9 Aralık 2018 Pazar

Ayna ayna gerçeği söyle Sayın Başkan’a! - Işıl Özgentürk

En sonunda beni delirttiniz; bir zamanlar Boğaz’da viski içen sosyalistlere takmıştınız, şimdi tümden ülkenin en eğitimli, en vicdanlı, en sorumlu insanlarının yaşadığı (oylarıyla kendilerini belli ederler) bölgelere çamur atmaya başladınız. Her gün konuşmayı huy haline getirmiş Cumhurbaşkanı’nın danışmanları, iş yükünden iyice bunaldıklarından, çalakalem yazdıkları metinlerle bunları daha önceden bir kez bile okumayan Tayyip Erdoğan’ı oyuna getirdiler. Ve bizlere ülkenin kaymağını kimler yiyor konusunda söz etme fırsatı doğdu. 

Çok çalışmaya gerek yok. Başlayalım: Önce şu milletin “a… koymayı” iş edinmiş sözüm ona bir işadamının, Mehmet Cengiz’in kurduğu Cengiz Holding artı Kolin ve Limak ortaklığından başlayalım. 

Bu üçlü, iktidarın en sevdikleridir. Nükleer santral yapımından elektrik santrallarına, oradan büyük havaalanı ve yol inşaatlarına ihaleler, bu üçlü ortaklığa devlet tarafından otomatik olarak adeta hediye edilmektedir. Hiçbir denetimin olmadığı bu projelerde zaman zaman büyük iş kazaları meydana gelir, üstü örtülür, en son Gebze’deki iş kazası gibi. İstanbul Havaalanı’nda işçilerin sapır sapır ölmeleri de bu şirket patronlarını hiç ırgalamaz ve vergi borçları da devlet tarafından silindiği için, vallahi de billahi de ülkenin en lezzetli kaymağını bunlar yer. Kimi acayip apartman gibi yatlarda dolaşır, kimi tüm ailesine Londra gibi çok pahalı bir merkezde ev değil mahalle satın alır, çocukları Amerika’da doğar, ora vatandaşı olur ve her zaman en iyi eğitimleri görürler. Evleri mi? Eh başkanları saraylarda oturur da onlar minik saraylar yaptırmazlar mı? Altını öyle çok severler ki, evlerinin duvarlarını altın varaklarla kaplatırlar. Çocukları için tek bir dadı yetmez, bir de İngilizce, Almanca bilen bakıcıları vardır. Oğlanlarının kızlarının Ferrarileri vardır. Aşağısı kurtarmaz. 


Şimdi Sayın Tayyip Erdoğan, ben Kadıköy’de oturuyorum ve ülkenin kaymağını ben de yemek istiyorum ama ben sizin kaymak sevenler gibi bunu tek başıma yemeyi istemiyorum. Bütün yurttaşların kaymağı bala katık edip evden öyle çıkmalarını istiyorum. Fakat elimde bir elektrik faturası var, sayaç yazma ücreti 28 lira. Hangi elektrik şirketi mi? Sizin hem holdingin hem de kendi kişisel vergilerini (milyonlarca lira) bir kalemde sildiğiniz Sabancı Hanım’ın şirketi. Öyle ki, sanki sayaç okuma işçisi, bir taksiye binmiş benim eve gelmiş ve sayacımı okumuş. Helal olsun vallahi, Sabancı Hanım’ın işçilerinin bile parasını ben ödüyorum, yani bana kaymak alacak para kalmıyor. Şikâyetçiyim Sayın Başkanım! 

Devam edelim, kaymak iştahının özellikle hacı hoca kısmında tavan yaptığını söyleyebiliriz. Diyanet’in de katkısıyla, hacı hoca takımı ülkenin seks hayatını düzenlemeye soyundu, öyle ki, hacılar, hocalar bir yandan göbek üflerken bir yandan da dünyalığı yapıp, bu ülkenin nimetlerinden sınırsızca yararlanıyorlar. İşleri yurttaşların seks hayatını düzene sokmak olduğundan, en önemli önerileri “bir gecede iki kez cinsel ilişki kurmanın helal yollarını” millette anlatıyorlar. Yıkanın diyorlar ama bu yurttaşlar çok tembel, bu nedenle Saray’ın bir numaralı yandaşı Orhan Gencabay’ı bir kamu spotu gibi hazırlanmış reklamlara çıkarıp, deodorant reklamı yaptırıyorlar. Slogan şöyle: “Burnunuzun selameti için deodorant!” 

Gülmeyin Sayın Başkan, siz bize “kaymak tabaka” diyorsunuz, “ülke şaha kalksa, yıkılsa umurlarında olmaz” diyorsunuz. Sakın ola yanlışlıkla ters gösteren bir aynaya bakıyor olabilir misiniz? Bir yazar olarak benden söylemesi, o “Ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı?” sözündeki aynalar sadece masallarda olur, gerçek dünyada aynalar gerçeği şak diye gösterir. 

Sizi bilmem ama ben mahallemdeki yoksul çocukların koruyucusuyum, Sur’daki çocuğunu buzdolabında saklayan annenin sözcüsüyüm, çocuklarının kemiklerini isteyen Cumartesi Anneleri’nin yanı başındayım. Sizi bir kere Berkin Elvan’ı yuhalattığınız Antep mitinginde izlemiştim ve kederimden bayılmıştım. Yapmayın, danışmanlarınız belli ki artık yeni yalanlar uyduramıyorlar. Eskilerin de hükmü kalmadı, bence bir sokağa çıkın ve korumalarınızı bir yana bırakıp yürüyün, yurttaşlarınızla konuşun. Böylece danışmalarınızın oyununa gelmez, gerçeği tüm çıplaklığıyla görürsünüz. 

Ayrıca bu kaymak meselesini devam ettirmeyin. Çünkü eşinizin 35 bin lira verip çanta aldığı dükkân bile iflasını ilan etti. Sadece İstanbul’da 581 bin evde su akmıyor, parası ödenemediği için. Binlerce insan işten atıldı ve ev kirasını bile ödeyemiyor. Bence siz artık gerçekten bu ülkenin kaymağını yiyen ahaliyle bir hesaplaşmaya başlamalısınız. 

Çünkü ülkenin iflasını söylemek gibi son derece onur kırıcı bir iş de size düşebilir. 

Düşecek de!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Tosunlar sahada kavga etmesin diye!.. - Ahmet TAKAN

Garip bir ülkedir Türkiyem!.. Cumhurbaşkanı, MİT Başkanının ABD seyahatinden haberdar olamadığını açıkladı. Bu açıklama, normal bir ülkede yapılsa anında yer yerinden oynar. Kıyamet kopar. Hesap sorulur... Gelgelelim burası Türkiye!.. En muhalif siyasiler bile sağıra yattı. Gazete ve televizyonlar, haber değeri görmedi ki, "ittifakı bozdurmayız" sözleri manşet yapıldı. İçi boşaltılan devlet kurumları, kör, sağır, dilsiz. O yüzden,  "Bir bürokrat yurtdışına giderken üstünden yazılı olur almıyor mu (eskiden öyleydi-aht-), nasıl habersiz olunur?" diye sorsam, bana kargalar bile güler...

Ancak  karamsar olmamak lazım!.. Acun ile Şeyma'nın  boşanma davasında nafaka miktarına kadar merak eden, sorgulayan toplumumuz, mahalli seçimlerin aday aday adayları ile çok ilgili. İttifaklar, nereden kimi aday göstereceğinin peşi hiç bırakılmıyor. Müslüm filmi kadar izleniyor... Ancak film arasında patlamış mısır kuyruğu çok uzundu herhalde, bir husus atlanmış olmalı;
R. Erdoğan, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında, "Çok eskilerden beri yerleşmiş seçim kampanyası anlayışı vardır. Şehirlerimizin caddeleri, sokakları her yeri parti bayraklarıyla, afişlerle donatılır. Biz bununla ilgili bir düzenleme yaptık. Kimse buna riayet etmiyor. Partilerin ve adayların görünürlüğünü sağlamaya yönelik bu kampanya tarzı güç gösterisi olarak devam ettik. Günümüzde artık buna ihtiyaç yok. Bunu artık çok ilkel buluyoruz. Eski tarz kampanya yöntemleri şehirlerimiz kirleten, tepkiye yol açan bir hale geldi. Gürültü ve görüntü kirliliği oluşturan kampanya yöntemini tamamen terk ediyoruz" diyerek partisine  bu seçimlerde afiş, bayrak  asma yasağı getirdi.

Hemen aklınıza gelebilir "iktidarda para mı bitti?" diye. Yoo!.. Zaten bu harcamaları bugüne kadar kendi keselerinden yapmıyorlardı. İş takipçilerine, müteahhitlere yıkıyorlardı. Büyük krizden sonra müteahhitlerde de para sıkıntısı olduğu gerçek. Ama, iktidar, "pamuk eller cebe" dese, görevden (!) kaçabilirler mi?.. 2-3 daire daha satarlar, sokakları afiş ve bayraklarla donatırlar pekala. Peki ne?.. O toplantının basına kapalı bölümünde, Erdoğan, il başkanlarına, MHP adayları hakkında yorum yapma yasağı koydu, seçim çalışmaları sırasında MHP'lilerle kavga etmemelerini emretti.


Kim kime ne kadar jest yaparsa yapsın, tepede ne karar alınırsa alınsın, AKP ve MHP tabanlarında mahalli seçimler için devam eden Cumhur İttifakı'na tepki  çok büyük. Ankara'da sarayın ve AKP genel merkezinin önünde  itirazlarını   anlatabilmek için sabahlayan teşkilatlar var. 24 Haziran seçimleri öncesini  hatırlayın. Tepede alınan  ittifak kararına rağmen, birçok yerde, AKP ve MHP'liler, afiş, bayrak asma ve propaganda yapma yüzünden kapışmışlardı. Kanlı bıçaklı kavgalar etmişlerdi. Mahalli seçimlerin iklimi ve çıkarları milletvekili, seçimlerinden daha da farklı. Erdoğan, bunun sokağa yansımalarının ne olabileceğini de iyi kestiriyor. Tepedeki görüntüyü bozmamak içinde elinden geleni yapıyor. O kararı bu yüzden aldı. Sokak kapışmalarının önüne geçmek, fiyakayı bozdurmamak için!..

 Neyin Seçimi!
Seçimler seçimler... Seçtiğimizi sandığımız seçilmişler...
Çoğulcu anlamda ilk seçimle tanışmamız 1946 yılındadır. Bakmayın siz bazılarının "olur mu canım, 1877 yılında yapıldı ilk seçimler" demelerine. O seçimlerin katılım şartları neydi hatırlatayım; idare meclisi üyesi olmak, Osmanlı vatandaşı olmak, 25 yaşında ve erkek olmak, emlak sahibi olmak. Bugün bile kaçımız bu özelliklere haiziz, emin değilim!..

Neyse, aradan geçen onca yıl ve seçimlerden sonra 2019 yılı Mart ayında yerel yönetimler için de olsa bir seçim bizi bekliyor. Yerelde nasıl yönetileceğimizden ziyade, iktidar partisinin oyları artacak mı, düşecek mi? Herkesin merakı sadece bu!

İstanbul'u, Ankara'yı kazanacak adayın projesi nedir, bir sonraki seçime kadar hangi hizmetleri alacağız, minnet mi duyacağız lanet mi okuyacağız kimsenin umurunda değil. Peki, ama neden?

Faizler  yüzde 30'ları aşmış, enflasyon  yüzde 40'lara dayanmış (TÜFE'yi boş verin, o günlük yaşayanların enflasyonu, geleceğinizden endişe ediyorsanız bakmanız gereken ÜFE oranlan), eğitim sistemi sistem olmaktan çıkmış, eğitim adı altında garabet bir oyuncağa dönüşmüş... Hukukun işlerliği tersine dönmüş (şüphe sanık aleyhine dönmüş, gizli tanık ifadesi kanıt olmuş, suçlananın suçsuzluğunu kanıtlaması geçer kural haline gelmiş, hakimler merkezden gelen talimatla göre karar alır duruma gelmiş…vb), kamu kurumlarının içi boşaltılmış, bütün yetkiler saraya alınmış... Medya, sansürden öteye geçmiş, kendini yalanlar duruma gelmiş, Papaz ceza evinde iken ABD'ye nara başlıkları atan medya, rahip serbest bırakılmak zorunda kalınınca olayı "sınır dışı edildi" diye yazarak yalakalıkta yeni bir boyut açmış... Dolar 3,5 TL'den 7,2 TL'ye çıkınca "dış güçler" diye bağıranlar 5,5 TL'ye inince "hükümetin destansı başarısı" diyecek kadar komik duruma düşmüş... Cumhur İttifakı üyeleri liseli genç aşıklar gibi bir küsüp bir barışmış...

 Devamını yazacak gücüm kalmadı. Yazarken üzerime bir ağırlık çöktü ki, bir romandan alıntı yapmıyorum!.. Türkiye'de 2018 yılının son çeyreğinde  yaşadığımız gerçekler bunlar. Velhasıl, milletin yerel seçimlerde adayların projesine bakacak mecali mi var ki, olup bitenlere tepki göstersin. Dolayısıyla, olayın sadece magazinsel tarafı ile ilgileniyor: Hükümetin oy oranı düşecek mi? İstanbul'u Binali Yıldırım  kabul edecek mi? Bahçeli, Meclis Başkanlığı hayaline kavuşabilecek mi? Kemal  Kılıçdaroğlu ile  Muharrem İnce  arasında  yeni kavga çıkacak mı?..

Brezilya dizileri gibi. Oyuncular aynı, konu aynı ama dizi izle izle bitmiyor!..
Ne olmuş yani Cumhurbaşkanı MİT Başkanından habersiz olunca...

Pek yakında, bir yerlerde yazılan bir kahramanlık senaryosunun filmi vizyona sokulur. Aynı, 24 Haziran seçimi öncesinde "Menbiç'e girdik", "Kandil'i temizledik, bayrak diktik"  gibi...

Sahi o filmleri hatırlayan var mı?..
Bırakın!..
Hesabını sormayı akıl eden bulunur mu?..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Merkel gitti, dönemi (şimdilik) kaldı - Tevfik Taş

CDU Hamburg Kongresi'nin sonucu: Merkel gitti, dönemi (şimdilik) kaldı.

Dün Hamburg'da yapılan Hıristiyan Demokrat Birlik partisi CDU'nun 31. Olağan Kongresi'nde, partinin 18 yıllık başkanı ve 13 yıllık başbakan Angela Merkel'in yerine geçecek kişiyi belirlemek için delegeler seçim sandığına gitti.

1001 Gece Masalları'nı andıran 1001 delegenin üç aday arasında Merkel sonrasını seçme konusundaki oylaması, öngörüldüğü gibi, Annegret Kramp-Karrenbauer'ın "zaferi" ile sonuçlandı.
Die Welt gazetesinin "Merkel'in son zaferi" olarak değerlendirdiği kongre sonucunu, Spiegel Online "Merkel hanedanlığı" şeklinde niteledi.

Deutsche Welle'nin baş editörü İnes Pohl, "CDU artık iki kadın tarafından yönetilecek" derken ne kadar gerçekçi ise, "Merkel başbakan kalıyor" cümlesini öznel temennisi mi yoksa nesnel karşılığı olan bir saptama olarak mı yaptığı pek anlaşılamıyor.

Birinci turda elenen üçüncü aday Jens Spahn'dan pek söz edilmese de, 2040 yılı CDU zirvesi açısından "marka olarak" kendisini bu kongrede gösterdiğine vurgu yapan Frankfurter Allgeimeine yazarı Berthold Kohler, CDU'nun sanıldığı kadar yekpare bir bütünlük taşımadığının da altını çiziyor.

Zürih merkezli bir başka Almanca gazete, Neue Zürher Zeitung, partide işlerin hiç de iyi gitmediğinin altını çizerek, "son halk partisinin son şansı" olarak nitelediği kongreyi ve Annegret Kramp-Karrenbauer'ın işlevini riskli görerek, "Annegret Kramp-Karrenbauer, partinin moralini yüksek tutmak için pek fazla zamana sahip değil" değerlendirmesinde bulunuyor.

ORTADA BİR ZAFER YOK
Aslında bir "zafer"den söz edilemez.
Henüz üç hafta öncesine kadar Merkel'in bizzat işaret ettiği Annegret Kramp-Karrenbauer'ın CDU Genel Başkanlığı'nı çantada keklik olarak görenlerin sayısı çoğunluktaydı. Oysa Kramp-Karrenbauer birinci turda dahi seçilemedi. İkinci turda da Friedrich Merz ile arasındaki oy farkı yalnızca 35 ve yüzde 3,5.
17 yıl boyunca partiye uğramamış Friedrich Merz'in iki aylık "kampanya" ile CDU Genel Başkanlığı'nı kaçırması, asıl üzerinde durulması gereken unsur gibi görünmekte. Kaldı ki, Federal Meclis Başkanı ve CDU'nun kudretli ismi Wolfgang Schäuble'nin iki gün kala oyunun rengini açıklayarak, Merz'i işaret etmesi anlamlı. Wolfgang  Schäuble, Alman siyasetinde de CDU içinde de herhangi bir aktör değil. Bir zamanlar Merkel'in sağ kolu olduğunu belirtmekte yarar var.

Bundan dolayıdır ki, Annegret Kramp-Karrenbauer'ın işi zor... Spiegel Online, "CDU'da bölünme tehlikesi reeldir" diye değerlendirme yaparken, Viyana merkezli Der Standar gazetesi, "Kramp-Karrenbauer derin bölünmüşlük içindeki partiyi miras aldı" başlığı ile hiç de haksız değildir.

CDU Kongresi'nin sonucu açık ki şudur: Merkel sonrası değil, Merkel'in koltuğuna gelecek kişi belirlendi. Yani Merkel gitti ama dönemi hâlâ iktidarda.

NEREYE KADAR? 
Sosyalist Junge Welt gazetesi CDU kongresinin sonucunu, "statüko kazandı" değerlendirmesiyle gördü. Haklı bir değerlendirme.

Alman emperyalizminin amiral gemisinde statüko kazandı. Ancak ucu ucuna kazandı. Merz kazanmış olsaydı, Alman emperyalizmi daha az statükocu ancak daha Amerikancı bir çizgiye oturacaktı. Fark büyük değil. Merz'in soluğu Kramp-Karrenbauer'ın ensesinde.

Sermayenin büyük krizi, sermayenin partilerinde de krize yol açtı. CDU delegeleri, eski güzel günlerdeki istikrara oy verdi. Gelecek onları ürkütüyor çünkü.
Ancak böyle bir dünya yok artık!

Kriz bacayı sardı. "Mini Merkel" olarak adlandırılan Annegret Kramp-Karrenbauer'ın 2021 seçimlerine dek parti şefi olarak kalıp kalmayacağı hiç de garanti altına alınmamıştır. 
Alınamaz da.
Merkel gitti, ama dönemi (şimdilik) kaldı. 

Tevfik Taş / SOL

Sınırda yaşamak - ORHAN GÖKDEMİR

“Boş teneke çok ses çıkarır” diye şahane bir sözümüz var. Son zamanlarda ortalık boş teneke sesinden toz duman. “İdeolojilerden uzak durun” diyen profesörü, AKP’yi Bolşeviklere benzeteni takip ediyor. “Sarı yelek satın alan darbecidir, yakalayın” diye polise yol gösteren yobaz gazeteciyi, kuran okumayan çocukları şeytana benzeten Diyanetçi tamamlıyor. Sinirleri sağlam tutmak her zaman mümkün değil, biz de sürükleniyoruz ara sıra teneke sesinin geldiği yöne doğru haliyle. “Bakmayın koca koca unvanlar taşıdıklarına, teneke bunlar” demek zorunda kalıyoruz. Ama itiraf edeyim, geride tuhaf bir damak tadı bırakıyor bu tür yazılar, üzerine çamur sıçramış, ahmaklık bulaşmış gibi hissettiriyor.

Bunlar zamanımızın kahramanları. Ama çok şükür boş tenekelerden ibaret değil ülke. Bir de yüzü geleceğe dönük insanlarımız, yoldaşlarımız var. Onlardan birinin hayatı “Sınırlarda Yaşamak” adı altında kitaba dönüştürüldü geçtiğimiz günlerde. Arkadaşımız Şevki Ömeroğlu kahramanı. Tanışıklığımız 1980’li yılların sonunda, “Toplumsal Kurtuluş” yıllarına rastlıyor. “Bombacı” Ahmet Zenginle birlikte bir gün habersiz çıkageldiler ve sessiz sedasız kavganın parçası oldular. Ahmet’in bombacılığı, bir bombanın kazara elinde patlamasından. Vücudunun bazı parçalarını alıp götürmüştü patlama. Bir savaş gazisi gibi dalardı tek göz odaya. Bu durumdan yakındığına ya da övündüğüne hiç tanık olmadım. Acımasız bir savaşın içinde doğmuştu, hem savaşı hem o savaşın vücudunda bıraktığı izleri kanıksamıştı. İki kafadarın hünerli ellerinin eseri olan “Akış Yayıncılık” ve “Dünya Solu” dergisi bizimdi, öyle kabul ediyorduk. Şevki ve Ahmet koşturuyordu pratik işleriyle. Üzerimize gelen kalabalık harami güruhuna karşı direniyorduk. Cağaloğlu yokuşunda, İran Konsolosluğunun sınırında bir iş hanında iki tek göz odadan ibaretti kalemiz. Cesaretimizden başka barikatımız yoktu.
Sonra zaman işini gördü, herkes bir yerlere savruldu. Şevki ve Ahmet’ten ortak dostlarla karşılaştığımızda haber alabiliyorduk artık. Sonrası hepimizin kahramanı olduğu bir hazin hikâyedir.
                                                             ***
Tanıdık, tanımadık pek çok arkadaşımız yazmış Şevki’nin arkasından. Yalçın Hoca da her zaman olduğu gibi uzun ve akıcı bir yazıyla katılmış üretime. Şöyle anlatıyor tanışmalarını:
“Sultanahmet’e düştüm ve Ahmet’i gördüm, ‘baktım’ demek daha doğrudur, hissettirmiyordum, herkes öyle yapar, ‘Bombacı Ahmet’ dendiğini sonradan öğrendim. Bakmak imkânsız, sadece merak ediyoruz. Sanki dikkatle inceliyoruz ve hala güçlü ve iddialıdır…
Şevki, Sultanahmet’e, daha önce gelmiş ve sonra Metris’e geçmiş, ‘sevk’ daha doğrudur. Dev Sol’dan Ahmet, bombayı elinde patlatmış, bir kaza, iki parmağı kalmıştı, ‘göz’ olarak kalanlardan ise görmeyi sağlıyordu. Hemen anlıyorduk, Bombacı Ahmet, harika bir adamdır. Pek az organdan, herkesin yaptığından yüz kat fazlasını, çıkarıyordu. Hep öyle oldu.
Silivri’ye düşmeden önce, galiba bir kez telefonla konuşabildim, herhalde artık zorlanıyordu ve artık çekilme dönemindedir. Sanki artık doğa’dan çekiliyordu. Sonra pekiyi olmadığını duydum. Arkasından duymanın, anlamını yitirdiği, bir zaman var. Anlamsızlığı duyuyorduk.
Bombacı, hapiste, bana geliyordu, istisnai bir durumdur. Peki, nasıl yaşadı, hapse girdi ve sürgüne gitti, şikâyet etti mi, duymadık. İsyancı bir aileden geliyordu, sakin sakin ama hep isyandaydı. Âşık oldu mu, şimdi öyle anlıyoruz, ama iddiasız ve gösterişsiz. Aşka zıttır. Vefa Lisesi’nden Şükran’ın tarifine göre, lider, havalı ve telaşsız, hep iş peşindedir.  Ve ilk kez pek müfritti, sevindik, Hasip’in deyişiyle, siroz oldu ve üzüldük. Ve tarihi tarihten bir yıl geç, bizden koptu. Artık yok. Peki, özetle gerçekten yaşadı mı, evet ve bir tek iş buldu, ‘devrim’, biz yaşadık. Şevki’yle güzel yaşadık, aynı yoldayız. Ve eksikliğini hep duyuyoruz…”
Şevki ve Ahmet bizim için birdir, aynı kişidir, tek bir yoldaştır.
Geniş anlamda “yoldaşlık” tarifimiz var; Birbirimizi görmesek de, hapishanede veya cenazede, barikat başında veya gözaltında mutlaka karşılaşırız. “Kaderimiz” bizi birleştirir, kaçamayız. Eksiği gediği olsa bile sonuçta yol kardeşliğidir.

                                                           ***
Yalçın Hoca arıyor ara sıra. Bir süredir sağlık sorunları var, beyninden tabii. Yalçın Hoca bu, başka yerinde sorun çıksa şaşırır insan. “Orhan villaya taşınacağım, yeniden çalışmaya başlayacağım” diyor. Villa dediği Ankara Karakusunlar’da, 1980’li yıllarda solun uğrak yeri olan küçük, müstakil dubleks daire. Bizim kuşaktan olup da o evde anısı olmayan kimse yok neredeyse. Şimdi arıyor ve “seni tanıyor muyum” diye başlıyor, olası unutkanlığa karşı Hoca usulü önlemdir. Tanışıyoruz. 1987’de bir panelde karşılaştık ve ertesi gün dergi çıkarmaya karar verdik. Sonra hepimizi tutup hapse tıktılar. Biz yirmili yaşlarını süren asi çocuklarız, Hoca bir tür kılavuz bizim için.

Geçen yıl, mahkeme sonrası geleneği olan kalabalık bir yemekteyiz. Askerleri tartışıyoruz, ben onların adam olmayacağı kanısındayım. Hoca hala umudunu koruyor, anlaşmamız imkânsız. Fakat bu tartışmanın Hoca’yı üzdüğünü fark ediyorum. Sert görünür ama kırılgandır hep. Olağanüstü bir zekâya ve müthiş bir birikime sahip olmasına rağmen yüreğinin işaret ettiği yere gider çoğu zaman. Devrimci kalabilmenin başka yolu yoktur çünkü.

Şevki ve Ahmet’le birlikte, biz Hoca’nın öğrencilerinin birinci kuşağındanız. “Sınırda Yaşamak”ta anılarını yazanların çoğu ikinci kuşaktan. Bir de üçüncü kuşak var, birlikte “Gündoğdu” dergisini üretiyoruz. Çok parlak bir kuşaktır sonuncusu, galiba dergide yazanların arasında en az eğitimlisi benim. Bunları bir önemi olduğu için anlatmıyorum, nihayetinde birlikte yürümenin esası yoldaşlıktan ibarettir. Ama Yalçın Hoca kendi seçtiği öğrencileri olan, pek çok genç kuşağı mücadelenin içine arkasından ittirmiş gerçek bir hocadır. Eksik veya fazla, doğru veya yanlış, bizim hocamızdır.
                                                             ***

“Övünüyorsun ama seni cezaevine ben soktum” diye takılır bana hep. Hoca son mahpusluğuna sadece üçüncü kuşağı götürdü. OdaTV’deki iki Barışlar o kuşaktandır. Deniz Hakan, Barış Zeren ve Okan İrtem dışarıda kalan “Azap”lardandı. Hoca bir mahkeme arasında elime bir not tutuşturdu, “onlara gazeteciliği öğret” diyordu. Kelin merhemi olsa kendi başına sürer. O not yüzünden tuhaf işleri bulaştık bir ara, içime sinmese bile cezaevi arkadaşlığının hukuku var, zorda olana itiraz etmek olmaz.

Hem, benim öğretecek halim olmasa bile, üçüncü kuşaktan arkadaşlar işi çoktan öğrenmişti sanırım. Gündoğdu, delilidir.

Peki, özetle gerçekten yaşadık mı? Evet, “devrim” diye bir işimiz olduğu sürece, yaşadık. Dönüp dolaşıp hep birbirimizi ve kendimizi buluyoruz. Şevki’yle, Ahmet’le, hep birlikte aynı yoldayız. Eksikliklerini duymamamızın imkânı var mı?
Devrim bir tutkudur, hep sınırda yaşama halidir, kahırlıdır ama güzeldir. Hakkını vererek taşıyabilenlere imrenmemiz bundan. Yoldaşlar, ne olacaksa sizin de eseriniz olacaktır…

Orhan Gökdemir / SOL

8 Aralık 2018 Cumartesi

Son Çıkış: Alıp başını gitmek - CÜNEYT CEBENOYAN

İstanbul’da hepimizin kabusuna dönüşen ve şehrin çoğu semtini tanınmayacak kadar çirkinleştiren inşaat furyasını arka planına alırken, gelişmesini tamamlamamış başka bir varlığı yani bir küçük burjuva erkeği odağına alan Son Çıkış, keyifle izlenen, iyi bir film.

Bazılarımız büyüyemiyor. İstediği herşeyin elinin altında olacağı, elini sallasa ellisinin koşacağı bir çocukluk hayalini ileri yaşlarına kadar koruyabiliyor. Herşeyi istediklerin için, hiçbir şey olamıyorlar tam.

‘Son Çıkış’ın kahramanı Tahsin de böyle biri. Ne evinin erkeği, ne karısının kocası ne de çalıştığı konumu doldurabilen biri o. Zaten işteki konumuna da karısı sayesinde gelmiş. Tahsin’in çalıştığı şirketin sahibi aynı zamanda Tahsin’in kayınpederi oluyor. Yani Tahsin çok da çaba harcamamış makam, mevkii sahibi olmak için. Dişiyle tırnağıyla çıkmamış yukarılara. Haydan geleni huya göndermesi çok da şaşırtıcı değil.

Yeryüzü Cenneti!
Tahsin bir gün bir barda, Siren adlı eski bir kadın arkadaşıyla karşılaşıyor. Ondan alternatif bir yaşam öyküsü dinliyor. Doğal tarım yapılan, komünal bir hayat yaşanan bir nevi yeryüzü cenneti hayali Tahsin’in zaten bir yerlerde bastırılmış bir şekilde duran hayallerini canlandırıyor. Sıkıldığı işinden ve evinden kaçıp Akdeniz’de kendisini bekleyen bu hayale doğru koşmaya karar veriyor. Ama İstanbul bu, adamı kolay bırakmaz!

Ağların kokusunda
Martin Scorsese’nin ‘After Hours’ adlı filminin kahramanı da Tahsin gibi bir sirenin (mitolojide sesleriyle erkekleri baştan çıkaran dişi varlıklar) çağrısı üzerine Manhattan’ın sokaklarında kabus gibi bir gece geçirir. Tahsin’in de başına gelmedik kalmaz hedefine ulaşana dek. İnşaat dehşetinin faillerinden biri olan mimar Tahsin, kendisinin de kazılmasına katkıda bulunduğu kuyulara ya da inşaat çukurlarına düşer durur. Her şeye katlanır Tahsin, ne de olsa vadedilmiş cennette birkaç huri onu beklemektedir.

Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda sevişecek, yelkovan kuşlarının peşi sıra şu ada senin, bu ada benim alıp başını gidecektir. Ama başka bir şair de başka bir ülke bulunamayacağını, bu şehrin peşinden geleceğini söylemişti. Tahsin duymuş muydu?

Bir küçük burjuva
İstanbul’da hepimizin kabusuna dönüşen ve şehrin çoğu semtini tanınmayacak kadar çirkinleştiren inşaat furyasını arka planına alırken, gelişmesini tamamlamamış başka bir varlığı yani bir küçük burjuva erkeği odağına alan Son Çıkış, keyifle izlenen, iyi bir film. Özellikle başrol oyuncusu Deniz Celiloğlu, Tahsin rolünde çok iyi. 

CÜNEYT CEBENOYAN / BİRGÜN

Not. Konstantin Kavafis, Orhan Veli ve Yunus Emre’ye teşekkür ederim.


Sandıktan Topan Karakılçık çıktı! - L. DOĞAN TILIÇ

Seçime şunun şurası birkaç ay kaldı; az zaman sonra bütün adaylar belli olmuş ve 31 Mart’ta sandıktan çıkmak için kampanyalarına başlamış olacaklar.
Sandıktan çıkanlar, sandıkların kurulduğu yerlerde hayata nasıl ve ne kadar dokunacaklar? O dokunuşlar ranta-talana mı dönüşecek, yoksa “bir başka hayat” için üretim-tüketim ilişkileri içinde yaşamlarına değdikleri insanları gönendirmeye mi?

İkincisi de mümkün ve doğru dokunuşlarla hayatlar değişebiliyor!
Kars’ın Boğatepe köyünü anlatmıştım bu köşede; doğru bir dokunuşla değişen hayatlardan; köyden kaçanların geri dönüşünden; yok olan tahılın, etin, sütün, peynirin tekrar ortaya çıkışından; “ekmeğin kokusunun, damağın tadının” geri gelişinden söz etmiştim.

Yıllardır siyaseten kazanmanın böyle başarı öyküleri yaratmaktan geçtiğini yazar söylerim, solun ancak bunu yaparsa toplumsallaşıp çoğalacağına inanırım.

Boğatepe’den söz edip de üretici pazarlarında keyifle dolaştığım Seferihisar’dan, oradaki başarı öyküsünden söz etmemek haksızlık olacaktı.

“Topan Karakılçık” yaşlı bir köylünün sandığından çıktı; Seferihisar’ın Gödence köyünde!

Yok olduğu sanılıyordu. Yerel buğday türlerinden biriydi ve tarımımız on yıllardır yediğimize içtiğimize de musallat olan emperyalizmin elinde can çekişirken, yerli tohumların satışını yasaklayan yasalar çıkarılırken Topan Karakılçık Buğdayı da kaybolmuştu.

Seferihisar Belediyesi, şehrini dünyanın parmakla gösterdiği bir yer yapan başkan Tunç Soyer’in “başka bir tarım mümkün” politikası gereği, sandıktan çıkan o bir avuç tohumu 4 yıl süren çalışmalar sonucu çoğalttı. “5’inci yıl 6 dönüm, 6’ncı yıl 120 dönüm, 7’nci yıl 280 dönümde hasat” yaptılar ve “bu yıl da yaklaşık 500 dönüm ekildi”.

Seferihisar’ın köyleri, ki onlar büyükşehir yasasıyla mahalle yapıldılar, “Ekeceğiz de ne olacak?” kaygısıyla üretimden kaçmıyorlar. Belediye’nin “Alım Garantili Üretim” projesiyle, üretici, Belediye’ye ne kadar üretim yapacağının, Belediye de devletin açıkladığı buğday taban fiyatının iki katına satın alacağının sözünü veriyor.

Seferihisar’ın adını belki de Türkiye’nin ilk “Cittaslow” (Yavaş/Sakin Şehir) ilçesi olduğunda duydunuz. Belki sadece gidip görülecek bir turizm beldesi olarak düşündünüz, belki orada emeklilik düşleri kurdunuz.
Ancak, Seferihisar bunlardan çok fazlası; orada yaşayanların ürettikleri, üreterek hayatlarını iyiye güzele doğru değiştirdikleri bir yer.
Orada; kendisini çocukların aldığı nefesten, içtiği sudan sorumlu hissettiğini; kadınların eşit yaşamalarını, yaşlıların mutluluğunu; toplum sağlığını; kuşaklar arası köprüler kurmayı asli görevi saydığını söyleyen bir belediye var.

Üretici pazarları açıp, üretici birlikleri ve kooperatifler kurarak, tarım ürününü işleyip sanayi ürününe dönüştürerek insanların toprakları terk etmesine engel olmuş, yaşam kalitelerini yükseltmiş bir belediye var.
Yerli tohuma sahip çıkıp, her yıl Türkiye’nin dört bir yanına 1 milyonun üzerinde yerli tohum ve fideyi ücretsiz dağıtarak, Seferihisar örneğini başka yerlere de taşımaya çalışmış bir belediye var.

Bütün köyleri dolaşıp sandıklarda kalan son tohumları toplayarak, o tohumların takasını sağlayarak, Can Yücel Tohum Merkezi kurarak yürüyen bir yerel yönetim var.

Okumayı burada kesip Youtube’dan Seferihisar videoları izleseniz orada yapılanları belki daha net görecek (https://www.youtube.com), başarılarının tarımla sınırlı olmadığını fark edecek, keyifli bir hafta sonu geçireceksiniz!

Partilerin “Bütün Türkiye’yi böyle yapacağız” diye anlatabilecekleri başarı öyküleri olmalı diyorum ya; alın işte Seferihisar!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Bağımlı ekonomiden bağımsız siyaset çıkar mı? - Barış Doster

Türkiye üretmiyor. Sanayisi eridi. Tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye, mercimek, fasulye, et, saman ithal ediyor. Çarşı-pazardaki ürünlerin büyük bölümü dışarıdan geliyor. Hayat pahalılığı yurttaşın belini büküyor. İşsizlik dayanılmaz boyutlarda. Büyüdüğü dönemlerde bile istihdam yaratamayan; üretime değil tüketime, ihracata değil ithalata dayanan model iflas etti. Sanayileşme hamlesini, planlı ekonomiyi, bütüncül kalkınmayı unutmanın bedeli ağır oldu. Seçim dönemlerinde, iç siyasete yönelik, “Eyy Almanya”, “Eyy Hollanda” diye başlayan tümceler kurulsa da, bu ülkeler önemli dış ticaret ortaklarımız, ülkemize en çok yatırım yapan ülkeler arasındalar. 

Sorunumuzun dönemsel değil yapısal olduğunu kavramak için, tarihe uzanalım. İkinci Dünya Savaşı sonrasına, Soğuk Savaş’ın başladığı döneme bakalım. ABD’nin Türkiye’ye, Marshall Yardımı kapsamında süttozu, krem peynir yolladığı yıllar...
O malların ambalajlarının görüntüleri hafızalardadır: Tokalaşan iki el. Üstünde ABD bayrağındaki yıldızlar, altında ABD bayrağındaki şeritler. ABD yardım yaparken bir de şart koşmuştur: “Sanayileşmekten vazgeç, demiryollarına yatırım yapma”. Yardım yaparken, neyi, nasıl, ne kadar üreteceğimizi de dayatmıştır. Tahribatı ağırdır. Misal; ulusal savunma sanayisi konusunda aklımız başımıza, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle konan ambargo sonrasında gelmiştir. 

ABD - Türkiye arasındaki bu ilişki biçimi, ülkemizin tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, onurlu dış politika, güçlü ekonomi konusundaki kıskançlığını, kısacası Atatürkçü geleneğini de zayıflatmıştır. Seçkin aydınımız NiyaziBerkes’in şu saptaması önemlidir: “Batı’da Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı sayarlar. Onlara göre, Batıcılık sevgisini başlatan AdnanMenderes’tir”.

Ülkeler ve sınıflar arası eşitsizlik
Diplomaside baskı çok boyutludur; siyasi, hukuki, askeri, iktisadidir. İç siyasette de ekonomik baskı, sadece yoksulluk, eşitsizlik, sömürü doğurmaz. Zorbalık da doğurur. Kapitalizm, ülke içindeki sınıfsal eşitsizliği de, ülkeler arası eşitsizliği de derinleştirir. “Sınıf” kavramının, sınıfsal mücadelenin, yurttaş kimliğinin, toplumsal bilincin yerine etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel duyarlılıkları koyar. Kimlik siyasetini öne çıkarır. Kapitalist düzenin, liberal düşüncenin, kâğıt üstünde önerdikleriyle, özgürlük vaadiyle, hukuk önünde eşitlik söylemiyle, gerçek hayatta yaşananlar örtüşmez. Ekonomik eşitsizlik, siyasal ve toplumsal eşitsizliği besler. 

İç siyasette bunlar yaşanırken, dış siyasette de benzer uygulamalar öne çıkar. Pazar ve hammadde için, ülkeler birbirine kırdırtılır, işgal edilir. Gelişmiş, merkez, kapitalist, emperyalist ülkelerin silah sanayisi, siyaset, bürokrasi ve bilim dünyasıyla birlikte çalışır. Azgelişmiş ülkeler de ihtiyaç duyduklarından değil, haraç vermek zorunda olduklarından, gelişmiş ülkelerin silah şirketlerinin en önemli müşterileri olurlar. Yurttaşları açlığın, yoksulluğun, eğitimsizliğin girdabında kıvranan Ortadoğu ülkeleri bunun somut örneğidir. 

Kıssadan Hisse: Kapitalizmde kâr, şirketin kasasına girer. Zarar emekçilere, yoksullara yüklenir. Dış politikada da bu kural geçerlidir.

Barış Doster / CUMHURİYET

Tesettür 'açılımı' - TAYFUR ATAY

Bu sene sınıfta “toplumsal cinsiyet ve din” konusunu tartışmaya açtığımız derste tesettürlü öğrencilerimden biri döktü içini: “Anneanneme göre benim bu örtünme şeklim haram hocam… ‘Böyle örtüneceksen açık gez daha iyi’ diyor bana!..”
Bakıyorum ona: 1990’lar-sonu /2000’ler-başı doğmuş ve şu an üniversite sıralarında oturan tesettürlü öğrencilerde genel/yaygın temayül olarak belirmiş “standart” görüntü içinde.
Nasıl tarif etmeli?.. Başında “İslami-hicap” kurallarını gözeten bir örtü; sonrasında (çarşaf ya da pardösü yerine) şık bir bluz-ceket, jean-pantolon ve gayet gösterişli, “marka” spor ayakkabılar…
Yani “kapalı” mı evet, ama renksiz, hareketsiz ve “mazbut” değil. Birkaç kuşak öncesi tesettürlü üniversite öğrencilerimin çoğunda rastlanan “ağırlık” ve sakınganlıktan uzak bir “hicap” hali bu… Başörtüsünü “tayt”la buluşturan bir “layt tesettür”…
Bilmiyorum çok mu iddialı olacak ama denilebilir ki karşımızdaki, “Z-Kuşağı Müslüman genç kız” görüntüsü; bu kuşağı karakterize eden “mobil” kültürüyle mütenasip bir tesettür tablosu…
***
Bu “tablo”dan rahatsız olup sesini yükselten sadece benim sevgili öğrencimin anneannesi değil. Dindar-muhafazakâr ve tabii “eril” kalem/kitap/fikir erbabında da benzeri rahatsızlığa bağlı serzenişlere ekranda bir programda denk geldiğimi hatırlıyorum.
“Yeni-yetme” dindar-muhafazakâr genç kızların “örtünme” konusunda mevcut konvansiyonları, alışkanlık ve beklentileri yerle bir eden bu giyim tercihlerini anlayamadıklarını belirtip “Bu nasıl/ne zaman oldu” diye yakına yakına soruyorlardı.

Tabii sorunun ve de “sorun”un bam telini, türban yasağı, “ikna odaları”, vb. siyasi
ve resmi-ideolojik uygulamalar karşısında “onca yıllık mücadeleler” sonrası kazanılmış hakların ardından şimdi bu “new-age başörtülü bacılar”ın böyle “kozmetik”, “frapan”, hatta “dekolte-tesettür” meyline nasıl kapıldıkları oluşturuyor.

“Allah’ın emri”ni hayata geçirme yolunda “dinsiz” addedilen bir “laik rejim”e karşı verilmiş bunca mücadeleden sonra gelinecek nokta burası mı olmalıydı?!
Eğer gelinen nokta burasıysa, galipler bu yolda mağlup sayılmaz mıydı?!
Günahtan sakınma (“takva”) için örtünme, şimdi bu (“nefsanî”) haliyle “örtünerek açılma”ya karşılık gelmiyor muydu?!
Ve işte o nihai soru: Bütün bunlar nasıl oluyor, olabiliyordu?..
***
Oluyor olabiliyor, çünkü bu gençler ne ablalarının “başörtüsü-hakkı” için oturma eylemlerini, ne “28 Şubat”ı, ne de “İkna Odaları”nı yaşadılar, deneyimlediler.
Onlar kendilerini bilebildikleri aşamada avuçlarının içindeki “mobil” cihazlarla, tıpkı başörtülü-olmayan hemcins akranları gibi aynı küresel kültürel-endüstriyel örüntünün anaforuna kapıldılar.
Twitter, Facebook, YouTube, Instagram… Ve elbette “Selfie”…
Yani özlüce, dijital tüketim kapitalizmi…
Z-Kuşağı Müslüman genç kızların “takva”sı esas itibarıyla bu hâkim, kapsayıcı ve etkin sosyokültürel iklimde neşvünema buluyor!..
Bizim dinbaz iktidar, zoraki şekilde imam-hatiplerle, sıbyan mektepleriyle, Kuran kurslarıyla ne kadar bastırırsa bastırsın; arzu ettiği tarzda sosyalleşme veya “kültürleme”yi mümkün kılacak “iklim”i yaratmaya uğraşırsa uğraşsın, olmuyor. “Sibernetik sosyalleşme” hükmünü dindar-muhafazakâr yeni nesil üzerinde de icra ediyor ve onların tipolojilerini belirliyor.
Böyle olunca sınıfımdaki başörtülü genç kızla başörtüsüz genç kız arasındaki fark, bir “derece farkı”ndan öteye gitmiyor; ortada “mahiyet farkı”ndan söz edebileceğimiz bir durum bulunmuyor.
***
Bu elbette sadece bize özgü değil ve İslam dünyasının her tarafından örneklenebilecek, dünyada her yerde deneyimlenen bir “New-Age Müslümanlık.”
Fakat Türkiye’de gidişatın önünü açan "ticari inisiyatif" olarak “Tekbir Giyim A. Ş.”nin hakkını teslim etmek gerekir.
“Tekbir Giyim”, bu memlekette “Tesettür emirdir” düsturundan, "Tesettür güzeldir” düsturuna geçiş köprüsü olmuştur.
Bu bakımdan onun kurucusu ve sahibi Mustafa Karaduman’ın 1990’ların başında kendisiyle yapılan bir görüşmedeki, “Mini etek dünyaya nasıl yayıldı, aynı şekilde tesettürü bütün dünyaya yayacağız” iddiasının gerçekleştiğini de belirtmek gerekir. Şu kayıtla ki tesettür dünyaya aynen “mini-etek gibi” yayıldı; yani bir moda, güzellik, cazibe “aksesuar”ı olarak…
O yüzden tesettürün “gizli güzellik” olduğunu belirten gayet “profesyonel” tesettürlü kadın kuaförlerimiz; “Tesettürlü kadın da dekolte giyinmekten hoşlanır” diyen meşhur tesettürlü modacılarımız oldu.
Böyle böyle “Tekbir Giyim”le çıkılan yolda şimdi “siber-âlem”de, “mobil-ortam”da, “online” işlerlikte bol bol irili-ufaklı tesettür giyim firmalarına kadar geldik.
Girin İnternet’e ve orada derya gibi karşınıza çıkan bu “new-age tesettür kreasyonları" üzerinde şöyle bir sörf yapın, işte o zaman bulacaksınız yukarıda zikredilen, "eski-tüfek" ataerkil dindar-muhafazakârlığın “Bu nasıl oldu” sorusunun cevabını!..
Tayfur Atay / T24

Banka CEO'ları kara yasta! - REMZİ ÖZDEMİR

Cuma günü Sözcü gazetesinde bir köşe yazısında, BDDK'nın bankalara bir yazı göndererek yapmaları gerekenleri anlattığı belirtildi.
Kıyamet koptu. BDDK, bankalara nasıl yazılı talimat verir. BDD bankalara bal gibi talimat verir. Bu işi Berat Albayrak veya AKP meselesi yapmamak lazım.
BDDK, Türkiye'deki bankaların çalışma esasını belirleyip denetleyen kurumdur.

Bankalar özellikle yabancı kontrolüne girdikten sonra adeta kendi egemenliklerini ilan ettiler.Geçmiş yıllarda "aman bankalardaki istikrar bozulmasın" gibi saçma sapan söylemlerle meydanı boş buldular. Bankalar adeta kendi krallıklarını oluşturdu.

Şimdi BDDK, görevini yapınca hemen saldırıya geçiyorlar ve kendilerine yazılan yazıyı basına sızdırıyorlar.

BDDK bu konuda kesinlikle doğru olanı yapmaktadır.Bu kurumu yıpratmaya da kimsenin hakkı yok. Bu kurum çalışanları özellikle son 4 ayda Türkiye'nin yaşadığı çalkantılı dönemde en büyük gayreti sarf edendir.Bazı yabancı bankalar, şimdi hesaplarına gelmediği için BDDK'ya karşı bir yıpratma operasyonu içindeler.
Bu konuyu doğru yerden okumak lazım.
___________
Kâr transferi
Yabancı bankalar Türkiye'yi soydu soğana çevirdi. Elbette kâr transferi konusunda tedbir almak zorundadır.

Türkiye'de bir Telekom gerçeği var. Milyarlarca dolar kâr payı adı altında başka ülkelere transfer yapılmadı mı? Bugün BDDK daha güçlü bir bankacılık sistemi için bu paranın transferden çok sermayeye ilave edilmesini istiyor.
Bunu BDDK geçmiş yıllarda da yaptı. Bu doğru bir yönetim şeklidir.
______________
Yönetici primleri
BDDK'nın son dönemde el attığı bir başka konu ise banka CEO ve yöneticilerinin her yıl bol kepçe aldığı primler.

BDDK yazısındaki "2018 yılı kârıyla ilişkilendirerek kâr payı, jestiyon, prim gibi adlarla çalışanlarına ödeyecekleri toplam tutarlar hakkında da kurumumuza ve genel kurullarında ortaklarına bilgi verilmesi gerekli görülmektedir" cümlesi eleştiriliyor.

Bu Avrupa bankacılık düzenleme ve denetleme otoriteleri tarafından yıllardır yapılmaktadır.
2008 global krizinden sonra dünyada şirket ve banka CEO'larının aldığı maaş ve primler büyük tartışmalara neden olmuştu. Üst yönetim kadrolarının aldığı primler, 'bu kadar başarılıysalar şirketler neden battı?' sorgulamalarıyla yasal savunmalarında ortalığa dökülmüştü. Amerika ve Avrupa'da CEO ve üst yönetimin maaş ve jestiyonlarında kısıtlayıcı düzenlemelere gidildi. ABD değilse bile Avrupa işi sıkı tuttu. Şimdi Türkiye'deki düzenleme ve denetleme otoritesi BDDK harekete geçince olay oluyor.

Bugün bankacılık sektörü çalışanları köle gibi görülüyorsa bu bankaların CEO'larının, genel müdür yardımcılarının ve bölge müdürlerinin bu paradan pay almak için yaptıkları kırbaçlama politikalarındandır.Yıl sonunda bu yöneticiler büyük paralar almakta ve kimse hesap sormamakta. Üstelik bankaların tamamına yakını da halka açık.
Yok öyle bir dünya. Halka açık olmasa bile sen bir yönetici olarak bu kadar parayı prim diye alıyorum diyemezsin.

Sonuç olarak BDDK düzenlemeleri bazen eksik olsa da uluslararası standartlarda yapılmaktadır.

Bu konuda reklam veren bankaları korumak yerine ülkemizin millî çıkarlarını koruyan ve denetleyen kurumu yıpratmamak çok daha önemlidir.


REMZİ ÖZDEMİR / YENİÇAĞ

İnternet meclisi ve sanal miting! - Arslan BULUT

Türkiye'de de medya, Fransız medyası gibi Fransa'daki Sarı Yelekliler'in kendi aralarında 30 bin kişinin katılımıyla hazırladıkları 42 temel talepten hiç bahsetmiyor. Bu da her iki ülkede medyanın halkın değil sermayenin sözcüsü olduğunun açık bir delili... Oysa bu talepleri herkesin duyması gerekir.
birartıbir.org'tan Alican Tayla'nın çevirdiği 42 maddelik talep listesini sütuna sığmayacağı için biraz kısaltarak veriyorum:

1. Sıfır evsiz: Acil...
2. Gelir vergisi daha kademeli olsun.
3. Asgari ücret net 1300 avro olsun. (Şu andaki net asgari ücret yaklaşık 1150 avro.)
4. Köylerde ve şehir merkezlerinde küçük esnaf korunsun. Dev alışveriş merkezi inşaatlarına son verilsin. Şehir merkezlerinde bedava otoparklar kurulsun.
5. Konutlar için büyük bir ısı yalıtımı projesi başlatılsın. 
6. Büyükler büyük, küçükler küçük vergi ödesin.
7. Herkes için aynı sosyal güvenlik sistemi uygulansın. 
8. Emeklilik sistemi dayanışmacı ve sosyal kalsın. Puanlı emeklilik hesabına son verilsin.
9. Akaryakıt zammı kaldırılsın.
10. 1200 avronun altında emeklilik maaşı olmasın.
11. Tüm seçilmişlerin maaşı ülkenin ortalama maaşıyla eşit olsun. Seyahat ve ulaşım harcamalarından sadece zorunlu olanlar karşılansın.
12. Tüm Fransızların maaşları ve sosyal yardımlar enflasyona endekslensin.
13. Fransa sanayii muhafaza edilsin; üretimin ülke dışına kaydırılmasına son verilsin.
14. Fransa sınırları içinde çalışma hakkı olan yabancılar, Fransız vatandaşlarıyla eşit olmalı ve o kişinin işvereni Fransız işverenlerle aynı vergileri ödemeli.
15. Büyük şirketlerin sözleşmeli işçi çalıştırma hakkı sınırlandırılsın. Kadrolu çalışmaya geri dönülsün.
16. Büyük şirketler için vergi indirimi kaldırılsın. Buradan elde edilecek gelir, hidrojenle çalışan araba üretimi için Fransa sanayisine aktarılsın.
17. Kemer sıkma politikalarına son verilsin. Hiçbir meşruiyeti olmayan borç faizlerinin ödemesi durdurulsun. 80 milyarlık vergi kaçakçılığının peşine düşülsün.
18. Zorunlu göç hareketlerine çözüm üretilsin.
19. Sığınmacılara iyi davranılsın.
20. Sığınma talebi reddedilenler ülkelerine gönderilsin.
21. Hakiki bir entegrasyon politikası uygulansın. Fransa'da yaşamak, Fransız olmayı gerektirir. Fransa'ya yerleşenlere Fransızca, Fransa tarihi ve vatandaşlık bilgisi dersleri verilsin.
22. Azami ücret ayda 15 bin Avro olsun.
23. İşsizler için iş alanları açılsın.
24. Engellilere verilen mali ödeme artırılsın.
25. Kiralara sınırlama getirilsin. Daha çok sayıda ve makûl ücretli kiralık konut yapılsın.
26. Fransa'ya ait mülklerin (baraj, havalimanı vb.) satışa çıkarılması yasaklansın.
27. Yargı, polis, jandarma ve orduya daha kapsamlı imkânlar sunulsun.
28. Ücretli otoyollardan toplanan paranın tamamı Fransa'da otoyol ve yolların yapımına, bakımına ve güvenliğine yatırılsın.
29. Gaz ve elektrik sistemi tekrar kamusallaştırılsın ve fiyatlar aşağı çekilsin.
30. Küçük yerleşimlerdeki demir yolu hatları, postane şubeleri ile ve ilkokul ve anaokullarının kapatılmasına son verilsin.
31. Yaşlı nüfusun hayat seviyesi yükseltilsin.
32. Anaokulundan lise sona kadar hiçbir sınıfta öğrenci sayısı 25'i geçmesin.
33. Psikiyatrik desteğin yaygınlaşması için imkânlar sunulsun.
34. Halk oylaması anayasaya girsin. Kurulacak bağımsız bir teşkilatın denetimindeki İnternet sitesine sunulan bir yasa teklifi için 700 binin üzerinde imza toplanırsa, Meclis bunu tartışıp, düzeltip, tasarı haline getirerek halk oylamasına sunmakla yükümlü olsun.
35. Cumhurbaşkanlığı görev süresi yeniden 7 yıla çıkarılsın.
36. Emeklilik yaşı 60 olsun. Fizikî zorluk içeren mesleklerde çalışanlar için 55 olarak belirlensin.
37. Çocuklar 10 yaşına girene kadar geçerli olmak üzere çocuk bakımı için parasal destek sistemi geri getirilsin.
38. Ticari malların dolaşımı demir yollarıyla sağlansın.
39. Vergilerde stopaj sistemine son verilsin.
40. Eski cumhurbaşkanlarına ömür boyu ödenek uygulamasına son verilsin.
41. Banka kartıyla ödeme yapıldığında esnafa ek vergi uygulanmasın.
42. Gemi yakıtlarına vergi getirilsin.

                                                           ***

Anlaşılıyor ki Fransa'da sorunlar Türkiye ile hemen hemen aynı... Türkiye'de bu tür önerilerle sokağa çıkarsanız, aranıza bölücü örgütleri sokarlar ve sonra da "hükümeti devirmeye teşebbüs"ten yargılarlar! Siyasi partiler ve sendikalar da bu konularda suskun. Fakat, "İnternet meclisi" kurmak, sosyal medyayı miting alanı yapmak ve baskı oluşturmak mümkün!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

7 Aralık 2018 Cuma

'Piyasalar' faşistleri seviyor - KORKUT BORATAV


Meksika ve Brezilya: Başkanlar ve borsalar   
Doug Henwood, 30 Ekim 2018’de “Faşistler Hisse Senetlerini İhya Ediyor” (“Fascists Are Good fo Stocks”)  başlıklı bir yazıyı kendi adını taşıyan sitede yayımladı. 
        
Yazı, basit iki grafikle kısa bir yorumdan oluşuyor. Grafikler Brezilya ve Meksika borsalarında hisse senedi endekslerinin seyrini izliyor. 

İlk grafik, 1996 ile Ekim 2018 dönemini kapsıyor. 2012’ye kadar endeksler paralel seyrediyor. 2012 sonrasında Brezilya sert bir siyasi krize sürüklenince, endeksi    Meksika’nın gerisine düşüyor; solcu başkan Rousseff azledilince, önceki eğilime yöneliyor.

İki borsanın hareketlerinde belirgin farklılaşma ise Ekim 2018’de gözleniyor. Ana neden,  iki ülkedeki başkanlık seçimleridir. Bilindiği gibi seçimleri Meksika’da solcu Lopez Obrador, Brezilya’da ise, (Avrupa’lı benzerleri gibi “neo-faşist” değil) açıkça faşist olan Jair Bolsonaro kazandı. 

Sonrasını Henwood’dan nakledeyim: “Ekim 1’den itibaren Meksika hisse senetleri   yüzde 17,9 düştü; Brezilya’da ise %19,4 oranında yükseldi. Obrador ılımlı reformlar vaat ediyor, yatırımcılar panik içinde. Bolsonaro ise solu yok edeceğini, suç ile mücadeleyi ölüm mangalarına devredeceğini, özgün (yerli) nüfusun kaynaklarını yağmalayacağını, büyük sermayeyi ise ihya edeceğini vaat ediyor; yatırımcılar coşku içinde…”

Henwood, Obrador’un yatırımcıları paniğe sürükleyen “ılımlı reformları”na sadece değiniyor. Tamamlayıcı bilgiyi ben vereyim. 

Lopez Obrador piyasaları nasıl kızdırdı? 
Lopez Obrador, Temmuz’da başkanlık seçimini tek turda kazandı; partisi parlamento çoğunluğunu da elde etti. Üç ay fincancı katırlarını ürkütmedi; ama Ekim’de “münasebetsiz” işler yapmaya başladı. 

Neler yaptı? Meksika toplumunun kimi sorunlarını doğrudan demokrasi, yani halkoylamaları yoluyla çözme tasarımını ciddiye aldığını gösterdi… 

İlk uygulamasını Başkanlık Sarayı’na yerleşmeden hayata geçirdi: Mexico City’de, “yeni havalimanı yapılsın mı?”sorusunu içeren bir halkoylaması örgütledi. Çevrecilerin ve başkentlilerin karşı çıktığı 13 milyar dolarlık  bu yatırım projesi, halkoylamasında üçte ikilik “hayır”  oyu ile reddedildi. Obrador da  yatırımı durduracağını ilan etti.

Bu kararını kamuoyuna duyururken verdiği demece de göz atalım: “Meksika devleti finansal piyasalara boyun eğebilir mi? Kimin sözü geçecek? Elbette halkın ve yurttaşların…”

Yeni başkan, görevinin ilk yılında başka halkoylamaları da yapmak niyetindedir: Yoksul eyaletler için bir dizi yatırım ve sosyal yardım programı;  yozlaşmış emniyet teşkilatının dağıtılması ve ulusal güvenlik sisteminin ordunun da katılmıyla merkezîleştirilmesi… Bir de Mart 2019’da (herhalde sadece sembolik önem taşıyacak)  bir başka halkoylaması da tasarlıyor: “Uyguladıkları neoliberal politikalarla milyonlarca Meksikalının yoksullaşmasına yol açan  beş eski başkan (Salinas, Zedillo, Fox, Calderon, Beno Nieto) bu nedenle yargılansın mı?”

Yeni Başkan, görevinin yarısı dolunca “göreve devam edeyim mi?” sorusunu içeren bir halkoylaması daha yapacakmış ve sonuç “Hayır” olursa derhal istifa  edecekmiş.

Meksika’da “kurulu düzeni” temsil ettiği anlaşılan kıdemli , saygın bir diplomat, (Mayer-Serra, Financial Times, 30 Kasım)  Obrador’un halkoylaması yöntemini “demokratik kurumları dinamitleyeceği” gerekçesiyle ve sert bir üslupla lanetledi (Financial Times, 30 Kasım). 

Obrador, “piyasalar” tarafından Ekim’de bu marifetleri nedeniyle cezalandırıldı: Henwood’un. hisse senedi fiyatlarında belirlediği çöküntüye ilaveten Meksika peso’su son beş ayın en düşük değerine indi; tahvil faizleri ise son on yılın rekorunu kırdı.

“Piyasalar” temsilî demokrasiye karşı
Bolsonaro’yu ödüllendiren, Obrador’u cezalandıran piyasalarda  hangi tür metalar alınıp satılmaktadır? 

Yukarıda açıkladım: Bunlar, hisse senedi, tahvil ve döviz piyasalarıdır. Günümüzde, Brezilya’da, Meksika’da, (keza Türkiye’de de) iç ve dış tüm sermaye çevrelerine sınırsızca açık piyasalardır. İşlem gören (çoğu kez “kâğıttan”) varlıkların fiyatlarını topluca yukarı veya aşağı çeken hareketler de sermayenin kolektifiradesini yansıtır.

Ekim 2018’de Brezilya ve Meksika borsalarındaki hareketlerin, yeni  başkanların neo-liberalizme ilişkin tavırları ile bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Neo-liberalizm, bence, “sermayenin dünya çapında ve sınırsız tahakkümünü hedefleyen program”dır. Solcu Obrador, finansal piyasaları ve neo-liberalizmi açıkça suçlamıştır. Faşist Bolsonaro ise büyük sermayeyi ihya etmeyi üstlenmiştir. 

Brezilyalı Pepe Escobar da faşist Bolsonaro’nun başkanlığını hazmedemiyor ve onun piyasalar tarafından coşkuyla ödüllendirmesini şöyle açıklıyor: “Faşizm neo-liberalizmin son aşamasıdır. Bir faşist ‘serbest piyasa gündemi’ni pazarlarsa tüm günahları affedilir.” (Defend Democracy Press, 4 Aralık).
Doğru bir teşhis yaptığını düşünüyorum. Neo-liberalizm, otuz küsur yıl boyunca “başka seçenek yok” sloganı ile pazarlandı; merkez sağ ve sol partiler tarafından da tümüyle benimsendi. Seçeneksizlik algılaması, neo-liberalizmin halk sınıfları tarafından da sineye çekilmesine yol açtı. Bu dönemde sermayenin kapsamlı programı ile temsilî demokrasi arasında ahenkli bir uyum gerçekleşti. 

2008 krizi sonrasında kapitalizmin ve neo-liberalizmin  çirkin yüzü açığa çıktı. Halk sınıfları da kendilerini “seçeneksizliğe” tutsak kılan politik cendereye karşı çıkmaya; sermayenin tahakkümünü sandıklarda reddetmeye başladı. Temsilî demokrasinin  uyumsuz, “aykırı” sonuçları da piyasalar tarafından “cezalandırıldı”.
Brezilya’da ne oldu? “Sivil bir darbe” sol seçeneği (favori aday olan Lula’yı) hapse yolladı; adaylığını önledi… Neo-liberalizmi sahiplenen “merkez-sağ” tarihe karışmıştı; bu işlevi faşist Bolsonaro üstlendi... Seçimi kazandı; piyasalar coştu.
Meksika’da ne oldu? Yolsuzluk, şiddet ve eşitsizlik,  sağ seçenekleri tümüyle tasfiye etmişti. Temsilî demokrasi neo-liberalizme karşı çıkan bir solcuyu (Obrador’u) iktidara getirdi. Aykırı söylem ve uygulamalarına karşı  “piyasalar” gecikmeden tepki gösterdi; Ekim sonunda da ilk “ders” verildi. Şimdi bu aşamadayız. 

Lopez Obrador’un solculuğu? 
Meksika burjuvazisi ve finans kapital, Lopez Obrador’un iktidara yürüyüşü önlenemez bir ivme kazanınca önlemleri almaya başlamıştı. 

Anlaşılan kritik hamleler, Obrador’un kabinesini oluşturma aşamasında yapılmıştır. Kabine başkanlığına saygın, varlıklı bir iş adamı, Alfonso Moro getirildi. Neo-liberalism açısından en kritik görev, maliye bakanlığıdır. Bu göreve getirilen Carlos Urzua, “sağduyuyu” temsil etmektedir. 

Urzua, Obrador’un Ekim’deki “münasebetsizlikleri”ni telâfi görevini üstlendi. İç ve dış finans çevreleriyle bir danışma (“barışma?”) toplantısı düzenleyeceğini açıkladı. Malî disipline ödünsüz öncelik verileceğini,  2019’da millî gelirin yüzde 1’i oranında faiz dışı fazla hedefleneceğini ısrarla vurguladı. 

Obrador’u seçimlerde desteklemiş olan İşçi Partisi, özel emeklilik sigortasını tasfiye etmeyi ve sosyal güvenlik sistemini  güçlendirmeyi savunmaktadır. Bu öneriyi bir halkoylamasına taşımayı tasarlıyor. Bireysel emeklilik sigortaları, Pinochet Şili’sinden  bu yana Latin Amerika neo-liberalizminin “gözde eseri”dir. Maliye Bakanı Urzua’nın bu “aykırı” halkoylaması önerisine tepkisi açık oldu: “Böyle bir öneriyi destekleyemeyiz; kesinlikle karşıyız…”

Latin Amerika solunu yakından izleyen Immanuel Wallerstein,   Temmuz’daki seçim  zaferinden sonra kaleme aldığı bir yazıda  Lopez Obrador’u tebrik etmişti. Daha sonra Meksika’daki gözlemlerini 15 Kasım’da yayımladı. Ona göre Latin Amerika’da solculuğun kritik ölçütü, dış politika ile ilgilidir ve teşhisi olumlu değildir: “Obrador, görünüşe göre açıkça anti-emperyalist değil, öncelikle milliyetçi bir politika izleyecektir.”

Wallerstein’in bu ayrımı önemlidir: Latin Amerika’da anti-emperyalizm, ABD hegemonyasına karşı, Chavez’in,  Morales’in, iktidar yıllarında Lula’nın ve karı-koca Kirchner’lerin oluşturduğu alternatif (ve ABD’nin dışlandığı) dayanışma örgütlenmeleri ile hayata geçirilmişti. Bu, salt “ülke çıkarları”  söylemi ile sınırlı bir milliyetçilikten farklıdır. 

Dolayısıyla Obrador, neo-liberalizm karşıtı slogan ve söylemlerine rağmen,    Wallerstein Hoca’nın “solculuk sınavı”ndan şimdilik geçer not almamıştır. 

Korkut Boratav / SOL