülüğünü de yapmıştır. DP, Atatürk’e doğrudan dil uzatamadığından, CHP, İsmet Paşa eleştirisi alalamasıyla gerçekte laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet ilkelerine karşı tutum almış, Atatürk dönemini karalamıştır. Eleştirilen İsmet Paşa dönemi II. Dünya Savaşı yıllarıyla sınırlıdır. Dünya büyük yıkıma uğrar, elli milyondan fazla insan kaybı olurken Türkiye tek şehit vermeden, kentlerine tek bir bomba dahi düşmeden savaş dışında kalmayı başarmıştı. Savaş yıllarında katlanılan sıkıntılar DP tarafından abartılarak propaganda malzemesi yapılmış, ülkenin savaş dışı kalması dahi “İsmet Paşa erkekliğimizi öldürdü” ifadesiyle eleştiriye uğramıştır.
 
DP sonrası kurulan sağcı partiler Adalet Partisi, ANAP’ın destekçileri arasında, dinciler, Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları yer almıştır. 2000’li yılların başlarında ABD’nin desteği ile de dinci akımlar, Cumhuriyet, Atatürk karşıtları, bir sağ partinin şemsiyesi altına girme gereğini duymadan, örgütlenerek iktidara gelmiştir. Emperyal, yayılmacı güçler, emellerini gerçekleştirmek, nüfuz bölgeleri oluşturmak, bağımsızlık tutkusunu, özlemini söndürmek, ulusalcı akımları boğmak, işbirlikçi yönetimler oluşturmak için dini bir araç olarak kullanan sağcı partileri desteklemişlerdir. 

Ülkemizde Cumhuriyet karşıtları, Atatürk düşmanları, teokratik devlet yandaşları, din tacirleri, Osmanlı özlemcileri, emperyal güç kuklaları geçmişte olmuştur, gelecekte de olacaktır. Yadırgamamak gerekir. Bu eğilimlere karşı Cumhuriyetten, laik, sosyal, hukuk devletinden, demokrasiden yana olanların duruşlarını netleştirmeleri gerekir. Ülkede kişisel kaygılarla, oy hesaplarıyla, belli çevrelere şirin gözükme hevesiyle ikircikli davranışlar gözlenmektedir. Verilen ödünler, Cumhuriyet karşıtlarını cesaretlendirmekte emelleri doğrultusunda daha ileri gitmelerine yol açmaktadır. 

İkircikli davranan, kişilikli net duruş sergileyemeyen, hoşgörü, tarafsızlık, empati sloganları altında ödün verenler, Cumhuriyete bağımsızlık mücadelesine zarar vermekte, dolaylı da olsa karşıt akımları desteklemektedirler.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

21 Kasım 2018 Çarşamba

Türkiye’yi denizlerde kimler sıkıştırıyor? - Barış Doster

Türk Akım doğalgaz boru hattının Karadeniz’in altından geçen bölümü tamamlandı. Halihazırda çalışan diğer boru hatları, Mersin Akkuyu’da Ruslara verilen ilk nükleer santral ihalesi ve Türk Akım ile Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığı daha da arttı. Bu durumun, Türkiye’nin ekonomisi ve dış politikası üzerindeki etkilerini çok tartışacağız. Bugün enerji özelinde Karadeniz’den Akdeniz’e uzanıp, nasıl kuşatıldığımızı ele alacağız. 

Malum; Avrupa Birliği’nin (AB) tüm adayı temsilen ve Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla üye yaptığı, dünyanın da öyle tanıdığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), tek yanlı olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etmişti. İtalyan enerji şirketi ENI de, Rumların ilan ettiği MEB’e sondaj gemisi yollamıştı. Türkiye de bunu engellemişti. Rumlar bir hamle daha yaptılar. ABD’li enerji şirketi ExxonMobil’in Katar Petroleum ile kurduğu konsorsiyuma sondaj izni verdiler. Konsorsiyum da doğalgaz sondajına başladı.
Sorun şu; ABD de aynen AB gibi Kıbrıs Rumlarını destekliyor. Enerji projelerinde, Rumları Mısır ve İsrail’le ilişkilerini geliştirmeleri için teşvik ediyor. Bu da hem Türkiye karşıtı cepheyi genişletiyor, hem de Türkiye’nin son yıllarda Katar’la gelişen ilişkileri, Katar’da kurduğu askeri üs dikkate alındığında, Türkiye’nin elini zayıflatıyor. Dahası var; ABD enerji şirketinin sondaj gemileri, Kıbrıs açıklarına yalnız değil, ABD 6. Filosuna bağlı savaş gemileriyle birlikte, onların koruması altında geliyorlar.

Doğu Akdeniz ve Ege’deki rekabet
Doğu Akdeniz’e sahildar ülkeler arasındaki rekabet yeni değil. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren keskinleşti. GKRY, MEB’ini 2011’de ilan etti. Türkiye itiraz etmedi. Doğu Akdeniz’de GKRY ile yaşanan gerilim, Ege Denizi’nde Yunanistan’la yaşanan gerilimle birlikte düşünülmeli. Yıllardır iki İngiliz üssünün bulunduğu GKRY’nin, Fransa ve İsrail’e üs vermek için antlaştığı, ABD’nin de üs edinmek için girişimlerini artırdığı dikkate alınmalı. Yunanistan’ın Türkiye’ye ait 18 ada ve 1 kayalığı işgal ettiği, Türkiye’nin de buna sert tepki vermediği unutulmamalı. 

Türkiye’nin başka açmazları da var. Birincisi, Kıbrıs’ın tamamının, tek başına, hemen sahibi olmak isteyen GKRY ve Yunanistan, kendi tezlerini, AB’nin tezi yapmayı başardılar. İkincisi, karşılarında KKTC lideri gibi her türlü ödünü vermeye razı; Türkiye’deki mevcut iktidar gibi, KKTC kurucu cumhurbaşkanı, milli kahraman Rauf Denktaş’ı devre dışı bırakmış, Annan Planı’nı desteklemiş muhataplar var. Üçüncüsü, Kıbrıs ve Ege Denizi’yle ilgili gelişmeler, GKRY ve Yunanistan’da partiler üstü, milli meseleler. Güçlü bir kamuoyu hassasiyeti var. Kiliseden komünist partiye kadar geniş kesimler, bu konularda duyarlı. Türkiye’de ise durum öyle değil. Ümit YalımSemih ÇetinCem GürdenizAli TürkşenSertaç Hami BaşerenHüseyin Pazarcı gibi birkaç duyarlı isim, basındaki birkaç duyarlı kalem dışında, bu konuları gündeme taşıyan yok. 

Esas hatlar, karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, MEB gibi deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusunda çok sayıda ve çok yetkin uzmana gereksinim duyan Türkiye, bu konuda gerekli adımları atmadı. Denizcileşmek bir yana, emperyalizm destekli FETÖ’nün sahte delillere dayanan kumpas davalarında en seçkin bahriyeliler tasfiye edildi. Sonrasında, yine FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Heybeliada Deniz Lisesi kapatıldı. Türk Donanması’nın, Karadeniz’deki üstünlüğü de bu süreçte darbe yedi. Üstünlük Rusya’ya geçti. Dahası, ABD; 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni delmek, mümkünse değiştirmek için baskılarını artırdı. Türkiye’nin zaaflarını gören Yunanistan; Ege Denizi’ndeki karasularını genişletmek için girişimlerini sıklaştırdı. 

Kıssadan hisse: Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, Türkiye’yi zorluyor. Buralarda sağlam siyaset izlenmezse, Ortadoğu ve Avrasya’da güçlü, etkili, caydırıcı olunamaz.

Barış Doster / CUMHURİYET

Ekonomide 10 yaman çelişki - HAYRİ KOZANOĞLU

‘’Bu ne yaman çelişki !’’ deyip sevgili Ahmet Kaya’yı anarak başlayalım. Yaşam, zaten çelişkiler yumağı değil mi ? Kapitalizmin bizzat kendisi, başta ‘’emek-sermaye ‘’, çelişkiler üzerinden yükselmiyor mu ? şeklinde çeşitlemelerle sürdürebiliriz… Ne var ki içinden geçtiğimiz kriz döneminde sanki alışagelmişin de ötesinde bir dolu çelişkiyle karşılaşıyoruz. İlk akla gelen 10 çelişkiyi sıralayalım isterseniz
  1. ‘’Solcular her 3 krizin 5’ini bilir" diye iğneler piyasacılar. Kendi hesabıma bir soruşturmaya ‘’2018’de ‘stagflasyon’ yani enflasyon ve durgunluk birlikte yaşanacak şeklinde cevap verdiğimi hatırlatabilirim (cumhuriyet …) Gelgelelim şirketlerin birbiri ardından kapanması, işsizliğin artması, yurttaşların satın alım gücünün düşmesi karşısında öngörülerinin gerçekleşmesi insani bir çelişki yaşatıyor ister istemez.
  2. Mc Kinsey’le yapılan anlaşmanın iptaliyle su yüzüne çıkan ‘’içeriyle-dışarıyı‘’ bağdaştırma çelişkisi : AKP ilk dönemlerinde ‘’AB çıpası, serbest piyasa ekonomisi, Kopenhag kriterleri‘’ gibi söylemlerle pekala büyük sermaye dahil iç kamuoyuyla uluslararası çevrelerin nabzını aynı anda tutabiliyordu. Bugün ise ‘’dış güçlere karşı‘’ ‘’ yerlilik- millilik’’ şablonuyla motive ettiği kitlelerin hassasiyetleri’ ile; finans kapitale dostluk mesajı niteliğinde bir Amerikalı danışmanlık şirketiyle iş tutmayı bile beceremedi.
  3. Başta Hazine ve Maliye Bakanı, ekonomiyi yönetenler sürekli ‘’sıkı para – sıkı maliye’’ politikalarından dem vuruyor. Halbuki, ‘’ekonomi 101’’ kitapları dahi kriz dönemlerinde durgunluk karşısında faizleri aşağı çekerek ve bütçeyi rahatlatarak çıkış aranması gerektiğini söyler. Nitekim gazdan ayaklarını çabuk çekseler de başta ABD , 2008 küresel Krizi sırasında bu stratejiyi izlemiştir. Ancak Türkiye dış kaynağa aşırı bağımlı bir ülke olmanın ‘’çelişkisini’’ yaşadığı için, ekonomik büyümeyi boğmak pahasına ‘’sıkı’’ politikalar uygulamaktan başka çare bulamıyor.
  4. Krizi basit indirgemecilikle yorumlamaya eğilimli ‘’muhalif’’ çevrelerin çelişkisi… Bir yanda AKP zihniyetine fazla dokunmayıp, yaşananı ‘’ kapitalizmin doğasına, düşen kar oranlarına, sermayenin taleplerine bağlayan “Ortodoks sol’’ anlayış ; öte yanda, saray rejiminin keyfi uygulamalarını , kurumların çöküşünü yandaş müteahhitleri vb. ‘’ öne çıkartıp , ‘’ Kemal Derviş döneminin “ , hatta Ali Babacan , Mehmet Şimşek gibi ‘’işin ehli” teknisyenlerin nostaljisini yaşayan, fark etmeden ‘’neoliberal saflara‘’ savrulan kesimler.
  5. Sorunları faiz lobisine ihale edip, ‘’ faiz enflasyonun nedenidir ‘’ tezini diline dolayarak, bütçedeki faiz ödemelerinin 57 milyar TL’den 171 milyar TL’ye sıçramasını öngörenlerin , OECD ülkelerinin en yüksek faiz veren ülkesi sıfatını Türkiye’ye reva görenlerin kendi ‘’ iç çelişkisi‘’.
  6. Sürekli IMF’ye atıp tutup ; onların Nisan 2019 Türkiye raporunda önerdiği, ‘’ kıdem tazminatı hakkının iğdiş edilmesi , işsizlik sigortası fonuna el atılması , ücretlere enflasyonun altında artış getirilmesi ‘’ programını bir bir hayata geçirme; ‘’emek sermaye ‘’ eksenine gelince IMF’yi kıble kabul etme çelişkisi.
  7. Bir yandan “ konkordato sayısı 356 şirketle sınırlı, yaygın değil” diye iddia ederken, öte yandan konkordato ile ilgili yasal düzenlemeyi meclise getirmeye hazırlananların ‘’eylem-söylem’’ çelişkisi.
  8. Bütçede 60 milyar TL’si harcama kısıntısı, 16 milyar TL gelir artışı öngördükten sonra aniden, ‘’otomotivde , beyaz eşyada ,mobilyada ,konutta’’ KDV-ÖTV indirimine gitme ‘’çelişkisi ‘’. Söz konusu bu uygulamanın 2018’in son iki ayında suni olarak enflasyonu aşağı çekeceğini, büyümeyi kıpırdatacağını sezip işlerine geldiği için gerçeği göz ardı eden piyasa çevrelerinin ‘’çelişkisi’’.
  9. Piyasa ekonomisi söyleminde ısrar edip, marketlere zaptiye salarak, ‘’vurguncuyu , fırsatçıyı , istifçiyi’’ enselemeye çalışarak zoraki biçimde enflasyonu düşürmeye çalışmanın ‘’çelişkisi’’.
  10. Geçen hafta Hazine 1,5 milyar avro borçlandığı ve öngörülenden 0,9 milyar dolarlık daha fazla tahvil sattığı için, ihaleleri iptal edip, kamu bankaları marifetiyle faizleri zorlamalı bir biçimde aşağı çekti. Bazı piyasa yapıcı bankalar da, ‘’ kerhen’’ düşük faizden tahvil almak zorunda kaldı. Ancak önümüzdeki aylarda bankalar muhtemelen aynı tuzağa düşmeyecek ,’’kısa günün karı – uzun vadenin sıçrayan maliyeti‘’ çelişkisi yaşanacak.
        HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Kazan-Kazan mı bağımlılık mı? - İBRAHİM VARLI

Siyasi iktidarın ülkeyi enerji merkezi yapma söylemlerine rağmen Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya ve Rus gazının Avrupa’ya ulaştıran transit ülke konumunda. Ankara da esasen bunun pekâlâ farkında. Bu nedenle jeo politik konumunu avantaja çevirme arayışında. Rus gazını Karadeniz üzerinden Avrupa’ya taşıyacak olan Türk Akımı Boru Hattı da bu arayışın ürünü.

Enerji kaynaklarına sahip ülkelere komşu olmanın getirdiği konumunu silaha çeviren Türkiye, Rusya’nın Ukrayna ve Avrupa Birliği ile yaşadığı siyasi krizden de faydalanarak Türk Akımı boru hattını kendi topraklarından geçirdi.

Putin’in üç hafta içerisinde bir kez daha İstanbul’a getiren proje, Rus gazını Karadeniz’in altından Trakya’ya, oradan da Avrupa’ya ulaştıracak. Proje dört yıl önce bizzat Putin tarafından önerilmişti. Türk Akımı ya da resmi adıyla TürkAkım projesi, Karadeniz’in altından döşenen her biri 15,75 milyar metreküp kapasiteye sahip 930 kilometre uzunluğunda 2 boru hattından oluşuyor. Bu hatların biri Türk pazarının ihtiyaçlarına, diğeriyse Avrupalı tüketicilerin kullanımına ayrılacak.

TEHLİKELİ BAĞIMLILIK
Türkiye hali hazırda tükettiği gazın yarısından fazlasını Rusya’dan karşılıyor. İktidar kanadının “Proje bizim için win-win (kazan-kazan) oldu” şeklinde tanımladığı Türk Akımı ile bu bağımlılık daha da artacak. ABD’nin İran ambargosu nedeniyle bu bağımlılık ilerleyen süreçte daha da katmerleşecek.

Bu durumun çeşitli riskleri söz konusu. Aşırı bağımlılık Türkiye’yi Ukraynalaştırabilir. Ankara ve Moskova arasında yaşanabilecek en ufak bir krizde Kremlin’in enerji kartını devreye sokması söz konusu olabilir. 

Ekonomik, siyasi bağımlılık ilişkilerinin bağımlı ülkeleri ne duruma düşürdüğü ortada. Akkuyu Nükleer Santralı’nın da Rusya tarafından yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye, önemli oranda Rusya’ya tabi olacak. Bunun politik sakıncaları da beraberinde gelecek.

ABD ile olan ekonomik, siyasi bağımlılık ilişkisinin ülkeyi getirdiği durum ortada. Ankara her alanda bu bağımlılaşmanın, bağımsız olamamanın sancılarını yaşıyor.

Enerji savaşlarında, enerji kaynağı kadar bu enerjinin dünya pazarlarına nasıl ve hangi yollarla ulaştırılacağı da büyük sorun. İran gazının yanı sıra, Akdeniz ve Orta Asya gazının Avrupa’ya ulaştırılma meselesi küresel güçler arasında kriz nedeni.

ABD NEDEN KARŞI?
ABD, Ukrayna ile birlikte Türk Akımı’na karşı. Washington sadece Türk Akımı’na değil, Kuzey Akım-2 Projesi’ne de karşı. Kuzey Akım-2 Projesi toplam yıllık kapasitesi 55 milyar metreküp olan iki doğalgaz boru hattının, Rusya’dan Almanya’ya Baltık Denizi’nin altından geçiren projenin adı. Boru hattı Finlandiya, İsveç, Danimarka ve Polonya’nın münhasır ekonomik bölgeleri üzerinden Almanya’ya geçecek. Almanya’yı sert şekilde eleştiren Trump, Rus gazı yerine kendilerinin göndereceği sıvılaştırılmış gazı satmak istiyor.

Trump yönetimi her iki projeyi de engellemek için elinden geleni yapıyor. Bunu defalarca çeşitli platformlarda dile getirdi. ABD Enerji Bakanı Rick Perry, Türk Akımı ile Kuzey Akım-2 boru hatlarının yapımına karşı olmaya devam ettiklerini belirtti.

ABD’nin Berlin ve Ankara’ya yanıtı nasıl olacak göreceğiz.

Enerji denkleminde her geçen gün yeni hamleler yapılırken, dünyanın dört bir tarafında bunun sancılarını görmek mümkün. Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu enerji yataklarının transit ülkesi Türkiye’nin enerji arz ve talep eden ülkelerinin geçiş güzergâhında olmasının sakıncaları yok değil.

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

Muğlalılar "Ankara'da hakimler var" diyebilecek mi? - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Marmaris'in Okluk Koyu'nda Tayyip Erdoğan için ikinci saray yapılıyor.

Bugüne kadar on binlerce ağaç kesildi.

Orman içinden Saray'a duble yol yapıldı.

Güzelim deniz betonla dolduruldu. Dev "özel" yatların yanaşacağı iskele inşa edildi.

Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın hem tatil hem de yabancı misafirleri için yaptırdığı 8 odalı misafirhane yıkıldı.

100'ün üzerinde odası olan Saray, tüm yan üniteleri ile birlikte hızla inşa ediliyor.

Bitti mi? Bitmedi...

Şimdi de devasa alanda kuş uçurtmamak için komşu köyler de Yazlık Saray'ın sınırlarına katılmaya çalışılıyor!

Milli Emlak Müdürlüğü, arazilerini, tarlalarını, konut ve işyerlerini kamulaştırmak için köylüleri çağırmaya başladı.

Sabah yürüyüşlerini zaman zaman birlikte yaptığımız duayen gazeteci Can Pulak ile konuşuyorum. Can Ağabey son 50 yıldır Marmaris'i yakından takip etmekle kalmıyor, Okluk'ta yaşıyor aynı zamanda... Yeni bilgiler onda;

"Bir felaket Tuncay... 'Cumhurbaşkanımız tatil yapmasın' diyen yok. Ama böyle mi olmalıydı? Bölgede yaşayanları üzmeden, korkutmadan, yerinden etmeden de yapabilirdi..."

Sazanlı, Değirmenbükü, Hırsız, Okluk ve İngiliz koyları da yazlık Saray'ın güvenliği için deniz turizmine kapatılacak!

Yani dünyaca ünlü mavi yolculukların durakları... Bölge turizminin can damarı doğal güzellikleri halk göremeyecek.

Ne için? Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin yaz tatili için...

*

Dededen kalma toprakları, babadan kalma butik işletmeleri, doğaya uyumlu özenle inşa ettikleri evleri ellerinden alınacak Muğlalılara yollanan tebligatta "kamu yararı için" ifadesi bakın nasıl geçiyor;

"Muğla Valiliği İl İdare Kurulunun 24-10-2018 tarihli ve 10 sayılı kararı ile söz konusu taşınmazlar hakkında, Cumhurbaşkanlığı hizmetlerinde kullanılmak amacıyla kamu yararı kararı alınmıştır."

Erdoğan ailesi ve yakın çevresinin tatili için yapılan yazlık Saray, nasıl bir kamu yararı sağlıyor, ben anlayamadım?

*
Can Pulak anlatıyor; "Mevcudu yetmiyor gibi 200 dönüme yakın tapulu arazinin sahiplerini çağırıyorlar. Panik halinde mal müdürlüğüne koşanlar dededen kalma toprakların alınmaması için dil döküyorlar ama sonuçta anlaşmak zorunda kalıyorlar."

Çünkü tebligatta şu ifadeler de yer alıyor;

"... aksi halde satın alma usulü ile kamulaştırmanın yapılamaması halinde, 2942 sayılı kanunun 10. maddesi uyarınca İdaremizce ilgili mahkemeye bedel tespiti ve tescil talebinde bulunulacağının bilinmesini, Bilgilerinize tebliğen rica ederim."

*

Can Ağabey, Özal'ın da basın danışmanıydı. Bu nedenle de Okluk'u yakından bilen bir isim. Katliamın durdurulması için büyük çaba harcadı ama "atı alan Üsküdar'ı geçiyor..."

"Kaptan Mustafa'nın restoranı, butik oteli, Gülsüm Bacı'nın bahçeleri, rahmetli balıkçı Ali'nin evi, tarlası... İskelesine mavi yolculukların ve amatör denizcilerin tekneleri bağlanır, yolcular mütevazi otel ve restoranlarda ağırlanırdı. Halk ormanda yürüyüş yapardı. Bunların hepsi yok olacak, Cumhurbaşkanı ve çocukları bir kaç gün tatil yapacak diye..."

*

Gökova Körfezi'nin bu eşsiz cennetinde yaşanan hadise bana 250 yıl önce tarihe kazınan bir olayı hatırlattı.

Hikaye, Kuzey Almanya'da kurulan ve 1950'lerde tarih sahnesinden silinen Prusya Devleti'nde geçiyor...

Prusya Kralı 2.Frederick, Berlin yakınlarında Potsdam'dan geçerken bölgenin doğal güzellikleri karşısında büyülenir ve gördüğü araziye bir saray yaptırılmasını ister. Ancak arazi bir değirmenciye aittir ve o değirmenci dedesinden kalma değirmeni işletmeye devam etmek istemektedir.

Kral, adamlarının bir türlü ikna edemediği değirmenciyi huzuruna çağırır. Ve aralarında şu konuşma geçer;

Kral; "Arazine vereceğim para ile istediğin yerde değirmen yapabilirsin"
Değirmenci; "Siz kralsınız, istediğiniz yerde Saray yaptırabilirsiniz ama bu arazi bana atalarımdan miras. Satmayacağım."
Kral hiddetlenir ; "Sen benim Kral olduğumu unutuyorsun!"
Değirmenci; "Siz Kral olabilirsiniz ama biliniz ki Berlin'de de hakimler var!"

Adaletin krallardan üstün olduğunu anlatan bu hikaye tüm dünyada dilden dile dolaşıyor... Acaba 250 yıl sonra Türkiye'de Lokantacı Mustafa; " Ankara'da hakimler var" diyebilecek mi?


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

Askeri kıyafetler ve donduran iddialar - Orhan UĞUROĞLU

Kahraman Mehmetçiklerimizin yaz kış, gece gündüz demeden geçit vermez dağlarda yaptıkları operasyonlarda kullandıkları giysiler büyük önem taşır.
Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan adli ve Jandarma Bölge Komutanlığınca başlatılan idari soruşturma ile İçişleri Bakanlığınca görevlendirilen 2 müfettiş 2 kahramanın donarak Şehit olmasını araştırmaya 30 Ekim'de başladılar ki hazırlanan raporlar henüz açıklanmadı.

Önce Yandex'ten aldığım bilgiye göre Tunceli'de 20 - 25 Ekim 2018 tarih bandında gündüz 14, geceleri 10 derece olan hava sıcaklığı var. 26 Ekim'de ise gece 4 dereceye düşüyor.

Olayın açıklamasında ilçenin 2.300 rakımlı kırsalında operasyona katılan jandarma uzman çavuşlar Asım Türkel ile Ferruh Dikmen'in, 26 Ekim'de olumsuz hava koşullarından etkilenip kaldırıldığı Tunceli Devlet Hastanesinde şehit olduğu bilgisine yer verildi.

1876 yılında kurulan tarihi Nazimiye ilçesinde 2.300 rakım denilince donma olayının Bedir Dağında gerçekleştiği anlaşılıyor.

Tunceli'nin rakımı 950 ve ısı gece 4 derece olduğuna göre 2.300 metre rakımda sıfırın altında 5 - 10 dereceye düştüğünü tahmin edebiliriz ki Meteoroloji Genel Müdürlüğünden çok daha net bilgi alınabilir ki eksi 40 olması bana göre mümkün değildir.

Gelelim konumuza.

2 askerimizin donarak Şehit olmasından sonra Jandarma Genel Komutanlığı Lojistik Komutanı Tümgeneral Münir Güzel askerlerin zorlu koşullarda giydikleri ekipmanlara ilişkin bilgi verdi. Güzel, "Uyku tulumu eksi 40 dereceye kadar koruyor. Polar mont, soğuk iklim kıyafeti, kar elbisesi veya pançoyu aldığımızda eksi 40'a kadar muhafaza imkanı sağlamaktadır" dedi.
Ben de Milli Savunma Bakanlığı'nın yaptığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığının 2016 yılı ihtiyacı olan "K-Ank-16/24 15.000 adet Uyku Tulumu -40 Dereceye Kadar Koruyuculu malzeme ihalesi" nasıl sonuçlandı diye araştırdım.

Milli Savunma Bakanlığından aldığım bilgiye göre;
20 Haziran 2016 tarihinde ihaleyi kazanan Aksu İnş. Tic. Ltd. Ş'ti ile toplam teslim süresi 150 gün olarak iki taksit olacak şekilde sözleşmeye yapılmış.
Ancak planlanan teslim süresinde yüklenici firma malzemeyi teslim edememiş ve idaremize dilekçe ile başvurarak 160 günlük daha ek süre verilmesini talep etmiş.
Aksu firması yetkilileri ek süre isteme gerekçesini, "…Söz konusu malın yurt içinde üretiminin mümkün olmamaktadır" diye bakanlığa bildirmiş.

Şimdi bu firmanın şu iddiasına dikkatinizi çekeyim:
"Bu teknik şartname ile istenen ürünün sadece yurt dışında bir firma (Nextec Applications Inc. ABD) tarafından üretilebildiğini ve patentinin bu firmaya ait olduğu,
Ayrıca idare tarafından kendisine teslim edilen alım esas numunesinin de teknik şartnamedeki istek ve özellikleri karşılamadığı,
Sözleşme hükümlerinin uygulanmasında aşırı ifa güçlüğü doğması sebebiyle Borçlar Kanunun geçerli olacağını ve taraflar arasında düzenleme yapılabileceği…"

Milli Savunma Bakanlığı'na bu konuyu sordum şu yanıtı aldım:
-              "Söz konusu malzeme 2015 yılında aynı teknik şartname ile tedarik edildi.
-              Süre yetersizliği ile ilgili taleplerin ihalenin ilan süreci içerisinde yapılması gerekirdi,
-              Alım esas numunesinin sadece atıf yapılan (renk tonu, deseni, şekli ve dikiş tipi) hususlar yönünden geçerlidir,
-              Yüklenicilerin ihaleye teklif verirken ve sözleşme imzalarken, sözleşmede mevcut hükümleri peşinen kabullendikleri, bu durumda yüklenicilerin sözleşme hükümlerini tam ve detaylı olarak incelemeden sözleşme imzaladığı ve "Basiretli bir tüccar" olarak hareket etmediği değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak;
-              Yüklenici Aksu İnş. Tic. Ltd. Şti normal teslim süresinde malzemeyi teslim etmemiş ve sözleşme fesih edilmiştir.
-              Yüklenici tarafından konu mahkemeye intikal ettirilerek, Ankara 20'nci Asliye Hukuk Mahkemesinin 16 Kasım 2016 tarihli ara kararı ile yüklenicinin, süre uzatım ve akdin feshinin önlenmesine yönelik ihtiyati tedbir taleplerinin yasal şartları oluşmadığı değerlendirilerek reddine karar verilmiştir.
-              Ancak davacı şirketin bu sözleşmenin feshinden kaynaklı olarak ihalelere katılmasının yasaklanması ve yatırdığı teminatın hazineye irad kaydedilmesinin durdurulmasına karar verilmiştir.
-              Halihazırda söz konusu malzeme ile ilgili konu yargıya intikal etmiş olup dava süreci devam etmektedir.
-              Ayrıca yapılan incelemede söz konusu firmanın piyasada inşaat sektöründe faaliyet gösterdiği, tekstil konusunda hiçbir faaliyetinin olmadığı, ihaleye bilinçsizce iştirak ettiği değerlendirilmektedir."

Değerli okurlarım, 49 yıldır yaptığım mesleğimin etik kurallarına büyük bir hassasiyetle uydum.

Sarızeybek web sitesinden aldığım bilgi şöyle:
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin üniforma ihalesiyle ilgili bir detay dikkat çekti. TSK'nın üniforma ihtiyacının yüzde 40'ını tek başına karşılayan firmanın Albayrak Grubu bünyesinde bulunan Ereğli Tekstil'in olduğu ortaya çıktı."
Ereğli Tekstil 1937 yılında Gazi Mustafa Kemal tarafından Sümerbank'a kurdurulan bir fabrikadır ve 1997 yılında yapılan özelleştirme ile Albayrak Grubu tarafından satın alındı.

Eksi 40 dereceye dayanıklı kıyafetleri Albayrak Grubu ya da hangi firma Kara Kuvvetlerine ya da Jandarma Genel Komutanlığına ihaleyi kazanarak verdi ise bu ürünleri onların yetkilileri ile birlikte test etmek isterim.
Aksu firması eksi 40 dereceye dayanıklı askeri kıyafetlerin "patentli" olarak dünyada sadece bir Amerikan firmasında üretildiğini vurgulayıp, "temin edilemez" diyor…

Askeri ihaleleri kazanan firmalar, "Test raporları var" denirse o zaman ben de sorarım:2 askerimiz neden donarak şehit oldu?

2 kahraman Türk askerinin donarak Şehit olmasını da bu ilkeler çerçevesinde takip ediyorum ki okuduğunuz gibi Aksu şirketinin iddiasını da Milli Savunma Bakanlığının görüşünü de medyada ilk kez sizlere sunuyorum.
Yapılan soruşturmanın sonucunun da açıklanmasını bekliyorum.


Orhan UĞUROĞLU / YENİÇAĞ

20 Kasım 2018 Salı

Nevzuhur şeyhülislamın tuhaf işleri - ORHAN GÖKDEMİR

Eski adı şeyhülislamlıktı. Dinî konularda fetva vermenin yanında, devletin yönetimiyle ilgili temel ilke ve kanunların konulmasında söz sahibiydi. Ayrıca yargı ve eğitim öğretim görevlerini ilmiye sınıfı aracılığıyla yürütmek gibi karmaşık işleri vardı. Bu sonuncular zaten dini bir iş kabul edildiğinden, Şeyhülislamlığa bağlı yürütülmesi de doğal görülüyordu.

Fakat zaman değişiyor, tarih sahnesine yeni sınıflarla birlikte yeni devrimler çıkıyor, Osmanlı gelişmeleri takip etmekte zorlanıyordu. “İlim” artık dinden ibaret bir şey değildi. Aydınlanma çağı, dine yeni sınırlarını göstermişti. Fransız Devrimi kiliseye saldırmış, otoritesini yerle bir etmişti. Dinin gündelik hayattan uzaklaştırılması, din ile devletin ayrıştırılması artık bir ihtiyaçtı. 

Bizde de öyle oldu, 19. yüzyıl başında şeyhülislâmlığın görev ve yetki alanı daraltıldı; Tanzimat diyoruz. Şeyhülislâmlığa bağlı olarak ilmiye sınıfının tekelinde bulunan yargı, eğitim öğretim ve vakıflarla ilgili hizmetlerin büyük bir bölümü Adliye, Maarif ve Evkaf nezâretlerine devredildi. Şeyhülislamlığın yetkileri fetva işleri, medreselerdeki öğretim ve şeriyye mahkemeleriyle sınırlandırıldı. 

İttihat ve Terakki 1917’de elindeki yargı görevini sıfırladı, bütün şer‘î mahkemeleri ve bağlı kuruluşları da Adliye Nezâreti’ne bağladı. 

1920’de saray iç karışıklıklardan yararlanıp şer‘î mahkemeleri tekrar Şeyhülislamlığa bağladı. Fakat sarayın yetkisi son derece dar bir bölgede geçerliydi. Büyük Millet Meclisi idaresi bu kararı tanımamıştı. 

Cumhuriyet gelince alanını biraz daha daralttı, 1924’te Şeyhülislamlık kapatılıp başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Kontrolündeki mektep ve medreseler Eğitim Bakanlığına devredildi. Bir yıl sonra tekke ve zaviyeler de kapatılınca gerçekten de “diyanet işleri”ne dönüştü. 
Bu tarihin gösterdiği şey, Şeyhülislamlık makamının bizzat tarih tarafından kaldırılıp tarihin çöplüğüne fırlatıldığıdır. Evet, perdeyi Cumhuriyet kapattı ama Ortaçağ artığı bu kurum Cumhuriyet kapısını çalana kadar zaten ömrünü tamamlamıştı. Yetki ve görevlerini budayanlar arasında pek çok padişah var. Ölüsünü kaldırmak Cumhuriyete düştü. 

                                                             ***

Arkadaşlar Osmanlıyı kurmaya niyetli ama okumakla araları pek parlak değil. Sadece Kadir Mısırlıoğlu kıraat ettiklerinden Şeyhülislamlığı Kemalistlerin kaldırdığını sanıyorlar haliyle. Hâlbuki bu makam Kurtuluş Savaşında Vahdettin’in direnişçilerin öldürülmesi emrini bir fetvayla onaylayarak kendi kendini feshetmişti. Öldürmeye kasteden Vahdettin, fetvacısı Fakir Dürrizade Esseyid Abdullah’tır.
İlginç bir tarihi var Dürrizade’nin.1908’de velinimeti Hamid devrilince Dürrizade için de karanlık günler başlamış. Önce kızağa çekmişler, sonra, 1909’da Anadolu Kazaskerliğine atanmış. Ancak İttihatçılar peşini bırakmayınca, 1912’de istifa etmiş. İttihatçılar çekilince Padişah emriyle Şeyhülislam olarak atanmış. Damat Ferit hükumetinin önemli ayaklarından biridir.

Damat Ferit Hükumeti yeni Şeyhülislam Dürrizade’den Anadolu Direniş hareketine karşı bir fetva istemiş. Yazdığı fetva Yunan uçakları ve İngiliz gemileri ile Anadolu’ya taşınmış, dağıtılmış. Böylesine haindir. 

Damat Ferit Paşa Paris’e gittiğinden vekâleten başbakan koltuğuna oturmuştu. 1920’de, Anadolu İhtilalinin en kanlı zamanında Vahdettin’in emriyle Saltanat Şurası düzenledi, hükumet temsilcisi olarak Şuraya katıldı. Orada eski şeyhülislam Mustafa Sabri ile birlikte Sevr’in kabulü yönünde görüş belirtti. Milli Mücadelenin zaferini görünce 1922’de Rodos’a kaçtı, oradan İtalya’ya geçti.1923’te Cumhuriyet ilan edilirken o hac için Mekke yolundaydı. Orada öldü. 1923 bütün şeyhülislamların ortak ölüm tarihidir. 

                                                             ***

Düzenin geri çekilmesi 1940’lı yıllarda başladı. CHP 1949’ta İmam-Hatip kurslarını ve İlâhiyat Fakültesi’ni açtı. 1950 genel seçimlerine birkaç gün kala Diyanet İşleri Başkanlığının yetkilerini genişletti. 1931 yılında Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiş olan camiler ve cami görevlileriyle ilgili yetkiler başkanlığa iade edildi. Gezici vaizlik ihdas edildi ve bütün vaizler maaşlı kadroya geçirildi. Sonrası malum. 12 Eylül dini yeniden kamu yaşamına sokana kadar Diyanet adım adım Şeyhülislamlığa benzetilmeye çalışıldı. Artık Şeyhülislamlıktır. 
Bu tarihin söylediğini İslamcılar için özetleyeyim; Padişahların budadığı Şeyhülislamlık, CHP tarafından yeniden ihya edilmiştir. Hem dinciler, hem imam hatipler ve hem de Diyanet CHP’ye borçludur.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 1961 ve 1982 Anayasası uyarınca genel idare içinde yer alan bir kuruluş olarak tanımlanıyordu. Anlamı şu, devlet dini idare ediyordu. Şimdi din devleti idare etmeye başladı. Devrimden geriye kaçmanın kaçınılmaz sonucudur. 

1970’li yıllarda bu çarpık durum nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açıldı. Davada devlet bütçesinden din hizmetleri için harcama yapılmasının laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı ileri sürülüyordu. Dava, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinî bir teşkilât değil genel idare içinde yer almış idarî bir teşkilât olduğu, başkanlığın anayasada yer almasının ve mensuplarının memur sayılarak maaşlarının bütçeden karşılanmasının devletin din işlerini yürüttüğü anlamına gelmediği, dinin devletçe denetiminin yürütülmesinin, din işlerinde çalışacak kişilerin yetenekli şekilde yetiştirilerek dinî taassubun önlenmesi ve dinin toplum için mânevî bir disiplin olmasının sağlanması gibi ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaçlara uygun bir çözüm yolu bulmak amacını taşıdığı” gerekçeleriyle reddedildi. Çünkü devlet ve ona yön veren egemen sınıf bu yolla dini denetim altında tutabileceğini sanıyordu. 
                                                            ***

Şimdi dağ taş imam, imam olmayanı devletin kapısından geçirmiyorlar. Diyanet bütçeden en büyük payı alan kurumlardan biri. Sınavsız sorgusuz din memuru alma hakkı var kurumunun. Aldıklarını bir yıl sonra başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere diğer bakanlıklara dağıtıyor. Boşalanların yerine yeni din memurları atanıyor, onlar da başka bakanlıklara dağılınca döngü yeniden başlıyor. Yani Diyanet devlete sınavsız memur alma ve atama kurumu gibi çalışıyor uzun süredir. Başındaki devlet memuru nevzuhur Şeyhülislam gibi dolaşıyor ortalıkta. Geçenlerde tek numarası Cumhuriyete ve kurucusuna küfür etmek olan bir meczubu ziyaret etti üzerinde dini kıyafetiyle. Hem de 10 Kasım’a getirdi ziyaretini ki karşıdevrimci bir eylem olduğu iyice anlaşılsın. 

Bir yandan da hoparlör marifetiyle “yüzde 99’u Müslüman olan” halkı yeniden Müslüman yapmaya çalışıyor kurum. Özellikle “gâvur” mahallelerinde ezan sesi cam çerçeve parçalıyor. Bu yöndeki ricalara aldırmayan müftülüklerden biri geçenlerde sabah namazında camiler tenha diye ezanla namaz arasına yarım saat eklediğini duyurdu. Ezana da 15 Temmuz bahanesiyle zam yapmışlardı zaten. Evlere imam göndermeyi de planladılar bir ara ama tekin bulmamış olacaklar ki icraata dökemediler. Onun yerine camilerde turistlere İslam propagandası yapmakla yetiniyorlar. Açıkladıklarına göre turistleri Müslüman yapma faaliyeti yanında camilerde çocuklar için imam eşliğinde okuma saatleri düzenlenecek. Borsa çalıştayı yapılacak, kamuoyunda tepki çeken fetvaların önüne geçmek için dil ve üslup rehberi hazırlanacak. Sığınmacılara yönelik Kuran kursları öğretim programı düzenlenecek. Ateizm, deizm ve agnostisizm konularında gençlere yönelik iki yayın çıkarılacak, falan filan. 

Bütün bunlar bir yana Diyanet’e bağlı camiler iktidar partisinin yan kuruluşuna dönüşmüş durumda. Seçim çalışmaları camilerden başlıyor bir süredir. Haliyle güven patlaması yaşıyor nevzuhur Şeyhülislam da. Hafta başında hızını alamayıp  "Bir milletin kimliği oluşturan asıl unsur din ve inançtır" bile dedi.

Sonuncusundan iki önceki Diyanet İşleri Başkanı giderayak şöyle demişti; “Din-siyaset ve din-ticaret ilişkisine bir sınır getirilmeli. Dini her işe koşuyoruz, dini duyguları her alanda geçer ölçü yapıyoruz; sonunda din yoruluyor, din algısı tahrip oluyor.”  Haksız sayılmaz. İnancını her yere sokarsan kirlenir. Temizlemenin de imkânı yoktur. Din tarihinin hiçbir döneminde bu kadar dünyevi bir şeye dönüşmemişti.
                                                           ***
Diyanet İşleri Başkanlığını siyasi tartışmaların malzemesi yapmamalıymışız. Ama işte tablo ortada. Diyanet işleri devlet işleri oldu çoktan, dini falan geçtik kimlik falan yazmaya kalkıyor millete.   

Ama kimlik biçtiği millet bunların kavuğuna bakıp homurdanıyor. Bundan her işlerinden, her fetvalarından geri adım atıp durmaları. Dokuz yaşındaki kızlar evlenebilir fetvası verirsin vermesine de, iki gün sonra muska yapıp yedirirler adama.  

Onun için mecburen hatırlatıyoruz; bütün Şeyhülislamlar 1923’de öldü. Kavuklu zombilerin ortaya çıkması ise hayra alamet değil. Sadece bizim açımızdan değil düzen açısından da!

Orhan Gökdemir / SOL

İktidarın Gezi takıntısı - OĞUZ OYAN


Nedir 5,5 yıl sonra yeniden alevlenen bu Gezi takıntısı? 

Bizce iki temel nedeni var. 

Birincisi, 15 Temmuz 2016 ile "hesaplaşma" eskidi; toplumun ilgisini çekmek bakımından fazla uzadı. Ama daha önemlisi, bu "hesaplaşmanın" anadamara, kendilerine kadar uzanan siyasi damara, hiçbir zaman ulaşamayacak bir sığlıkta ve samimiyetsizlikte götürülmekte oluşu. Biat edenlerin, işbirliği (muhbir tanıklık) yapanların, kendilerine/sırlarına fazla yakın olanların tüm günahlarına rağmen paçayı kurtarmakta oluşları da cabası. 

İkinci neden daha önemli: AKP, iktidarı boyunca üç kez kendini tehdit altında hissetti. Birincisi ve ikincisi, 2007'nin Cumhuriyet mitingleri ile önemli nitelik farklılıklarına rağmen, bunun çok genişlemiş bir versiyonu olan 2013'ün Gezi Direnişi, birbirinin takipçisi hareketlerdi. 

Üçüncüsü yani 2015'teki FETÖ'nün askeri  darbe girişimi ise farklı bir olaydı. Erken doğum yapmaya mecbur bırakılarak etkisizleştirilen dış destekli bir Fethullahçı/Nurcu darbe teşebbüsüydü. Tarihimizde dış kışkırtmalı tarikat kalkışmaları olmuştur, ama "milli" ordu içinde yuvalanma bakımından emsali yoktur. Oluşmasında, AKP'nin iktidarını pekiştirmek adına giriştiği ittifak kurma tarzının, TSK içindeki yuvalanmaya göz yummasının sorumluluğu belirleyicidir. Bu kalkışmanın bastırılması kadar bir daha tehdit oluşturmamasının sağlanması da iktidarın çok zorlanmadan başaracağı bir mesele olarak görülebilir. Ama iktidar çevreleri açısından, Gezi Direnişi benzeri kitlesel toplumsal tepkilerin yeniden oluşmamasını kesin bir biçimde güvenceye alabilecek yumuşak veya sert müdahale araçlarının yeterli olup olmadığı kaygısı henüz giderilmiş gözükmüyor. 
Eski ortakları olan, ideolojik yakınlıkları da çok açık olan Fethullahçı cenahı son üyesine kadar devletin içinden çekip ayıklamaları belki mümkün olmayabilir. Ama gerekli de olmayabilir, çünkü bu kitle dağıtılmış ve sindirilmiş olduğu için bir tehdit oluşturması beklenemez; kaldı ki, ara ara gerçekleştirilen FETÖ operasyonları ile hem kamuoyu teyakkuzda tutulur hem de bu bahaneyle muhalif diğer kesimlere operasyon yapabilmenin rahatlığı kullanılır. 

Ama hiçbir zaman ortak olmadıkları, ittifak kurmadıkları ve kuramayacakları, İslamlaştırma/ otoriterleştirme projelerine her zaman karşı tavır alacağını bildikleri Cumhuriyetçi, Kemalist, sol/sosyalist kimlikli geniş bir kitle var. Alevi kökenli yurttaşlar bu üç kimliği de kesen bir yerde bulunuyorlar. Nitekim Gezi Direnişinin katılımcılarının en önemli öbeğini oluşturmaları, Gezi'de canlarını verenlerin tamamının Alevi kökenli olması bir rastlantı değil. Ama iktidar şimdilik bu riskli patikadan yürümüyor. Gezi olayını canlı tutup hem bir daha bu tür direnişlere daha sert tepki vereceğini gösterebilmek hem de iktidarına karşı toplumsal tepkilerin toplumun kendiliğinden dinamiklerinden kaynaklanmadığını kanıtlayabilmek için, dış çevrelerle ilişkisi olduğunu iddia edebileceği simgesel figürler arıyor. Gezi Direnişini temsil etme potansiyeli çok düşük olan ve ilk 10 yıl boyunca iktidarını pekiştirmesine desteğini esirgemeyen bir Osman Kavala'yı seçmesi bu nedenden. Geçen hafta "Kavala ile hiyerarşik ilişki içinde eylemleri organize ettikleri" iddia edilen 20 kişiye karşı gerçekleştirilen (ve şimdilik sonuçsuz kalan) alacakaranlık operasyonları da aynı çerçevede görülmeli. Hatta, "Barış" bildirisini imzalayan akademisyenlere 2016 sonrasında reva görülen ölçüsüz baskılamalar da, iktidarın benzer kaygılarının uzantısında. 

Aslında bir başka potansiyel tehdite karşı da önlem alındığı söylenebilir. Bir ekonomik kriz tablosunun daha da ağırlaşacağı bir döneme girilirken, bunun tetiklemesi muhtemel toplumsal hoşnutsuzluklara karşı ön tedbirler alındığı dahi düşünülebilir. 

Her durumda, topluma dayatılmak istenen otoriter İslamcı projenin 16 yıl sonra hâlâ toplumun önemli bir bölümünce reddediliyor oluşunun iktidarda yarattığı hırçınlık görmezden gelinemez. Esasen iktidar cenahı, 2007 Cumhuriyet Mitingleri sonrasında FETO ile birlikte başlatıp sürdürdüğü Ergenekon davalarıyla muhalifleri silindir gibi ezip geçtiğini düşünürken bir Gezi Direnişi'nin kendiliğinden başlayıp 11 milyon insanı bir ayı aşkın bir zaman diliminde sürekli sokağa dökebilmesine bir türlü anlam verememişti. Şimdi bu korkulu rüyasının bir daha ortaya çıkabilmesi olasılığını tamamen bertaraf etmek istiyor.

Bu kaygılı iktidar halini pekiştiren bir başka şey de, iktidar partisinin siyasi tabanının daralmakta oluşu. Buna, önümüzdeki yerel seçimlerde bir darbe yeme ihtimalini de ekliyor olabilirler. Bu nedenle, belki Cumhur İttifakı yönünde yeniden harekete geçmeleri  beklenebilir; ama daha kesin olan, polis, yargı ve medya baskısının vidalarını daha kuvvetle sıkmaları olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL