27 Kasım 2018 Salı

İsmail Kahraman’ın yanıt vermediği soru - Barış Terkoğlu

“Gerçek, nadiren saftır fakat asla basit değildir” diyor ya Oscar Wilde. Sanırım çözüyoruz. Son yazım üzerine eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman bir açıklama yaptı. Bir süredir Mehmet Akif’i gündeme getiren siyasetçilerin samimiyetsizliğini anlatıyordum. Asıl tartışma ise Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) İsmail Kahraman’dan önceki başkanı Rasim Cinisli’nin anılarıyla koptu. Cinisli, harap halde yaşayan Akif’in oğlu Emin Ersoy’u alıp, 1966’da MTTB’de bir odaya yerleştiriyordu. Ancak Cinisli’nin görevi bırakmasıyla her şey değişiyordu. 

Anılarından aktaralım: 
Emin Bey, ben askerdeyken adresimi nereden bulduysa bir mektup yazmıştı. Benden sonra MTTB’den kovulduğunu, perişanlık içinde olduğunu ve beni çok özlediğini ifade ediyordu. Maalesef birkaç ay sonra da Tophane’de bir kış günü, açık bir kamyonun karoserinde donmuş olarak bulundu.” 

Gelelim açıklamaya… 
Kahraman, Ersoy’un MTTB’den kovulduğunu reddetmiyor. Ancak kendi sorumluluğu olduğu yönündeki ithamı “Vefat tarihi 24 Ocak 1967’dir. Ben isebu tarihten bir buçuk ay sonra 11 Mart 1967’de Milli Türk Talebe Birliği Genel Başkanlığı’na seçildim” ifadeleriyle yanıtlıyor. “28 Kasım 1966 ile 11 Mart 1967 tarihleri arasındaki MTTB’nin yönetimi, Genel Kurul Kararı ile Mehmet Niyazi Özdemir başkanlığındaki divan heyetine verilmişti” hatırlatmasında bulunuyor. 

Gerçekten de MTTB’de 3 buçuk aylık bir yönetim kesintisi var. Başkanlığı, seçim tamamlanana kadar divan heyetindeki Özdemir temsil ediyor. Ancak bu dönemin Kahraman’la anılmasının nedeni başka. Cinisli’den sonra “geçici yönetimdeki” Özdemir değil, İsmail Kahraman egemenliği var. Hem geçici Başkan Özdemir, hem kaynak verdiğimiz önceki başkan Rasim Cinisli, hatta Alparslan Türkeş dahi İsmail Kahraman’ı destekliyor. Ersoy’un kovulması işte bu nedenle Kahraman’a soruluyor.

Cinisli: Açık konuşsun 
Gelelim ikinci konuya. 
Kahraman “Referans alınan kitabın içerdiği bilgiler, kötü niyetli olmasa da bir yanlış hatırlamanın veya yazılanları yanlış yorumlamanın ürünü olarak tarihler ve olaylara ilişkin birtakım çelişkileri barındırmaktadır” ifadelerini kullanıyor. Mehmet Niyazi Özdemir için “Ben ve hatırat yazarı da dahil olmak üzere hepimizin üzerinde çok emeği olan, manevi ve milli noktalarda hassasiyetimizin çok üzerinde insani ve İslami bir duruşu olan önemli bir mütefekkir” tanımını yaptıktan sonra şöyle göndermede bulunuyor: “Haysiyetli ve şerefli kişiler, diğer insanların şeref ve haysiyetine de saygı duymalıdırlar; tabii, insanlık vasıflarına sahip iseler.” 

Açıklamadan sonra aradığım Rasim Cinisli net bir yanıt verdi: 
Ben kimseyi suçlamadım, olayı kınadım. Olay varsa müsebbibi utansın. İmalı sözleri önüne perde yapan adamlardan değilim. Açık bir insanım. Kitabımda olayları anlattım. Eğer aktardığım olgular gerçekte yoksa bütün suçlamaları kabul ederim. Olay var mı yok mu? Mert olmak lazım. Yüze karşı başka gıyapta başka olan insanlardan değilim. Beni hedefleyen bir babayiğit varsa açık konuşsun.

Sebilürreşad: Hiçbir adım atmadı 
İsmail Kahraman, Akif’e vefasızlık eleştirilerine de şöyle yanıt veriyor: “Kültür Bakanı olduğum dönemde ‘Manevi Önderler, Millî Kahramanlar’ adı altındaki çalışmalarımdan birisi de değerli sinemacı Mesut Uçakanın yönettiği ‘Mehmet Akif’ filmidir. Mehmet Akif ve hatırasına saygı duymak ve gereğini yapmak hepimizin boyun borcudur.
 
Sebilürreşad’a “Kahraman gereğini yapıyor mu” diye sorunca derginin Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği adına net bir yanıt geldi:

Sayın İsmail Kahraman’a milli şairimizin ailesi adına Selma Ersoy Hanımefendi ve Sebilürreşad Yayın Kurulu Başkanımız Genel Yayın Yönetmenimiz ve yazı heyetimizle birlikte iki defa randevu alarak ziyarette bulunduk. 
Ziyarette kendisi Mehmet Akif Merhum için büyük dava adamı’ ifadesini kullanmıştır. Zaten heyetimiz onun Akif’e hürmetkâr bir şahsiyet olduğundan bahisle ziyarette bulunmuş ve iki hususta Akif Bey’in ailesi talepte bulunmuştur. 
1. 20 Aralık Mehmet Akif Bey’in doğum günü 27 Aralık ise vefat günüdür. Bu bir haftalık zamanın ‘Mehmet Akif Ersoy’u Anma haftası’ olarak karar alınması,
2. İstiklal Marşımızın resmi kabul günü olan 12 Mart haftasında TBMM’de ‘İstiklal Haftası’ münasebetiyle bir özel oturum irad edilmesi, bu oturuma Mehmet Akif Bey’in ailesinin misafir locasında izlemesi için davettebulunulması, 
3. Bu çalışmaların TBMM himayesinde gerçekleştirilmesini arz ve talep etmiştir. 
4. Kendilerine, halen Mehmet Akif Ersoy’un vefat günü olan 27 Aralık’ta mezarı başındaki anma merasiminin il müdürlüğü düzeyinde yönetilmesinin abes durumu anlatılmış ve TBMM Başkanı sıfatıyla bu merasime katılması için davet edilmiştir. 
Sayın TBMM Eski Başkanı, ‘Büyük insanların doğum günlerinde anılmasının bir gelenek olduğunu’ ifade ederek teklife olumlu yaklaştığını beyan ettiği halde bu kadar iyi niyetli ve meşru bir taleple ilgili hiçbir adım atmamış, mezarı başındaki anma programına katılmamış, ailesince Ankara’da düzenlenecekİstiklal programına da katılmayacağını hemen beyan etmiştir. Durum bundan ibarettir.” 
Kahraman’ın açıklaması ve yanıtlar böyle… 

İstiklal Marşı şairinin oğlunun MTTB’den kovulduğu gerçeği artık yadsınamaz olduğuna göre, döneminin en hâkim aktörü Kahraman’a soralım: 
Emin Ersoy’u MTTB’den kim kovdu? 

Tabii İstiklal Marşı’nın kabulü nedeniyle eski başkanlar döneminde düzenlenen törenlerin nereye kaybolduğunu da, kendisinin 12 Mart’larda nerede olduğunu da, Burdur’da Akif Müzesi boşaltılırken haberi olduğu halde sessiz kalmasının sırrını da bu sırada anlatabilir.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Polis Akademisi'nin Suriyeli Raporu! - Batuhan ÇOLAK

2017 yılında Antalya'da düzenlenen Uluslararası Göç ve Güvenlik Konferansı'nın bildiri ve raporları yeni yeni yayınlanmaya başladı.

Polis Akademisi öğretim üyeleri tarafından hazırlanan "Suriyelilere Dair Tehdit Algısı: Önyargılar ve Gerçekler" başlıklı rapora ise ayrı bir parantez açılması gerekiyor.

Raporda, Türkiye'deki sığınmacıların "sorunsuz bir şekilde" sisteme dahil edilmesi mesajı veriliyor. Ev sahibinin (Türkiye'nin) misafirlere uyması ve bu kapsamda bazı değişiklikler yapılması gerektiğine vurgu yapılıyor.

En dikkat çeken bölüm ise "yardım" yerine "üretime katılım" teklifi.
Raporda, sığınmacıların dönüş sürecine ilişkin hiçbir çözüm sunulmazken, üretime katılmalarının talep edilmesi kafalarda soru işareti uyandırıyor.
İşte raporda öne çıkan bazı talepler:

"Üretime katılmalılar"
"Uyum sürecinde, göçmenin ev sahibi topluma uyumu kadar ev sahibi toplumun da göçmenlere uyum sağlamalı. Türkiye'deki kentsel yaşamın koşulları ve dönüşümü göz önüne alınmalıdır. Suriyelilerin uyumuna dair programlar hayata geçirilirken, 'yardım' yaklaşımından ziyade 'üretime katılım' yaklaşımı esas alınmalıdır. Türkiye'deki Suriyeliler 'acil yardım' dönemini geride bırakmışlardır. Bu nedenle ayni ve nakdi yardım konuları kademeli olarak sivil toplum kuruluşlarına bırakılmalı, devlet imkanları ise meslek ve beceri edinme, istihdam ve iş kurma imkanlarının geliştirilmesine ayrılmalıdır."

"Yeni ibadet mekanları eklenmeli"
"Suriyelilerin Türkiye'yi tercih etme sebeplerinden birisi de İslam dini. Orta ve uzun vadede ibadet pratiklerindeki farklılıklar ve ibadet mekanlarının ayrışması zaman zaman toplumsal gerilimleri doğursa da yeni ibadet mekanlarının eklenmesi, iki toplumu ortak noktada buluşturacak mekansal tasarımların tesis edilmesi, ortak değer yargılarını ve pratiklerini ön plana çıkaran semboller kullanılmalı."

"Suriyeliler kentsel alanlarda yaşıyor, üsluba dikkat edilmeli"
"Medya, kutuplaşmayı artırabilecek, yabancı düşmanlığına zemin hazırlayabilecek ve çatışmayı tetikleyebilecek üsluptan uzak durmalıdır. Ülkemizdeki Suriyelilerin çok büyük bir kısmı kentsel alanlara yerleşmişlerdir. Bu nedenle uyum politikalarının, tek elden ve merkezi yaklaşımla yürütülmemesi gerekiyor. Bu sayede özgün koşulların gerektirdiği esnekliklere sahip uyum programlarının ortaya çıkması kolaylaşacak."

"Göçmenlerin medyada temsil edilme biçimlerinin ön yargıları pekiştiriyor. Özellikle sosyal medyada denetlenmesi imkansız iddialar ve haberler üretilebildiği, bu yolla ön yargılarla dolu göçmen imajları dolaşıma sokuluyor."

Soros'un talepleriyle benzerlik
Özellikle "yeni ibadet alanları" talebi, kullanılan üsluba çeki düzen verilmesi uyarısı, üretime katılım için projeler geliştirilsin önerisi dikkat çekici.

Polis Akademisi öğretim üyelerinin hazırladığı bu rapor aslında şu anki hükümet aklını yansıtması bakımından da önemli. Rapordaki taleplerin hayata geçirilmesi durumunda toplumda yaşanacak adaletsizlik, eşitsizlik, işsizlik ve kültürel çatışmalara ilişkin ise herhangi bir değerlendirme yapılmıyor.

Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz aylarda Suriyeli sığınmacıların karıştığı suçlardan dolayı birçok ilde sorunlar ortaya çıkmıştı. Diyanet ilk Cuma hutbesinde "algı operasyonu yapılıyor, yalan haberler üretiliyor" diyerek bu sorunların olmadığını iddia etmişti.

Geçtiğimiz hafta Soros'un Türkiye'deki Suriyelileri örgütlemek için birçok sivil toplum kuruluşuna Açık Toplum Vakfı üzerinden para akışı sağladığını belirtmiştik. Türkiye'deki Suriyeli sığınmacıların sisteme entegre edilmesinde Soros'un ne ilgisi olabilirdi? Oysa çok ciddi bir arka planı vardı.

Açık Toplum Vakfı dün itibariyle Türkiye'deki faaliyetlerine son verdiğini açıkladı. Ama bu karar kimseyi yanıltmamalı. Vakıf, son dönemde isim yönünden yıpranmıştı. Bu gelişme, Soros'un Türkiye'deki faaliyetlerinden, uluslararası sermayenin Türkiye'nin demografik yapısını değiştirme girişimlerinden vazgeçtiğini göstermiyor. Aksine ismi belirsiz, şeffaf olmayan kurumlar üzerinden bu faaliyetleri gerçekleştirmelerinin önünü açıyor.

Polis Akademisi'nin raporuyla Açık Toplum Vakfı ve ona bağlı kuruluşların düşünceleri neredeyse aynı olması ise akılları alt üst ediyor. Dahası Hükümet de buradan hareketle benzer politikalar yürütüyor.

Bu tasarımlar, bu söylemler, bu talepler, bu girişimler Türkiye'yi ilerleyen yıllarda çok daha olumsuz bir iç problemle karşı karşıya bırakacak.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

26 Kasım 2018 Pazartesi

Başka bir İstanbul’da dolaşmaya var mısınız? - Işıl Özgentürk

2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Kenti projeleri arasında, benim on yıldır kurup yönettiğim “Herkes Film Yapabilir” atölyesinin de bir projesi vardı. Doksan dakikalık 10 kısa filmden oluşan “Dürbünümde İstanbul” adlı projenin hikâyelerinden biri de Tarlabaşı’nda yaşayan transseksüel bir genç adamın hikâyesiydi. Ben sanat yönetmeninden film kişisinin evi için son derece romantik, tüyler ve pembe yatak örtüleriyle döşeli bir oda yapmasını istemiştim. Tam o sırada, başka bir projede birlikte çalıştığım, cinsel seçimlerinden ötürü mağdur kişilerle çalışan bir arkadaşımdan, bize bir transseksüel kişi bulmasını ve evini gezdirmesini istedim. İyi ki istemişim, benim romantik hayallerim güzelce yıkıldı. O kişinin evi tek bir odadan ibaretti, ocak tuvaletteydi ve yağmur yağdığında odanın pek çok yerine kova koymak gerekiyordu. O gün anladım ki, benim bilmediğim bir İstanbul vardı ve o günden sonra bu İstanbul’u tanımaya çalıştım.

 Şimdi sizleri de biraz abartarak bu İstanbul’da dolaştıracağım. Önce bir devlet hastanesinin doğum kliniğinden içeri girelim. O da ne, yaşları 12-14 arası yüzlerce kız çocuğu karınları burunlarında sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Çoğunun yanında yaşları biraz daha büyük anneleri; kızların kiminin suyu gelmiş, kiminin rahmi 10 santim açılmış, küçük çığlıklar atarak sıra bekliyorlar. Sırası gelen, yeşil bir örtünün kapattığı doğum odasına giriyor ve çığlıklar daha da yükseliyor. Sanki kara bir film sahnesindeyiz. Kızlar o kadar küçük ki, elleri ayakları sürekli titriyor, kimsenin onlara sarıldığı yok...

İstanbul öylesine büyük ki, ikinci adımımız uyuşturucu ticaretinin aileler tarafından yapıldığı Dolapdere oluyor. Adımlarımızı hızlandırıp karanlık bir kapıdan giriyoruz. İçerisi öyle kesif bir dumanla kaplı ki, içerde ne var ne yok görmek için epey bir çaba harcıyoruz. Şimdi görüyoruz, yaşları 18’i ancak bulan kız ve erkek çocuklar, önlerindeki nargilenin içine konmuş uyuşturucuyu, sırayla çekiyorlar. Gruplar halinde yaptıkları tek iş bu. Hepsinin şimdiden gözleri kaymış, ansızın ön taraftaki bir yükseltinin üstüne dört genç çıkıyor ve hiçbir müzik aleti kullanmadan, dans etmeye ve hip hop tarzında tuhaf bir şarkıya başlıyorlar: “Kimse senin kim olduğunu söylemez,/Tek dostun o!/ O seni uçurur/Bilmediğin bir dünyanın kahramanı olursun/O tek dostun senin, o elindeki parlak hap!” Bu çocuklar kendi kuyularında kahraman olmak için yeniden nargileye bir tutam ot koyuyorlar ve parlak haplar karanlık içinde elden ele dağıtılıyor. 

Parlak haplar bu büyük kentin her yerinde dolaşıyorlar. Okul çıkışlarında, her gün gidilen kahvelerde, hiç durmadan, hiç durmadan dağıtılıyor. “Ama polis var, uyuşturucuyla mücadele var.” Ne kadar safsınız, benim bir zamanlar olduğum kadar. Bu 20 milyonluk kentin polis gücü 34 bin ve bu nereye yeter! Ayrıca ülkemiz uyuşturucunun geçiş yeri ve emin olunuz elimize geçen paranın bir kısmı da bu adeta artık yasal olan ticaretten geliyor. Ve bununla mücadele edenler, gaddarca öldürülüyor. 

Şimdi bu karanlık sinemanın kapısında biraz duralım. Kendimizi göstermemiz gerekir, çünkü sinemanın kapısında başlayan oyun birden bozulabilir. O da ne, 6-9 yaşlarında yedi erkek çocuk, kapının önüne geldiler, içlerinden birinin reis olduğu belli. Çocuklara nerelerde durmaları gerektiğini söylüyor. Biz görünmeden bekliyoruz, az sonra belli ki çocukların çok iyi tanıdığı kerli ferli bir adam sinemanın kapısında beliriyor ve çocuklardan birine işaret veriyor, çocuk adama doğru gidiyor, adam iki bilet alıp çocukla birlikte sinemanın karanlığında kayboluyor. Bana “Işıl yeter artık” dediğinizi duyar gibiyim, tamam sinemanın kapısından uzaklaşalım ve E-5 yoluna ya da kentin sahil yollarına doğru yola çıkalım. Havanın kararmasını bekleyelim. Bu bölgede herkesin yeri belli, 12 yaşına bile gelmemiş kız çocukları pezevenklerin görünmeden kol gezdiği bölgede duruyorlar. Üstlerinde daracık parlak kumaştan elbiseler, ayaklarında taraklı ayaklarının sığmadığı topuklu ayakkabılar, çoğunun saçları sarı boyalı, diplerden kara kara saç çıkmış. Tamam bekleyin, son derece lüks bir araba kızların bölgesine yaklaşıyor ve arabadaki adam eliyle işaret veriyor, iki kız istiyor, kızlar topuklu ayakkabılarıyla zor zar yürüyerek arabaya biniyorlar. Bu arkada kentin bir başka yerinde, küçücük erkek çocuklara Kuran dersi veriliyor. Başlarında kocaman fesler ve çocuklar hiç bilmedikleri bir dilde hocanın söylediklerini zar zor tekrar ediyorlar. Babaları şöyle demiş hocalara: “Eti senin kemiği benim!” 

Bu arada organ mafyası İstanbul’un her yerinde, bizim haberimiz yok, bir yıl içinde 60 bin çocuk kaybolmuş, nereye gittikleri bilinmiyor. Yıllar önce bir Fransız filmi izlemiştim. Çok zenginlerin yenilenmek için gittiği bir özel klinikte, garsonlar, havuzları ve ortamı temizleyen herkes Cezayirliydi ve bu temizleme işini yapanlar sürekli değişiyorlardı. Sonra anlaşıldı ki, Cezayirli gencecik garsonların her gün usul usul kanı çekilip, zengin moruklara enjekte ediliyormuş, gençleşmeleri için tabii... Bir süre sonra da kansız kalan temizlikçi ölüyor, ne gam, arkada bir mezarlık var, daha doğrusu bir kuyu var oraya atılıyorlar. Şimdi ben o 60 bin çocuk nerede diye düşündüğümde bu film aklıma geliyor. Gerçek filmden acıtıcı...

İşte sizi 20 milyonluk bir kentte küçük bir gezintiye çıkardım. Ama bitmedi, yaşadığımız bu kentte daha neler var, hep birlikte öğreneceğiz. Öğrenmeliyiz. Çünkü mart ayında belediye başkanlarını seçeceğiz. Bakalım bizlere ne söyleyecekler!..

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Diktatöre tokat attı- Mustafa Kemal Erdemol

25 Kasım. BM tarafından tüm dünyada ‘Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ ilan edilen günü Mirabal Kardeşler’e borçluyuz.

Dominik Cumhuriyeti’nin en karanlık yıllarıdır 1950’liler. Faşist diktator Rafael Trujillo’nun yurttaşlarına kan kusturduğu korkunç bir dönem. Trujillo gerçek bir canavardı. Gizli polisiyle, geniş ihbarcı ağıyla muhaliflerini öldüren diktatör onlarca şirketin de sahibiydi. Şirketleri arasında radyolar, turizm acenteleri, medya kuruluşları vardı.

Bugün ülkelerinde birer ikon, dünya çapında da büyük özgürlük savaşçıları olarak kabul edilen Minerva, Patria, Maria Teresa ve Dede Mirabal kardeşler, Katolik okulundan mezun, iyi erkeklerle evlenmiş, çocuk sahibi kadınlardı. O dönem diktatörlüğe karşı savaşanların pek de dikkatini çekecek, mücadeleye çağrılacak figürler değillerdi.

Kız kardeşlerden Minerva diktatörlüğün baskılarıyla daha öğrencilik dönemlerinde de karşılaşmıştır her Dominik vatandaşı gibi. Örneğin parlak bir hukuk öğrencisi olduğu üniversitede henüz ikinci sınıftayken Trujillo’yu öven bir konuşma yapana kadar sınıfa alınmayacağı bildirilmiştir kendisine. Bu baskılara rağmen mezun olmayı başardığında da avukat olma iznini asla alamayacaktır.

Diktatörün arzuları
Beğendiği kadınları zorla ayağına getirten, çoğuna tecavüz eden Trujillo’nun Mirabal kardeşlerle nasıl karşılaştığı konusunda bir bilgi yok. Diktatörün emriyle bir partiye katılmalarının istendiği ileri sürülüyor sadece. Herhalde bu partide görüp beğenmiş olmalı Minerva’yı diktatör. Genç kadın o günden sonra da sürekli arzu nesnesidir Trujillo’nun. Minevra birlikte olma teklifini her defasında reddettiği diktatörün zıvanadan çıktığı bir an yüzüne şiddetli bir tokat indirir. Sonrası hem onun hem de ailesi için bir cehennem azabıdır.

Trujillo’nun teklifini kabul etmemesi aile bireylerine de baskıyı getirir beraberinde. Hapse atılan babası ancak ölmek üzereyken serbest bırakılır, çıkar çıkmaz da hayatını kaybeder. Minerva ile annesi başkente geldiklerinde polis tarafından gözetim altında tutulurlar. ‘Minerva’ya Trujillo’yla bir gece geçirmesi koşuluyla serbest bırakılacakları söylenir.

Trujillo’nun baskıları cinsel arzularına karşılık vermediği bir diktatörün hayatını zindana çevirdiği Minerva ve kız kardeşleri ile eşlerini artık birer muhalif aktiviste dönüştürmüştür. Miraballar, diktatörlüğe karşı mücadelenin her alanında yer almaya başlamışlardır. Broşür, bildiri dağıtırlar, evde silahlar yaparlar.

Bir fuar ziyareti sırasında Trujillo’ya yönelik bir suikast girişimi nedeniyle Mirabal kardeşler de tutuklanmıştır. Ancak uluslararası baskı nedeniyle bir süre sonra eşleri değil ama kız kardeşler serbest bırakılırlar. Ancak Trujillo artık kararını vermiştir: Mirabal kardeşler yok edilmelidir.

Dağ yolunda pusu
Trujillo, Mirabal kardeşlerin hapishanedeki eşlerini ülkenin başkente uzak bir köşesine nakleder. Bir dağı aşarak gidilebilen bir yerdir burası. Üç kız kardeş bunun bir tuzak olduğunu biliyorlardı, ama buna rağmen dostlarının uyarılarına kulak asmayarak eşlerini görmek için yola koyuldular. Tarih, 25 Kasım 1960. İçinde bulundukları cip, gizli polis tarafından pusuya düşürüldü. Araçtan çıkmayı başarıp, o sırada gelen bir kamyonu durduran kardeşler, kamyon sürücüsüne kim olduklarını açıklayıp öldürülmek istendiklerini söylediler. Sürücü hızla uzaklaştı yanlarından. Polisler dövdükten sonra boğarak öldürdükleri Mirabal kardeşlerin cesetlerini yeniden cipe koyarak aracı da uçurumdan attılar. Ama araçtaki ve bedenlerdeki parmak izleri ile başka birtakım kanıtlar olayın cinayet olduğunu ortaya koyuyordu.

Mirabal kardeşlerin ölümü Dominik halkının diktatöre karşı ayaklanmasını hızlandırdı. Olaydan altı ay sonra Trujillo kendi askerlerince öldürüldü. Öldürüldüğü gün hâlâ bir bayram olarak kutlanmaktadır.

Diktatöre karşı mücadelede kardeşleri kadar aktif olmayan Dede Mirabal, ölen kız kardeşlerinin, daha sonraki yıllarda bir çok hükümette görev alacak çocuklarını büyüttü.

Ölümsüz Kelebekler
Bugün tüm Dominik kentlerinde Mirabal kız kardeşlerin (Üç Kelebek olarak anılıyorlar) adının bulunduğu birçok sokak, kültür merkezi, okul bulunmakta. Kendi doğdukları kentin adı da Herman’s Mirabal olarak değiştirilmiştir.

Romancı Julia Alvarez hikâyelerini 1994’de yayımlanan Kelebekler Zamanı adlı romanında anlattı. Bu kitap 2001’de Salma Hayek’in başrolünde olduğu aynı adı taşıyan bir filme de uyarlandı.

Mirabal Kardeşler’in öldürüldüğü gün olan 25 Kasım, BM tarafından 1981 yılında Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir.
O gün bugün 25 Kasım’da hem Mirabal kardeşler anılır, hem de kadına şiddet konusunda etkinlikler düzenlenir.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

Grinch: Dindar bir hayal dünyası - TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ

Dr. Seuss’un (Theodor Seuss Geisel) çocuk kitabında yarattığı mitolojinin en iyi uyarlaması 1966 Chuck Jones’un yirmi altı dakikalık televizyon çizgi filmi idi. Ardından biraz zorlama ile uzatılarak daha doğrusu çekiştirilerek hikâye 2000’de Jim Carrey’nin oynadığı Ron Howard’ın çektiği sinema filmine dönüştürüldü. Noel zamanı izlemesi gelenekselleşen bir filme dönüşen bu Grinch’lerin son olması gerekirdi. Ancak yetmemiş olacak ki Grinch bu sefer de bir Illumination Entertainment ürününe dönüşmüş olarak karşımızda. Üstelik içini dolduracak geniş hikâye malzemesi olmamasına rağmen gene normal film uzunluğunda.

Illumination’ın kötü bir animasyon stüdyosu olduğunu düşünmüyorum ama hâlâ yaptıkları işleri beğenmiyorum. Bence Dr. Seuss’un Lorax’ını mahvettikleri gibi Grinch’ini de mahvetmişler. Grinch filminin senaryosu gibi karakterleri de sıkıcıydı. Her şeyden önce Grinch olması gerektiği kadar kötü değildi. Grinch’i sevimli hale getirmek oldukça saçma bir tercih olmuş. Köpeğinin saçını okşayarak saçına şekil veren, bir geyiği ailesine kavuşması için serbest bırakan Grinch olur mu hiç? Bu ekip her seferinde animasyonun çocuklar için olduğunu düşünerek basit işler yapıyor.

Dr. Seuss’un yarattığı karakterlere sahip olan, ana hatları aynı tutan Grinch’in onlarca kez hikâyesini duymuşsunuzdur, bilmeyenler için kısaca özetleyecek olursam; Grinch Whoville’de yaşayan insanların kalbinden daha küçük kalbe sahip, kıskanç, nemrut birisi. Kasabadaki herkesin Noel hediyelerini, süslemelerini, ağaçlarını çaldıktan sonra insanların buna rağmen hâlâ Noel’i kutladıklarını görünce Noel’in hediyeler, dekorasyon ve ağaçlarla ilgili olmadığını bundan daha fazlası olduğunu anlıyor. Böylece kalbi büyüyen ve huzura eren Grinch Noel şarkılarıyla kutlama yapan Wholuların arasına karışıyor.

Hıristiyan bayramı olan Noel’in, pagan gelenekleri, İsa ve Tanrı ile direkt ilişkisi modern zamanlarda daha global bir hale dönüştürülerek ekonomiye can veren ticari tüketim haline sokuldu. Who’da yaşanan hikâyede meselenin bu materyalist boyutu eleştirilerek ‘Grinch Noel’i çalmadı, o sadece eşyaları çaldı’ demeye getirmekte. Tabi hikâye bunu yaptıktan sonra İsa konulu Noel ilahileri söylemeleriyle beraber verdikleri bu mesajın temeline kocaman bir Hıristiyan propagandası yerleştirmiş oluyor. Hollywood aile, çocuk, Noel filmlerinde çoğunlukla politik bir mesaj aranır ve aranınca da illaki bulunur. Filmler ya tutucuların benimsediği bir konuda propaganda üretir ya da tam tersi demokratların. Bu bakış açısıyla Grinch’in filmine baktığımızda filmin gizliden ortaya koyduğu dini önerileri görmemek imkânsız.

Hıristiyanların kullandığı birkaç kalıp vardır ‘Grinçleşme, Grinçlik yapma’ yani umuda, neşeye ve en önemlisi İsa’ya dön, demeye getirirler. Kimdir bu Whoville’de yaşayan Wholular. Sürekli Noel ilahileri söyleyen Hristiyan olan bir ahali. Peki aralarından Hıristiyan olmayan Wholu var mı? Agnostik olan, Budist olan, Müslüman olan, Yahudi olan? Grinch’in Noel’e karşı oluşu ve bu insanlardan izole bir şekilde yaşıyor oluşunun, kalbinin diğer insanlardan küçük oluşunun filmde getirdiği izahat Grinch’in bir yetimhanede büyümüş olması. Bu bence yeterli değil. Belki Grinch Hristiyan değildir. Belki toplumdan uzakta, soğuk bir mağarada kendine kurduğu hayat aslında dinsel bir özgürlük alanıdır. 

Sonuç olarak eleştirdiği tüketim toplumunun bir parçası konumuna düşen film, bu evrensel hayal dünyası için fazla dindar.

TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ / BİRGÜN

Yeni hayallerin zamanındayız...- ÖNDER İŞLEYEN

Tunus’ta 17 Aralık 2010’da seyyar satıcı M.Buazizi’nin tezgahına el konulmuştu.Tezgahını almak için gittiği belediye kapısından geri çevrilen M.Buazizi bedenini ateşe vermişti. M.Buazizi’nin isyanı yoksulluktan bunalan Tunus halkının çığlığı olmuş, ardından da tüm Ortadoğu’yu etkileyecek bir direniş dalgası başlamıştı.



On yıllarca diktatörlükler altında ezilmiş milyonların özgürlük ve eşitlik bayrağını dalgalandırdıkları bu isyan günleri pek çok yerde gerici ittifaklar temelinde çalınarak etkisizleştirilmişti. Emperyalizmin, gerici güçlerle ittifakları temelinde bu hareketlere karşı yürütülen mücadelenin ilk evresini eskimiş diktatörlük yapılarının yeni bir biçimde sürmesi ile sonuçlanmıştı.

Tunus şimdi aradan geçen 8 yılın ardından, 1 milyona yakın emekçinin katıldığı grevlere sahne oluyor. 2016 yılında IMF ile anlaşma imzalayan Tunus yönetimi, üç milyar doları bulan borcun faturasını halka çıkarıyor. IMF emriyle atılan son adım kamu çalışanlarının ücretlerine zam yapılmaması ve kesintiye gidilmesi oldu. Bu karar büyük grevlerle süren bir direnişin tetikleyicisi oldu.
Tunus’ta sokaktaki milyonlar şimdi de ‘aç ve boş midelerin devrimini göreceksizin’ diyor! M.Buazizi’nin sesi de burada saklı! Son günlerde Gezi üzerine iktidarın yürüttüğü saldırılarının bir yanı tam da bununla ilgili. Krizin ağırlaştığı koşullarda, iktidar ‘aç ve boş midelilerinin’ harekete geçme ihtimaline karşı onu baskılayacak bir söylem çerçevesini Gezi üzerinden kurmaya çalışıyor.

Şimdi Saray labirentlerinde bozulun-kurulan ittifaklarla ilerlenen seçimlerin de parçası olarak gündeme sokulan bu tartışmanın asıl hedefi krizle birlikte oluşabilecek muhtemel toplumsal hareketliliktir. Muhalefetin etkili olabilmesi de ancak (bugün pasif biçimler altında biriken) tepkileri toplumsal bir hareket olarak örgütleyerek bir güç oluşturmaktan başka bir şey değil.

                                       ***
İsyan hareketlerinin geri çekilmesi, siyasal seçeneklerin yaratılamaması muhalif topluluklar üzerinde kuşkusuz bir güçsüzlük duygusu yarattı. Bunun karşısında ise muazzam bir baskı gücüne erişen neo-faşist iktidarlar çoğalmaya başladı. Güç dengesinde bu kayma muhalefetin dinamizmini kırarak içe büken bir sonuç üretmeye başladı. Türkiye’de de durum farksız. Muhalefet partilerinin şimdi seçimler dolasıyla biraz dostlar alışverişte görsün misali yapıp ettikleriyle durumun değişmeyeceğinin herkes farkında. Tam da bu yüzden muhalefet birikiminin daha fazla içe bükülmesinin da önüne geçilemiyor.

Bu güncelliğin daha ilerisine bakıldığında ise veril iktidarların da muhalefetlerin de gönülsüzce desteklendiği, zoraki bir ilişkinin ötesinde büyük bir arayışı görmek pekala mümkün. Siyasal bir biçimden de henüz söz edemesek de dikkatlice bakmamız gereken yer genç kuşaklar başta olmak üzere toplumun dinamik kesimlerinin artan bıkkınlığıdır. Bu sadece her zaman pasif ve içe dönmüş bir durumu değil zaman zaman politikleşerek parlayan bir inisiyatifi de ifade eder. ABD’de yapılan araştırmalarda Y kuşağı olarak ifade edilen gençlerin büyük kısımının sosyalizmi bir gelecek olarak görüyor olması, Trumpların en büyük korkusuna dönüşüyor.

Bıkkınlık ve arayışın bir başka ifadesini özellikle de kriz sonrasında artan göçlerde görmek mümkün. Yunanistan, ekonomik kriz sonrasında tarihinin en büyük göçlerinden birisi yaşadı.Yunanistan’tan kriz sonrasında, yüzde ellisi genç ve eğitimli olan yarım milyon insan göç etti. Bu göçe rağmen Yunanistan’da genç işsizlik halen yüzde ellilerde. Benzer bir durumu İspanya’da da görmek mümkün. 2008 sonrasında İspanya’yı terk eden genç sayısı yaklaşık 2 milyon. Fransa’da ise bir milyonun üzerindeki genç ülkesinden  ayrıldı. (Küreselleşmenin Çöküşü, J.R.Saul)

Kaynağında belirli bir umutsuzluğun ve umutsuzluktan kaynaklanan kaçış eğiliminin olduğunu ifade edebileceğimiz bu durum aynı zamanda bir arayışı da ortaya koyuyor. Küresel neoliberal düzen tam da ‘tarihin sonu’ ile birlikte tüm başka zamanların da sonunu ilan ediyor ve herkesi bulunduğu anın sonsuzluğuna ikna eden bir sabitlemeye de dayanıyordu. Bu hareketlilik ‘şimdinin büyüsü’nün bozulduğunu toplumsal hareketliliğinin durağanlıkla yer değiştirdiğini ortaya koyuyor. Bu arayışa, onun kimi yerlerde sosyalizme doğru parlayan hareketine bakarak ilerlemenin yolunu bulmalıyız. 

                                        ***
Muhalefet hareketimiz için gerekli olan da bu hareketliliğe eşlik etmek diyebiliriz. Aynı biçimleri tekrarlayarak hapsolunmuş bir sabitlikten ve bitmez bilmez bir tekrardan ibaret bir muhalefetin biçimi de uslubu da dili de artık tükendi. O tükenmişliğin dışında bir umut alanı yaratmak önce muhalefetin politik odağını (merkezini) değiştirme iddiasına sahip bir iradenin güçlendirilmesinden geçiyor. Muhalefetin yeni rüzgarı bir politik iddianın etrafında, toplumsal yaşamın her alanında birike birike başka fırtınaların kapısını açabilir… Her şey bize bunun mümkün olduğunu söylemeye devam ediyor.

M.Buazizi’nin sesinin, sekiz yıl sonra Tunus sokaklarında yeni bir biçimde ilerleyen hareket bugün bize arkamızdaki Gezi’lerin ilerisindeki yeni hayallerin zamanında olduğumuzu hatırlatıyor. Ve bu zaman boş ve aç midelerin devriminin, Y kuşağının geleceğini aradığı sosyalizmin zamanıdır…

Önder İşleyen / BİRGÜN

Lüks saat endüstrisi ve gösterişçi tüketim - ANIL ABA

Veblen’in gösterişçi tüketim teorisi deyince herkesin aklına pahalı spor arabalar, markalı kıyafetler falan gelir. Doğru; ancak pahalılık gösteriş için tek kriter değil. Fiyatının ötesinde, bir malın (veya hizmetin) ne kadar işe yaramaz olduğu da önemlidir.

Saat kitlesel olarak fonksiyonel hale kapitalizmde gelmiştir. Yani iş günü, toplantı saati, uçak kalkış saatleri, favori dizinizin başlama saati vb. şeylerin önemli olması görece yeni sayılır. Bundan 300 yıl önce Habsburg hükümdarının mektubunu getiren elçinin saat kaçta saraya vardığının pek önemi yoktu. Ama bugün pizzanız 10 dakika gecikse ortalık karışabilir ya da fabrikadaki mesaiye 15 dakika geç kalsanız yarım günlük yevmiyeniz yanabilir.

Zamanı bilmek artık günlük hayatın olmazsa olmazı. Bu yüzden, cep telefonu henüz yokken, herkesin kolunda bir saat olması ve üreticilerin kârı arttırmak için ürün farklılaştırmasına giderek çeşitli kalitelerde saatler üretmeleri pekâlâ anlaşılabilir. İsviçre’de rekabet kızışırken haliyle çok ince işçilik ile yapılmış “state-of-the-art” teknolojide saatler de üretildi.

Bugün “high-end” saat piyasasında Audemars Piguet, F.P. Journe, Vacheron Constantin, Richard Mille ve 463 bin avroluk ortalama bir modeli bakan Çağlayan’a da “hediye” edilen Patek Philippe gibi markalar ön plana çıkıyor. Bunların en düşük modelleri 15 bin dolar, sınırlı sayıda üretilen bazı özel modeller ise 10-15 milyon dolarlara kadar çıkıyor. Kolunda 10 milyon dolar taşımak da epey ilginç bir duygu olsa gerek.

Göz ucuyla takip etmeye çalışıyorum; her hafta Sotheby’s, Christie’s ve Phillips müzayede evlerinde vintage Rolex modelleri 80-100 bin dolara kadar alıcı buluyor. Daha geçen hafta 1957 model ucuz bir Submariner (bkz. James Bond) Cenevre’deki Sotheby’s müzayedesinde 12500 dolara, 1969 model altın kaplama bir Submariner ise 45 bin dolara satıldı.

Zamanla saat üretimi, tıpkı otomobil ya da çamaşır makinesi gibi, jenerikleşti. Milyon dolarlık saatler satan Patek Philippe, Audemars Piguet ve Vacheron Constantin 150-200 yıllık şirketler iken F.P. Journe ve Richard Mille 1999 yılında kurulan çok yeni markalar. Demem o ki üretim teknolojisi jenerik hale geldiğinden yeni şirketler piyasaya girip tepeye oynayabiliyorlar.

Böylesi yüksek bir piyasada bütün saatlerin içinde müthiş ince bir işçilik olduğuna şüphe yok. Ama sonuçta saat işte. Kuantum mekaniği laboratuvarlarında üç milyar yılda sadece bir saniye seken kol saati yapmak gereksiz. Ecnebilerin deyimiyle “over-engineered.” Zaten bu aşırı mühendislik yüksek fiyatları açıklamıyor. Mesela Vacheron Constantin’in 11 milyon dolarlık Kallista modeli —ki acayip çirkin bir saattir— tanıtılırken vurgulanan özelliği 118 adet zümrüt kesim pırlantayı saate kaplamanın 20 ay sürmesi… Çünkü eskiden Rolex’in pazarlama sloganlarından biri olan “günde ±2 saniye hata payı” artık neredeyse bir endüstri standardı haline geldi. Katma değer teknolojiyle değil gösteriş olsun diye eklenen mücevher taşlarla veriliyor. 

“Low-end” piyasa bence daha eğlenceli. DKNY, Lacoste, Gucci, Tommy Hilfiger, Michael Kors, Armani vb. aslen saat üreticisi olmayan “designer” markalar parça başı 4-5 dolara fason olarak ürettirdikleri saatlerin üzerine logolarını koyup birkaç bin dolara satıyorlar. Bu ayardaki saatler Çin’deki üreticilerden kiloyla alınıyor. Ali Express’te 1 dolara analog quartz saat satıyorlar, kargo dahil.

Gösterişçi tüketimde işe yaramazlık
Veblen’in gösterişçi tüketim teorisi deyince herkesin aklına pahalı spor arabalar, markalı kıyafetler falan gelir. Doğru; ancak pahalılık gösteriş için tek kriter değil. Fiyatının ötesinde, bir malın (veya hizmetin) ne kadar işe yaramaz olduğu da önemlidir.

Çok pahalı bir Porsche düşünün. Evet, gerçekten İstanbul trafiğinde bu kadar lüks bir arabayla gezmenin bir gösteriş boyutu vardır. Ama kabul etmek de gerekir ki bu araba, misal, bir Skoda’ya göre daha konforlu, daha sessiz, daha seri, daha hızlıdır. Tüm bu üstünlükler aradaki farkın tamamını değilse de önemli bir kısmını açıklar. Sonuçta araba işe yarayan bir şeydir. Pahalısı aynı işi daha iyi görür. Yeni model pahalı bir cep telefonu ya da üst model MacBook Pro’lar için de aynı durum geçerlidir. Son çıkan yazılımları çalıştırmanız gerekiyorsa son çıkan bilgisayarları almanız gerekir.

Öte yandan, mesela, Kaçak Saray’daki altın varaklı bardaklar salt gösterişçi tüketimdir. Bir liracılardan aldığınız bardak fonksiyoneldir ama tanesi 1600 lira olan altın varaklısı gösteriştir. Altının besleyici bir değeri olmadığına göre, tanesi 100 dolara altın parçacıklı suşi yemek de öyledir. Altın kaplama ve pırlanta işlemeli iPhone modeli telefonun kendi fonksiyonlarının ötesinde gösteriş için alınır. 

Diyeceğim, bir mal ne kadar işe yaramazsa gösteriş kat sayısı o kadar artar. İşe yarayan bir şeyin kalitelisine fazla para vermek, bir yere kadar, rasyonelize edilebilir. Esas gösteriş “o kadar zenginim ki hiçbir işe yaramayan bir şeye bu kadar çok para verebiliyorum” diyebilmektir. 
Bu bağlamda, mesela, Cem Yılmaz’ın salt gösteriş için tüketim yaptığına az rastlanır. Aldığı malın en kalitelisini alır. Yılmaz’ın tüketiminin bir kısmı muhakkak ki gösteriştir ama sonuçta çoğu bir faydaya istinaden yapılan tüketimlerdir. Diğer yandan Ali Ağaoğlu gösterişçi tüketimin Türkiye başkanı olabilir. Fakirler karanfil bırakırken o gül bırakır, canlı yayında cebindeki paraları saydırır, oğlunun 60 bin avroluk sürat teknesini parçalar sonra gider 250 bin avroya özel uçak alır, arabalarının sayısını hatırlamaz ve tabii ki milyon dolarlık kol saati takar.

Saatin işlevi zamanı ve tarihi göstermesidir. Kırtasiyelerde 15 liraya satılan dijital Casio da aynı işlevi görür, Phillips müzayede evinde aktör Paul Newman’in 17,8 milyon dolara sattığı mekanik Rolex Daytona’sı da… Kaldı ki artık saat her yerde var; bilgisayarda, cep telefonunda, televizyonda, tablette… Tam da bu sebepten ötürü, yani fonksiyonelliğinin bir anlamı kalmadığı için saat salt gösteriş tüketimi haline gelmiş ve milyon dolarlık saatler satılmaya başlanmıştır. Bugün üst model bir Rolex ile Faberge yumurtaları arasında pek bir fark yoktur. Zenginler ikisini de gösteriş ve yatırım değeri için alırlar.

Anıl Aba / BİRGÜN

25 Kasım 2018 Pazar

Kadına şiddetle mücadele ve Mirabal kardeşler - SOL

'Bundan 58 yıl önce, okyanus ötesinde Mirabal kardeşlerin yazdığı tarih, bugünün kadınlarının ekonomik, fiziksel ve psikolojik her türlü şiddete ve şiddeti besleyen sömürü düzenine karşı dimdik durabilmeleri için bir zemin oluşturacak.'


25 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde, ülkede 30 yıldır iktidarda olan diktatör Rafael Trujillo’ya boyun eğmeyen üç kız kardeş iktidarın emriyle öldürüldü. Patria Mirabal, Minerva Mirabal ve Maria Teresa Mirabal, Trujillo onları sonsuza kadar susturma kararı alana kadar çeşitli yollarla direnmeye devam ettiler. Defalarca tutuklanan Minerva ve Maria Teresa’nın uzak bir hapishaneye özellikle nakledildikleri eşlerini ziyaret etmeye giden üç kadın, dönüş yolunda ıssız bir yerde şoförleri ile birlikte saldırıya uğradı, öldürüldü ve olaya kaza süsü vermek üzere bedenleri arabalarına tekrar konduktan sonra uçurumdan aşağıya atıldı.

Trujillo, Latin Amerika ülkelerinden elini hiç çekmeyen ABD’nin desteğini uzun süre arkasına almıştı. En büyük görevi, dünya üzerinde ve Latin Amerika’da esen sosyalist devrim rüzgarının ülkeye girmesini engellemek ve Amerikan sermayesi ile iyi geçinmekti. 31 yıllık iktidarında 500 binden fazla insanı gizli polisi aracılığıyla öldüren ve birçok kişiyi işkencelere maruz bırakan Trujillo, dönemin tanıklarına göre ülkenin kadınlarına “sahip olduğunu” düşünüyordu. Emir verdiği halde yanına istediği kadınların gönderilmemesi demek, ailelerinin devlet başkanına itaat etmemekten ceza alması demekti.

Batista diktatörlüğünü alaşağı eden ve sosyalist devrimini gerçekleştiren Küba örneği, Dominik Cumhuriyeti’nde de artık boyun eğmemeye kararlı bir grup insanı biraz daha harekete geçirdi. Trujillo’yu devirmek için denizden adaya inen 50 devrimcinin öldürülmesinin ardından, öldürüldükleri tarih olan 14 Haziran, ülke içerisindeki muhalif grubun yeraltı örgütünün adı oldu. 14 Haziran hareketi içerisinde Las Mariposas (Kelebekler) kod adını alan ve hala bu isimle hatırlanan 3 kız kardeşin ölümü, direnişi söndürmek yerine daha da güçlendirdi.

1981 yılında Latin Amerika’daki kadın aktivistler, faşist diktatörlere karşı yaptıkları bir mücadele ilanı olarak Mirabal kardeşlerin öldürüldüğü gün olan 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak belirlediler; 1999’da ise Birleşmiş Milletler, 25 Kasım’ı "Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü" olarak kabul etti.

Bugün kadına şiddet sistematik ve yaygın biçimde devam ediyor. Kadınlar öldürülüyor, fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Ancak ortadan kaldırılması için mücadele vereceğimiz şiddet, yalnızca evde ve sokakta koca ya da sevgili tarafından uygulanan değil, aynı zamanda gazetelerde ve televizyonlarda pekiştirilen kadın düşmanlığı ile iş yerinde patron tarafından da uygulanan şiddet. Kadınların, eğer çalışabilirlerse, düşük ücretlerle ve kayıtdışı çalıştırılmaları, haklarını aradıklarında da “evlerine gönderilecek” ilk grup olmaları gerçeği, bu durumu kullanan sömürü düzenine karşı durarak değişecek. Bundan 58 yıl önce, okyanus ötesinde Mirabal kardeşlerin yazdığı tarih, bugünün kadınlarının ekonomik, fiziksel ve psikolojik her türlü şiddete ve şiddeti besleyen sömürü düzenine karşı dimdik durabilmeleri için bir zemin oluşturacak.

SOL

'Burası distopik bir ülke, burası Chaosmos' - E. Zeynep Suda, Olgu Ülkenciler

Emin Altan'la 'Chaosmos' adlı sergisi ve kitabı üzerine konuştuk. Beş yıl boyunca dünyanın farklı noktalarında hayalet mekanları, terk edilmiş yapıları fotoğraflayan Altan, belgesel kulvarın dışında olmayı tercih ettiğini söylüyor: 'Ben hep şunun peşinde olmayı seçtim: Orada bir hastanede boş bir yatak görüyorsunuz ve ey izleyici, bu senin orada ölen babaannendi, hisset bunu diyen bir yaklaşım...'

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm”



Emin Altan’ın beş yıllık bir proje kapsamındaki fotoğrafları Norgunk tarafından Bülent Erkmen’in kurgu ve tasarımıyla Chaosmos adlı kitapta yayımlandı.
Kitabın tanıtım yazısında “Burası distopik bir ülke, burası dünyada bir yer, burası ‘Chaosmos’. Yaşayanlar az önce buradaydılar ama şimdi yoklar, kıyameti beklemeden çekip gitmişler. Evlerini, fabrikalarını, uçaklarını, işkence odalarını, çocuklarının oyuncaklarını bırakıp gitmişler. Belli ki bir şeyler ters gitmiş. Emin Altan beş yılı aşkın bir süre boyunca bu distopik ülkeyi gezdi, bu hayalet mekanları, yapıları fotoğrafladı, modern insanın doğayla girdiği savaştan nasıl yenik ayrıldığını kare kare belgeledi. Dünyaya inanmayan, onu aşmaya çalışan zihnin ödediği, ödettiği bedellerin kaydını düştü” deniyor. Altan projesini iki tema, Narcissus ve yabancılaşma kavramları üzerinden yürüttüğünü belirtiyor.

Dostumuz fotoğrafçı Emin Altan’la Chaosmos albümü ve sergisiyle ilgili olarak konuştuk..
________________________________________________________________
– Emin Altanʼın fotoğrafla olan macerası nasıl başladı?
Çocukluk yıllarında bir fotoğraf makinesi sahibi olarak fotoğrafa ilgi duymaya başladım, dedemle beraber karanlık odada ilk fotoğrafımı bastığımda herhalde 5-6 yaşlarındaydım, karanlık odada kimyasalların içinden bir görüntünün ortaya çıkışı, dedemle yaşadığım büyüleyici bir şeydi. Yine aynı yaşlarda 8mm bir kamera edinmiştim ve daha sonra sinemayla da ilişkilendiğim üniversite yıllarımda hep yanımda taşıdığım bir Zenit makinem vardı. Bana ilginç gelen bakış açılarıyla görüntüleri yakalamaya çalışıyordum ama bu daha çok amatör bir hobi olarak gelip geçti. 1994’ten sonra İFSAK ile ilişkim başladı. Fotoğraf üzerine yoğunlaştım ve projeler üretmeye başladım. İFSAK bünyesinde çalışmalarım 2003ʼe kadar yoğun olarak sürdü. 1998-2003 arasında İFSAK yönetim kurulunda ve uluslararası fotoğraf yarışmaları düzenleme süreçlerinde görev aldım. Paralel olarak Fotoğraf Vakfı içerisinde de görevler aldım ve uluslararası festivaller düzenledik, tabii ben bir gemi inşaat mühendisi olarak profesyonel hayatın içindeydim ve çok yoğun bir çalışma temposu içerisinde fotoğrafa çok az zaman ayırabiliyordum. Bu uluslararası fotoğraf festivalleri sürecinde tanıştığım çok önemli fotoğrafçılar oldu ve onların nasıl çalıştığını, işlerinin peşinde tutkuyla nasıl koştuklarını, sınır tanımadıklarını gördüm, benim dar zaman aralığına sıkıştırdığım projeler ile yetinemeyeceğimi bir kez daha anladım, kendi koşullarım yüzünden fotoğrafa küstüm de diyebilirim. Fotoğraf çekmeyi öteledim ve buna paralel olarak emekli olup fotoğraf projelerinin peşinde koşacağım bir hayatın hayalini kurmaya başladım. 45 yaşında bunu gerçekleştirmeyi hedefliyordum ama 49 yaşımda oldu.

Emekliliğin hemen ardından 2012 yılında bu projeye başladım, 2017 yılında da son fotoğrafları çektim ve böylece Chaosmos ortaya çıktı. Aynı anda pek çok projeye yoğunlaşabilen biri olmadığım için tek bir projeye yoğunlaştım. Ben bir sokak fotoğrafçısı, foto muhabir ya da belgesel fotoğrafçısı değilim. Genel olarak projem kapsamında bir adım atacak değilsem o dönem yanımda fotoğraf makinesi taşımıyorum. Proje odaklı çalışabiliyorum ve projenin dışında örneğin 2017ʼde son fotoğrafları çektim ve kitap süreci tamamlandı yine bir yıl fotoğraf çekmedim. Şimdi tekrar yeni yeni başladım. Çernobil üzerine spesifik bir proje çıkarabileceğimi düşünüyorum, belki de bir kitap.
________________________________________________________________
– Biraz kitabınızın ismi ‘Chaosmosʼdan bahsedebilir miyiz?
Aslında Chaosmos benim bulduğum bir isim değil benim projeye başlarken koyduğum isim Narcissusʼtu. İki tema üzerinde yürüdüm. Biri Narcissus yani mitolojide bilinen hikâyeyi belki biraz farklı yorumlayarak, insanın kendine olmakla birlikte kendi ürettiğine, kendi yarattığına hayranlığının kendi ve doğanın sonunu getireceği bir değerlendirmeyle kurduğum bir kavram. Bir diğeri de Marxʼın 1844 El Yazmalarıʼnda kullandığı yabancılaşma kavramı, yani emeğine yabancılaşma, nihayetinde insanın kendi türüne ve doğaya yabancılaşması ve bunun sonunu getireceği gibi. Bunun görüntülerini dünyanın her yerinde yakalamaya çalıştığım bir projeydi. Chaosmos adı Norgunk yayınevi ve tasarımcı Bülent Erkmenʼin birlikte ortaya çıkarttığı bir kitap başlığı oldu ve benim de hoşuma gitti, itiraz etmedim.
Belki daha kapsayıcı daha açıklayıcı oldu.
_________________________________________________________________
– İnsanın ürettiklerine yabancılaşması, aşırı üretmesi, bunu yaparken kendini ve doğayı tüketmesi bunlar çok önemli konular ama bir taraftan da sizin çektiklerinizi izlerken bu olguya bir “eyvah” diye yaklaşmak mümkün, bir de “bunu nasıl değiştirebiliriz” diye bunu eleştirerek yaklaşmak mümkün. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir? Ve eserleriniz buna nasıl bir cevap oluşturuyor?
Bunu çok düşündüm ve bunun tedirginliğini bu kitabı ortaya koyan biri olarak çok derin yaşıyorum. Dediğiniz gibi iki uca gidebilir. Daha çok korku salıp geleceğimizle ilgili kaygılarımızı besleyen ve bizi pasifize eden bir misyon da üstlenmiş olabilir. Farklı bir okumayla ya da bunu dönüştürmek için, daha aktif daha bilinçli adımlar atılması için bir vesile olabilir. O tedirginliği yaşıyorum. Açıkçası bu kitabın bu sıkıntılardan arınmış ve izleyicisine doğrudan mesajlar veren bir kitap olduğu kanısında değilim. Kimi izleyicilerde böyle bir etkisi olabileceği mümkündür ama daha ne yapılabilirdi? Daha didaktik bir söylem ile kitap kurgulanabilirdi belki ama bu konuda hiç net değilim. Bu kitabın oluşum sürecinde birçok arkadaşımla bu süreçleri konuştuk, tartıştık. Belgesel fotoğraf çevresinden çok arkadaşım var ve ısrarla beni belgesel kulvara çekmeye çalıştılar ama ben hep o kulvarın dışında olmak istediğimi söyledim, netice olarak kitap da bunun izlerini taşıyor. Örneğin kitapta hangi fotoğrafın nerede ne zaman çekildiği, o mekâna dair bilgilerin olmaması benim çok bilinçli bir tercihim. Bu konuda çok eleştirildim çok tartıştık arkadaşlarımla.

Bunu yapma nedenim şu oldu: Bir; bana bir özgürlük alanı sağlıyor çünkü çok saygı duymakla birlikte belgesel disiplinin zorunluluklarını biliyorum. Bu fotoğraf şurada, şu tarihte çekildi, bu mekânın şöyle bir tarihçesi vardır, insanlık tarihinde böyle bir misyonu olmuştur gibi bilgiler ve o mekâna yoğunlaşma, o mekânı aktarma gerekirliği. Oysa ben hep şunun peşinde olmayı seçtim: Orada bir hastanede boş bir yatak görüyorsunuz ve ey izleyici, bu senin orada ölen babaannendi, hisset bunu diyen, izleyenin duygularına ulaşmaya çalışan bir yaklaşımın peşinde, çünkü biz o kadar çok enformasyon alıyoruz ki özellikle fotoğrafta, belgeselde, sinemada da hep ötekine bakıyoruz. Bizim dışımızdaki ötekine bakıyoruz ve bu bambaşka bir tehlike aslında. Konforlu güvenli alanlarımızdayız ve her ne oluyorsa ötekinin hayatında oluyor, bu da belgeselin taşıdığı bir başka sıkıntı. Doğru şudur budur demiyorum ama ben dediğim gibi böyle bir kulvarı seçtim, insanların duygularına ulaşabilecek ve belki de “benim komşumun evinde çekildi bu fotoğraf” düşüncesini yaşamalarını bekliyorum.
_________________________________________________________________
– Fotoğraflarınızın çok şiirsel bir tarafı var, fotoğraflarınızdaki renk duygusu özel bir tercih mi?
Renkleri olabildiğince geri çektim, desatüré bir hale gelmesini özellikle tercih ettim. Sonuçta aynı mekânda üç beş ay arayla neredeyse aynı kadrajla çekilmiş bir başkasının fotoğrafı cıvıl cıvıl benimki ise sönük. Renklerimi çok aradım, ararken de daha çok ölümün sınırlarında gezinmek istedim. Mavi yeşilin tonları ve şunu söyleyebilirim ki bu süreç içinde çok gidip geldim. İlk editlerde bir hayli monokroma çektiğim, kontrastını yükselttiğim bir etki yakalamıştım ama ben sürekli renk arayışımı sürdürdüm. Belgesel bir fotoğrafçı olsaydım böyle dertlerim olmayacaktı ama belgeselin kurallarına sadık kalma sorumluluğum olacaktı. Kendi resmimi yapıyorum gibi bir özgürlük alanı seçtim kendime. Aşağı yukarı kendi mavilerimi, yeşillerimi, sarılarımı yakaladığım noktada geri döndüm ve doğanın yeşillerini biraz daha öne çıkartmayı tercih ettim. İçinde yaşama, doğanın gücüne, direnişine dair bir umudu birazcık öne çıkartmak için de bir renk seçtim. Tabii bunlar küçük nüanslar ve herkes farklı bir açıdan bakıp neresiyle buluşuyor bilmiyorum ama netice olarak fotoğraflar bu noktaya geldi.
________________________________________________________________
– Sizin çektiğiniz bu değişik durumları ortaya çıkartan öznel bir nedenden bahsedilebilir, yani kapitalizmin ortaya çıkardığı tüketim, aşırı üretim, arzu nesnesi yaratma hali vs.. Fakat buraya baktığımızda her birini ortaya çıkartan farklı bağlamlar olduğunu görüyoruz. Çernobil başka, Detroit başka, belki kuruyan göller başka... Siz bu farklılıkları özümsemeyi ya da altını çizmeyi hiç düşündünüz mü?  Ya da o farklılıklar sizin ilginizi çekiyor mu? Aynı sahneleri yaşadığımız yerde de görebiliyoruz.
Aslında her biri ayrı bir araştırma ve belgesel konusu. Bu konuda dünyada yapılmış çok başarılı çalışmalar da var, mesela iki Fransız fotoğraf sanatçısının yaptığı Gunkanjima ya da Detroit çalışmaları var. Spesifik, terk edilmiş kömür madeninde ya da Detroitʼin otomotiv sektörünün, dünya piyasalarıyla rekabet edemeyip hayalet kente dönüşünün izlerine dair. Çernobil olsun, Fukuşima olsun dünyada pek çok noktanın kendi hikâyesi var. Kitapta az sayıda Türkiyeʼden de örnekler var. Başta da söylediğim gibi bu kitabı tasarlarken o özgürlük alanını kullandım. Kitabın bölümleri olabilirdi, tarihsel dönemlere ayrılıp kurgulanabilir pek çok metinle desteklenebilirdi ama biz böyle bir kitap yaptık.
_________________________________________________________________
– Mesela Türkiye özeline bir kitap çıkartmak isteseydiniz nereleri fotoğraflamak isterdiniz?
Yapamadığım ama yapmayı çok isteyeceğim Sümerbank fabrikaları, örneğin Zonguldak bölgesinde artık işlevini yitirmiş maden ocakları, farklı bir proje olarak Dereköy. Bunların hepsinin kendi hikâyeleri, kendi tarihsellikleri var. Çok daha güncel olarak ise güneydoğuda terk edilmiş köyler, iç göç olgusu yani metropolleşmeyi özendiren tarım politikaları sonucu artık tutunamayan köylünün bıraktığı, kısmen terk edilmiş köyler gibi sonsuz bir kaynak var. Ama bütün bunları düşünürken nedense daha belgesel nitelikli çalışmalar aklıma geliyor. Belki ileride ben de belgesel bir çalışmaya yönelebilirim.
_________________________________________________________________
– Tarihsel bağlama oturtmanın şöyle bir faydası olabilir: Sanatçı bunu tercih etmeyebilir ama tarihsel bağlama oturtmak diyelim ki sanayi sonrası bir çöküntü alanıyla, Çernobil gibi bir örneği birbirinden ayırabilir ya da bir kuruyan göl ile İngiltere’de sanayi sonrası bir kasaba birbirinden ayrılabilir.
Açıklayıcı olur mu bilmiyorum ama benim bu projeme yön veren 1999 yılında başladığım ve 2014’e kadar zaman zaman çekimlerini yaptığım Angkor Tapınağı’ydı. Orada ben bir uygarlığın hem doğa koşulları hem istilalar karşısında geri çekilmesi ve bir jungle’a terk edilmesi ve sonrasında doğanın o insan emeği yaratılarını, eserlerini, kucaklayışı, kabul edişi ya da patlatıp atması mücadelesinin içine düştüğünü gördüm ve bu beni çok etkiledi. Yıllar sonra bu kitap üzerine çalışmaya başladığımda da hep Endüstri Devrimi sonrasını ele aldım. Angkorʼu buna dahil etmediğim gibi Türkiye’de olan harabeleri de buna dahil etmedim, burada öznel olarak kurduğum bağ benim çocukluğumun izlerini görüyor ve arıyor oluşum. 70ʼlerde, 60ʼlarda aktif olan ve sonra terk edilmiş birçok mekânda çocukluk gözlerimle gezdiğimi, biraz özlemle andığımı ve hatta bunun tedirginliğini hissettim. Örneğin ben nüfus sorununu çok önemsiyorum ve çocukluğumda 3,5 milyar olan dünya nüfusunun bugün 8 milyara dayanması beni çok ürkütüyor. Dolayısıyla sanayi devrimi sonrası içinde denenmiş pek çok yönetim biçimleri olmakla birlikte, bunların tıkandığının izlerini de vurgulamak istedim.
_________________________________________________________________
– O tıkanma yaşanırken bir de bundan farklı biçimlerde yeniden kâr elde etmenin yolları aranıyor. Bu alanlarda hafızayı oluşturan başka müzeler yapılıyor, hediyelik eşyalar konabiliyor mesela. Gittiğiniz yerlerde böyle durumlarla karşılaştınız mı? Belki sizin ilk gittiğinizde o tapınaklar başka türlüydü ama şimdi oralarda turistler geziyor.
Evet doğru. Ben Angkorʼa 1999ʼda iki kez, 2002 ve 2004ʼte gittim ve ilk gidişimde Kızıl Kmerler hâlâ aktifti, tepemizde helikopter, önümüzde arkamızda makineli tüfekli insanlarla, mayın tarlalarının içerisinden geçerek bir tapınaktan bir tapınağa ulaşıyorduk. Sonra 2014ʼte gittiğimde tripodumu kurmuş bir fotoğraf çekecekken, Çinli turist gruplarından, otobüslerinden fotoğrafı çekemez hale geldim. Bunun hediyelik eşyasından, otel işletmeciliğine, tur operatörlüğüne kadar inanılmaz bir tüketim ağı var.
Bir taraftan da amatör fotoğrafçılar arasında “abandoné” diye yükselen bir trend var. Bir diğer taraftan ise “ben oradaydım” diyerek fotoğraf çeken dünyalı bir güruh var. Amerikaʼda birçok kitap çıktı “abandoné” temalı. Aralarında saygı duyduğum birkaç kitap var ama birçoğu maalesef çok kötü. Birine benim de katıldığım terk edilmiş mekanlara gidip fotoğraflar çekmek üzerine birçok workshop düzenlenmekte. Bu bir pazar halini aldı. Avrupaʼda kısmen ama özellikle Amerikaʼda çok yoğun bir ilgi ve talep var.

Örneğin Çernobil kendi başına bir pazar olmuş durumunda. Oraya giren her bir fotoğraf meraklısı içeride bulunan eşyalardan kendine göre bir kurgu oluşturuyor ve bunu fotoğraflıyor. Bebekler, posterler, afişler sonu olmayan bir kurguya sebebiyet veriyor ve bir tüketim nesnesine dönüşüyor.
_________________________________________________________________
– Peki bu durum sanat çevrelerinde nasıl değerlendiriliyor? Tüketim ve bozma hali, anlam kayması ve tüm orijinalitesinin bozulması hali?
Diğer sanat disiplinleri için konuşamam ama bir fotoğrafçı doğal olanın, el sürülmemiş olanın peşindedir diye düşünüyorum, en azından ben onun peşindeyim diyebilirim. Ama bunun tam tersi, oradaki bu kurgusal değişimler fotoğrafta bir sanat projesi olabiliyor. Sonuç olarak her şey metalaşıyor ve kendi adıma ben bu durumdan bir fotoğrafçı olarak kurgulandığı ve deforme edildiği ölçüde rahatsızlık duyuyorum.
_________________________________________________________________
– Aslında konu edilen mekanın tek başına fotoğraflanması bile o mekanı değiştiriyor, oranın özgünlüğünü ortadan kaldırıyor çünkü başka türlü bir hafıza yaratımına sebebiyet veriyor diyebilir miyiz?
Bu doğru yalnız şu noktanın da altını çizmek isterim. Eğer yüzyıl önce bu kitap ortaya çıksaydı dediğiniz çok daha çarpıcı olurdu. Ama bugün benim bunu yaptığım dönemde her bir yerden binlerce on binlerce fotoğrafçı geliyor ve benzer fotoğraflar çekiyor.

Dolayısıyla ben uygarlıktan kopmuş, ulaşılamamış bir yer keşfetmiş değilim. Evet, orada kendimce bir bakışı açısı bulmuşumdur ama yüzyıl öncesinin Hindiçini’ne giden Fransızları gibi değilim doğal olarak ve bugün kimse de olamaz. Örneğin Angkor tapınağı medeni dünyada yanılmıyorsam 600 yıl sonra keşfedilmiş bir yer ve ilk giden fotoğrafçılar buraları fotoğraflamış, Parisʼte birtakım sergilerde izleyiciye sunmuşlar yani o zaman o mekâna dokunulmuş. Bugün hiçbir fotoğrafçının böyle bir iddiası olamaz, olmamalı da ve fotoğrafçıların etkisi de bu şekilde okunmamalı.
_________________________________________________________________
- Peki bu projeyi distopyadan ayıran şey nedir? Birçok önemli distopik çalışmalar mevcut elbette gelinen noktayı eleştiren ve dönüştürmeye çalışan.
Ben buna cevap vermekte biraz zorlanıyorum. Bu bir tartışma konusu da oldu aslında: Distopya mı, postapokaliptik bir vizyon mu gibi. Ama şunu da özellikle belirtmek isterim, yalnızca görüntülerle ürettiğim bir eserin taşıyacağı mesajın kodlarının çözümlenmesi nereye kadar gerçekleşebilir? Bu bir sinema eseri olsa biz bunu hikâyesi ve pek çok diğer faktörle besleyip bir hikâyeyi daha tanımlanabilir kılabilirdik. Art arda dizilmiş bir dizi fotoğraf, belgesel özellik de taşımıyor ise bu nüansların burada tartışılabilmesinden şüpheliyim. Mümkün değil diye bir iddiam yok ama benim için bir soru işareti. Yalnızca görüntülerle net mesajlar anlatılabilinir mi? Kim nasıl başarıyor? Buna cevap veremiyorum.
Distopyaların mevcut düzene eleştiri yöneltirken ve onu yerden yere vururken bile veri kabul ettiği o gerçekliğin belli bağlamları oluyor.

Mesela o postapokalipsi oluşturan şeyler bazen nükleer savaş ya da doğal bir afetin yol açtığı yıkım olabiliyor. Bunun bile bir bağlamı oluyor, mesela postmodern dünya bu bağlamı reddediyor.

Birkaç örnek üzerinden konuşacak olursak, mesela Aral gölünü besleyen iki nehrin kanallarının yoğun el emeğiyle değiştirilip dönüştürülmesi ve sulu tarımın yapılmasına olanak sağlanması Stalinʼin mucizesidir. Ama hemen arkasından göldeki bu değişimin sebebi aşırı tuzlanma ve kitlesel balık ölümleri, su çekilmeleri ve bir süre sonra sulu tarımında başarısızlığa sürüklenmesi bir ütopyanın distopik sonuçları demek belki de. Detroitʼte dünya piyasalarında çok büyük bir güç olacağı varsayılan otomotiv sektörünün işçi göçlerinden sonra büyük bir hayal kırıklığı ile çöküşe sebebiyet vermesi gibi örnekler mevcut. Bunların hepsi ve her bir fotoğrafın üzerine uzun uzun konuşulabilinir. Ama sadece görüntülerle kendini anlatma derdinde olan bir kitap bunu ne kadar anlatabilirdi, belki bu eleştirilebilir.

E. Zeynep Suda, Olgu Ülkenciler / SOL

Siz Türkiye misiniz? - ÖZDEMİR İNCE

R.T.Erdoğan, AİHM’nin Selahattin Demirtaş davası hakkında verdiği kararla ilgili olarak “AİHM bizi bağlamaz” demiş. Erdoğan hem AKP Genel Başkanı, hem Türkiye devletinin cumhurbaşkanı. İki unvan için ayrı üniforma giymediğinden konuşan kimliğin hangisi olduğunu anlamak kolay değil. Ancak söylemler (discours) kimlik ve bağlamı eleverdiği için dilbilime aşina olan biri karar verebilir. Örneğin, AİHM, Avrupa Konseyi’nin çok önemli bir kurumu olduğu için, bir devlet başkanı, bu mahkemenin, kendi hükümeti hakkında aldığı karara karşı “Bizi bağlamaz” diyemeyeceğini çok iyi bilir.

***

Ama bir siyasal partinin genel başkanı, iktidarda olsa bile (aslında onun da dememesi gerekir ama) “AİHM’nin kararı bizi ırgalamaz!” diyebilir. Diyebilir ama itibarı zedelenir. İtibarı zedelenir, çünkü kendisinden önceki hükümetlerin imzaladığı uluslararası sözleşmeleri “Biz imzalamadık!” diye reddedebileceği düşünülür. “Bunu yapan onu da yapar” misali...
“AİHM’nin kararı bizi bağlamaz” diyen ister Parti Genel Başkanı, ister Başbakan, ister Cumhurbaşkanı olsun, uluslararası bir skandaldır. AKP’nin ünlü Ortak Aklı (!) “böyle” düşünmese de rasyonel ve kartezyen akıl “böyle” düşünür.

***

Şimdi gelelim “Biz”in kimliğine: “Siz” kimsiniz? R.T.Erdoğan, AKP’nin grup toplantısında konuşurken bu cümleyi söylediğine göre “Biz” dediği AKP’nin kimliği. AKP ise, ne millet, ne devlet, ne de hükümet; TBMM’de grubu olan bir azınlık partisi. Dolayısıyla, bu cümlenin siyasal olarak hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Ancak Erdoğan’ın kimlik sapıncını eleverir. “Tek Adam”ın aynı zamanda bir siyasal partinin genel başkanı olarak, eylem ve sözleriyle, uluslararası gerilimlere, skandallara yol açabileceği de cabası...
Konunun bir başka görünümüne geçmeden önce, Erdoğan’ın parti grubunda yaptığı konuşmanın bir başka yanlışına da itiraz etmek zorundayız: AKP Genel Başkanı, “Türkiye’nin ‘Eski Türkiye’de bıraktığı düşünülen birtakım polemiklerin ve tartışmaların içine yeniden çekilmeye çalışıldığını kaydeden Erdoğan, birilerinin ısrarla 1940, 1960, 1970 ve 1990’ların baskı ve tedhiş iklimine taşımaya çalışıyor olmasının manidar olduğunu” söylemiş. (Cumhuriyet, 21.10.2018)

***

Bir düzeltme yapalım: “Eski Türkiye” olarak tanımladığı devlet günümüz AKP devletinden çook daha itibarlı, çook daha demokrat, halkı çok daha müreffeh, sanayisi gelişmiş, tarım ve hayvancılığı çok daha güçlü durumda, ekonomisi ise dünya sıralamasında 14-17 aralığında bulunuyordu. “Eski Türkiye” (!), kimseye muhtaç değildi, kendilerinin Türkiyesi ise ne yazık ki çok düşkün durumda. 

Gelelim şu “1940, 1960, 1970 ve 1990’ların baskı ve tedhiş iklimi” iddiasına. Bu yıllardaki hükümet baskısı AKP iktidarının baskısı yanında hiç kalır. 12 Mart ile 12 Eylül öncesinde tedhişten söz edilebilir. Ancak şu anda o tedhişin faillerinden biriyle ortaklık yapmakta. 1940’larda tedhiş iddiası da kuyruklu yalan. Hiç kuşkusuz o dönemde, AKP saltanatının yolsuzluk, partizanlık, kayırmaca ve hukuksuzlukları da yoktu. O dönemin tanıkları hâlâ hayatta.
***

Rıza Türmen (AİHM eski yargıcı), Turgut Kazan (Eski İstanbul Barosu Başkanı), Öztürk Türkdoğan (İHD Genel Başkanı), Erdinç Sağkan (Ankara Barosu Başkanı), Daniel Holtgen (AB Konseyi Sözcüsü) AİHM kararının, iç ve dış mevzuat gereği, uygulanmasının zorunlu olduğunu söylüyorlar. Erdoğan hükümetinin kararı uygulamaması durumunda Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden atılması bile söz konusuymuş. 

Ama esas oğlan, AKP’nin anayasa âlimi, medrese muallimi Burhan Kuzu henüz konuşmadı ve Başyüce Erdoğan henüz “Karşı Hamle” taktiğini açıklamadı.

Özdemir İnce / CUMHURİYET