27 Kasım 2018 Salı

Karadeniz’de çalışılmış kriz! - İBRAHİM VARLI

Karadeniz’de Ukrayna ile Rusya arasındaki son kriz, bölgede “dondurulmuş” sorunların yeniden ısıtılmaya çalışıldığının işareti. Odessa’dan Maripol’a gitmek isteyen Ukrayna savaş gemilerine Rusya’nın Kerç Boğazı’nda el koymasının yol açtığı gerilim bizzat Kiev’in ürettiği çalışılmış bir senaryo.

ABD liderliğindeki Batı’nın hedefindeki Rusya’ya karşı uluslararası toplumu harekete geçirmeye çalışan Kiev, istediğini aldı gibi. AB, NATO ve ABD anında Kiev’in yanında saf tuttu. Batılı başkentlerden gelen açıklamalarda Rusya hedef alındı.

Moskova, Kiev’i kışkırtıcı eylemlere girişmekle suçlarken, arka planda bizzat Devlet Başkanı Poroşenko’nun olduğu iddiasında. Kiev ise Moskova’yı provokasyonla suçluyor.

KRİZİN NEDENLERİ
Moskova ve Kiev karşılıklı olarak birbirilerini suçlarken, krizin arka planındaki nedenler…
► Seçim yatırımı: Kiev’in üretilmiş kriz üzerinden birkaç amacı var. Ülkede dört ay sonra devlet başkanlığı seçimleri yapılacak. Yolsuzluk içinde yüzen ‘çikolata kralı’ Poroşenko’nun popüleritesi yerlerde. Anketler seçimi kaybedeceğini gösteriyor. İktidarda kalması olağanüstü krizlere bağlı. Seçim öncesinde gerilimi tırmandırmaya ihtiyaç duyuyor.

► Sıkıyönetim ilanı: Ukrayna lideri Poroşenko sıkıyönetim kararnamesi imzaladı. Sıkıyönetim ilanıyla istenirse Mart’taki devlet başkanlığı seçimleri ertelenebilecek. Muhalefete göre sıkıyönetim diktatörlük uygulamalarını artıracak, seçimlerin ertelenmesine neden olabilecek.

► AB/ABD yardımı: Ekonomik krizdeki Ukrayna acilen ihtiyacı olan ABD ve AB mali yardımlarını mobilize etmek istiyor. Batı nezdindeki öneminin farkında olan Kiev, Rusya’yı üzerine çekerek Washington’ı daha fazla desteğe zorlayacak hamleler yapıyor.

► Minsk anlaşması: Ukrayna 2014’teki iktidar değişiminin ardından fiili olarak ikiye bölündü. Rusya yanlısı ayrılıkçı cumhuriyetlerle yaşanan savaş, Kiev’i sıkıştırmış bulunuyor. Minsk anlaşmasıyla çatışmalara ara verilse de, düşük yoğunluklu çatışmalar yer yer devam ediyor. Anlaşmanın bozulması, çatışmaların sürmesi için bir gerekçe lazım.

ABD-RUSYA BİLEK GÜREŞİ
Ukrayna Rusya ile Batı arasında bir “tampon bölge.” Rusya ile Avrupa arasında sıkışıp kalan, tarihi boyunca da bu stratejik konumunun bedelini ödeyen bir ülke. Bundan beş yıl önce patlak veren olayların iç savaşa sürüklediği ülkede oluşan gerilim hatları kriz üretmeyi sürdürüyor. Bu haliyle de Rusya’ya karşı ABD ve Batı’nın elindeki en güçlü kart.

Bilek güreşine giriştiği Rusya’yı dört bir taraftan sarmalamaya çalışan ABD’nin yığınak yaptığı cephelerden olan Karadeniz’deki her türlü gerginlik Batı ittifakına yarıyor. Bulgaristan ve Romanya’yı NATO’ya eklemleyen ABD, Ukrayna’yı ise Rus karşıtı cephenin karakoluna dönüştürdü. Ukrayna üzerinden Karadeniz’i üs edinen ABD, buradaki varlığını her geçen gün artırıyor. Batı’nın Ukrayna üzerinden kendisini çevrelediğini gören Moskova ise karşı hamlelerle Ukrayna’yı kaptırmama arayışında.

GÜRCİSTAN’DAN ALINACAK DERS
Ukrayna’nın iç savaşa sürüklenerek bölünmesinde ülkedeki aşırı sağcılarla, Rusya karşıtı ABD/AB destekli Batı yanlısı muhalefetin payı büyük. Gürcistan’da Şaakaşvili liderliğindeki sağ muhalefetin Batı desteğiyle oynadığı kumarı kaybetmesi nasıl ülkeyi parçalara böldüyse, benzer senaryo Ukrayna’da da gerçekleşti.

Kasım 2013’te dönemin iktidarının AB yanlısı anlaşmayı iptal etmesiyle sokağa çıkan sağ muhalefet “Maidan Devrimi”yle iktidarı alaşağı etti, işbaşına gelen neo faşist yönetime tepki olarak ülkenin doğusunda Rusya yanlıları iki farklı cumhuriyet ilan etti. Kırım ilhak etti. Doğu Ukrayna’da sınırları değişti, 5 binin üzerinde kişi yaşamını yitirdi ve büyük bir insani trajedi doğdu. Gürcistan örneği Ukrayna’ya ders olmalı. Batıya fazla güvenin sonu Gürcistan için felaket olmuştu.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Duayen hukukçu Metin Günday: Saray’da azar işiten yargı, adalet sağlayamaz- CAN UĞUR

“Danıştay Daire Başkanları, yargıçları üyeleri hatta andımızla ilgili kararı veren heyetin üyeleri Danıştay’ın 150. yıldönümü nedeniyle gerçekleştirilen buluşmada Sayın Cumhurbaşkanı’ndan azar işittiler. Bunun hukuk devleti açısından izahı mümkün değil”

Türkiye’de yargı bağımsızlığı hiç olmadığı kadar tartışılıyor. 12 Eylül 1980 Darbesi’ni aratmayan yargı kararları alınıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önünde cübbesini ilikleyeninden onunla çay toplayana kadar birçok alanda yüksek yargı üyeleri faaliyetlerini sürdürüyor. Bu süre zarfında ise bağımsız yargı konusuna ise neredeyse hiç değinilmiyor. Kuvvetler ayrılığı neredeyse hiç konuşulmuyor. Son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) HDP’nin tutuklu eski Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğunun hak ihlali olduğuna ve serbest bırakılması gerektiğine hükmetti. Kararı duyan AKP’liler ise veciz ifadeler dile getirmekte gecikmedi. Erdoğan’dan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e kadar birçok isim ‘karar bağlayıcı değil’ açıklamalarını peş peşe gerçekleştirdi. Peki gerçekten karar bağlayıcı değil mi? İktidara ve yandaş medyaya bakarsak kararın hükmü yok ancak hukukçular pek öyle düşünmüyor.

Bu hafta Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu İdari Hukuku Profesörü Metin Günday. Ankara Üniversitesi (AÜ) Hukuk Fakültesi’nde 33 yıl boyunca öğretim üyeliği yaptıktan sonra doktora dersi vermeye devam eden Prof. Dr. Metin Günday’ın dersine geçen yıl son verildi. Prof. Dr. Günday ile son AİHM kararını ve Türkiye’deki yargının halini konuştuk.

► Bu haftanın en çok konuşulan konusuydu. AİHM kararları bizi bağlamıyor mu?
Olay şu kısaca: AİHM’in vermiş olduğu karar bizim de tarafı olduğumuz, iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz, Anayasa’nın 90. Maddesi’nin son fıkrasına göre kanun hükmünde olan bir uluslararası sözleşmeye; yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne dayanan bir karardır. Hatta temel haklarla ilgili uluslararası antlaşmalar söz konusu olduğunda mer’i kanun (yürürlükteki kanun) ile çelişkili hükümler içermesi durumunda uygulanması gereken bir sözleşme Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Devletimizin altına imzasını attığı bir sözleşmeden, iç hukukun parçası haline gelen bir sözleşmeden bahsediyoruz. O nedenle tereddütsüz bağlayıcıdır.

‘Bağlamaz, bizi ilgilendirmez’ gibi hükümlerin hepsi hukuk dışıdır. Hukukçu olarak benim üzerinde fikir beyan etmeye dahi değerli bulmadığım düşünceler bunlar. Kim söylerse söylesin bunun bir önemi yok.

► Hukuken bağlayıcı olan bir şey uygulanmadığı zaman ne olur?
Uygulanmamasının anlamı yukarıda saydığım bütün sözleşme kurallarını ve anayasa hükümlerini ayaklar altına almak demektir bu kadar basit aslında. Bunları hiçe saymak demektir. İşin başka boyutu da var aslında.

► Nedir o?
Hukukta ahde vefa prensibi vardır. Basite indirgeyerek söylersek, bir insanın başka birine vermiş olduğu söze bağlı olması demektir. Günlük hayatımızla bağdaştıracaksak böyle diyebiliriz. Bu açıdan da sıkıntılı bir durum var. Bunu uluslararası ilişkiler ekseninde de düşününce devlet olarak bir anlaşmaya katılıyorsunuz, imza ediyorsunuz, taahhüt ediyorsunuz, sonra da uymuyorsunuz. Bu ilkeyi de ortadan kaldırmış olursunuz. Bu en birincil ilkesidir hukukun. Ahde vefa prensibi, durum buna da aykırı.

► Türkiye’deki hukuksal gidişat nasıl? Somut olarak neler söyleyebilirsiniz?
Hukuk devletinden uzaklaşma hatta onun zerresinin kalmaması durumu söz konusu. Hukukun üstünlüğüne dayanan ona bağlı devlet anlayışının ortadan kalkması söz konusu. Kendi koyduğu kurallara uymayı görev addeden devlet hukuk devletidir. Uymazsa onun zerresi kalmaz tablo da onu gösteriyor. Zaten şunu söylemek isterim. Hukuk devleti ilkesi ile ilgili AİHM kararından bağımsız söylüyorum; bugün AİHM kararı yarın başka bir durum çıkar ortaya. Ama mesele daha genel. Yani Türkiye’nin hukuk devleti olmama tablosu söz konusu.

► Niye?
Anayasa’da yazıyor. Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletidir diye. Ama şimdi orada yazmakla hukuk devleti olunmuyor. Bunun bir takım gerekleri var ve onu yerine getirmek zorunlu. Nedir bunlar. Bir kere hukuk devletinin özü yurttaşlarına ya da o ülkede yaşayan herkese hukuki güvence sağlamaktır. Herkes kendini güven içerisinde hissetmek durumunda olmalıdır. Devletin en başta gelen görevi budur. Bunun altını dolduralım: 1-Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması lazım. Anayasada tanımlananlar, düşünce özgürlüğünden basın özgürlüğüne kadar birçok alanda tanınmış olan temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması lazım. Devletin görevi bu. Bunları sınırlandıracaksan da ancak kanunla sınırlandırabilirsin. Kanunu kim yapar; yasama organı yapar. Kimlerden oluşur, halkın seçtiği temsilcilerden oluşur. Dolayısıyla eğer bir temel hak ve özgürlük sınırlandırılacaksa bu şekilde olur. Ama bu yeterli değil. Çünkü sadece bu yetseydi yasama organında çoğunluğu elde edenler istediği gibi temel hak ve özgürlükleri sınırlayabilirlerdi. Hatta temel hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirebilirlerdi. Buradan da şunu eklemek gerekiyor temel hak ve özgürlükleri yürütme de tek başına sınırlayamaz ancak kanun yetki verdiği ölçüde bunu yapabilir. Yine temel hak ve özgürlükler anayasaya aykırı şekilde sınırlanamaz. Anayasada bununla ilgili tanımlar vardır ona bağlı kalınarak yapılabilir. Son olarak da temel hak ve özgürlükleri imkansız hale getirecek şekilde sınırlayamazsınız. Hukuk devletinde işleyiş böyle olur. Bu nedenle kanun koyucunun yetkisi var. Ama bunun yanında bağımsız mahkemenin olması lazım. Bunun adı Anayasa Mahkemesi’dir.

► Buradan nereye geleceğiz?
Şuraya geleceğiz… Bu Anayasa Mahkemesi kimlerden oluşuyor. Mevcut durumdan bahsediyorum. Tamamını Cumhurbaşkanı atıyor. Buradan nasıl sınırlandırma olacak! Şimdi bizde dünyada eşi benzeri olmayan bir sistem var. Demokratik ülkelerde yok bunun benzeri. Ortada hükümet yok. Bakanlar kurulu yok. Cumhurbaşkanı yok sadece devlet başkanı var. Cumhurbaşkanı tarafsız olması lazım cumhurbaşkanımız bu yeni sistemde taraflıyı geçtim parti yönetiyor. Yani bu açıdan temel hak ve özgürlükler tehdit altında. Yürütmenin ve idarenin tüm işlemleri idari yargı denilen denetime tabi olması gerekir bunlar da idare mahkemelerinden oluşur.

► İdari yargı denetlemiyor mu?
Danıştay’ın tamamen tarafsız olması lazım. Şimdi bize bakalım. Böyle bir şey yok. Danıştay’ın 150. yılı nedeniyle Danıştay tarafından yaklaşık 1 ay önce bir sempozyum yapıldı. Nerede yapıldı, Külliye’de! Bu bir kere zaten sorunlu. Yargının bağımsızlığını ortadan kaldıran bir durum. Hukuk devleti denen hiçbir yerde olmaz. Örneğin Almanya’da bunu yapalım derseniz ‘deli misiniz’ derler. Merkel Hanımefendi’nin makamında bunu yapalım deseniz ‘durun yahu’ derler. Çelişkinin büyüğü burada.
Öte taraftan bir de şu vardı.Külliye’de  sempozyumun yapılmasından kısa süre önce Danıştay 8. Daire andımızla ilgili bir karar verdi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda andımızın okutulmasının gerek olmadığını öngören yönetmelik değişikliğini Danıştay iptal etti. Bunun gerekçesi, doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında konuşmuyorum. Bu kararı bu aşamada ne eleştiririm ne överim. Ama karar verilmiş Danıştay tarafından. Ben bunu yanlış bulabilirim ne gereği var diyebilirim. Bu benim şahsi düşüncem olur hukuken de değer ifade etmez.



Danıştay Başkanı’nın Erdoğan karşısında önünü iliklemesi çok konuşulmuştu.




► Cumhurbaşkanı da söylüyor, ne zararı var?

İşte oraya geleceğim... En yetkili ağız derse ki ‘Bu ne biçim karar’ ‘Siz kim oluyorsunuz, yetkilerinizi aştınız’ işte o zaman büyük sorun çıkar. Adalet Bakanı çıkıp benzer şeyler söylüyor. Danıştay Daire Başkanları, yargıçları üyeleri hatta andımızla ilgili kararı veren heyetin üyeleri Danıştay’ın 150. Yıl dönümü nedeniyle gerçekleştirilen buluşmada Sayın Cumhurbaşkanından azar işittiler. Bunun hukuk devleti açısından izahı mümkün değil.

► Yani hukuku zedelersiniz?
Zedelemek ne kelime kuvvetler ayrılığı ilkesinin köküne kibrit suyu dökersiniz. Üstelik bunu da eleştiri boyutunu aşarak sert sözlerle kesin hükümlerle yapamazsınız. Bunun kuvvetler ayrılığının esas olduğu bir hukuk devletinde yeri yok.

► Neden diyemez?
Biri yürütme biri yargı. Yargı yürütmeyi denetler, o yüzden diyemez. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül diyor ki bunlar yanlışlık yaptı yerindelik denetimi yaptı. Abdülhamit Bey hukukçu, Ankara Hukuk mezunuymuş. Muhtemelen öğrencim olmuştur. Karşıma oturtsam Abdülhamit Bey gel kahve içelim, bu yerindelik ne demektir diye sorsam adım kadar eminim ki yerindelik kelimesindeki ‘y’ harfini dahi, açıklayamaz. Adımın Metin Günday olduğundan ne kadar eminsem o kadar eminim. Bu konu çok teknik bir konu ve henüz ‘yerindelik ile hukukilik’ meselesi hakkında bunun ölçütü hususunda kamu hukukçuları tarafından kesin bir ölçüt getirilememiştir.
                                                             ***

Güven en büyük sorun

► Hukuk devleti diyoruz sürekli; hukuk devleti olmayan bir ülke nasıl olur?
En büyük ve en önemli sorunu şudur: Güven içinde yaşayamamak. Yani yurttaşların ‘yarın ben ne olacağım, sabahleyin 5’te kapıma polisler dayanır mı’ gibi endişeleri her zaman yaşadığı bir ülke anlamına gelir hukuk devletinin ortadan kalkması. Özetle haksız yere tutuklanmama tutuklansa bile uzun tutukluluk sürelerine maruz kalmama gibi temel durumlar söz konusudur hukuk devletinde. Şunu da eklemek isterim somutlamak gerekirse uzunca bir süre iddianamenin hazırlanmaması gibi son dönemlerde ülkemizde sıkça tanık olduğumuz olaylar aslında hukuk devletinin ortadan kalkmasının da temel göstergelerinden bir tanesi.

Can Uğur / BİRGÜN

Kutup savaşları - Zafer Arapkirli

Artık gına geldi şu klişeleşmiş, şu sahte “itidal” çağrısından: 
“Aman... Kutuplaşmayalım!..” 
Bunu kim söylüyorsa bilin ki, karşı kutbun ve Allah’ına kadar kutuplaşmanın savunucusu ve ayrımcı-dışlayıcı-ötekileştirici-düşmanlaştırıcı zihniyetin ağababasıdır. 


Kutuplar elbette vardır ve olacaktır. Zaten “kutuplaşma”, dünyadaki tüm çatışmaların, tüm çelişkilerin, tüm ayrılıkların ve özellikle de siyasette farklı (ve uzlaşmaz) kamplarda duruyor olmanın bir tanımıdır. 

Emekle sermayenin, sömürü ile buna karşı direnişin, emperyalizm ile bağımsızlığın, şiddete karşı olanla maganda erkek egemen zihniyetin, ahlaksızlıkla dürüst ve temiz siyasetin, hırsızlıkla erdemli çalışmanın aynı “kutupta” olduklarını ya da olabileceklerini nasıl savunabilirsiniz? 

Bilhassa siyasette ister istemez kutuplar vardır ki, bunlar savundukları ilkelerin (bazen de var olmayan ilkelerin, yani ilkesizliğin) farklılığını simgeler. 

Bakın, 23 Ekim 2018 günü yani bundan yaklaşık bir ay kadar önce, Sayın MHP liderinin ve ardından da Sayın AKP liderinin grup toplantılarında yaptıkları “Sen yoluna, ben yoluma” mealindeki açıklamalarla ilgili yorumum sorulduğunda, hem sosyal medyada, hem radyodaki yayınımda hem de konuk olarak katıldığım TV programlarında şunu söylemiştim: 
“Hiç kimsenin kendi yoluna filan gittiğine inanmayın. Bu ittifak dağılmaz. Çünkü bu ittifak rejimi, yeni rejimi, yani Başkanlık sistemini, yani ‘RTE Rejimi’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek üzere kurulmuştur. Bir güçlü kutuptur. Bu kutup dağılmaz. RTE Rejimi’nin bekasından asla ve kat’a feragat edilemez. Göreceksiniz, bal gibi yine işbirliği yapacaklar…”

Öyle de oldu. 

Yok efendim “Andımız” tartışmasında ters düşmüşler, yok efendim af konusunda farklı düşünüyorlarmış, McKinsey olayında değişik bir hissiyat varmış, hediye uçak konusunda ötekiler rahatsızmış, fındık fiyatları konusunda beriki hoşnutsuzmuş… filan. 
Bunları geçiniz. Herkesin bir şekilde ikna yolu bulunur ve sonuçta “Yeni Rejim’in muhafaza ve müdafaası konusunda uzlaşma sağlanır” demiştim. 

Öyle de oldu. 

Çünkü sözünü ettiğimiz, “koalisyon ortağı” iki parti, bu anlamda bir “Kutup” teşkil etmekteler. Yanlarına başka minik parti ve grupları da alarak, ama en önemlisi de siyaseti (ve tabii ülkeyi) bir örümcek ağı gibi, bir küf gibi, bir pas gibi, iltihap gibi ele geçirmiş “tarikat-cemaat-mafya-hırsızlık çeteleri ittifakı” ile birlikte o “Şer kutbu”nu oluşturuyorlar. 

Karşılarında da, “Öteki kutup” var. 

Şimdi 31 Mart’ta bu iki kutbun “final hesaplaşması” yaşanacaktır. İşin özü budur. 
Biraz samimi ve dürüst olup, bunu herkes en azından kendi kendine itiraf etmelidir. 31 Mart yerel seçimleri, “Yeni kurulmuş ve her ne pahasına olursa olsun muhafaza ve müdafaa etmekten çekinmeyecekleri, uğruna bugüne kadar çok kan döktükleri, çok hayat söndürdükleri ve bundan böyle de dökmekten çekinmeyecekleri Yeni Rejim (RTE Rejimi)”in beka mücadelesidir. 

Gerisi laf-ı güzaftır. 
Gerisi cilvedir, oyalamadır. 
Gerisi kandırmacadır. 



31 Mart, aynı zamanda, olağanüstü derecede yıpranmış, kokuşmuş, itibarını yitirmiş, kirliliği ayyuka çıkmış ve her anlamda iflas etmiş bir iktidara karşı, muhalefetin bugüne kadar (16 yıldır) yakaladığı en büyük şanstır. 

Baksanıza, iktidar partisi 3 büyük şehirde henüz aday bile çıkaramamaktadır. (Cumartesi günü açıklayacaklardı.. hani?) 

Bu şansı da kullanıp kullanamamak muhalefet blokuna (kutbuna) kalmıştır. 

E, artık aday listelerini de önünüze biz koymayalım kardeşim. Bizim (en azından benim gazetecilik anlayışım) işimiz değil bu.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

İsmail Kahraman’ın yanıt vermediği soru - Barış Terkoğlu

“Gerçek, nadiren saftır fakat asla basit değildir” diyor ya Oscar Wilde. Sanırım çözüyoruz. Son yazım üzerine eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman bir açıklama yaptı. Bir süredir Mehmet Akif’i gündeme getiren siyasetçilerin samimiyetsizliğini anlatıyordum. Asıl tartışma ise Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) İsmail Kahraman’dan önceki başkanı Rasim Cinisli’nin anılarıyla koptu. Cinisli, harap halde yaşayan Akif’in oğlu Emin Ersoy’u alıp, 1966’da MTTB’de bir odaya yerleştiriyordu. Ancak Cinisli’nin görevi bırakmasıyla her şey değişiyordu. 

Anılarından aktaralım: 
Emin Bey, ben askerdeyken adresimi nereden bulduysa bir mektup yazmıştı. Benden sonra MTTB’den kovulduğunu, perişanlık içinde olduğunu ve beni çok özlediğini ifade ediyordu. Maalesef birkaç ay sonra da Tophane’de bir kış günü, açık bir kamyonun karoserinde donmuş olarak bulundu.” 

Gelelim açıklamaya… 
Kahraman, Ersoy’un MTTB’den kovulduğunu reddetmiyor. Ancak kendi sorumluluğu olduğu yönündeki ithamı “Vefat tarihi 24 Ocak 1967’dir. Ben isebu tarihten bir buçuk ay sonra 11 Mart 1967’de Milli Türk Talebe Birliği Genel Başkanlığı’na seçildim” ifadeleriyle yanıtlıyor. “28 Kasım 1966 ile 11 Mart 1967 tarihleri arasındaki MTTB’nin yönetimi, Genel Kurul Kararı ile Mehmet Niyazi Özdemir başkanlığındaki divan heyetine verilmişti” hatırlatmasında bulunuyor. 

Gerçekten de MTTB’de 3 buçuk aylık bir yönetim kesintisi var. Başkanlığı, seçim tamamlanana kadar divan heyetindeki Özdemir temsil ediyor. Ancak bu dönemin Kahraman’la anılmasının nedeni başka. Cinisli’den sonra “geçici yönetimdeki” Özdemir değil, İsmail Kahraman egemenliği var. Hem geçici Başkan Özdemir, hem kaynak verdiğimiz önceki başkan Rasim Cinisli, hatta Alparslan Türkeş dahi İsmail Kahraman’ı destekliyor. Ersoy’un kovulması işte bu nedenle Kahraman’a soruluyor.

Cinisli: Açık konuşsun 
Gelelim ikinci konuya. 
Kahraman “Referans alınan kitabın içerdiği bilgiler, kötü niyetli olmasa da bir yanlış hatırlamanın veya yazılanları yanlış yorumlamanın ürünü olarak tarihler ve olaylara ilişkin birtakım çelişkileri barındırmaktadır” ifadelerini kullanıyor. Mehmet Niyazi Özdemir için “Ben ve hatırat yazarı da dahil olmak üzere hepimizin üzerinde çok emeği olan, manevi ve milli noktalarda hassasiyetimizin çok üzerinde insani ve İslami bir duruşu olan önemli bir mütefekkir” tanımını yaptıktan sonra şöyle göndermede bulunuyor: “Haysiyetli ve şerefli kişiler, diğer insanların şeref ve haysiyetine de saygı duymalıdırlar; tabii, insanlık vasıflarına sahip iseler.” 

Açıklamadan sonra aradığım Rasim Cinisli net bir yanıt verdi: 
Ben kimseyi suçlamadım, olayı kınadım. Olay varsa müsebbibi utansın. İmalı sözleri önüne perde yapan adamlardan değilim. Açık bir insanım. Kitabımda olayları anlattım. Eğer aktardığım olgular gerçekte yoksa bütün suçlamaları kabul ederim. Olay var mı yok mu? Mert olmak lazım. Yüze karşı başka gıyapta başka olan insanlardan değilim. Beni hedefleyen bir babayiğit varsa açık konuşsun.

Sebilürreşad: Hiçbir adım atmadı 
İsmail Kahraman, Akif’e vefasızlık eleştirilerine de şöyle yanıt veriyor: “Kültür Bakanı olduğum dönemde ‘Manevi Önderler, Millî Kahramanlar’ adı altındaki çalışmalarımdan birisi de değerli sinemacı Mesut Uçakanın yönettiği ‘Mehmet Akif’ filmidir. Mehmet Akif ve hatırasına saygı duymak ve gereğini yapmak hepimizin boyun borcudur.
 
Sebilürreşad’a “Kahraman gereğini yapıyor mu” diye sorunca derginin Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği adına net bir yanıt geldi:

Sayın İsmail Kahraman’a milli şairimizin ailesi adına Selma Ersoy Hanımefendi ve Sebilürreşad Yayın Kurulu Başkanımız Genel Yayın Yönetmenimiz ve yazı heyetimizle birlikte iki defa randevu alarak ziyarette bulunduk. 
Ziyarette kendisi Mehmet Akif Merhum için büyük dava adamı’ ifadesini kullanmıştır. Zaten heyetimiz onun Akif’e hürmetkâr bir şahsiyet olduğundan bahisle ziyarette bulunmuş ve iki hususta Akif Bey’in ailesi talepte bulunmuştur. 
1. 20 Aralık Mehmet Akif Bey’in doğum günü 27 Aralık ise vefat günüdür. Bu bir haftalık zamanın ‘Mehmet Akif Ersoy’u Anma haftası’ olarak karar alınması,
2. İstiklal Marşımızın resmi kabul günü olan 12 Mart haftasında TBMM’de ‘İstiklal Haftası’ münasebetiyle bir özel oturum irad edilmesi, bu oturuma Mehmet Akif Bey’in ailesinin misafir locasında izlemesi için davettebulunulması, 
3. Bu çalışmaların TBMM himayesinde gerçekleştirilmesini arz ve talep etmiştir. 
4. Kendilerine, halen Mehmet Akif Ersoy’un vefat günü olan 27 Aralık’ta mezarı başındaki anma merasiminin il müdürlüğü düzeyinde yönetilmesinin abes durumu anlatılmış ve TBMM Başkanı sıfatıyla bu merasime katılması için davet edilmiştir. 
Sayın TBMM Eski Başkanı, ‘Büyük insanların doğum günlerinde anılmasının bir gelenek olduğunu’ ifade ederek teklife olumlu yaklaştığını beyan ettiği halde bu kadar iyi niyetli ve meşru bir taleple ilgili hiçbir adım atmamış, mezarı başındaki anma programına katılmamış, ailesince Ankara’da düzenlenecekİstiklal programına da katılmayacağını hemen beyan etmiştir. Durum bundan ibarettir.” 
Kahraman’ın açıklaması ve yanıtlar böyle… 

İstiklal Marşı şairinin oğlunun MTTB’den kovulduğu gerçeği artık yadsınamaz olduğuna göre, döneminin en hâkim aktörü Kahraman’a soralım: 
Emin Ersoy’u MTTB’den kim kovdu? 

Tabii İstiklal Marşı’nın kabulü nedeniyle eski başkanlar döneminde düzenlenen törenlerin nereye kaybolduğunu da, kendisinin 12 Mart’larda nerede olduğunu da, Burdur’da Akif Müzesi boşaltılırken haberi olduğu halde sessiz kalmasının sırrını da bu sırada anlatabilir.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Polis Akademisi'nin Suriyeli Raporu! - Batuhan ÇOLAK

2017 yılında Antalya'da düzenlenen Uluslararası Göç ve Güvenlik Konferansı'nın bildiri ve raporları yeni yeni yayınlanmaya başladı.

Polis Akademisi öğretim üyeleri tarafından hazırlanan "Suriyelilere Dair Tehdit Algısı: Önyargılar ve Gerçekler" başlıklı rapora ise ayrı bir parantez açılması gerekiyor.

Raporda, Türkiye'deki sığınmacıların "sorunsuz bir şekilde" sisteme dahil edilmesi mesajı veriliyor. Ev sahibinin (Türkiye'nin) misafirlere uyması ve bu kapsamda bazı değişiklikler yapılması gerektiğine vurgu yapılıyor.

En dikkat çeken bölüm ise "yardım" yerine "üretime katılım" teklifi.
Raporda, sığınmacıların dönüş sürecine ilişkin hiçbir çözüm sunulmazken, üretime katılmalarının talep edilmesi kafalarda soru işareti uyandırıyor.
İşte raporda öne çıkan bazı talepler:

"Üretime katılmalılar"
"Uyum sürecinde, göçmenin ev sahibi topluma uyumu kadar ev sahibi toplumun da göçmenlere uyum sağlamalı. Türkiye'deki kentsel yaşamın koşulları ve dönüşümü göz önüne alınmalıdır. Suriyelilerin uyumuna dair programlar hayata geçirilirken, 'yardım' yaklaşımından ziyade 'üretime katılım' yaklaşımı esas alınmalıdır. Türkiye'deki Suriyeliler 'acil yardım' dönemini geride bırakmışlardır. Bu nedenle ayni ve nakdi yardım konuları kademeli olarak sivil toplum kuruluşlarına bırakılmalı, devlet imkanları ise meslek ve beceri edinme, istihdam ve iş kurma imkanlarının geliştirilmesine ayrılmalıdır."

"Yeni ibadet mekanları eklenmeli"
"Suriyelilerin Türkiye'yi tercih etme sebeplerinden birisi de İslam dini. Orta ve uzun vadede ibadet pratiklerindeki farklılıklar ve ibadet mekanlarının ayrışması zaman zaman toplumsal gerilimleri doğursa da yeni ibadet mekanlarının eklenmesi, iki toplumu ortak noktada buluşturacak mekansal tasarımların tesis edilmesi, ortak değer yargılarını ve pratiklerini ön plana çıkaran semboller kullanılmalı."

"Suriyeliler kentsel alanlarda yaşıyor, üsluba dikkat edilmeli"
"Medya, kutuplaşmayı artırabilecek, yabancı düşmanlığına zemin hazırlayabilecek ve çatışmayı tetikleyebilecek üsluptan uzak durmalıdır. Ülkemizdeki Suriyelilerin çok büyük bir kısmı kentsel alanlara yerleşmişlerdir. Bu nedenle uyum politikalarının, tek elden ve merkezi yaklaşımla yürütülmemesi gerekiyor. Bu sayede özgün koşulların gerektirdiği esnekliklere sahip uyum programlarının ortaya çıkması kolaylaşacak."

"Göçmenlerin medyada temsil edilme biçimlerinin ön yargıları pekiştiriyor. Özellikle sosyal medyada denetlenmesi imkansız iddialar ve haberler üretilebildiği, bu yolla ön yargılarla dolu göçmen imajları dolaşıma sokuluyor."

Soros'un talepleriyle benzerlik
Özellikle "yeni ibadet alanları" talebi, kullanılan üsluba çeki düzen verilmesi uyarısı, üretime katılım için projeler geliştirilsin önerisi dikkat çekici.

Polis Akademisi öğretim üyelerinin hazırladığı bu rapor aslında şu anki hükümet aklını yansıtması bakımından da önemli. Rapordaki taleplerin hayata geçirilmesi durumunda toplumda yaşanacak adaletsizlik, eşitsizlik, işsizlik ve kültürel çatışmalara ilişkin ise herhangi bir değerlendirme yapılmıyor.

Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz aylarda Suriyeli sığınmacıların karıştığı suçlardan dolayı birçok ilde sorunlar ortaya çıkmıştı. Diyanet ilk Cuma hutbesinde "algı operasyonu yapılıyor, yalan haberler üretiliyor" diyerek bu sorunların olmadığını iddia etmişti.

Geçtiğimiz hafta Soros'un Türkiye'deki Suriyelileri örgütlemek için birçok sivil toplum kuruluşuna Açık Toplum Vakfı üzerinden para akışı sağladığını belirtmiştik. Türkiye'deki Suriyeli sığınmacıların sisteme entegre edilmesinde Soros'un ne ilgisi olabilirdi? Oysa çok ciddi bir arka planı vardı.

Açık Toplum Vakfı dün itibariyle Türkiye'deki faaliyetlerine son verdiğini açıkladı. Ama bu karar kimseyi yanıltmamalı. Vakıf, son dönemde isim yönünden yıpranmıştı. Bu gelişme, Soros'un Türkiye'deki faaliyetlerinden, uluslararası sermayenin Türkiye'nin demografik yapısını değiştirme girişimlerinden vazgeçtiğini göstermiyor. Aksine ismi belirsiz, şeffaf olmayan kurumlar üzerinden bu faaliyetleri gerçekleştirmelerinin önünü açıyor.

Polis Akademisi'nin raporuyla Açık Toplum Vakfı ve ona bağlı kuruluşların düşünceleri neredeyse aynı olması ise akılları alt üst ediyor. Dahası Hükümet de buradan hareketle benzer politikalar yürütüyor.

Bu tasarımlar, bu söylemler, bu talepler, bu girişimler Türkiye'yi ilerleyen yıllarda çok daha olumsuz bir iç problemle karşı karşıya bırakacak.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

26 Kasım 2018 Pazartesi

Başka bir İstanbul’da dolaşmaya var mısınız? - Işıl Özgentürk

2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Kenti projeleri arasında, benim on yıldır kurup yönettiğim “Herkes Film Yapabilir” atölyesinin de bir projesi vardı. Doksan dakikalık 10 kısa filmden oluşan “Dürbünümde İstanbul” adlı projenin hikâyelerinden biri de Tarlabaşı’nda yaşayan transseksüel bir genç adamın hikâyesiydi. Ben sanat yönetmeninden film kişisinin evi için son derece romantik, tüyler ve pembe yatak örtüleriyle döşeli bir oda yapmasını istemiştim. Tam o sırada, başka bir projede birlikte çalıştığım, cinsel seçimlerinden ötürü mağdur kişilerle çalışan bir arkadaşımdan, bize bir transseksüel kişi bulmasını ve evini gezdirmesini istedim. İyi ki istemişim, benim romantik hayallerim güzelce yıkıldı. O kişinin evi tek bir odadan ibaretti, ocak tuvaletteydi ve yağmur yağdığında odanın pek çok yerine kova koymak gerekiyordu. O gün anladım ki, benim bilmediğim bir İstanbul vardı ve o günden sonra bu İstanbul’u tanımaya çalıştım.

 Şimdi sizleri de biraz abartarak bu İstanbul’da dolaştıracağım. Önce bir devlet hastanesinin doğum kliniğinden içeri girelim. O da ne, yaşları 12-14 arası yüzlerce kız çocuğu karınları burunlarında sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Çoğunun yanında yaşları biraz daha büyük anneleri; kızların kiminin suyu gelmiş, kiminin rahmi 10 santim açılmış, küçük çığlıklar atarak sıra bekliyorlar. Sırası gelen, yeşil bir örtünün kapattığı doğum odasına giriyor ve çığlıklar daha da yükseliyor. Sanki kara bir film sahnesindeyiz. Kızlar o kadar küçük ki, elleri ayakları sürekli titriyor, kimsenin onlara sarıldığı yok...

İstanbul öylesine büyük ki, ikinci adımımız uyuşturucu ticaretinin aileler tarafından yapıldığı Dolapdere oluyor. Adımlarımızı hızlandırıp karanlık bir kapıdan giriyoruz. İçerisi öyle kesif bir dumanla kaplı ki, içerde ne var ne yok görmek için epey bir çaba harcıyoruz. Şimdi görüyoruz, yaşları 18’i ancak bulan kız ve erkek çocuklar, önlerindeki nargilenin içine konmuş uyuşturucuyu, sırayla çekiyorlar. Gruplar halinde yaptıkları tek iş bu. Hepsinin şimdiden gözleri kaymış, ansızın ön taraftaki bir yükseltinin üstüne dört genç çıkıyor ve hiçbir müzik aleti kullanmadan, dans etmeye ve hip hop tarzında tuhaf bir şarkıya başlıyorlar: “Kimse senin kim olduğunu söylemez,/Tek dostun o!/ O seni uçurur/Bilmediğin bir dünyanın kahramanı olursun/O tek dostun senin, o elindeki parlak hap!” Bu çocuklar kendi kuyularında kahraman olmak için yeniden nargileye bir tutam ot koyuyorlar ve parlak haplar karanlık içinde elden ele dağıtılıyor. 

Parlak haplar bu büyük kentin her yerinde dolaşıyorlar. Okul çıkışlarında, her gün gidilen kahvelerde, hiç durmadan, hiç durmadan dağıtılıyor. “Ama polis var, uyuşturucuyla mücadele var.” Ne kadar safsınız, benim bir zamanlar olduğum kadar. Bu 20 milyonluk kentin polis gücü 34 bin ve bu nereye yeter! Ayrıca ülkemiz uyuşturucunun geçiş yeri ve emin olunuz elimize geçen paranın bir kısmı da bu adeta artık yasal olan ticaretten geliyor. Ve bununla mücadele edenler, gaddarca öldürülüyor. 

Şimdi bu karanlık sinemanın kapısında biraz duralım. Kendimizi göstermemiz gerekir, çünkü sinemanın kapısında başlayan oyun birden bozulabilir. O da ne, 6-9 yaşlarında yedi erkek çocuk, kapının önüne geldiler, içlerinden birinin reis olduğu belli. Çocuklara nerelerde durmaları gerektiğini söylüyor. Biz görünmeden bekliyoruz, az sonra belli ki çocukların çok iyi tanıdığı kerli ferli bir adam sinemanın kapısında beliriyor ve çocuklardan birine işaret veriyor, çocuk adama doğru gidiyor, adam iki bilet alıp çocukla birlikte sinemanın karanlığında kayboluyor. Bana “Işıl yeter artık” dediğinizi duyar gibiyim, tamam sinemanın kapısından uzaklaşalım ve E-5 yoluna ya da kentin sahil yollarına doğru yola çıkalım. Havanın kararmasını bekleyelim. Bu bölgede herkesin yeri belli, 12 yaşına bile gelmemiş kız çocukları pezevenklerin görünmeden kol gezdiği bölgede duruyorlar. Üstlerinde daracık parlak kumaştan elbiseler, ayaklarında taraklı ayaklarının sığmadığı topuklu ayakkabılar, çoğunun saçları sarı boyalı, diplerden kara kara saç çıkmış. Tamam bekleyin, son derece lüks bir araba kızların bölgesine yaklaşıyor ve arabadaki adam eliyle işaret veriyor, iki kız istiyor, kızlar topuklu ayakkabılarıyla zor zar yürüyerek arabaya biniyorlar. Bu arkada kentin bir başka yerinde, küçücük erkek çocuklara Kuran dersi veriliyor. Başlarında kocaman fesler ve çocuklar hiç bilmedikleri bir dilde hocanın söylediklerini zar zor tekrar ediyorlar. Babaları şöyle demiş hocalara: “Eti senin kemiği benim!” 

Bu arada organ mafyası İstanbul’un her yerinde, bizim haberimiz yok, bir yıl içinde 60 bin çocuk kaybolmuş, nereye gittikleri bilinmiyor. Yıllar önce bir Fransız filmi izlemiştim. Çok zenginlerin yenilenmek için gittiği bir özel klinikte, garsonlar, havuzları ve ortamı temizleyen herkes Cezayirliydi ve bu temizleme işini yapanlar sürekli değişiyorlardı. Sonra anlaşıldı ki, Cezayirli gencecik garsonların her gün usul usul kanı çekilip, zengin moruklara enjekte ediliyormuş, gençleşmeleri için tabii... Bir süre sonra da kansız kalan temizlikçi ölüyor, ne gam, arkada bir mezarlık var, daha doğrusu bir kuyu var oraya atılıyorlar. Şimdi ben o 60 bin çocuk nerede diye düşündüğümde bu film aklıma geliyor. Gerçek filmden acıtıcı...

İşte sizi 20 milyonluk bir kentte küçük bir gezintiye çıkardım. Ama bitmedi, yaşadığımız bu kentte daha neler var, hep birlikte öğreneceğiz. Öğrenmeliyiz. Çünkü mart ayında belediye başkanlarını seçeceğiz. Bakalım bizlere ne söyleyecekler!..

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Diktatöre tokat attı- Mustafa Kemal Erdemol

25 Kasım. BM tarafından tüm dünyada ‘Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ ilan edilen günü Mirabal Kardeşler’e borçluyuz.

Dominik Cumhuriyeti’nin en karanlık yıllarıdır 1950’liler. Faşist diktator Rafael Trujillo’nun yurttaşlarına kan kusturduğu korkunç bir dönem. Trujillo gerçek bir canavardı. Gizli polisiyle, geniş ihbarcı ağıyla muhaliflerini öldüren diktatör onlarca şirketin de sahibiydi. Şirketleri arasında radyolar, turizm acenteleri, medya kuruluşları vardı.

Bugün ülkelerinde birer ikon, dünya çapında da büyük özgürlük savaşçıları olarak kabul edilen Minerva, Patria, Maria Teresa ve Dede Mirabal kardeşler, Katolik okulundan mezun, iyi erkeklerle evlenmiş, çocuk sahibi kadınlardı. O dönem diktatörlüğe karşı savaşanların pek de dikkatini çekecek, mücadeleye çağrılacak figürler değillerdi.

Kız kardeşlerden Minerva diktatörlüğün baskılarıyla daha öğrencilik dönemlerinde de karşılaşmıştır her Dominik vatandaşı gibi. Örneğin parlak bir hukuk öğrencisi olduğu üniversitede henüz ikinci sınıftayken Trujillo’yu öven bir konuşma yapana kadar sınıfa alınmayacağı bildirilmiştir kendisine. Bu baskılara rağmen mezun olmayı başardığında da avukat olma iznini asla alamayacaktır.

Diktatörün arzuları
Beğendiği kadınları zorla ayağına getirten, çoğuna tecavüz eden Trujillo’nun Mirabal kardeşlerle nasıl karşılaştığı konusunda bir bilgi yok. Diktatörün emriyle bir partiye katılmalarının istendiği ileri sürülüyor sadece. Herhalde bu partide görüp beğenmiş olmalı Minerva’yı diktatör. Genç kadın o günden sonra da sürekli arzu nesnesidir Trujillo’nun. Minevra birlikte olma teklifini her defasında reddettiği diktatörün zıvanadan çıktığı bir an yüzüne şiddetli bir tokat indirir. Sonrası hem onun hem de ailesi için bir cehennem azabıdır.

Trujillo’nun teklifini kabul etmemesi aile bireylerine de baskıyı getirir beraberinde. Hapse atılan babası ancak ölmek üzereyken serbest bırakılır, çıkar çıkmaz da hayatını kaybeder. Minerva ile annesi başkente geldiklerinde polis tarafından gözetim altında tutulurlar. ‘Minerva’ya Trujillo’yla bir gece geçirmesi koşuluyla serbest bırakılacakları söylenir.

Trujillo’nun baskıları cinsel arzularına karşılık vermediği bir diktatörün hayatını zindana çevirdiği Minerva ve kız kardeşleri ile eşlerini artık birer muhalif aktiviste dönüştürmüştür. Miraballar, diktatörlüğe karşı mücadelenin her alanında yer almaya başlamışlardır. Broşür, bildiri dağıtırlar, evde silahlar yaparlar.

Bir fuar ziyareti sırasında Trujillo’ya yönelik bir suikast girişimi nedeniyle Mirabal kardeşler de tutuklanmıştır. Ancak uluslararası baskı nedeniyle bir süre sonra eşleri değil ama kız kardeşler serbest bırakılırlar. Ancak Trujillo artık kararını vermiştir: Mirabal kardeşler yok edilmelidir.

Dağ yolunda pusu
Trujillo, Mirabal kardeşlerin hapishanedeki eşlerini ülkenin başkente uzak bir köşesine nakleder. Bir dağı aşarak gidilebilen bir yerdir burası. Üç kız kardeş bunun bir tuzak olduğunu biliyorlardı, ama buna rağmen dostlarının uyarılarına kulak asmayarak eşlerini görmek için yola koyuldular. Tarih, 25 Kasım 1960. İçinde bulundukları cip, gizli polis tarafından pusuya düşürüldü. Araçtan çıkmayı başarıp, o sırada gelen bir kamyonu durduran kardeşler, kamyon sürücüsüne kim olduklarını açıklayıp öldürülmek istendiklerini söylediler. Sürücü hızla uzaklaştı yanlarından. Polisler dövdükten sonra boğarak öldürdükleri Mirabal kardeşlerin cesetlerini yeniden cipe koyarak aracı da uçurumdan attılar. Ama araçtaki ve bedenlerdeki parmak izleri ile başka birtakım kanıtlar olayın cinayet olduğunu ortaya koyuyordu.

Mirabal kardeşlerin ölümü Dominik halkının diktatöre karşı ayaklanmasını hızlandırdı. Olaydan altı ay sonra Trujillo kendi askerlerince öldürüldü. Öldürüldüğü gün hâlâ bir bayram olarak kutlanmaktadır.

Diktatöre karşı mücadelede kardeşleri kadar aktif olmayan Dede Mirabal, ölen kız kardeşlerinin, daha sonraki yıllarda bir çok hükümette görev alacak çocuklarını büyüttü.

Ölümsüz Kelebekler
Bugün tüm Dominik kentlerinde Mirabal kız kardeşlerin (Üç Kelebek olarak anılıyorlar) adının bulunduğu birçok sokak, kültür merkezi, okul bulunmakta. Kendi doğdukları kentin adı da Herman’s Mirabal olarak değiştirilmiştir.

Romancı Julia Alvarez hikâyelerini 1994’de yayımlanan Kelebekler Zamanı adlı romanında anlattı. Bu kitap 2001’de Salma Hayek’in başrolünde olduğu aynı adı taşıyan bir filme de uyarlandı.

Mirabal Kardeşler’in öldürüldüğü gün olan 25 Kasım, BM tarafından 1981 yılında Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir.
O gün bugün 25 Kasım’da hem Mirabal kardeşler anılır, hem de kadına şiddet konusunda etkinlikler düzenlenir.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

Grinch: Dindar bir hayal dünyası - TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ

Dr. Seuss’un (Theodor Seuss Geisel) çocuk kitabında yarattığı mitolojinin en iyi uyarlaması 1966 Chuck Jones’un yirmi altı dakikalık televizyon çizgi filmi idi. Ardından biraz zorlama ile uzatılarak daha doğrusu çekiştirilerek hikâye 2000’de Jim Carrey’nin oynadığı Ron Howard’ın çektiği sinema filmine dönüştürüldü. Noel zamanı izlemesi gelenekselleşen bir filme dönüşen bu Grinch’lerin son olması gerekirdi. Ancak yetmemiş olacak ki Grinch bu sefer de bir Illumination Entertainment ürününe dönüşmüş olarak karşımızda. Üstelik içini dolduracak geniş hikâye malzemesi olmamasına rağmen gene normal film uzunluğunda.

Illumination’ın kötü bir animasyon stüdyosu olduğunu düşünmüyorum ama hâlâ yaptıkları işleri beğenmiyorum. Bence Dr. Seuss’un Lorax’ını mahvettikleri gibi Grinch’ini de mahvetmişler. Grinch filminin senaryosu gibi karakterleri de sıkıcıydı. Her şeyden önce Grinch olması gerektiği kadar kötü değildi. Grinch’i sevimli hale getirmek oldukça saçma bir tercih olmuş. Köpeğinin saçını okşayarak saçına şekil veren, bir geyiği ailesine kavuşması için serbest bırakan Grinch olur mu hiç? Bu ekip her seferinde animasyonun çocuklar için olduğunu düşünerek basit işler yapıyor.

Dr. Seuss’un yarattığı karakterlere sahip olan, ana hatları aynı tutan Grinch’in onlarca kez hikâyesini duymuşsunuzdur, bilmeyenler için kısaca özetleyecek olursam; Grinch Whoville’de yaşayan insanların kalbinden daha küçük kalbe sahip, kıskanç, nemrut birisi. Kasabadaki herkesin Noel hediyelerini, süslemelerini, ağaçlarını çaldıktan sonra insanların buna rağmen hâlâ Noel’i kutladıklarını görünce Noel’in hediyeler, dekorasyon ve ağaçlarla ilgili olmadığını bundan daha fazlası olduğunu anlıyor. Böylece kalbi büyüyen ve huzura eren Grinch Noel şarkılarıyla kutlama yapan Wholuların arasına karışıyor.

Hıristiyan bayramı olan Noel’in, pagan gelenekleri, İsa ve Tanrı ile direkt ilişkisi modern zamanlarda daha global bir hale dönüştürülerek ekonomiye can veren ticari tüketim haline sokuldu. Who’da yaşanan hikâyede meselenin bu materyalist boyutu eleştirilerek ‘Grinch Noel’i çalmadı, o sadece eşyaları çaldı’ demeye getirmekte. Tabi hikâye bunu yaptıktan sonra İsa konulu Noel ilahileri söylemeleriyle beraber verdikleri bu mesajın temeline kocaman bir Hıristiyan propagandası yerleştirmiş oluyor. Hollywood aile, çocuk, Noel filmlerinde çoğunlukla politik bir mesaj aranır ve aranınca da illaki bulunur. Filmler ya tutucuların benimsediği bir konuda propaganda üretir ya da tam tersi demokratların. Bu bakış açısıyla Grinch’in filmine baktığımızda filmin gizliden ortaya koyduğu dini önerileri görmemek imkânsız.

Hıristiyanların kullandığı birkaç kalıp vardır ‘Grinçleşme, Grinçlik yapma’ yani umuda, neşeye ve en önemlisi İsa’ya dön, demeye getirirler. Kimdir bu Whoville’de yaşayan Wholular. Sürekli Noel ilahileri söyleyen Hristiyan olan bir ahali. Peki aralarından Hıristiyan olmayan Wholu var mı? Agnostik olan, Budist olan, Müslüman olan, Yahudi olan? Grinch’in Noel’e karşı oluşu ve bu insanlardan izole bir şekilde yaşıyor oluşunun, kalbinin diğer insanlardan küçük oluşunun filmde getirdiği izahat Grinch’in bir yetimhanede büyümüş olması. Bu bence yeterli değil. Belki Grinch Hristiyan değildir. Belki toplumdan uzakta, soğuk bir mağarada kendine kurduğu hayat aslında dinsel bir özgürlük alanıdır. 

Sonuç olarak eleştirdiği tüketim toplumunun bir parçası konumuna düşen film, bu evrensel hayal dünyası için fazla dindar.

TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ / BİRGÜN

Yeni hayallerin zamanındayız...- ÖNDER İŞLEYEN

Tunus’ta 17 Aralık 2010’da seyyar satıcı M.Buazizi’nin tezgahına el konulmuştu.Tezgahını almak için gittiği belediye kapısından geri çevrilen M.Buazizi bedenini ateşe vermişti. M.Buazizi’nin isyanı yoksulluktan bunalan Tunus halkının çığlığı olmuş, ardından da tüm Ortadoğu’yu etkileyecek bir direniş dalgası başlamıştı.



On yıllarca diktatörlükler altında ezilmiş milyonların özgürlük ve eşitlik bayrağını dalgalandırdıkları bu isyan günleri pek çok yerde gerici ittifaklar temelinde çalınarak etkisizleştirilmişti. Emperyalizmin, gerici güçlerle ittifakları temelinde bu hareketlere karşı yürütülen mücadelenin ilk evresini eskimiş diktatörlük yapılarının yeni bir biçimde sürmesi ile sonuçlanmıştı.

Tunus şimdi aradan geçen 8 yılın ardından, 1 milyona yakın emekçinin katıldığı grevlere sahne oluyor. 2016 yılında IMF ile anlaşma imzalayan Tunus yönetimi, üç milyar doları bulan borcun faturasını halka çıkarıyor. IMF emriyle atılan son adım kamu çalışanlarının ücretlerine zam yapılmaması ve kesintiye gidilmesi oldu. Bu karar büyük grevlerle süren bir direnişin tetikleyicisi oldu.
Tunus’ta sokaktaki milyonlar şimdi de ‘aç ve boş midelerin devrimini göreceksizin’ diyor! M.Buazizi’nin sesi de burada saklı! Son günlerde Gezi üzerine iktidarın yürüttüğü saldırılarının bir yanı tam da bununla ilgili. Krizin ağırlaştığı koşullarda, iktidar ‘aç ve boş midelilerinin’ harekete geçme ihtimaline karşı onu baskılayacak bir söylem çerçevesini Gezi üzerinden kurmaya çalışıyor.

Şimdi Saray labirentlerinde bozulun-kurulan ittifaklarla ilerlenen seçimlerin de parçası olarak gündeme sokulan bu tartışmanın asıl hedefi krizle birlikte oluşabilecek muhtemel toplumsal hareketliliktir. Muhalefetin etkili olabilmesi de ancak (bugün pasif biçimler altında biriken) tepkileri toplumsal bir hareket olarak örgütleyerek bir güç oluşturmaktan başka bir şey değil.

                                       ***
İsyan hareketlerinin geri çekilmesi, siyasal seçeneklerin yaratılamaması muhalif topluluklar üzerinde kuşkusuz bir güçsüzlük duygusu yarattı. Bunun karşısında ise muazzam bir baskı gücüne erişen neo-faşist iktidarlar çoğalmaya başladı. Güç dengesinde bu kayma muhalefetin dinamizmini kırarak içe büken bir sonuç üretmeye başladı. Türkiye’de de durum farksız. Muhalefet partilerinin şimdi seçimler dolasıyla biraz dostlar alışverişte görsün misali yapıp ettikleriyle durumun değişmeyeceğinin herkes farkında. Tam da bu yüzden muhalefet birikiminin daha fazla içe bükülmesinin da önüne geçilemiyor.

Bu güncelliğin daha ilerisine bakıldığında ise veril iktidarların da muhalefetlerin de gönülsüzce desteklendiği, zoraki bir ilişkinin ötesinde büyük bir arayışı görmek pekala mümkün. Siyasal bir biçimden de henüz söz edemesek de dikkatlice bakmamız gereken yer genç kuşaklar başta olmak üzere toplumun dinamik kesimlerinin artan bıkkınlığıdır. Bu sadece her zaman pasif ve içe dönmüş bir durumu değil zaman zaman politikleşerek parlayan bir inisiyatifi de ifade eder. ABD’de yapılan araştırmalarda Y kuşağı olarak ifade edilen gençlerin büyük kısımının sosyalizmi bir gelecek olarak görüyor olması, Trumpların en büyük korkusuna dönüşüyor.

Bıkkınlık ve arayışın bir başka ifadesini özellikle de kriz sonrasında artan göçlerde görmek mümkün. Yunanistan, ekonomik kriz sonrasında tarihinin en büyük göçlerinden birisi yaşadı.Yunanistan’tan kriz sonrasında, yüzde ellisi genç ve eğitimli olan yarım milyon insan göç etti. Bu göçe rağmen Yunanistan’da genç işsizlik halen yüzde ellilerde. Benzer bir durumu İspanya’da da görmek mümkün. 2008 sonrasında İspanya’yı terk eden genç sayısı yaklaşık 2 milyon. Fransa’da ise bir milyonun üzerindeki genç ülkesinden  ayrıldı. (Küreselleşmenin Çöküşü, J.R.Saul)

Kaynağında belirli bir umutsuzluğun ve umutsuzluktan kaynaklanan kaçış eğiliminin olduğunu ifade edebileceğimiz bu durum aynı zamanda bir arayışı da ortaya koyuyor. Küresel neoliberal düzen tam da ‘tarihin sonu’ ile birlikte tüm başka zamanların da sonunu ilan ediyor ve herkesi bulunduğu anın sonsuzluğuna ikna eden bir sabitlemeye de dayanıyordu. Bu hareketlilik ‘şimdinin büyüsü’nün bozulduğunu toplumsal hareketliliğinin durağanlıkla yer değiştirdiğini ortaya koyuyor. Bu arayışa, onun kimi yerlerde sosyalizme doğru parlayan hareketine bakarak ilerlemenin yolunu bulmalıyız. 

                                        ***
Muhalefet hareketimiz için gerekli olan da bu hareketliliğe eşlik etmek diyebiliriz. Aynı biçimleri tekrarlayarak hapsolunmuş bir sabitlikten ve bitmez bilmez bir tekrardan ibaret bir muhalefetin biçimi de uslubu da dili de artık tükendi. O tükenmişliğin dışında bir umut alanı yaratmak önce muhalefetin politik odağını (merkezini) değiştirme iddiasına sahip bir iradenin güçlendirilmesinden geçiyor. Muhalefetin yeni rüzgarı bir politik iddianın etrafında, toplumsal yaşamın her alanında birike birike başka fırtınaların kapısını açabilir… Her şey bize bunun mümkün olduğunu söylemeye devam ediyor.

M.Buazizi’nin sesinin, sekiz yıl sonra Tunus sokaklarında yeni bir biçimde ilerleyen hareket bugün bize arkamızdaki Gezi’lerin ilerisindeki yeni hayallerin zamanında olduğumuzu hatırlatıyor. Ve bu zaman boş ve aç midelerin devriminin, Y kuşağının geleceğini aradığı sosyalizmin zamanıdır…

Önder İşleyen / BİRGÜN

Lüks saat endüstrisi ve gösterişçi tüketim - ANIL ABA

Veblen’in gösterişçi tüketim teorisi deyince herkesin aklına pahalı spor arabalar, markalı kıyafetler falan gelir. Doğru; ancak pahalılık gösteriş için tek kriter değil. Fiyatının ötesinde, bir malın (veya hizmetin) ne kadar işe yaramaz olduğu da önemlidir.

Saat kitlesel olarak fonksiyonel hale kapitalizmde gelmiştir. Yani iş günü, toplantı saati, uçak kalkış saatleri, favori dizinizin başlama saati vb. şeylerin önemli olması görece yeni sayılır. Bundan 300 yıl önce Habsburg hükümdarının mektubunu getiren elçinin saat kaçta saraya vardığının pek önemi yoktu. Ama bugün pizzanız 10 dakika gecikse ortalık karışabilir ya da fabrikadaki mesaiye 15 dakika geç kalsanız yarım günlük yevmiyeniz yanabilir.

Zamanı bilmek artık günlük hayatın olmazsa olmazı. Bu yüzden, cep telefonu henüz yokken, herkesin kolunda bir saat olması ve üreticilerin kârı arttırmak için ürün farklılaştırmasına giderek çeşitli kalitelerde saatler üretmeleri pekâlâ anlaşılabilir. İsviçre’de rekabet kızışırken haliyle çok ince işçilik ile yapılmış “state-of-the-art” teknolojide saatler de üretildi.

Bugün “high-end” saat piyasasında Audemars Piguet, F.P. Journe, Vacheron Constantin, Richard Mille ve 463 bin avroluk ortalama bir modeli bakan Çağlayan’a da “hediye” edilen Patek Philippe gibi markalar ön plana çıkıyor. Bunların en düşük modelleri 15 bin dolar, sınırlı sayıda üretilen bazı özel modeller ise 10-15 milyon dolarlara kadar çıkıyor. Kolunda 10 milyon dolar taşımak da epey ilginç bir duygu olsa gerek.

Göz ucuyla takip etmeye çalışıyorum; her hafta Sotheby’s, Christie’s ve Phillips müzayede evlerinde vintage Rolex modelleri 80-100 bin dolara kadar alıcı buluyor. Daha geçen hafta 1957 model ucuz bir Submariner (bkz. James Bond) Cenevre’deki Sotheby’s müzayedesinde 12500 dolara, 1969 model altın kaplama bir Submariner ise 45 bin dolara satıldı.

Zamanla saat üretimi, tıpkı otomobil ya da çamaşır makinesi gibi, jenerikleşti. Milyon dolarlık saatler satan Patek Philippe, Audemars Piguet ve Vacheron Constantin 150-200 yıllık şirketler iken F.P. Journe ve Richard Mille 1999 yılında kurulan çok yeni markalar. Demem o ki üretim teknolojisi jenerik hale geldiğinden yeni şirketler piyasaya girip tepeye oynayabiliyorlar.

Böylesi yüksek bir piyasada bütün saatlerin içinde müthiş ince bir işçilik olduğuna şüphe yok. Ama sonuçta saat işte. Kuantum mekaniği laboratuvarlarında üç milyar yılda sadece bir saniye seken kol saati yapmak gereksiz. Ecnebilerin deyimiyle “over-engineered.” Zaten bu aşırı mühendislik yüksek fiyatları açıklamıyor. Mesela Vacheron Constantin’in 11 milyon dolarlık Kallista modeli —ki acayip çirkin bir saattir— tanıtılırken vurgulanan özelliği 118 adet zümrüt kesim pırlantayı saate kaplamanın 20 ay sürmesi… Çünkü eskiden Rolex’in pazarlama sloganlarından biri olan “günde ±2 saniye hata payı” artık neredeyse bir endüstri standardı haline geldi. Katma değer teknolojiyle değil gösteriş olsun diye eklenen mücevher taşlarla veriliyor. 

“Low-end” piyasa bence daha eğlenceli. DKNY, Lacoste, Gucci, Tommy Hilfiger, Michael Kors, Armani vb. aslen saat üreticisi olmayan “designer” markalar parça başı 4-5 dolara fason olarak ürettirdikleri saatlerin üzerine logolarını koyup birkaç bin dolara satıyorlar. Bu ayardaki saatler Çin’deki üreticilerden kiloyla alınıyor. Ali Express’te 1 dolara analog quartz saat satıyorlar, kargo dahil.

Gösterişçi tüketimde işe yaramazlık
Veblen’in gösterişçi tüketim teorisi deyince herkesin aklına pahalı spor arabalar, markalı kıyafetler falan gelir. Doğru; ancak pahalılık gösteriş için tek kriter değil. Fiyatının ötesinde, bir malın (veya hizmetin) ne kadar işe yaramaz olduğu da önemlidir.

Çok pahalı bir Porsche düşünün. Evet, gerçekten İstanbul trafiğinde bu kadar lüks bir arabayla gezmenin bir gösteriş boyutu vardır. Ama kabul etmek de gerekir ki bu araba, misal, bir Skoda’ya göre daha konforlu, daha sessiz, daha seri, daha hızlıdır. Tüm bu üstünlükler aradaki farkın tamamını değilse de önemli bir kısmını açıklar. Sonuçta araba işe yarayan bir şeydir. Pahalısı aynı işi daha iyi görür. Yeni model pahalı bir cep telefonu ya da üst model MacBook Pro’lar için de aynı durum geçerlidir. Son çıkan yazılımları çalıştırmanız gerekiyorsa son çıkan bilgisayarları almanız gerekir.

Öte yandan, mesela, Kaçak Saray’daki altın varaklı bardaklar salt gösterişçi tüketimdir. Bir liracılardan aldığınız bardak fonksiyoneldir ama tanesi 1600 lira olan altın varaklısı gösteriştir. Altının besleyici bir değeri olmadığına göre, tanesi 100 dolara altın parçacıklı suşi yemek de öyledir. Altın kaplama ve pırlanta işlemeli iPhone modeli telefonun kendi fonksiyonlarının ötesinde gösteriş için alınır. 

Diyeceğim, bir mal ne kadar işe yaramazsa gösteriş kat sayısı o kadar artar. İşe yarayan bir şeyin kalitelisine fazla para vermek, bir yere kadar, rasyonelize edilebilir. Esas gösteriş “o kadar zenginim ki hiçbir işe yaramayan bir şeye bu kadar çok para verebiliyorum” diyebilmektir. 
Bu bağlamda, mesela, Cem Yılmaz’ın salt gösteriş için tüketim yaptığına az rastlanır. Aldığı malın en kalitelisini alır. Yılmaz’ın tüketiminin bir kısmı muhakkak ki gösteriştir ama sonuçta çoğu bir faydaya istinaden yapılan tüketimlerdir. Diğer yandan Ali Ağaoğlu gösterişçi tüketimin Türkiye başkanı olabilir. Fakirler karanfil bırakırken o gül bırakır, canlı yayında cebindeki paraları saydırır, oğlunun 60 bin avroluk sürat teknesini parçalar sonra gider 250 bin avroya özel uçak alır, arabalarının sayısını hatırlamaz ve tabii ki milyon dolarlık kol saati takar.

Saatin işlevi zamanı ve tarihi göstermesidir. Kırtasiyelerde 15 liraya satılan dijital Casio da aynı işlevi görür, Phillips müzayede evinde aktör Paul Newman’in 17,8 milyon dolara sattığı mekanik Rolex Daytona’sı da… Kaldı ki artık saat her yerde var; bilgisayarda, cep telefonunda, televizyonda, tablette… Tam da bu sebepten ötürü, yani fonksiyonelliğinin bir anlamı kalmadığı için saat salt gösteriş tüketimi haline gelmiş ve milyon dolarlık saatler satılmaya başlanmıştır. Bugün üst model bir Rolex ile Faberge yumurtaları arasında pek bir fark yoktur. Zenginler ikisini de gösteriş ve yatırım değeri için alırlar.

Anıl Aba / BİRGÜN