2 Aralık 2018 Pazar

Azak Denizi’nde kışkırtma - ERHAN NALÇACI

Geçen hafta Azak Denizi’nde yaşanan olay dünyanın gündemine yerleşti. Ukrayna’ya ait üç askeri gemi Kırım’daki Azak Denizi’ne Kerç Boğazı’ndan girmek istemesi üzerine Rusya tarafından durduruldu, askerler tutuklanırken, gemilere el kondu.

Ukrayna gemilerinin Azak Denizi’ne girme hakkı yok muydu? Azak Denizi’nde Rusya ve Ukrayna’nın kıyısı bulunuyor ve askeri gemi bile olsalar, önceden haber vererek boğazdan geçebiliyorlar. Sorunun Ukrayna gemilerinin haber vermeden geçmek istemeleri nedeniyle kaynaklandığı anlaşılıyor.

Peki, gemilerin askeri kuvvet uygulayarak geçme şansı var mıydı? Bu üç geminin hemen hiçbir muharebe şansı bulunmuyordu. Arkasından gelecek bir Ukrayna donanmasından da bahsedilemez, çünkü pratikte böyle bir donanma yok.

Dolayısıyla olayın planlı bir kışkırtma olduğu çok belli. Belki de Rusya’nın gemileri batıracağı filan tahmin edilmişti ama olay özel kuvvetlerin gemilere çıkarak mürettebatı yakalamasıyla ve mahkemede tutuklanmaları ile sonlandı.
Ukrayna’daki rejimin tek başına böyle bir kışkırtmayı planlaması mümkün gözükmüyor. Çok kısa bir süre önce ABD’nin daveti üzerine Ukrayna Dışişleri Bakanı’nın ABD’ye gittiği ve sonrasında bu senaryonun devreye sokulduğu iddia ediliyor.

Dolayısıyla senaryoda nelerin olduğuna bakmak öğretici olacak:
Bir kere Ukrayna’daki faşist yönetimin devamını zorlaştıracağı belli olan genel seçimler sıkıyönetim ilanıyla ertelendi, milliyetçi bir hava yükseltilmeye çalışıldı.
Ve NATO Ukrayna tarafından Azak Denizi’ne davet edildi.

Türkiye’yi ilgilendiren bir yanı ise, Ukrayna’nın olayı bir savaş durumu olarak değerlendirip İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının Rus gemilerine kapatılmasını isteyeceğinin duyurulması oldu. Henüz resmi olarak bu istek iletilmedi ama Ruslar tarihsel bir deneyimle bundan çok tedirgin oldular ve daha ortada bir şey yokken “Yok ya Türkiye bunu yapmaz, birçok ortak çıkarımız var” meyilli açıklamalar geldi. Muhtemelen Türkiye burjuvazisinin güvenilmezliği de bu tedirginliği desteklemiş olmalı.

Bu kışkırtmaya bağlı bir savaşın çıkma olasılığı şimdilik düşük ama gelecekte emekçi sınıfların nasıl bir tehditle karşı karşıya kalabileceklerini anlamak için önemli.

Öte yandan bu kışkırtmanın başka bir boyutu var: Alman emperyalizminin doğrultusuna müdahale. Bir süredir, bu köşede Almanya’nın bir yol ayrımında durduğu ve durumu idare ettiğini yazıyoruz.

Alman sermayesinin Ukrayna’da tarihsel olarak gözü olduğu ve Alman devletinin 2014’teki faşist darbeyi planlayan, destekleyen devletlerden biri olduğu biliniyor.
Öte yandan Alman sermayesinin özellikle Rusya pazarında ve ticaretinde çıkarı olan kesimleri ABD’den bağımsız bir yol haritası belirlemeye çalışıyorlar.
Bu iç çelişkinin dışa yansıyan ve üzerinde odaklanılan başlıca konularından biri Kuzey Akımı 2 Projesi.


Yukarıdaki haritada görüldüğü gibi, Baltık Denizi’ne döşenmeye davam eden boru hattıyla Rus doğalgazı Ukrayna ve diğer doğu Avrupa ülkelerine uğramadan doğrudan Almanya’ya taşınacak.

Rusya, bu projeyle doğalgaz boru hatlarının geçtiği Ukrayna’yı devre dışı bırakıyor, ama öte yandan Almanya’yı iktisadi olarak yanına çekiyor ve NATO içinde bir uyumsuzluk yaratıyor. Bunun ötesi, emperyalist düzende ittifakların yeniden tanımlanmasıdır. Aynı şekilde Karadeniz’i geçerek Rusya’dan Türkiye’ye ulaşan Türk Akımı Projesi için de aynı şey söylenebilir.

ABD ve bazı Avrupa devletleri ise bu nedenle Kuzey Akımı’na şiddetle karşı çıkıyorlar ve projenin durdurulmasını istiyorlar. Ukrayna’nın gerçekleştirdiği kışkırtma sonrası Alman basını sermayenin ikiye bölünmüşlüğünü yansıtarak olayla alakası yok gibi gözüken Kuzey Akımı’nı işe karıştırdı ve kimisi bağlı bulunduğu tekeller adına projenin sonlandırılmasını isterken, diğerleri devam etmesi gerektiğini savundu.

Azak Denizi kışkırtmasının çok boyutlu etkileri bir süre daha devam edecek, dikkatlice izlemekte çok yarar var.

 ERHAN NALÇACI / SOL

Hürriyet ile Cumhuriyet arasında - ORHAN GÖKDEMİR


Daha önce belirtmiştim; Cumhuriyeti silersen Abdülhamit’e varırsın. Neden Abdülhamit? Mecburiyetten. Misal, Vahdettin’in nesine varacaksın? Böylesine kirletilmiş ve cehalete itilmiş bir ülkede bile İngiliz gemisiyle sıvışmış bir soytarıdan aziz çıkaramazsın. Bu durumda tek numarası iktidarını umutsuzca uzatmaya çalışmak olan Hamit’in kapısını çalacaksın.

Çaldın kapıyı diyelim, ne bulacaksın? Küçülme döneminin padişahıdır Hamit. İktidarda olduğu 30 yılda Romanya’yı, Balkanlar’ı, bugünkü Yunanistan topraklarını, Kars-Ardahan-Batum hattını, Kıbrıs’ı, Tunus’u, Libya’yı ve Mısır’ı kaybetti. Anadolu’ya sıkışıp küçülmüş ülke onun eseridir.

1876’ta tahta oturdu. Bir yıl sonra Osmanlı-Rus harbi patlak verdi ve Ruslar Osmanlı topraklarında hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerleyip başkentin kapılarına dayandı.  İki yıl sonra, 1878’de, Berlin’de bir kongre düzenlendi. Osmanlı, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya kongrede “Şark Meselesi”ni masaya yatırdı. Gerçekte ise Osmanlının parçalanması planlanıyordu. Osmanlı-Rus harbi enkazın kaldırılıp atılmasının çok kolay olacağını göstermişti.

Hamit, denildiği gibi “Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasi” bir zavallı âdemdir. Bu kötü gidişi durduracak ne bir fikri, ne de bir planı vardı. Tek çaresi Tanzimat’tan bu yana yapılmaya çalışılan reformları sürdürmek ama bir yandan da bunu “kitabına uydurmaya çalışmak”tan ibaretti. Lafta şeriatçı ve antiemperyalistti, gerçekte “düvel-i muazzama”nın masaya sürdüğü piyonlardan biriydi. Panik içinde kaçınılmaz olan yıkılışı ertelemeye çalışırken, dedelerinden kalan toprakların elinden kayıp gidişine tanıklık etti. Gerçi sorun sadece onda veya devletinde değildi, dünya kabuk değiştiriyordu. Tahta oturduğu yıl ile Birinci Büyük Savaş arasında geçen çeyrek asırdan biraz fazla zamanda dünyanın dörtte biri el değiştirdi. Bunda da büyük pay Osmanlı topraklarınındı.

Sonunda imparatorluğunun hızlı çöküşü o kadar belirgin hale geldi ki “düvel-i muazzama” elde kalan Anadolu’yu da paylaşma planı yapmaya girişti. Osmanlıya bıraktıkları Orta Anadolu’dan Batı Karadeniz kıyılarına uzanan küçük bir toprak parçasından ibaretti.

Cumhuriyeti yıktılar ve Hamit’in kapısına vardılar, görüp görebilecekleri işte bundan ibarettir. Azizleri “düvel-i muazzama”nın piyonu, kendi halkının celladıdır. Bugüne bakınca daha iyi görüyoruz; büyük güçlerin piyonu olanların halkının celladı olmaları kaçınılmazdır.

Cumhuriyeti silik ülkede biz de Hamit’i görüyoruz. Sarayında kendine has bir dünya kurmuş cahil bir yobaza bakıyoruz, hem piyon hem cellattır.

                                        ***
Peki, bu durumda biz hangi kapıyı çalıp, kime varabiliriz?
1789 Büyük Fransız Devrimi’nin Osmanlıya ilk etkisi 30 yıl sonra, 1821’de, Yunan ayaklanmasının patlak vermesi oldu. Avrupa, Antik Yunanlıların torunlarının başkaldırısı olarak selamlamıştı isyanı. Barbar Türklere karşı Yunanlıların özgürlük savaşı söz konusuydu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın askerleri koştu yetişti, isyanı bastırdı. Fakat Avrupa devletlerinin müdahalesiyle Yunanistan ayrıldı. Bundan böyle Yunanlıları Yunan devleti idare edecekti. Bu kopuş, aynı zamanda İmparatorluğun diğer ahalisine yaklaşmakta olanı haber veriyordu. 

Ermeniler Ermeni devletine, Türkler Türk devletine mecburdu. Fransız Devriminin artçı sarsıntılarıydı bunlar. Devrim Avrupa’yı düzlemiş, düzlenen Avrupa sınırları ötesine şekil vermeye başlamıştı.

Yunan ayaklanması sadece bir başlangıçtı. Osmanlı İmparatorluğu içinde gelişen milliyetçilikler yüzünden çöktü ve çöküşü yeni milliyetçiliklerin doğuşuna ebelik etti. 
  
Hamitist küçülme, 20. yüzyılın başında bir felakete dönüşmüştü. Hem saray hem de halk ülkenin hızla parçalandığını görüyor, bunu durduracak bir çare bulamamanın umutsuzluğuyla akıbetini bekliyordu. Denklemi değiştirecek adımı bir avuç aydın-subay attı. Rumeli kaynaklı bu hareket Hamit’i devirerek felaketi durdurmayı deneyecekti. 1908 Devrimi ülke için umut ve vaat dolu bir dönemin kapısını aralamıştı. Anayasaya dayalı hukuki bir düzen kurulacak, devlet kurumları çağdaşlaştırılacak, ülke ayağa kalkacak ve dış güçlere karşı güçlü bir şekilde dikilecekti. Özgürlüklerin güvence altına alınmasıyla cemaatler arasındaki gerilimler ortadan kalkacak, vatana huzur gelecekti. Hürriyet kahramanı Enver durumu şöyle özetliyordu: “Bundan böyle Müslim, gayrı Müslim bütün vatandaşlar elbirliği ile çalışacak, hür milletimizi, vatanımızı, daima yükselmeye sevk edeceğiz. Yaşasın millet, yaşasın vatan!”

Öyle oldu, halk sokaklarda toplandı ve aralarındaki farklara bakmaksızın kol kola girip dans etti. İmamlar, hahamlar ve rahipler kucaklaştı, Rumlar Türklerle birlikte yürüyor, Ermeniler Kürtlerle yan yana duruyordu. O Temmuz günlerinde ülkedeki hemen herkes hayatlarının olumlu yönde değişeceğine inanıyordu.

Fakat 10 yıl sonra, 1918’de, imparatorluk tam bir enkaza döndü. Bir zamanların o cesur ve umutlu İttihatçıları, kurtarmaya yemin ettikleri imparatorluğu düvel-i muazzamanın insafına bırakarak kaçıp gitti. Osmanlı’yı, Saray’ı, onun bir uzantısı sandıkları ülkeyi içine düştüğü çürümüşlükten kurtarmak istiyorlardı ama sonunda gidip o çürümenin bir uzantısı oldular. 1908’deki umuttan eser kalmamıştı. Ülke parçalanmış, ondan geriye kalan topluluklar birbirini boğazlamaya başlamıştı. Müslüman Hristiyan’ı, Hıristiyan Yahudi’yi, Türk Ermeni’yi, Ermeni Kürt’ü boğazlıyordu. Hamit’i devirenler Hamidizmin bir uzantısına dönüşmüş, amaçları küçük iktidarlarını korumaktan ibaret kalmıştı.
Devrimini tamamlayamayan, çöküşün bir parçası haline gelir.

Demek ki Enver’e ulaşıyoruz. Enver, imparatorluğu eski parlak günlerine döndürmek istiyordu. Bunun yolu da kayıpları geri almaktan geçiyordu. Sonunda o hayalin peşinde Asya içlerinde Türkleri ayaklandırmak isterken bilmediği topraklarda can verdi. 
Demek ki Mustafa Kemal’e varıyoruz. Mustafa Kemal Enver’e göre daha makul veya daha mütevazı bir yol tutturmak istiyordu. Talihi yardım etti, bugünkü sınırlar onun eseridir. Hamit onların, Enver ve Mustafa Kemal bizimdir.
                  ***
Enverist Hürriyeti, Kemalist Cumhuriyete bağlıyoruz. Çünkü 1908’in iyimserliği ile 1918’in karamsarlığından çıktı Cumhuriyet. Ortasında Enver ve kıyısında Mustafa Kemal var. 1918’de imparatorluk dağıldı ve Hamit öldü. Devrim, 1908’in iyimserliğini devralacak ve 1918’in karamsarlığını dağıtacaktı. Ve yeni hareketin öncekinden tek bir farkı vardı; ortalıkta kurtaracak bir imparatorluk ve boyun eğecek bir saray kalmamıştı. Haliyle onlar da kendi yollarını kendileri çizmek zorunda kaldı. 
Buna devrim diyoruz.
Devrim, kendi yolunu kendi çizme işidir.

                                        ***
Cumhuriyeti silersen Abdülhamit’e varırsın. Bizim ise 1908’den daha geriye gitmemiz mümkün değildir. Ucunda Cumhuriyet olduğunu biliyoruz, Hürriyet’e tutunmaya çalışıyoruz.

Gericilik ise Hürriyet ve haliyle İttihatçı düşmanlığı ile başlar. Daha yakın zamanda, Cemaat AKP’ye karşı henüz kalkışmamışken en moda suçlamalardan biriydi İttihatçılık. Buna bir de Jakobenizmi eklemişlerdi. Geçen yüzyılın bütün suçları bu bir avuç Jakoben İttihatçının başının altından çıkmıştı.

Hâlbuki 1908’in şafağında Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler herkes İttihatçıydı. Taşnaksutyun, İttihatçıların en önemli müttefiklerinden biriydi. Fakat İttihatçılar devlet bütünlüğünü korumaya çalışırken onlar özerklik peşindeydi. Bu da Kürtlerle çatışmaları beraberinde getiriyordu. Bir ara İttihat’tan aldıkları destekle Kürtlerle meselelerini halletmeye kalkışınca pek çok Kürt ayaklanması patlak verdi. Hatta İttihatçılar daha da ileri giderek Hamidiye Alaylarını dağıttı ve Hıristiyanları da askere almaya başladı. Muhalifleri, İttihatçıları Hıristiyan ve Yahudi yanlısı olmakla itham ediyordu. O kadar ki 1909’da patlak veren gerici 31 Mart vakasını fırsat bilenler Adana’da binlerce Ermeni’yi katletti.

İttihatçı subayların çoğunluğu, hızla kaybedilen imparatorluk topraklarından geliyordu. Uçlardaki felakete tanık olmuşlar, daha büyüğünün yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Sonunda değişik inançlardan insanları yok etme noktasına gelmiş olmalarının nedeni 1908 hülyasının paramparça olmasından duydukları hayal kırıklığıydı. Çürümenin ortasında yakaladıkları o son ışık sönüp yitti. Geriye katliamlar, açlık, salgın hastalık ve sınırsız düşmanlık kaldı.

Karamsarlık umudun türevidir. Tabloya bakıp karamsarlığa kapılmak ayrı, dediğimiz, umutsuz devrim mümkün değildir. Gezi’de gördük, umut parlamaya hep hazırdır ve fakat o ışığı devrime taşıyacak örgütlü bir güç gerekir.

Devrimini tamamlayamayan çöküşün bir parçası haline gelir. Umudumuz var, bu çöküşün bir parçası olmayacağız.

Orhan Gökdemir / SOL

1 Aralık 2018 Cumartesi

Kültür sanat dünyamızın gerçeği... - Öner Yağcı

Çağan Irmak’ın yeni filmi Bizi HatırlaBabam ve Oğlum gibi asıl olarak baba-oğul arasında geçen, duygu yoğunluğuyla dolu olan film küreselleşme ve kentleşmenin getirdiği betonlaşmanın insanları da nasıl betonlaştırdığını, yabancılaşmanın insanı nasıl kuşattığını gösteriyor. Katıldığım bir izleyici yorumunu buraya almadan geçemeyeceğim: “Film sizin ağzınıza edip gönderecek salondan. Sorgulayacak o kadar çok şey bulacaksınız ki hayata dair. Mutlaka izlenmeli.”

***
Küreselleşmenin yaşamımızı nasıl etkilediğiyle ilgili ilk bilgileri Alman gazeteciler Hans-Peter Martin ve Herald Schuman’ın 
Globalleşme Tuzağı’ndan edinmiştim (1997). Küreselleşmenin yaşamımıza getirdikleri ve getirecekleriyle ilgili kitaplar kitaplıklarda raflar dolduracak kadar çoğaldı. Son günlerde yayımlanan John R. Saul’un  Küreselleşmenin  ÇöküşüJoseph E. Stiglitz’in Küreselleşme-Büyük Hayal KırıklığıHarry Magdoff’un  Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm gibi kitaplar, bu yanlış gidişe karşı insanlığın çığlığından örneklerdir. 

Dünyanın son yıllarında yaşanılanlara ışıldak tutan bu kitaplarda yazılanları Attilâ İlhan, Erol Manisalı ve Türkel Minibaş’ın Cumhuriyet’te yazdıkları ve bizim toplumsal yaşamımızı derinden etkileyen verilerle birleştirince kültür sanat dünyamızdaki bugünün gerçeğini açıkça görmeye başlıyor insan. 

Anadolu’nun yüzlerce yıllık yoksunluğunu, yoksulluğunu yok edecek, bağrında yaşayanlara insan olma onurunu kazandıracak bir toplumsal yapılanma olan Cumhuriyetle geldiğimiz noktadan hızla uzaklaşıyoruz. Toplum, oluşmaya başlayan laiklik temelindeki çağdaşlaşma, özgürleşme, eşitlik, adil paylaşım gibi değerlerle yüklü ortak ülküsü yok edilip farklı değerler üretilerek çatışma ortamına sürükleniyor. Dünya gerçeklerinden uzak, öteki dünya masallarıyla temeli tüketim olan bir yaşama doğru götürüldüğümüz kahredici bir gerçekliktir.

Küreselleşmenin en önemli aracı olarak tüm dünyayı etkisi altına alan medyanın özgürlük arayışlarının da önünü tıkama görevini kendi açısından başarıyla gerçekleştirdiğini kabul etmek zorundayız. Medya, yaşamın her alanında “tüketim”in gerçekleştirilmesini asıl görev biliyor. Medyanın etkisinin, her şeye olduğu gibi kültür ve edebiyatta da olduğunu görmemek aptal olmakla eştir. Nasıl bir edebiyat istendiğinin belirlenmesi ve edebiyatın ideolojisinin tüketime yöneltilmesi medyanın en büyük başarısıdır. Bu başarıda toplumsallığın savunucularının seslerinin kısılması gerçekliğinin de elbette önemli payı vardır. Çünkü özgürlük savaşımıyla edebiyatın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu düşüncesi bu gerçeği kendiliğinden karşımıza çıkarır. 

Cengiz Gündoğdu’nun 1990’larda belirlediği star sistemi’nin olanca çıplaklığıyla karşımızda olduğunu görüyoruz. Her yerde yıldızlar var, edebiyatta J. Başka kimse yok!..

İnsandan ve toplumsallıktan uzak, tüketimi çoğaltan, her şey gibi edebiyatı da tüketimin hizmetine sunan bir ideoloji ne yazık ki egemendir. Edebiyatın tekseslileştirilmesi, magazinleştirilmesi, mistikleştirilmesi, bağıra bağıra tüketilmesi, değersizleştirilmesi, edebiyatla aydınlanıp güzelleşenlerin yönlendirilmesi, insan ve insanlık açısından yanlış bir gidiştir. 

Zamana karşı yarışıp zamanı yenerek kendini kanıtlayan bir ölümsüzlük arayışının adı olan edebiyat yerine bugün üretilip bugün tüketilen ürünlerin sunulması edebiyata yapılacak en büyük kötülüktür. 

Bu kötülüğü yenecek gücümüz, birikimimiz, damarımız öylesine görkemli

Öner Yağcı / CUMHURİYET

İdeolojisiz siyaset, rozetsiz siyasetçi - Barış Doster

Geçtiğimiz günlerde, adı muhalefetteki iki partinin (CHP ve İYİ Parti) ayrı ayrı ve ortak adayı olarak, Ankara Büyükşehir Belediyesi için adı geçen bir siyasetçi, Mansur Yavaş, “Belediye başkanı rozetsiz olmalı” dedi. Belli ki, tarafsız bir belediyecilik hizmetini kastetti. Yavaş gibi, yıllarca MHP’de siyaset yapan, Ankara’nın Beypazarı ilçesindeki belediye başkanlığıyla öne çıkan, 2009’da MHP’nin, 2014’te CHP’nin Ankara’da anakent başkan adayı olarak yarışan bir ismin, sözleri üzerinde düşünmek gerekir. Hem de etraflıca... 

Birincisi; siyaseti, özellikle de yerel yönetimleri, teknik hizmete, ayrımsız – tarafsız belediyecilik hizmetine indirgemek, siyaseti ideolojik özünden, sınıfsal karakterinden koparmayı da hızlandırır, kolaylaştırır. Belediyeciliğin, yaygın olarak imar rantıyla, kent talanıyla, çevre – doğa – yeşil katliamıyla birlikte anıldığı ülkemizde, sorun sadece su şebekesinin temizliği, çöplerin zamanında toplanması, otopark ve çay bahçesi ihalelerinde adil davranılması değildir. Daha büyüktür. Toplumcu, kamucu, halkçı, emekten yana siyaset, yerel yönetimlerden bağımsız düşünülemez. Siyasi yönü olmayan belediyecilik olmaz.

İkincisi; siyaset, ideolojik temelli bir uğraştır. İdeolojisiz siyaset, demagojidir. Sonuçta gidip vahşi kapitalizme, kuralsız liberalizme teslim olur.

Üçüncüsü; bir siyasetçinin kendisini partiler üstü görmesi, siyasetin özüne, sınıfsal bakış açısına, partide emek veren binlerce örgüt emekçisine, vefalı, iyi niyetli, idealist partiliye karşı sorumsuz bir davranıştır. “Parti beni aday göstermezse, başka partiye giderim”, “Şu ilçeden aday gösterilmezsem, başka ilçeye gitmem” diyenlere itibar edilmemelidir. 

Dördüncüsü; yerel yönetimler, partinin ve belediye başkanının başarısına koşut olarak, genel seçimleri de etkiler. Pek çok başarılı siyasetçi, yerelden yetişerek yükselmiştir. Halkla temasın yoğun olduğu, örgütlü mücadelenin öne çıktığı, meslek odaları ve çevreci oluşumlarla birlikte yurttaşın hakkının, hukukunun, çevrenin, doğanın, tarihsel, kültürel mirasın savunulduğu alanlardır.

Siyasal bilinç, örgütlü siyaset
Merkez sol, sosyal demokrat partiler, emeğiyle geçinenlerin kitle partileridir. Emeği, ehliyeti, liyakati önemsemeleri gerekir. Mucize formüllere, sihirli değneklere, kerameti kendinden menkul “yıldız isimlere”, popülist söylemlere uzak durmaları şarttır. Bu bağlamda özgür bireyi, örgütlü toplumu savunurlar. Ulusal ölçekte yurttaş kimliğini; sınıfsal düzlemde yoldaş kimliğini sahiplenirler. Emperyalist tahakküme, kapitalist sömürüye, bu ikisinin işbirlikçisi, uzantısı, aparatı olan feodalizm artığı aidiyetlere, ortaçağ kalıntısı mensubiyetlere, etnik – dinsel – mezhepsel – hemşerilik bağları üzerinden kurulan siyasetlere karşı çıkmak zorundadırlar. 

Cumhuriyet şehidimiz, değerli hocam Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, sıklıkla vurgulardı: “Siyasette tutarlılık inandırıcılığı, inandırıcılık büyümeyi getirir”. Seçkin bir Türk aydını, yetkin bir siyaset bilimci, başarılı bir siyasetçi, usta bir köşe yazarı olan Kışlalı’nın sözleri öğreticidir. Tutulacak yol bellidir. İdeolojik çizgisiyle kendini kanıtlamış, parti örgütünde emek vermiş isimlere güvenilmelidir. Her ne kadar örgütlerde; kimi yerde belediye rantı, kimi yerde etnik hassasiyetler, kimi yerde mezhepsel aidiyetler, kimi yerde sosyal demokrat belediyecilikle bağdaşmayan uygulamalar, kimi yerde küçük grup – dar hizip çekişmeleri etkili olsa da, tüm bu hastalıkları iyileştirmek için bir yandan sağlıklı örgüt, bilinçli üye için mücadele edilmeli, bir yandan önseçim savunulmalıdır. CHP, kendi geleneğinden yetişmiş, kendi örgütünde olgunlaşmış kişileri öne çıkarmalıdır. İthal adaylara, sağ söylemlere mesafeli durmalıdır. 

Kıssadan Hisse: Siyasette kolay çözümlere, kısa sürede gelecek büyük başarılara inananlar, başarılı olamazlar. Bu bağlamda Almanya’nın önemli devlet adamı Otto von Bismarck’ın şu sözü anlamlıdır: “Siyaset, mümkün olanı yapma sanatıdır.”

Barış Doster / CUMHURİYET

Askeriye dışarı, "rant" içeri mi?. - Mehmet FARAÇ

İstanbul doğasıyla-yeşiliyle bitti tükendi!.. Hele de "kentsel dönüşüm" adı altındaki imar rezaletlerinin ardından koca kent tamamen beton cehennemine döndü, artık nefes alacak yer de kalmadı...

Bir de köprü, havaalanı, otoban inşaatı bahanesiyle İstanbul'un nefes borularının geçtiği bölgelerde milyonlarca ağaç kesildi ki, şehrin doğal yapısı tamamen karartıldı...

Ancak imara açılacak yeşil alan, arsa, arazi kalmamış olacak ki, AKP durmuyor... Son yağma ne yazık ki çoğu ağaçlandırılmış askerî alanlarda...

Evet; FETÖ'nün 15 Temmuz kalkışması AKP'yi, devleti, milleti ürkütünce, "darbe" kolay olmasın diye düşünülmüş de olacak ki, şehir merkezlerindeki askerî birliklerin kırsala çekilmesine karar verildi... Hem de bürokratik işlemlerde görülmemiş bir hızla!..

Diyeceksiniz ki, "askerî okullar kapatılırken şehirlerdeki askerî birliklerin, arazilerin lafı mı olur?.."

İyi de, şehir dışına taşınan ya da taşınacak olan askerî alanlara TOKİ'nin konmasına ve buraların hızla ranta açılmasına ne demeli?..

Hele de İstanbul gibi büyük kentlerde, mezarlıklar ve askerî birlik arazileri dışında "yeşil alan" kalmadığı için askerin konuşlandığı bölgeler şehir içinde kalan çok değerli arazilerden oluşurken...

Askerî birliklere yönelik hızlı tasfiye operasyonlarının sadece 15 Temmuz sonrası kaygılardan kaynaklanmadığı algısına yol açan gelişmeler, şehirlerin nefes aldığı alanları hızla betonlaşmaya teslim ediyor...

Son örnekler rantın en yüksek olduğu İstanbul'dan;
Şile'deki askerî alanı TOKİ'ye veren AKP iktidarı, 

Çekmeköy'deki 187 dönümlük askerî alandan sonra 

Beşiktaş Barbaros Bulvarı'nda bulunan ve TOKİ'ye devredilen 30 dönümlük TSK arazisini de hızlıca imara açtı...

Bu operasyonun ardından, son olarak Florya gibi rantın çok yüksek olduğu bir bölgedeki askerî birlik arazisi de imara açılarak TOKİ'ye teslim edildi...

Bakırköy Şenlik Mahallesi'ndeki askerî alan için TOKİ'nin hazırladığı imar planı alelacele onaylandı ve bölgenin yüzde 60'ına konut yapılması kararlaştırıldı.

2.YAZI

Bakanları yalanlayan operasyon...
İstanbul'un en değerli arazilerinin bulunduğu askerî birlik bölgeleri tek tek imara açılırken, AKP'li bakanların daha önce yaptığı açıklamalar da yalanlanmış oldu.
Örneğin, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, geçen yıl yaptığı bir açıklamada, askerî alanların kentsel dönüşümde kullanılmayacağını söylemişti.

Geçen yıl CHP İstanbul Milletvekili Gülay Yedekçi'nin soru önergesini yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli ise askerî araziler arasında kullanılmasına ihtiyaç duyulmayanlar bulunduğunu da söylemişti... Canikli, "Esenler'deki üç adet kışla arazisi dışında askerî alanların imara açılması planlanmıyor" demişti...

Yinelemekte yarar var; AKP'nin, İstanbul gibi arsa rantının çok yüksek olduğu bir kentte 15 Temmuz kaygılarını imar fırsatına çevirdiği gibi bir algıya yol açması gerçekten çok düşündürücü...

Son dönemde ısrarla "Millet bahçeleri" reklamı yapan AKP, zaten yeşil alan ve çoğu orman vasfında olan askerî birlikleri neden halkın kullanımına sunmuyor da, ranta ve yandaş müteahhitlere açıyor acaba?..

Muhalefetin TOKİ operasyonlarına ve imar tuzaklarına soru önergesi vermek dışında bir müdahalesi neden yok diye soracağız ama memlekette başıboşluk ve oldubittiye getirme artık sıradan bir hal almış, kimse bir şey yapamıyor...

Allah, İstanbul'da neredeyse tek yeşil alan olarak kalan mezarlıkları rantiyeden korusun demekten başka bir şey gelmiyor elden!!!



Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

30 Kasım 2018 Cuma

Göçmenler, Suriyeliler, siyasetçiler - KORKUT BORATAV

“Güney” coğrafyasının kurbanları… 
Siyah Afrika’nın pamuk, Haiti’nin pirinç, Meksika’nın  mısır üreticisi köylüler… Önce IMF, Dünya Bankası, NAFTA programları yüzünden ulusal destekleme politikalarını yitirdiler; sonra  da ABD’de, Avrupa’da  devlet kaynakları ile semiren Batı çiftçileriyle rekabet edemediler; topraklarını yitirdiler. Neo-liberalizmin kurbanları ve ekonomik göçmen olarak denizleri, sınırları aşarak Avrupa’ya, ABD’ye geçiyorlar.  Çalışmak, geride bıraktıkları yakınlarını ayakta tutabilmek için… 

Ülkelerindeki savaştan, faşizmden, siyasi cinayetlerden kaçan sığınmacılar var… Bugünlerin örneği binlerce Honduras’lıdır… Haziran 2009’da ülkelerinin ilk solcu başkanı Zelaya, ABD destekli faşist bir darbe ile devrildi; ülkeleri kısa zamanda “dünya cinayet rekortmeni” oldu. Onlar da önce Guatemala’ya, oradan da Meksika’ya geçtiler ve ABD sınırındaki dikenli tellere dayandılar. 

Emperyalizmin Afganistan, Irak, Libya, Suriye saldırıları sonunda ölülerini toprağa veren Orta-Doğulular… Yıllardan beri, denizlerde boğulmayı göze alarak Avrupa’ya sığınmaya çalışıyorlar. 

Kapitalizmin ve emperyalizmin “Güney” coğrafyasındaki kurbanlarından söz ediyorum. “Yasal göçmen işçi” konumuna geçinceye kadar bu insanları kim, nasıl koruyacak?

“Kuzey” coğrafyasının mağdurları…
Madalyonun öteki yüzü de var: 1980 sonrasında neo-liberalizm Batı’da da benimsendi; yerleşti. Krizlerin de katkısıyla işsizlik arttı; işçi sınıfının geçmiş kazanımları eridi. Batı’nın büyük sermayesi, göç dalgasından tedirgin olmadı. Neo-liberalizmin içsel şoklarına, işgücü piyasalarına katılan göçmenler ek katkı yaptı. Göçmen nüfusun payı yüzde 15’lere yaklaştı; “yedek emek ordusu” böylece de beslendi. 

Sonuç, son yirmi yılda Batı’nın “yerli” işçi sınıflarında ücretlerin erimesi, işsizliğin, yoksulluğun yaygınlaşması oldu. Neo-liberalizm ve emperyalizm, iç ve dış etkenlerle “Kuzey” coğrafyasının mağdurlarını yarattı. Bunları kim koruyacaktı?
Sosyal demokrasi topluca  neo-liberalizme teslim olmuştur. “Sol”, artık, sınıf mücadelesi ile değil, liberal değer yargıları ile tanımlanmaktadır. Göçmen işçiler konusunda “liberal değerler”,  büyük sermayenin konumu ile çakışır: “Sınırlar açık tutulsun; işgücü piyasaları beslensin…” Sosyal demokratlar bu formüle “özgün” bir katkı yaptı; “göçmenlerin refahını, entegrasyonunu” da ekledi.

Komünist, devrimci partilerin marjinalleştiği dönemden söz ediyorum. “Ulusal” işçilerin sorunlarına neo-faşizm sahip çıktı. Geleneksel solun geçmiş söylemlerinden kimilerini benimsedi; refah devletinin zayıflamasına, küreselleşmeye tepki gösterdi. Daha da önemlisi faşizmin, milliyetçi, ırkçı sloganlarını öne çıkardı; sınırların göçmenlere kapatılmasını savundu.
Avrupa işçi sınıfı, siyasette giderek neo-faşizme  kaydı. Sosyal demokrasi erirken neo-faşist partiler yükseldi; geleneksel burjuva partilerinin ana rakibi olmaya başladı. 

Fransa’da iki seçimde başkanlık için yarıştı. Bugün, Avusturya’da, İtalya’da hükümette yer alıyorlar. İskandinavya’da, Hollanda’da sermaye partileriyle koalisyon ortaklığı daima gündemdedir. 

Almanya’da neo-faşist parti (AfD), bugün parlamentonun ana muhalefet partisidir. Eylül 2018’deki bir kamuoyu anketi, AfD’yi %18’lik bir destekle Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD’nin) bir puan üzerine, Almanya siyasî partiler yelpazesinde ikinci sıraya çıkardı.
      
İşçi sınıflarını sahiplenen sol 
İstisnalar da var. Batı solunun bazı bölümleri neo-liberalizm rüzgârına kapılmadı Ülkelerinin sınıf mücadelesini yeniden keşfedenler de var. 

İngiltere’de Corbyn, İşçi Partisi’nin sosyalist, kamucu geleneğini yeniden sahiplendi. Avrupa’yı kuşatan sığınmacı dalgasının sorumluluğunun emperyalizm olduğunu teşhis etti. Yahudi lobisinin, büyük sermayenin hedefi oldu.

ABD’de Sanders Amerikan sosyalizminin Eugene Debs’e uzanan tarihsel mirasını benimsedi. Clinton’un liberalizmine ve Trump’ın demagojisine karşı  sınıfsal bir muhalefet kampanyası sürdürdü. Bu sayede Başkanlık ön-seçimlerinde 13 milyonu aşkın oy topladı. Aday olsaydı Trump’ı yeneceği ileri sürülmektedir. 
Melenchon, Fransız sosyalizminin geleneksel değerlerini sahiplendi; sosyalist ve komünist partilerin boşluğunu doldurmaya çalıştı. Sosyalizm, İtalya’da siyaset yelpazesinden “ayıklanmıştı”. Melenchon  bu dramın Fransa’da tekrarını (en azından şimdilik) önledi. 

Portekiz ve İspanya’da komünist partiler ve sosyalizme dönük sol akımlar, işçi sınıflarının taleplerini sahiplendi. Bu sayede bu ülkelerde neo-faşizm gelişemedi. 
Almanya solu da işçi sınıfının neo-faşizme teslimiyetini önlemeyi hedefleyen bir tartışmayı başlattı. Die Linke ve SPD’nin sol kanatlarından bir grup siyasetçi ve düşünürün oluşturduğu Aufstehen (“Ayağa Kalk”) platformu, neo-liberalizmi tümüyle sorgulamaktadır. Platformun kurucularından Sarah Wagenknecht, göçmenlerle beslenen emek fazlasının refah devletini aşındırdığını; liberal göç politikalarının Alman işçi sınıfının hazmetme sınırlarını zorladığını vurgulamaktadır.


Türkiye işgücü piyasalarında Suriyeliler
Türkiye, görünüşte, emperyalizmin yıkımından kaçan İslam dünyası  emekçilerini Batı’ya aktaran bir kanaldır. Bir anlamda Yunanistan’ın, Doğu Avrupa’nın konumundadır. Şu farkla ki kanal, siyasi iktidarın gözetimi, onayı doğrultusunda Türkiye’de tıkanmıştır ve ülkemizdeki Suriyeli sığınmacılar (geçen yıl) 3,2 milyona ulaşmıştır. 

Suriyeliler bugün işgücü piyasasında, ekonomide kalıcı konuma gelmiştir.  Suriyeliler öncesinde de Türkiye ekonomisi büyük boyutlu emek fazlası barındırmaktaydı. Üç küsur milyonluk göçmen nüfus, bu yapısal azgelişmişliği daha da pekiştirmiştir.

İlk yansımalar, elbette işgücü piyasalarında  gözlenecektir. Saniye Dedeoğlu, tarımda göçmen, Suriyeli ve çocuk işçiliği konusunda, Kalkınma Atölyesi tarafından düzenlenen önemli, değerli araştırmalar yönetmiştir.  Raporların bir sentezi, “Tarımsal Üretimde Göçmen İşçiler: Yoksulluk Nöbetinden Yoksulların Rekabetine” başlığı altında (Çalışma ve Toplum, 2018 / 1) yayımlandı.  Bulgularından bir bölümünü aktarayım.

Dedeoğlu üç ülkeden göçmen işçileri karşılaştırıyor: Suriyeliler, Gürcüler, Azeriler…  Suriyeli işçiler, Karadeniz ve Kuzey Doğu Anadolu bölgesinde üçer aylık vizelerle çalışan Gürcü ve Azeri  işçilerden çok daha kalabalıktır. “Geçici koruma altında yabancı” konumundadır ve büyük çoğunluğu ile kayıtlıdır. Tarımda çalışma izni almadan istihdam edilebilmektedirler. 6-14 yaş aralığındaki çocukların ortalama yüzde 20’si de çalışmaktadır. 

Bu emek deposunun önemli bir bölümü tarımda mevsimlik, gezici işçi olarak istihdam edilmektedir. Suriyeliler, tüm işgücü piyasalarında, Dedeoğlu’nun ifadesiyle “yoksulların rekabeti”ni yoğunlaştırmaktadır. 

Malatya’lı bir işçiden nakledelim: Suriyeliler geldi, iş bitti. Türkiye’nin fakiri yok mu? Patronun da işine geliyor ucuz olduğu için. Geçen yıl Malatya’da normal yevmiye 40 lira  iken  [Suriyeli işçi,] bahçe sahibine 20 lirayı gösteriyor, buna çalışırım diyor.” 

Dedeoğlu’nun Çukurova’da pamuk tarlalarında yürüttüğü alan çalışmasının sonuçlarına da göz atalım: Geçmişte kaynak kent Urfa, Adıyaman, Siirt, Van, Diyarbakır, Batman ve Mardin’di. Şimdi… yerli işgücü ile rekabet yerleşmektedir [ve] Adana’da çadır alanlarında yaşayan işçilerin önemli bir kısmı artık Suriyelidir. Daha önce Adana’ya gelen yerli işçilerin bir kısmı Konya ve Eskişehir gibi pancar üretiminin yaygın yapıldığı illere doğru kaymış, bir kısmı da gezici mevsimlik tarım işçiliğini bırakmıştır. Kırsal antagonizm farklı grupların çatışma riskini de beraberinde getirmektedir.

Böylece, Almanya, Fransa, Avusturya’da göçmenler / “yerliler” karşıtlığı, Türkiye’de de benzer nesnel koşullarda tüm gerilimleriyle birlikte yaşanmaktadır.  
Suriyeli göçmenler söz konusu olduğunda Türkiye de Batı emperyalizm gibi “ektiğini biçmektedir”. AKP iktidarı, ABD  ile işbirliği içinde Suriye yıkımına, cihatçı, erzak, silah aktarımı, eğitim  yoluyla aktif katkı yapmış; böylece Suriye’den sığınmacı akımını tetikleyen dış aktörlerden biri olmuş; göçmenlerden “nasibini” de fazlasıyla almıştır.

Suriyeliler, iktidar ve sol
Batı’da ve Türkiye’de “göçmenler / yerliler karşıtlığı” paraleldir; ama, politik alana farklı biçimlerde yansımaktadır.    

Avrupa neo-faşizminin sert göçmen  karşıtlığı içinde olduğunu belirttim. Türkiye’nin faşizmi ise iktidardadır ve sığınmacı Suriyelilerden hoşnuttur; yakınmamaktadır. Üç milyonu aşkın  sığınmacının Türkiye’ye girmesi, yerleşmesi, iktidarın koruyucu kanatları altında mümkün olmuştur. 

Suriyelilere destek, resmî söylemde insancıl gerekçelere dayanıyor. Ötesine gitmemiz gerekiyor. AKP bir sermaye partisidir ve kayıt-dışı göçmen istihdamından palazlanan inşaatçıların, orta-boy burjuvazinin, (Malatyalı işçinin “ucuz işçi işine geliyor” dediği) patronların çıkarları gereği mi?
Herhalde öyledir. Ama, herhalde, daha ciddi nedenler de vardır.
Suriyeliler üzerindeki araştırmalarda, bu nüfusun ideolojik, politik eğilimleri, ülkelerindeki muhalif hareketlerle bağlantıları, Türkiye siyasetine bakışları hakkında bulgulara rastlamadım. 

Anketlerle belirlenemeyecek konular da var. 
Suriyeli cihatçıların Türkiye’ye yerleşmiş artıkları kaç kişidir? 
Hangi örgütlerden? 
Bugünkü iktidarın, İslamcı faşizmin “yeni Türkiye tasarımı” içinde bu gruplara ve Türkiye’deki Suriyelilerin tümüne önemli, karanlık  roller, eylem görevleri  vermemesi düşünülebilir mi? 

Dedeoğlu’nun bulguları, Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler arasındaki karşıtlıkları “yoksulların rekabeti” olarak betimliyor. Yukarıdaki sorular ise Türkiye toplumunun geleceği, halkımızın yarını için ciddi tehditlere işaret ediyor. 

Bana kalırsa Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı, solcu akımları Suriyeliler konusunda, Malatyalı işçinin bugünkü çıkarlarını ve Türkiye toplumunun yarınki gönencini gözeten bir çizgi benimsemelidir: Ülke bütünlüğü içinde demokratik, laik bir Suriye’yi hedefleyen barış… Sonrasında Türkiye’deki Suriyelilerin vatanlarına dönmesi… 

Korkut Boratav / SOL

Maymuna ustura verilmez - Mustafa K. Erdemol

Yıllar geçti, adını şimdi anımsayamadığım bir romanda okumuştum. Nasıl bir rastlantıysa bir baba, oğlunun katiliyle bir araya gelmiştir. Onunla zorunlu olarak işbirliği yapmasını gerektiren bir sorun vardır. Ciddi bir sorun. Baba kendisine işbirliği öneren oğlunun katiline “İyi ama sen benim oğlumu öldürdün” dediğinde aldığı yanıt, “Bakın bayım. Oğlunuz çok da değerli bir insan değildi” olur.
 
Çok güldüğümü hatırlıyorum. 

Babanın buna yanıtı neydi, aklımda kalmadı inanın. Ama o katilin dilini, büyük bir utanmazlıkla, insani her tür duygudan yoksun bir pervasızlıkla “iktidar” haline getirdiğini yıllar sonra anladım. Güldüğüm için de çok utandım. 

“İktidarlaşmış dil” budur. Bir babaya oğlunu “şeytan” gibi gösterir. Bunun üzerine de bir “düşünce” inşa eder. Hedeflediklerini “şeytanlaştırmayı” becerebilen kişi, etrafına bir hayli taraftar da toplar üstelik, ki...... acı olan budur. 

İktidarların dilinin ne olduğu malum. Baskıcı, sindirmeye yönelik kolektif bir dildir onunki. Ama bireyin kendi dilini iktidarlaştırması kadar korkunç bir şey yok. “Dilini” bir otorite haline getirip ona boyun eğilmesini ister bu dilin sahibi. 

Çok yaygın. Gazetecide, akademisyende, sinemacıda, etkili başka meslek gruplarının mensuplarında da görülür. Olmadık yerde çıkarlar karşınıza, bakarsınız yanı başınızda da türemişler. Çoğunun muhalif olduğu iddiası vardır ki dillerini iktidarlaştırmaları bu iddialarını çürütmüştür oysa, farkında bile değillerdir bunun. Bu dil, sahibini iktidarlarla  “kardeş” kılar. Ne büyük çelişki. İktidarlaşmış dil, kibrin dilidir. Sırtını, muktedirlerin  “şeytanlaştırdığı” kişilere, düşüncelere olan kamusal öfkeye dayayan, fırsatçı, zavallı bir dil tabii. Seçkin bir dil gibi görünür ama küçük öfkelerin, yani her sıradan ölümlünün dili olduğu için dibine kadar “avam”dır da. Karşı olduğu kişiler hakkında “Bunlardan söz etmeyin” diyen akademisyenin(!) söylem kardeşi bir kahvede kâğıt oynayan kişidir aslında. Kibir kumkuması biri için ne hazin.

İnsanların doğuştan gelen hakları vardır. Bunlardan biri kuşkusuz adil yargılanmadır. Yargılananın görüşlerine katılmadığı halde onun için adalet istemek öyle sanıldığı gibi, büyük bir erdem falan da değildir. Alınması gereken doğal tutumlar neden erdem olsun? Ama çürümüş, çürütülmüş toplumumuzda doğal insani tutumlar “erdem” sayılır oldu uzun süredir.
 
“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” üzerine kurulu bir dil de var, malum. Atatürk’e ait olduğu iddia edilen ama Ata’nın asla söylemediği bu ifadeden emperyal bir çullanmaya karşı topyekûn itiraz, direniş kastediliyorsa, elbette çok yerinde, çok anlamlıdır bu. Ancak bu cümlenin üzerine inşa edilen dile göre “teferruat”, Kürt, Ermeni, Alevi, Arap, adalet arayan Türk olabiliyor çoğunlukla. Unutulan şudur; tüm bu  “teferruat”  koskoca ve güzel bir vatan demektir oysa.

İktidarlaşmış dil ihbarcı bir dildir. İktidarlar gözünden baktığı için kimi düşüncelere ya da kişilere, arkadaşlarını, kalemdaşlarını ihbar eder. Hiçbir ahlaki bariyer yoktur önünde bunu yaparken. Nihayet iktidarlaşmış dil köşe yazısı değil, iddianame yazar. Hedeflediklerinin kendilerini savunacak olanakları olmadığını bildiği halde üstelik. 
O kadar kendinden geçmiş bir dildir ki bu, bu dilin sahibi savunduğunu sandığı düşünce sistemini “baskıcı, antidemokratik, hukuk karşıtı” gibi gösterdiğinin farkında bile değildir. Bir düşüncenin başına gelebilecek en büyük felaket, bu tür savunucularının olmasıdır. İktidarlaşmış dil, -hangisi olduğu fark etmez- mevcut iktidarla buluşan bir dildir. Bu iki dil bu ülkenin laiklerini, sosyalistlerini, aydın Kemalistlerini, dindarlarını ezen uğursuz bir misyon yüklenmiştir.
 
Aşacağız mutlaka. Aşmalıyız. Yoksa geleceğimiz bir felaket. 
Osman Kavala’yı da Demirtaş’ı da soldan eleştirenlerden biriyim. Söylediğim çok basit, biri adil yargılansın, birinin de hakkındaki serbest bırakılma tavsiyesine uyulsun. Sonra kaldığımız yerden devam ederiz her ne derdimiz varsa. 

Mevcut iktidarın hukuk gibi bir derdi yok. Ama bizim var. Olmalı. Hukuksuz bir iktidarın tepesine çökmüş olanlara vurmak, Anadolu değerler sisteminde en hafif tabirle “fırsatçılık”tır. 

Derler ki, “Artık tıraş olmayı öğrenmiştir diye maymunun eline ustura verilmemeli. Hem kendine hem de çevreye zarar verir”. 

Alnından öpüyorum bunu her kim demişse.

Mustafa K. Erdemol / CUMHURİYET

Halife Osman zamanında yolsuzluk manzaraları - ÖZDEMİR İNCE

14 Ekim 2018 günü Osmanlı devlet ve toplumunda çürümeyi konu edinen  “Rüşvet Tarikatı” adlı bir yazı yayımlamıştım. Yolsuzluk, rüşvet ve adam kayırma gökten zembille inmez, kökleri toplumun bitek topraklarındandır. Bugün, Casım Gürbüz’ün  “Berfin Bahar” dergisinin Nisan 2018 sayısında yayımlanan yazısına konuk olacağız. Yer tutmaması için yazının İslami kaynaklarına yer vermeyeceğim. Zaten kaynak olan derginin adı belli:
***
“Halife Osman döneminin ilk 6 yılı iyi geçtiyse de, son 6 yılı başta Küfe’liler olmak üzere Medine Müslümanlarının dahi tepkisini çekecek siyasal yanlışlarla doluydu. İlk 6 yılın iyi geçmesinin nedeni ise fetihlerin iç sorunları kamufle etmesiydi. Fetihler durunca sorunlar da gün yüzüne çıktı. Bu sorunların başında halifenin Emevi ailesine, kendi akrabalarına yanlı davranması, valilik ve önemli devlet görevlerini yakınlarına vermesiydi. Sadece Ömer’in vasiyetiyle vali yaptığı 2 kişi haricinde tüm eyaletlere kendi akrabalarından vali tayin etmişti. Emevi olmayan eyalet valilerini ya istifaya zorluyor ya azlediyor, yerine Emevi bir vali atıyordu. En fazla eleştirilen tarafı ise başa getirdiklerinin genç ve tecrübesiz oluşlarıydı. Tayin ettiği valilerden ikisi henüz 25 yaşındaydı. Bunun yanında Şam valisi Muaviye’nin yetki sınırlarını alabildiğine genişletmesi de tepki gösterilen konular arasındaydı. Bu valilerin yanlı ve yanlış yönetimleri, haksız kararları, rüşvet ve yolsuzlukları şikâyetleri arttırıyor ama halife bu şikâyetleri dikkate almıyordu. 
Devlet görevlileri arasındaki haksız maaş farkları, fetihlerin durmasıyla birlikte ekonomik sorunların artması, zenginlerle fakirler arasındaki uçurum oluşması krizin büyümesinin faktörlerindendi.”
***
Mesudi’ye göre Hz. Peygamberin arkadaşları Osman devrinde toprak ve mal sahibi olmuşlardı. Osman öldüğü sırada hazinedarının nezdinde 150.000 dinarı ve 1.000.000 dirhemi ile pek çok deve ve atı vardı. Zübeyr’in arkasında bıraktığı servet 400.000 dinar ile kısrak ve 1000 cariye idi. Talha’nın Irak tarafında günlük geliri 1000 dinar, Surat tarafındaki ise bundan fazla idi. Abdurrahman b. Avf’ın ahırlarında 1000 at vardı. 1000 devesi ve 10.000 koyunu mevcuttu. Vefatında serveti 84.000 dinara ulaşmıştı. Zeyd b. Sabit o kadar çok altın ve gümüş bırakmıştı ki, onları keserle kırmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Bıraktığı malların ve toprakların kıymeti 100.000 dinar civarındaydı. Yü’li b. Münibe 50.000 dinarla 300.000 dirhem kıymetinde gelir kaynakları ve mal bırakmıştı.”
***
“Daha sağlığında peygamber 10 kişiye ‘Siz cennetliksiniz’ diye muştu vermişti. Bunlara İslam Tarihi ‘Aşere-i mübeşşire’ adını verir. Bu cennetle muştulanan (müjdelenen) Müslümanlardan Zübeyr ölür ve terekesinden şunlar çıkar: On milyon dirhem altın tutarında taşınmaz mal. İskenderiye, Küfe ve Bağdat’taki evler sayılmazsa, yalnız Medine’de 11 ev. Başka bir cennetlik Müslümanın mal varlığı ise, 220 bin dirhem gümüş ile, her birinin içinde üç kantar altın bulunan yüz meşin kesesi tutuyordu. Goldziher, sırat köprüsünden geçmek için pek ağır bir yük, diyor.” 

Karl Marx boşuna dememiş ‘Bütün kutsallıklar sonunda dünyevileşir’ diye. Para, mal, servet; imanı bozuyor işte böyle... Ve Türkiye’de, bu satırların yazıldığı tarihte iktidarda 15 yılını doldurmuş olan İslamcı parti... Her biri birer Osman, Talha, Münibe, Zeyd... Servetler ve haksız kazançlar gırla...”
***
Ve o günlerden bu yana, Müslüman dünyası, bir gün soygun sırasının kendilerine de geleceği umuduyla hazırda bekliyor ve beklerken katlandığı rezilliklere de “ahlak” diyor...

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Devlete çıkarılacak faturalar - MİNE SÖĞÜT

Cem Vakfı tarafından açılmış olan “aydınlatma giderlerinin devlet tarafından ödenmesi” davasının vakfın lehine sonuçlanması ve devletin bundan sonra diğer ibadethanelere yaptığı gibi cemevlerinin elektrik faturalarını da ödeyecek olması, ilk başta göze çok olumlu bir habermiş gibi görünse de sormak gerekir: 
“Devleti yoksul bir ülkede, tüm ibadethaneler ne hakla elektrik faturalarını devlete keserler?” 


İbadetin parayla satılmaması gerektiğini düşünen... Ama sağlığın ve eğitimin parayla satılabilecek değerler olduğuna hemen ikna olan kalabalıklar, bu kabullenişleriyle derinleri hep karanlık kalan çağların mimarıdırlar. 

O yüzden devletin ibadethanelerin elektrik faturalarını ödediği bu ülkede; cemevleri de bu zincire dahil edildi diye sevinmek yersiz hatta tehlikelidir.
Cemevlerinin faturalarının bugüne kadar neden ödenmediğini hepimiz biliriz. Sünni iktidar Aleviliği inançtan saymaz. Ama bu durum cemevi faturası ödemekle de sonlanmaz.
 
Alevilerin Sünni iktidarlar tarafından gördüğü kötü muameleyi ve bir mezhebin diğer bir mezhebi tanımazlığından hatta hor görmesinden kaynaklanan taraflı tutumu ortadan kaldırmak konusunda, bu fatura eşitliğiyle olumlu bir adım atılacağını sandığımızda... 
Asıl sorunu meşrulaştıran hatalı algıyı beslemiş oluruz. 

O asıl sorun, insanı önemseyen adaletli bir sistemde devletin maddi destek vereceği kurumlarda önceliğin ibadethanelerde olmasıdır.

Oysa o öncelik okullarda olmalıdır. Hastanelerde, yoksul ya da engelli insanlara destek veren kurumlarda, hayvanlarla ilgilenen gönüllü yapılarda olmalıdır. 
Sonra sıra sanat kurumlarına gelir, bilim kurumlarına gelir... 
Camiler, kiliseler, havralar veya cemevleri bu devlet desteği için girilen sırada, illa olacaksa, en ama en sonda olur. 

İnsanı gerçekten önemseyen bir sistemin sağlaması böyle bir sıralamayla yapılır. 
İbadet hizmetlerinin kesinkes ücretsiz olmasına aklı yatan, o camilerin, kiliselerin, havraların ya da cemevlerinin irili ufaklı bütçelerinde kopan fırtınaları olağan karşılayan halkları, sağlık ve eğitimin parayla satın alınabilecek farklı seviyelerde hizmetler olduklarına ikna eden sistemle... 

Onları silahlanmanın kaçınılmazlığına, savunmaya ayrılan bütçenin önemine, bir ülkenin kendi kaynaklarının hesapsızca satılmasına, serbest piyasa ekonomisine, adaletsiz gelir dağılımına, üretimin durmasına, tüketimin pazarlanmasına, ekonomik olarak dışarıya bağımlı kılınan bir devletin hâkim devletler elinde oyuncak olmasına ikna eden sistem aynı sistemdir. 

Bir ülkede eğer parası olmayan insanın çocuğunu gönderebileceği okulla, parası olanın çocuğunu gönderebileceği okul arasında dev bir uçurum varsa; 
O ülke eninde sonunda o uçuruma yuvarlanıp paramparça olur. 
O yüzden devlete illa bir fatura çıkartacaksanız bu ibadethanelerin elektrik faturası olmasın.
 
Eğitimde ve sağlıkta fırsat eşitsizliğinin faturası olsun. Hukuksuz yargılamaların, üniversitelerdeki akademik talanın, ülkeden kaçırdıkları genç ve parlak neslin, anaokullarında dogmatik öğretilerle beyinleri erkenden yıkanan yeni neslin, dinle devlet işlerini birbirine boca etmenin, inanç pazarlamanın, ülkeyi çağdaşlıktan gericiliğe sürüklemenin, seçimlerde oynanan oyunların, Meclis’te atılan taklaların, belediyelerde dönen dolapların faturasını çıkartın. 

Kolaysa yapılan son darbenin gölgesinde sinsice gerçekleşmekte olan karşı-devrimin faturası olsun. 

Cemevlerinin faturasını bugüne kadar neden devlet ödemedi diye sormakta bir açıdan haklı olabilirsiniz; ama o haklı olduğunuz açı dar bir açıdır.
 
O yüzden asıl sormanız gereken soru; bu yoksul ülkede devletin neden ibadethanelerin faturalarını en önden ödediğidir. 

Bir halkın başına ne gelirse, devlete soramadığı sorular, kesemediği faturalar yüzünden gelir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

İşte "Yeni Açılım Projesi" ihalesi! - Arslan BULUT

"Açılım süreci" denilen "yıkım operasyonu"nda ne olmuştu? Türkiye, Oslo'da PKK ile gizlice masaya oturtulmuştu! Burada alınan kararlar gereği, terör örgütü başı Abdullah Öcalan'ın önerileri Meclis'e getirilmiş, Öcalan'ın mesajı Diyarbakır mitinginde bir vekil tarafından okunmuş, Habur'da terörist karşılaması yapılmış, Dolmabahçe'de AKP ve HDP milletvekilleri, Öcalan'ın yazdığı 10 maddelik metin üzerinde uzlaşmaya varmıştı. Daha da vahimi, açılım sürecinde PKK'ya yönelik operasyonlara izin verilmemişti. Bunun sonucunda PKK, Güneydoğu'da vali ve kaymakam atamaya başlamış, mahkemeler kurmuş, korucuları direklere asmaya başlamış, halkı vergiye bağlamış ve şehirlerin etrafına hendekler kazarak egemenlik kurmuştu!

AKP, 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu politika sebebiyle tek başına iktidar olma gücünü kaybedince Temmuz ayında terörle mücadele başlatmıştı. PKK'nın egemenlik kurduğu şehirleri geri almak için 800'den fazla şehit verilmişti! Sonunda AKP, tarihini yine Devlet Bahçeli'nin ilân ettiği 1 Kasım erken seçimlerinde tek başına iktidar çoğunluğunu elde etmişti. AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Anayasa değişikliğini de Bahçeli ve MHP desteğiyle yapmış, referandumu aynı destekle kazanmış ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırmıştı.

                                        ***
Açılım sürecinde halkı ikna etmek için aralarında ünlü sanatçıların da bulunduğu akil adamlar heyeti kurulmuş, fakat gittikleri her yerde protestolarla karşılanmışlardı. O akil adamlar, Oslo'da yeniden toplandı. Servet Avcı, Yeniçağ'da "İkinci Oslo Hatırası" başlıklı yazısında, toplantının, PKK ile ilişkileri olan İngiltere'deki "Demokratik Gelişim Enstitüsü" tarafından düzenlendiğini ve akillerin "Çatışma Çözümlerine Toplumsal Katılım" çerçevesinde bir araya geldiğin inceledi ve bunun "ikinci çözüm süreci" anlamına geldiğini bildirdi.

                                        ***
Kanada'da yerleşik bir Türk okurum mesaj gönderdi ve "Democratik Progress Institute"nün taşeron olduğunu, projenin, Ankara'da Avrupa Birliği Türk Delegasyonu tarafından hazırlandığını bildirdi.

Avrupa Birliği Türk Delegasyonu, büyükelçi rütbesiyle akredite olan bir delegasyon başkanı tarafından Ankara'dan yönetiliyor. Heyet başkanı Büyükelçi Christian Berger, bütün Türkiye'yi dolaşıyor. Bu arada son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile görüştü, AB üyesi devletlerin Türkiye'deki misyon şefleri ve temsilcileri ile birlikte AKP Genel Merkezi'ni de ziyaret etti ve burada Cevdet Yılmaz, Kasım Gülpınar ve İsmail Emrah Karayel ile görüştü.

Yılmaz, toplantıdan sonra Brüksel ve bazı üye ülkelere ziyaretler düzenlenmeyi planladıklarını ve partiler arası diyalog kanallarını güçlendirmeyi hedeflediklerini söyledi.
                                        ***
Oslo'daki "akiller toplantısı"nın Avrupa Birliği Türk Delegasyonu tarafından projelendirildiği bilgisi, İnternet sayfalarında çok önceden açıklanmış durumda!
Projenin adı "Kritik bir zamanda Türkiye'de kapsayıcı diyaloğu desteklemek!" olarak tespit edilmiş! "Kiminle diyalog" diye sormayacaksınız herhalde...

Yine ihalenin, "arabuluculuk ve diyalog" başlıkları altında Demokratik Gelişim Enstitüsü'ne verildiğini, Türkiye'de siyaset, sivil toplum, medya, iş dünyası ve akademik ortamlardan "anahtar figür"lerle çalışma yapılacağını, belirtmişler...
AB'nin 1 milyon 150 bin Avro "ihale bedeli" tespit ettiği projenin 4 Ocak 2018'den 3 Temmuz 2019'a kadar, yani 18 ay süreceğini, Türkiye, Norveç, İsviçre, Kıbrıs, İrlanda, İngiltere, Belçika'dan sonra son aşamada Filipinler, Kolombiya, Güney Afrika'da toplantılar düzenleneceğini de ilân etmişler!
Yani ulaşım ve konaklama giderlerini AB karşılıyor...

                                       ***
Peki ne yapmak istiyorlarmış?
"İş birlikçi uzmanların keşfettiği çözümleri halka mal etmek ve farklı kesimler arasında açık bir diyaloğun yanı sıra demokratik süreçlerle kapsayıcı bir müdahaleyi desteklemek" istiyorlarmış.

Kısacası "açılım sürecini yeniden başlatmak için baskı oluşturmak" ana hedefleri... Bilgilerinize sunulur...


Arslan BULUT / YENİÇAĞ