11 Aralık 2018 Salı

Büyüme hikâyesinin sonu yaklaştı - HAYRİ KOZANOĞLU

Büyüme verilerinin, ekonominin seyrini bizzat yaşamından deneyimleyen sade yurttaşımıza inandırıcı gelmediğinin farkındayım. Ölçümleme yöntemine ilişkin itirazlarımız da sürüyor. Ne var ki, açıklanan verileri temel aldığımızda da yaşanan süreçle ilgili önemli ipuçlarına ulaşabiliyoruz.


Şöyle ki 1. Çeyrekte %7.3, 2. Çeyrekte %5.2 açıklanan büyümenin kısa sürede %1.6’lık bir orana çekilmesi dahi keskin bir ivme kaybına işaret ediyor. Bu eğilimin sürmesi halinde 4. Çeyrek büyümesinin eksilerde çıkması kaçınılmaz görünüyor. Kaldı ki TUİK’e göre, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH’nin bir önceki çeyreğe göre %1.1 azaldığı görülüyor.

Cüzi büyümenin kaynağı hizmetler
Faaliyetler temelinde büyüme oranları incelendiğinde, AKP rejiminin motor gücü inşaat sektörünün %5.3 daraldığı ortaya çıkıyor. Tarım sektörü katma değeri %1, sanayi sektörü %0.3 sembolik ölçüde artarken, büyümenin kaynağının %4.5 sıçrama gösteren hizmetler sektörü olduğu anlaşılıyor. Ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetlerinin bütünü hizmetleri oluşturuyor. Döviz kuru hareketlerinin insanların yeme ve içmesine, konaklamaya, ticarete yansıması daha geç oluyor. Aynı gözlemi enflasyon rakamları için de yapmıştık. Ayrıca kurban bayramı ve yaz tatili döneminde, dövizdeki türbülans insanları tedirgin etse de harcamaları fazla etkilemediği sonucunu çıkarabiliriz. Hatta doların tepelerde gezindiği bir dönemde içtiği kahvenin, yediği sandviçin fiyatının fazla artmaması bazı bireyleri daha fazla tüketime yönlendirmiş bile olabilir.

Bireysel tüketim hız kesti
Harcama temelinde yapılacak bir inceleme ise, 3. Çeyrekte hanehalklarının tüketim harcamalarının sadece %1.1 arttığı, sınırlı büyümenin ana kaynağının %7.5’luk devletin nihai harcamaları olduğunu gösteriyor. Gayrisafi sabit sermaye oluşumunun yani orta-uzun dönemde büyümenin temelini oluşturacak yatırımların %3.8 azalması gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Üretici ihracata yüklendi
Mal ve hizmet ihracatının %13.6 artışı, ithalatın ise %16.7 daralması; iç talebin zayıflaması ve döviz kurunun sıçraması nedeniyle üretimin dış pazarlara yönlendirilmesinin, ithalatta ise hammadde ve ara malı ithalatının bıçak gibi kesilmesinin yansıması. Böylelikle net ihracat kanalıyla daha kötü bir büyüme performansı önlenmiş oluyor.

Satın alma gücü düştü
Üretimin cari fiyatlarla %21.8 artışı karşısında işgücü ödemelerindeki değişimin %19.4’le sınırlı kalması da, emek kesiminin konumundaki gerilemenin yansımasıdır. (“Hocam benim gelirim %19.4 artmadı ki!” şeklindeki haklı itirazları duyar gibiyim. Biz de TUİK’in yalancısıyız demek zorunda kalıyorum yine…) İşgücü ödemelerinin katma değer içerisindeki payının %32.5’ten %31.6’ya düşüşü ise, önceki dönemlerde de gözlemlediğimiz bölüşüm ilişkilerinin emek kesimi aleyhine bozulmaya devam ettiğini kanıtlıyor.

Ateşle imtihan 2019’da
Özetle, ekonominin ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunduğunu TUİK’in rakamları bile maskeleyemiyor. 4.Çeyrekte belirgin bir daralmayla yüzleşmek kaçınılmaz görünüyor. Büyüme hikayesinin “ateşle imtihanı” ise 2019’a sarkacak…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Diyanet’i, cemaati, imamı okulları teslim almış - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Gün geçmiyor ki çocuklarımızı hedef alan bir fetva yayınlanmasın, gün geçmiyor ki bilim insanı titri olup zihni yüzlerce asır öncesinde çakılı kalmış bir zat çıkıp çocuklarımızın masumiyetine kast etmesin. İslamcılığın her türlüsünün çocukların yanı başına kadar sokulduğu, bunun devlet eliyle teşvik edildiği buna karşılık Meclis’teki muhalefetin kılını kıpırdatmadığı zamanlardayız. Yani iş sorunun gerçek muhatabı olan velilere, öğrencilere ve onlarla dayanışma içinde olacak toplumsal muhalefete düşüyor.

Müftülükler nicedir mahallelerimizdeki okullar üzerinde ilçe milli eğitim müdürlüklerinden daha çok söz sahibi. Bir yanda İslamcı vakıflar diğer yanda müftüler öğrencileri ablukaya almış buldukları her fırsatta Sünni İslam’ın en gerici yorumlarını onlara aşılamaya çalışıyor. Binlerce “etkinlikten” ancak çocuklar velileri aracılığıyla şikayetçi olduğunda haberdar olabiliyoruz.

İzmir Güzelbahçe Müftülüğü’nün düzenlediği konferansta DEÜ’den bir ilahiyatçının tüylerimizi diken diken sözleri de öğrenciler ve velileri sayesinde duyuldu. Belli ki “mantık” anabilim dalı başkanı olan şahıs regliden evliliğe tesettürden laikliğe İslamcılığın ezberlerini tekrarlamış, hem de gençlerin mantığıyla dalga geçercesine. Tepkiler medyaya yansıyınca üniversite “kuruma zarar gelmemesi” için o zatı görevden almış. Çocuklara verilen zararın çetelesini tutan, hesabını soran ise yok. Sözü edilen etkinlik için okullara yazı yazan, sınıflardan öğrenci toplayan, öğretmenlere görevlendirme yapanlar hakkında elbette işlem falan yapılmayacak. Ne de olsa öğretmenlere ‘çocuklarla sakın andımız konuşmayın’ diyen MEB öğrencilere yeni rejimin propagandasının yapılmasını elzem görüyor.


Öğrencilerin İslamcı dayatmayla yüz yüze kalması için okul dışına götürülmesine de gerek yok. Uzun zamandır okullarda mescit olarak kullanılan odalar var, çok yakınında cami olan okullarda bile okulun bir kısmı ibadete ayrılıyor. Ancak son yıllarda bina içindeki mescitler yetmemiş olacak ki okul bahçelerinde müstakil mescit yapılması için İslamcı dernek ve vakıflar harekete geçti. İnsan Vakfı bunlardan biri, 2016’dan bu yana okullara mescit yapıyorlar. Şimdi de MEB “mescitsiz okul kalmasın” projesini onaylayıp projeye sponsor olmuş. Kendisinden bilimsel ve laik eğitime katkı sunacağı düşünülen Z. Selçuk’un başında olduğu bakanlıktan bahsediyoruz. Vakfın Genel Sekreteri böylece din derslerinin mescitlerde ve minder üzerinde yapılabileceğini buyurmuş. Meali şu anayasaya göre laik olması gereken ama bir türlü olamayan okullarımız İslam’ın Sünni yorumuna göre yeniden dizayn edilecek. Hepsi birer külliye(cik) haline gelecek.

MEB’e soralım; mescit sponsorluğundan daha önemli işleriniz yok mu sizin? Örneğin Bakanlığa bağlı okulların ancak yüzde 5’inde revir varken, binlerce okulda kütüphane, laboratuar yokken minderli eğitim ile mi kurtaracaksınız çocukların geleceğini? Yoksa anaokulu yerine Kur’an Kurslarını, sıbyan mekteplerini teşvik eden bir Bakanlığa sorulmaması gereken sorular mı bunlar.
Diyanet İşleri Başkanı’nın “Kur’an ile olmayan şeytan ve şeytani insanlarla beraber olur” demiş ya ne hikmetse son yıllarda çocukların başına gelenler hep din kitap diyen hocalardan geldi. Cemaat yurtlarında gencecik bedenler istismara uğradı, yanarak hayatını kaybetti. Devlet sosyal alandan çekilip planlı bir biçimde sahayı tarikatlara devrettiği için milyonlarca çocuk kötücül olanla zaten yüz yüze.

Çocuklar ve gençler üzerindeki İslamcı kuşatmayı dert etmeyen hiçbir siyasetin bu ülkenin geleceğinde yeri yok. MEB’e “sen ne yapıyorsun” diye sorma cesaretini bulamayan, müftüden okul müdürlerine kadar tüm sorumluları hesap vermeye davet etmeyen, Ağrı’dan Diyarbakır’a anaokulu yerine sıbyan mektebi açanlara iki çift laf etmeyen bir siyaset iktidarın ortağı değilse bile onun ekmeğine yağ sürendir. Kendileriyle bir arpa boyu yol katedilmez.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

10 Aralık 2018 Pazartesi

‘Beka sorunu’ - Zafer Arapkirli

Baskıcı, gerici, faşist ve kibirli-küstah iktidarları hep “halkı kandırmakla” suçlarız ya… Aslında, bozuk saatin bile hiç olmazsa günde iki kez doğru zamanı göstermesi misali, doğruyu söylediğine de tanık olabiliyoruz.
 
Şu “beka sorunu” sözünü ağızlarından düşürmüyorlar, mesela. Gerçeğin, yalın gerçeğin, kendi ağızlarından itirafıdır bu. 

Her ne kadar, kitleleri “ülkenin-topraklarının- insanlarının bekası” gibi bir yalanla uyutmaya çalışıyorlarsa da, ağızlarından dökülen ve yüreklerinden geçirdikleri gerçek, “Kendilerinin-Sistemlerinin- Rejimin bekası”dır. 

Onlar için beka, aileleriyle birlikte “16 milyon işçiden 7 milyonunun asgari ücretle, yani açlık sınırının bile altında”, “3 milyon”unun da neredeyse “bir tık” üzerinde bir hayata mahkûm edilmesidir. Hayatta kalmak değil, insanca yaşamak isteyenlerin “düzen düşmanı” sayıldığı bir ortamdır. 

Onlar için beka, en temel ihtiyaçlar olan eğitim-sağlık-ulaşım-barınma hakkına bile erişemeyen on milyonlarca insana karşın 500 milyon dolarlık vergi borçlarının silindiği “a..... Cengiz”lerin tercih edildiği, çay-simit-metro bileti-su ve elektrik faturası ile bile baş edemeyecek gelir düzeyindeki insanların var olmaya devam ettiği bir dünyanın adıdır. 


Onlar için beka, işçilerin sendikalardan uzak durmaya devam etmesi, sendikanın “s”si dahi duyulduğunda tepelerine copla, gazla, suyla, mermi ile, kelepçe ile, demir parmaklıkla inilmesidir, 

Onlar için beka, hak arayışına kalkışanın bugün terörist, yarın Gezici, öteki gün Soros’çu, hatta ve hatta hiçbir zaman boşanmadıkları kendi kankalarının kimlik kartını bile ödünç alıp FETÖ’cü olarak damgalanmaya çalışılmasıdır. 

Onlar için beka, hukukun ve adaletin ayaklar altına alındığı, savunma hakkının kısıtlandığı, istedikleri mahkeme kararlarının sonuna kadar uygulandığı, işlerine gelmediği zaman da “tanımıyoruz” diye ellerinin tersi ile itebildikleri bir düzendir. 


Onlar için beka, laikliğin bu gezegenin yüzeyinden silindiği, çocukların ihtiyacının bilim, kültür, sanat değil, “şeytandan uzak durmak” ya da “en önemliihtiyaçlarının kutsal kitap ve mescit olduğu” yutturmacası ile bezenmiş bir düzendir. 


Onlar için beka, “İnsanların yaşam biçimlerine müdahale etmiyoruz” yalanını söylerken, Şalgam ve Rakı festivalinin yasaklandığı, giyime kuşama, cinsel tercihlere “hayâsızca” dokunulduğu ama sadece ve sadece “başörtüsü takmahürriyetinin kutsal sayıldığı” bir sosyal ortamdır. 

Onlar için beka, dün Bergama’da, Hopa’da, Taksim’de Gezi’de, Kuzey Ormanları’nda, bugün Aydın Kızılcaköy’de, çevreye duyarlı herkesin “bozguncu-terörist-çapulcu” diye etiketlenmeye çalışıldığı, HES, JES, TES, NES projelerinin önünün acımasız buldozerler ve jandarma copu-kurşunu marifetiyle açıldığı bir düzendir. 

Onlar için beka, yıllar, on yıllar önce kaybolan, katil çetelerin ortadan kaldırdığı evlatlarının akıbetini sorgulamak için Galatasaray Meydanı’nda toplanan yüreği yaslı anaların barışçıl eyleminin bile gerçekleşmediği bir “dikensiz gül bahçesi”dir. 


Onlar için beka, depremde kaybettiği ama cenazesini bile bulamadığı yakınının bir mezarı olsun diye 19 yıldır uğraşırken, DNA testi için bile 1321 TL talep edildiği bir düzenin adıdır. 


Onlar için beka, zaten tek kuruş ödemeden yararlanması gereken sağlık hizmeti ve ilaçları için 3 kuruşluk emekli maaşından 33 kuruş kesintiye gidilen emeklinin inim inim inletildiği bir rejimdir. 

O yüzden her şeyi yaparlar, “baki kalabilmek” için 
Rejimlerini de baki kılabilmek için. 
Hem de yapabilecekleri şeyler en hafifinden “cinayet”le başlar. 
En hafifinden… 
Bedenlerin, ruhların, fikirlerin, özgürlüklerin katlinden yani.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Karadeniz karartılıyor! - YAKUP KEPENEK

Başkanlık rejiminin özelliklerinden biri de yerel duyarsızlıklardır.
Çelişkiye bakın, siyasetin bugünlerde yerel seçim adaylarının saptanmasına kilitlenmiş olması bile, çok yaşamsal yerel sorunların siyasetin gündemine girmesini sağlamaya yetmiyor. Siyasetin genel merkez odaklı yapılanmış olması; yerel basının güçsüzlüğü; dini cemaatler dışında örgütlü toplum yapılarının baskılanması yerel sorunların gözden uzak tutulmasına neden oluyor. Bunun önde gelen örneklerinden biri geçen hafta yaşandı. Son olay Samsun’dan Artvin’e Doğu Karadeniz yaylalarını birleştirecek yaklaşık 2 bin 600 kilometre uzunluğundaki Yeşil Yol’un yapımına, yörenin çevrecileri, Havva Ana (Rabia Özcan) ile simgeleştiği gibi, yoğun bir biçimde karşı çıktı.

***
Bu bağlamda, Kaçkar’ın eteklerindeki Yukarı Kavron ve Samistal yaylaları arasındaki 8 kilometrelik bağlantı yolu ile Ausor ve Huser yaylaları arasındaki yol güzergâhında 16 dönüm alanda ağaç kesimi için verilen iznin “yürütmesinin durdurulması ve iptali” istemiyle 2015 yılında Rize İdare Mahkemesi’ne dava açıldı. Mahkeme, başvuru üzerine “orman kesim iznininyürütmesini durdurma” kararı verdi. Kararın hemen uygulanması gerekirken, AKP’nin yargı anlayışı uygulandı: Mahkeme heyeti değiştirildi. Yeni heyet, yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Üst mahkemeye yapılan itiraz sonucu bilirkişi keşfi yapılmadan karar verildiği gerekçesiyle dosya iade edildi. Dosyayı yeniden ele alan Rize İdare Mahkemesi bölgede bilirkişi keşfi yapılmasını kararlaştırdı.

***
Bilirkişi heyeti 2017 Eylül ayında bölgeyi incelemesine karşın görüşünü ancak 2018 Martı’nda mahkemeye ulaştırdı. Raporda, Yeşil Yol projesinde kamu yararı olmadığı gerekçesiyle bölgenin hiçbir inşaat çalışmasına konu olmaksızın mutlak surette korunması gerektiği vurgulanıyordu. Ancak, Rize İdare Mahkemesi, geçen hafta, Yeşil Yol’un yapılmasında ya da turizmde kamu yararı var gerekçesiyle iptal davasını reddetti.

***
Tam bir yargı cinayeti sayılması gereken bu kararla, meşe, ıhlamur, kayın, şimşir, gürgen ve ladin ağaçlarından oluşan doğal ormanlar; yayla çiçekleri, buzul gölleri, akarsuları ve buzul vadilerinin oluşturduğu doğa, korunmaya değer bulunmadı. Yalnız Hemşin değil Samsun’dan Artvin’e Doğu Karadeniz’de çarpık yapılaşma, ülkenin diğer yörelerinden daha çok yaygın; işte iki örnek. Bir doğa harikası olan Uzungöl sonunda betona gömüldü. Karadeniz’in özellikle diğer yayla ve vadilerinde olduğu gibi burada da çarpık yapılaşma, çıkarılan imar affı düzenlemesiyle kalıcılaştı. Yalnız Uzungöl ve Ayder’in değil, tüm Doğu Karadeniz’in Arap sermayesinin yakın ilgisini çektiği biliniyor.

***
Bundan tam iki yıl önce 18 Aralık 2016’da Başkan Erdoğan ile birlikte bölgeyi helikopterle inceleyen Katar Emiri Şeyh Temim’in hayran kaldığı sarıçam ormanının süslediği Sürmene’nin Çamburnu yöresinde izleyen ocak ayında aynı anda yedi ayrı yerde yangın çıkmış (?) ve sonra da orman köşkleri yükselmişti. Şimdilerde Ordu’nun fındık tarlalarından Giresun yaylalarına kadar hemen her tarafta benzer mülk edinmeler yaşanıyor. Dahası, Karadeniz’in doğasıyla birlikte kültürü de yozlaşıyor.

***
Örneğin, sevilen bir Karadeniz türküsü
Gökteki yıldızları sayalım elli, elli/ Bu dünyadan fayda yok öteki de şüpheli der.
Şimdilerde söylenen, Karadeniz üstüne kara kara bulutlar/ Bu dünyadan hayır yok ötekinde umut var! türküsü bu dönemin gerçek özelliklerini sergiliyor!

***
Geçen cumartesi, 8 Aralık, ülkemizin ilk bilişim doktorası alan sosyalist bilim insanı Necdet Bulut’un ölümünün 40. yılıydı. Bulut, bilişim altyapısını oluşturmak üzere ODTÜ’den görevli gittiği KTÜ’de bulunduğu sırada, - mahkeme kayıtlarında yer aldığı gibi- ülkücülerin açtığı çapraz ateş sonucu 26 Kasım’da 1978’de ağır yararlanmıştı.
Sormak gerekiyor. O yıllarda onlarca yurtsever öldürülmeseydi Karadeniz (ve ülke) bugünkü durumuna düşer miydi?

YAKUP KEPENEK / CUMHURİYET

İmplant Dosyaları: Medikal cihaz şarlatanlığı - ANIL ABA

Kapitalist, yani kâr için sunulan, sağlık hizmetinde işin inceliklerinden biri tıbbî cihazı olabildiğince hızlı bir şekilde piyasaya sürerek rantı bir an evvel gerçekleştirmektir. Vur-kaç taktiği… Vahşi rekabetten ötürü bütün firmalar ilk-hamle avantajını elde etmek için klinik deneyleri üstün körü yapıp bir an evvel ön onayı (pre-market approval) almaya çalışıyorlar.


Daha evvel “Panama Papers” belgelerini yayımlayan ICIJ geçtiğimiz günlerde, epeydir beklediğimiz, 36 ülkedeki 59 kurumdan 250 araştırmacı gazetecinin çalıştığı, “Implant Files” araştırmasını yayımladı. Araştırma tıbbî cihaz piyasasının önde gelen şirketlerinin kâr için insan hayatını ve etik değerleri nasıl hiçe saydıklarını ortaya koyuyor.

Tıbbî cihaz endüstrisi dünyada yaklaşık 400 milyar dolarlık ve hızla büyüyen bir sektör. Son 10 yılda 70 milyondan fazla Amerikalı bir yerlerine medikal implant ya da cihaz taktırmış. Fakat İmplant Dosyaları gösteriyor ki bu medikal cihazların önemli bir kısmı güvenilir olmaktan çok uzak. Benzer bir değerlendirme yine bu yıl içinde çıkan The Bleeding Edge belgeselinde ve Jeanne Lenzer’in The Danger Within Us kitabında da yapılmıştı.
Essure
Essure, Bayer’in ürettiği bir kalıcı doğum kontrol implantı. Şekli tükenmez kalemlerdeki yayı andıran implant rahmin fallop tüplerine yerleştiriliyor. Zamanla dokuyla birleşen implant, hesapta, %99,74 oranında başarılı sonuç veriyor. Diğer kalıcı doğum kontrol yöntemlerine göre avantajları ameliyatsız takılması, herhangi bir iz bırakmaması, kolay bir uygulama olması, ortalama 7-8 dakika gibi kısa bir sürede takılıp günlük yaşamınıza devam edebilmeniz ve alternatif yöntemlere göre daha ucuz olması… Mesela standart tüp bağlama yönteminin fiyatı Amerika’da 9000 dolarlara kadar çıkarken, Essure 500-2500 dolar arası fiyatlara takılabiliyor(du).

Fakat gelin görün ki Essure taktıran kadınların bazılarında, birkaç zaman sonra, çok sancılı kramplar ve hızlı kanamalar görülüyor. Doktora giden kadınlara bunun implantla alakalı olamayacağı söyleniyor. Hatta Meksikalı bir kadına “Latinolar fazla kanar zaten” deniyor. Kadın da Latino olduğunun farkında olduğunu ama hayatı boyunca bu kadar fazla kanama görmediğini söylese de tedaviye yönelik bir yol kat edemiyor.

Tüp dokusuyla birleştiği için çıkarması epey zor olduğundan çok sayıda kadın rahmini aldırmak zorunda kalmış. Operasyonlarda yedi kişi ölmüş. Rahim aldırmadan implantı çıkartılanlarında daha sonra 800’den fazla düşükle sonuçlanan hamilelik görülmüş. Doğumu gerçekleşen bebeklerde sakatlıklara rastlanmış. Bir kısmının evlilikleri bitmiş. Essure’dan ötürü 10 gün boyunca psikiyatrik klinikte yatanlar dahi var.

Hakkında on binlerce şikâyet gelmesine rağmen FDA (U.S. Food and Drug Administration) Bayer şirketinin yolladığı takip raporlarına dayanarak ürünün güvenilir olduğunda uzun süre ısrarcı davranmış. Ancak artan sayıda davalara dayanamayan FDA bu yıl ürünün üretimine ve satışına yasak getirdi. Bayer de 2018 sonuna kadar ürünleri toplatıp satışları durduracağını duyurdu. Olan, hayatını kaybeden, rahmini kaybeden, sakat kalan kadınlara oldu. Bu zamana kadar yapılan satışlar da şirketin kasasına kâr kaldı. Essure, Türkiye’de satışa sürülmemişti.

Metal kalça protezleri
Kalça protezlerinde (hip implant) seramik üzerine seramik (CoC), seramik üzerine plastik (CoP), metal üzerine plastik (MoP) ve metal üzerine metal (MoM) seçenekleri vardır. Ürün farklılaştırması… Aktif ve sportif bir yaşamı olanlara genelde MoM tavsiye edilir. Tabii bunun esas sebebi metal implantların diğerlerinden daha pahalı olması. Bu implantın üretim maliyet 350-500 dolar civarlarında olsa da faturalanan fiyat Amerika’da 13 bin dolar. Operasyon ücretiyle birlikte operasyonun toplam bedeli 30 bin doları geçmektedir.

MoM sistemi taktıran hastaların bir kısmında, zamanla, vücuda yayılan kronik ağrılar baş göstermeye başlıyor. Doktorlar göğüs ya da koldaki ağrıları kalça implantıyla ilişkilendiremedikleri için teşhis koyamıyorlar. Fakat ilerleyen zamanlarda, bu implantlarda kullanılan krom ve kobaltın hastalarda metal zehirlenmesine yol açtığı ortaya çıkıyor. İmplanta yakın dokularda ayrışmalar tespit ediliyor. Hatta nörolojik problemlere dahi sebep olabildiği görülüyor.

Bazı üretici firmalar implantlarını geri çağırmışsa da krom-kobalt alaşımlı implantlar halen piyasada satılmakta. Bugün dünyada diz, omuz ve kalçasında krom-kobalt alaşımlı implant taşıyan 10 milyondan fazla insan var. Resmen şansa yaşıyoruz…

Vajinal meş
Johnson & Johnson şirketinin ürettiği “vaginal mesh” ince bir portakal filesi gibi örülmüş, kadınlarda pelvik organ sarkmasına yönelik takılan plastik bir implant. Bu implantların üretim maliyeti 5-10 dolar iken piyasadaki satış fiyatı 2000-3000 dolar civarında.

Esas problem şu ki J&J’in sattığı plastik meşler takıldığı yerde tıpkı bir patates cipsi gibi kıvrılıp sertleşerek travmatik komplikasyonlara ve kalıcı hasarlara sebep oluyor. Hatta plastik meş takılan kadınlardan birinin eşinin penisi cinsel ilişki sırasında kesilip kanamaya başlıyor.

Bazı hastalarda yoğun ağrı, sızı ve aşırı kanamaya neden olduğu için plastik meşin çıkarılması gerekiyor. Fakat dokuyla iyice birleştiği için tek seferde çıkartılamıyor. Parça parça çıkarmak için yıllara yayılan 20’ye yakın operasyon geçirenler ve bu süre içinde cinsel hayatını yaşayamayan çiftler oluyor.

J&J yan etki iddialarını reddediyorsa da şirket hali hazırda 65 binden fazla kalça ve vajinal meş implantı hastası tarafından davalık. Bu yıl içinde hastaların yaptıkları baskılar sonuç getirdi ve J&J pek çok ülkede pelvik meşleri piyasadan çekmeye başladı. Olan yıllardır bu implantı kullanan kadınlara oldu…
Da Vinci Robotik Cerrahi Sistemi 
Bunlara ek olarak, The Bleeding Edge belgeselinde, Türkiye’de de kullanılan, Da Vinci Robotik Cerrahi Sistemi de masaya yatırılıyor. Cihazı kullanmak için aslında 9 ay süren uzun bir eğitim alınması gerekiyor. Fakat takribî iki milyon dolarlık fiyatı ve uzun eğitim sürelerini duyan hastane CEO’ları cihazı almak istemeyecekleri için şirket birkaç günlük seminerler, çoktan seçmeli testler ve video eğitimler ile olayı basitleştirip satışları arttırmaya çalışıyor. Belgeselde Da Vinci’nin çoğu tıbbî operasyona çok büyük katkılar sağlamadığı, hatta deneyimsiz ellerde komplikasyon risklerini arttırdığı aktarılıyor.

Hakemli tıp dergisi The Lancet’te yayımlanan bir araştırma, iki yıllık denemenin ardından, 308 prostat kanseri erkekte Da Vinci ile tedavi edilmiş olanlar ile geleneksel yöntemle tedavi edilmiş olanlar arasında üriner ve cinsel fonksiyonda istatistiki olarak anlamlı herhangi bir farklılık olmadığını gösteriyor. Ancak bu cihazla yapılan operasyonlar için faturaya 6000 dolar daha ekleniyor. Kısacası bugün robotik cerrahi sistemlerinin, ileri teknoloji ambalajıyla çok küçük kazanımlar için fahiş fiyat farkları yaratan bir kazıklama yöntemi olduğu tartışılıyor (it’s the prices, stupid).

Liberal bir distopya hayal edin…
Tüm bunların yanı sıra hatalı kalp kapakçıkları ve az görülen bir kanser çeşidine sebep olan göğüs silikonları gibi başka medikal implant uygulamalar da İmplant Dosyaları’nda uzun uzadıya inceleniyor. Aşağı yukarı hepsinde mesele dönüyor dolaşıyor “regulatory capture” dediğimiz duruma geliyor.

Kapitalist, yani kâr için sunulan, sağlık hizmetinde işin inceliklerinden biri tıbbî cihazı olabildiğince hızlı bir şekilde piyasaya sürerek rantı bir an evvel gerçekleştirmektir. Vur-kaç taktiği… Vahşi rekabetten ötürü bütün firmalar ilk-hamle avantajını elde etmek için klinik deneyleri üstün körü yapıp bir an evvel ön onayı (pre-market approval) almaya çalışıyorlar. Bu da klinik deney kalitesinde dibe doğru bir yarış başlatıyor.

Yarış dibe o kadar yaklaştı ki ön onay sürecindeki gevşeklikler sayesinde denk cihazlar hiçbir klinik deney yapılmadan piyasaya sürülebiliyor. Mesela bugün piyasadaki MoM kalça implantlarının çoğu, eşdeğer ürün kategorisinden, insanlar üzerinde test edilmeden satılmaya başlanmış. Essure takılan kadınlar ise sadece 18 ay takip edilmiş. Ömür boyu rahimde kalacak bir implant için 18 ay takip sizce yeterli bir süre mi?! Uzun yıllar araştırma yapmak hem maliyetli hem de cihazın yan etkileri genelde ilerleyen yıllarda ortaya çıkıyor. Yani kolaylaşan ön onay süreci, uzun süre araştırılsa piyasaya çıkamayacak dandik cihazların piyasaya girmesine zemin hazırlıyor. Ama insan sağlığı için araştırmaların yüksek standartlar ve yüksek denetim altında yapılması gerektiği söylendiğinde şirket sözcüleri ve liberaller sizi “inovasyon ve teknoloji karşıtı” olmakla itham ediyorlar. Oysa bilim yavaş ilerleyen, ciddi bir kurumdu. Ve öyle kalmalıydı…

Öte yandan hepimiz biliyoruz ki herkes 20 tane selfie çekip en güzel bir tanesini Tinder’a profil fotosu olarak koyuyor. Aynı şekilde tıbbî cihaz şirketleri de ürünün etkinliği üzerine yapılmış onlarca araştırmadan en kuvvetli olanları seçip diğerlerini hasıraltı ederek FDA’den onay alabiliyorlar. Çünkü akademik dergilerde bariz bir pozitif yayın temayülü (positive publication bias) var. Yani dergiler “uygulanan prosedürün etkili olduğunu gösteremedik” makalelerini yayımlamak istemiyorlar. Dolayısıyla tüm yayınlar yan yana konduğunda cihazı olumlayan yayınların sayısı daha fazla gözüküyor (bkz. Ben Goldacre – Bad Pharma). Hele hele önceki sonuçları doğrulamak için yapılan tekrarlama yayınlarının (replication studies) akademide artık hiçbir kıymeti yok. Tüm bunlar medikal cihaz ve ilaçların güvenilir olduğu illüzyonu yaratıyor.

Klinik deneylerin bir kısmı da zaten 75, 50 hatta bazen 20 kişilik, temsil gücü çok dar örneklemler üzerinde yapılıyor. 75 kadının bütün kadınları temsil ettiği tek yer ancak TBMM olabilir. Böyle baştan savma yapılan araştırmalara FDA onay veriyor çünkü, mesela, Essure’nin ön onay (PMA) sürecindeki etkinlik ve güvenilirlik kanıtlarını tasdik edecek baş tetkikçi aynı zamanda Bayer şirketinin hisse sahibiymiş (what could possibly go wrong?). Dahası, üst düzey FDA çalışanları emekli olduktan sonra tıbbî cihaz ve ilaç şirketlerinin danışma kurullarına geçiyorlar çünkü sistemin etrafından nasıl dolaşılacağını en iyi onlar biliyor. Yani düzenleyici kurum sektörle o kadar iç içe geçmiş ki objektif teftiş, düzenleme ya da değerlendirme yapılması imkânsız hale gelmiş durumda. Sizin anlayacağınız bütün bir sistem aslında şarlatanlığa zemin hazırlayacak şekilde tasarlanmış.

2016 yılında tıbbî cihaz şirketleri doktorlara avantadan iki milyar dolarlık “teşvik” harcaması yapmışlar. AdvaMed her yıl milyarlarca dolarlık lobi harcamasını boşuna yapmıyor. Şirketler karanlık parayla siyasi partileri, açıktan da thinktank’leri finanse ediyorlar. Onlar da medikal cihaz şirketlerini savunacak araştırma raporları hazırlayıp siyasi partilere sunuyorlar. Siyasi partiler de bu şirketlerin işini kolaylaştıracak yasaları geçirip gerekli hukuki esneklikleri sağlıyorlar. FDA gelen şikayetleri “Essure’nin faydaları zararlarından daha fazla” diyerek meseleyi geçiştirebildiği kadar geçiştiriyor. Arada doktorlar da güvenilirliği kanıtlanmamış ilaç ve cihazları, kimisi ilgisizliğinden kimisi de avantasından, hastalara yazmaya devam ediyorlar.

Çünkü davalar yıllar sürüyor. Sonucunda Bayer ve J&J dahil pek çok şirket ürünlerini piyasadan çekip tazminat ödemeye mahkûm edilseler de toplamda herkes kazanıyor. Mesela, vajinal meş davaları J&J’a 413 milyon dolara mal oldu. Ancak bu süre içinde şirketin Essure’dan elde ettiği hasılatın 2 milyar dolar civarlarında olduğu tahmin ediliyor. Diyeceğim, yapılan usulsüzlükten elde edilen kazanç ödeyecekleri tazminattan fazla olduğu müddetçe yapmaya devam ediyorlar. Kapitalizmde insan sağlığı işte bu hesabı yapacak kadar ucuz…

Kanser tedavisi neden Küba’da görece daha hızlı ilerliyor? Kapitalist sağlık sisteminde kemoterapi satmak kanseri kökünden tedavi etmekten daha kârlı olduğu için… Zaten sakın hastaneye düşmeyegörün. Özel hastanede çalışan ve kotalarını dolduramamış bir doktora selam verseniz size kolesterol testi yazıyor. Amaç insanları devamlı müşteri yapmak olduğu için “tedavi” kelimesi gelecekte tıp jargonundan düşebilir… Sistem hastaları tedavi etmek yerine hastalığı yönetmeyi (disease management) tercih ediyor. Çünkü hastaneler için hastaları tedavi etmek altın yumurtlayan tavuğu kesmek gibi bir şey. Tüm bunlar kapitalist tıbba fazla güvenilmemesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

ANIL ABA / BİRGÜN

Yılın sözcüğünden soğanın cücüğüne - ÜMİT ALAN

Yılın son günlerinde çeşitli sözlükler yılın sözcüğünü seçer. Dictionary.com da bu yılın sözcüğünü “Misinformation” yani “yanlış bilgi” olarak açıkladı. Burada İngilizce disinformation ile misinformation arasındaki farka özel vurgu var. Çünkü dezenformasyon kasıtlı olarak yanlış veya eksik paylaşılan bilgi demek. Bir şeye dezenformasyon deyince işin içine kötü niyet giriyor. Oysa misinformation yani yanlış bilgi deyince, farkında olmadan ve kötü niyet taşımadan yanlış bilgiyi yayma eylemine vurgu yapılıyor. Bu sözcüğü yılın sözcüğü olarak belirleyenlerin amacı da bu farkındalığı yaratmak. “Haberi üzerine düşünmeden paylaştım ama niyetim temiz” diyecekleri ofsayta düşürmüşler. Üstelik VAR incelemesi de bu ofsaytı doğruluyor.

Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, yılın sözcüğünü soğanın cücüğü üzerinden anlatmak isterim.

SOĞAN MUCİZESİ
Ara ara internette soğan mucizesi diye bir haber yayılır. Bu habere göre soğan her derdin devasıdır. Gerçi bu ara Türkiye’de soğan, fiyatı ve stoklanmasının suç olmasıyla gündemde ama biz soğanın diğer mucizelerine bakalım. Ayak tabanınıza bağlayınca ateşi düşürür, kaynatıp içince nezleye iyi gelir, cücüğünü kulağınıza sokunca kulak çınlamasını keser, yanıkları iyileştirir, ağlatıp psikolojinizi düzeltir, arıyı, sivrisineği kovup sizi korur. Özetle; söz konusu habere göre, soğan neredeyse tek başına eczacılık mesleğinin sonunu getirebilir.

NEDEN SOĞAN HABERİ?
Soğanın mucizeleri konseptli bu haber, büyük ihtimalle sizin de karşınıza çıkmıştır. Konuyu anlatmak için özellikle bu haberi seçtim. Çünkü haberin içindeki iddiaların hepsi çeşitli düzeylerde doğru, çeşitli düzeylerde yanlış olabilir. Soğan her şeye iyi geliyormuş haberini yayan kişinin de herhalde bir kötü niyeti yoktur. Ancak yüksek ateş özellikle bebeklerde kalıcı hasara yol açacak kadar tehlikeliyken, haberi okuyanlardan biri, bebeğin ayağına soğan bağlayıp boşa vakit kaybederse ne olacak? İşte yılın sözcüğünü “misinformation” olarak belirleyenlerin kaygısı da bu farkı anlatmak.

SOĞANLA BAŞLAR AŞIYA GİDER
Soğan nispeten masum bir örnek gibi gelebilir. Ancak her örnek o kadar masum değil. 1998’de Andrew Wakefield isimli bir cerrah “KKK aşısı otizm yapar” şeklinde bir iddia ile ortaya çıkar ve sözde ‘bilimsel’ bir çalışmayla bu önyargısını destekler. Tıp dünyası “ne saçmalıyorsun, aşı sayesinde insanlık kurtuldu?” demez, Wakefield’in bu iddialarını 12 yıl boyunca araştırır. Bu titiz araştırma sonucunda da yalan veri, sorumsuzluk ve dürüst olmayan davranış tespit edilir. Bu nedenle Wakefield’in hekimlik belgesi geri alınır. Fakat ne çare, internet ve sosyal medyanın da etkisiyle bu haber yayıldıkça yayılır ve aşı karşıtı bir kampanyaya dönüşür. Şu anda dünyanın birçok yerinde hükümetler, aşı karşıtlığıyla mücadele halinde. Bazı salgın hastalıkarın yeniden patlamasından endişe ediliyor. Milyonlarca çocuğun hayatı, aşılanmadığı için tehlike altında.

EHLİYETSİZ TRAFİĞE ÇIKMAK
Whatsapp’tan gelen “aşılar çocuğu otistik yapıyormuş” haberini paylaşan biri bunların hiçbirini düşünmeyebilir. Alt tarafı bir haber paylaşmıştır, kötü bir niyeti yoktur. Ancak paylaştığı o haber, başka bir yerde bir çocuğun ölümüne neden olabilecek zinciri başlatmıştır bile. İşte soğanın cücüğü tam da burası. “Yanlış bilgi” bazen “yalan haberden” bile daha tehlikeli. “Yanlış bilgi” ya da “hurafe” yeni bir kavram değil, hep vardı diyebiliriz. Doğrusu tamamen haksız da olmayabiliriz ama internetle birlikte gelen yayılım hızı ve şeklini düşününce iş değişir. Bu ehliyetsiz trafiğe çıkmaya benziyor biraz. Üstelik son süratle…

Ümit Alan / BİRGÜN

9 Aralık 2018 Pazar

40 yıl sonraya da kalır sesin - TOLGA BİNBAY

Evet, kalır.
Nasıl mı? Kendi insanlarını arar, bulur, bir araya getirir, emek verir ve de kendi insanların için didinirsen. Ama öyle rastgele değil. Nereden gelip nerelere gittiğini bilerek. Nereye gitmek istediğini bilerek. 

Bakmayın siz, uzunca bir süredir her koyun kendi bacağından asılır edebiyatı çoğunlukta dünyada ve de ülkede. Akademide, bilim dünyasında ise malum, “etliye sütlüye karışmama” hali baskın. 

Hatta artık sanal âlem çağındayız; sallamak, üfürmek de sınırsız, sorumsuz, alabildiğine özgür. Akademi de hariç değil! Alıyorsunuz twitterdan mivittırdan üç-dört bin takipçi, başlıyorsunuz “ben nasıl milliyim, ispatlamadan şuradan, şuraya gitmem” diye böğürmeye. Ama şükür, dünya sadece vitrinden ve şovbizinistan ibaret değil. Tüm kuru gürültüye karşın bazı seslerin tınısı 40 yıl da geçse halen yankılanıyor.

Dün İzmir’de, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde toplandık. 40 yıl önce hain bir saldırı sonucu aramızdan alınan bilim insanı Necdet Bulut’u anmak için. Sevenleri, mücadele arkadaşları, bilime emek verdiği mesai arkadaşları, O'nu yeni tanıyan genç kuşaktan bilim emekçileri ve bilimin aydınlık geleceğine inananlar olarak. Ankara’dan Ali Rıza Aydın, Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin davetini kırmadı ve Necdet Bulut’u, tanıdığı, bildiği yol arkadaşını anlattı. Yazılama Yayınevi’nin yayımladığı “Karanlığın Katlettiği Bilim İnsanı: Necdet Bulut” kitabının hazırlanış sürecini paylaştı. 

Sağolsun.

Ve soLHD ekibi de sağolsun. Yazılama Yayınevi’nin de katkılarıyla dünkü anma için özel bir video-söyleşi hazırladılar. Necdet Bulut’un 26 Kasım 1978’de, Trabzon’da uğradığı saldırı sırasında yanında olan ve saldırıdan yaralı kurtulan eşi Neşe Erdilek Bulut da bir video söyleşi ile katıldı İzmir’deki anmaya. Bu sayede, birinci ağızdan, en yakınından biliminsanı ve net bir sınıf perspektifine sahip Necdet Bulut’u dinledik.

Peki, kimdir Necdet Bulut? 

Bir öğretim üyesidir. Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğretim üyesidir. Türkiye’de bilgisayar bilimleri alanında doktora yapan ilk kişidir. Türkiye Bilişim Derneği başkanıdır, Türkiye’nin ilk bilgi-işlem merkezi olan ODTÜ Bilgisayar Merkezi'nin yöneticisidir. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği'nde genel yazmandır ve ODTÜ'nün 70lerde en yüksek akademik organı olan Üniversite Konseyi'nde yardımcı profesörlerin temsilci üyesidir.

Tüm bunlar vardır. Ama tüm bunlar aslında başka bir nedenle bağlantılı olarak vardır: Sosyalisttir. Türkiye İşçi Partisi üyesidir. 1977 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi listesinden İzmir milletvekili adayıdır. Kendi sözleriyle bilim insanının “hangi sınıfların çıkarına hizmet ettiği” sorusuna çoktan yanıt vermiş birisidir.
Saldırıya uğrayacağı Trabzon’a akademik bir görevle gider ama şimdilerde akademide çok ama çok yaygın olan “ben işime bakarım, gerisine de karışmam” diyenlerden hiç olmamıştır. 1978 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü Başkanı olarak görev yaparken de örgütlü mücadeleden geri durmaz. Köy köy, mahalle mahalle gezmekte ve de çalışmaktadır. 06 plakalı, kırmızı Reno arabasıyla hem bu genç üniversitenin işlerine koşmaktadır hem de o zor coğrafyanın derlenip toparlanmasına. 
Dün akşamki etkinlikte bir yoldaşının, bir dostunun söylediği gibi, tercihini çoktan yapmıştır. Hem de daha tüm “kariyerinin” en başında yapmıştır. Nasıl mı? IBM’de dahi örgütlenerek. 

Bugün mesela, üniversiteden yeni mezun bir mühendis ne yapar? Kafasında ya otuz tilki vardır ya da otuz itki. “Oraya mı gitsem, buraya mı gitsem?” soruları arasında geçer gider günleri. Necdet Bulut ise mezun olduktan sonra IBM’de çalışmaya başlar. 1963’te. Hem de ne çalışma! Uluslararası kapitalizmin tam da göbeğinde duran, duracak olan bu şirketin Türkiye’deki beş mühendisinden birisidir. “Şunu yaparsam müdür yaparlar, şuraya oynarsam hissedar yaparlar” demez. Başka bir şarkı söyler: IBM’de sendikal örgütlenme sürecini başlatır. TİPli beş yoldaşıyla. 

Ve…

Ve IBM kendi tarihinde ilk kez toplu sözleşmeye oturmak zorunda kalır. Kapitalizmin tam da merkezindeki bir şirket. Sermayeye karşı bir örgütlenmeyi tam da sermayenin merkezinde yapar Necdet Bulut. Tercihi net ve bellidir. Sermayenin kilit öneme sahip bir çalışanı, belki de parçası olabilecekken hayatı, dünyayı (farklı falan değil) olduğu gibi, gerçekliğiyle, işleyişiyle kavrar. 
O dönem dünya komünist hareketini, özellikle de Avrupa komünist ve sosyalist hareketini bambaşka yerlere savuracak olan “bilimsel teknolojik devrimin” tam da göbeğinde çalışırken işçi sınıfı sosyalizminde ısrar eder. Boşuna değil!
Düşünelim şimdi: Bugün liseden başlayarak dünyayla entegre olan ve kalburüstü zekâ sahibi bir genç (ki Necdet Bulut’un yurtdışına gidiş gelişleri daha lisede okurken, 1960ların başında başlamış) ne tercihlerde bulunur? Dünyada olan bitenleri takip eden, ülke ve dünyayla birlikte yaşayan bir insan mı olur? Yoksa… Yoksa aklı bin bir meseleyle kötürümleşmiş “Arkadaş, etliye sütlüye karışmayacaksın, evrensel olacaksın” ya da “kanser taraması için gidip tetkik yaptırdığında kanser saptanan aslında kanser değildir” diyenleri aval aval izleyen birisi mi? 

Diyeceksiniz ki 60larda tabii ki sosyalist olmak kolaydı. Öyle miysi? Necdet Bulut ve o dönem kalburüstü eğitim alan herkes dönemin ruhuyla da mücadele etmişler. Şimdi ise dönemin ruhuyla mücadele etmeyenler çoğunlukta. Şimdi kafa karışıklığı çoğunlukta.

Ve dün akşam bir başka özel an daha vardı etkinlikte: Necdet Bulut’un yeğeni de salondaydı. Konuşmalardan sonra söz aldı. Canlı, neşeli, 8 yaşındaki çocukla çocuk olmayı da bilen bir insanı anlattı bize. “Diz çöker, gözlerimin hizasına, benim boyuma iner ve öyle konuşurdu” dedi. İnsan olmak böyle bir şey. Necdet Bulut’un çok erken yaştan itibaren ailede sevilen ve takdir gören aklını, zihnini, içini anlattı. Mesela Amerika’dan yeğeni için getirdiği uzunçaları anlattı. İçinde Rachmaninof olan. Şöyle demiş yeğenine: “Güzel müziklerin olsun hayatın boyunca.” Ne güzel.

Hâlâ öyle güzel müzikleri arayan, bulan, derleyen insanların var Necdet Bulut. Keşke daha uzun yaşasaydın ama şarkılarımızı duyuyorsan, rahat uyu. 
40 yıl sonraya da kaldı sesin, sıcacık gülüşün.

Tolga Binbay / SOL

Evrak-ı metruke (I-II) - ÖZDEMİR İNCE

Evrak-ı metruke(I)


(2.1.2000 – 1.4.2012 arasında Hürriyet gazetesinde; 24.4.2012 – 2.6.2014 arasında Aydınlık gazetesinde yazdım. Daha sonra, yazılarımı 2.6.2014 ile 3.9.2018 arasında web sitemde (ozdemirince. comyayımladım. Toplamolarak 5 bin 600’yü bulan bu yazıların epeycesi kitaplaştı. Bazılarından, bilgi vererek yararlanacağım. Pek ender olarak bu bazılarını aynen yayımlayacağım. Yazar etiği gereği olarak bilginize sunarım…)
***
Demokrasisiz demokrasi ve CHP* 
ABD senatosunun Demokrat Parti Vermont senatörü Bernie Sanders bizim memlekette pek tanınmaz. Öyleyse tanıtalım: Bernie Sanders, 2016 yılında Hillary Clinton  karşısında önseçimi kaybettiğinden bu yana sanki seçim kampanyasını hiç bırakmamış, 2020 seçimlerinde de aday olacakmış gibi çalışıyor. Televizyonlarda, açık ve kapalı alanlarda, üniversitelerde konuşuyor. Her gün gündemde. 2020 Başkanlık seçiminin şimdiden en önemli adayı sayılan Bernie Sanders örneğinde(n) çıkarılması gereken çok önemli dersler var.
***
ABD senatosunun sosyalist olduğunu gizlemeyen senatörü Bernie Sanders, bir toplantıda, Trump’a oy vermiş seçmenlerle buluşuyor. Bir kadın seçmen, içinde bulunduğu kötü durumdan şikâyet ediyor. “Niçin her şeyin bedelini yoksullar ödüyor”  diye soruyor. Bernie Sanders hemen atılıyor. Yıllardır zenginlere para aktarıldığını, orta sınıfın kalmadığını, ücretlerin sürekli düştüğünü falan söylüyor. “Demek ki yanlış adama oy vermişsiniz. Aday size yalan söylemiş” diyor. Seçmen kadın şaşırıyor, “Ben yanlış adaya oy vermedim. Trump bu durumu değiştireceğini söyledi” diyor. Bernie Sanders, “Değiştireceğini söylemiş ama tam tersini yapmış” diye açıklama yapıyor. Seçmen neredeyse aptallaşıyor. Durumu bir türlü kavrayamıyor. Program yöneticisi, “Bu tür Trump seçmeninin yanıldığını anlatmaya çalışmak boşunadır” diye yorum yapıyor.

***
ABD’den bir başka örnek: Bir televizyon sokak röportajı yapıyor. Trump’a oy vermiş olanların bugün ne düşündüğünü öğrenmek istiyorlar. Daha önce Trump’a oy vermiş bir kadına soruyorlar:
Bugün seçim olsa Trump’a oy verir misiniz?” 
- Veririm, diyor. 
- Peki, Trump ne yaparsa oy vermekten vazgeçersiniz, diye soruyorlar. 
Kadın düşünüyor, düşünüyor, bir cevap bulamıyor. 
Peki” diyorlar, “Trump seçim konuşmalarından birinde, ‘Ben şimdi sokağa çıksam, oradan geçen birine ateş edip öldürsem benim seçmenlerim bana oy vermekten vazgeçmez’ demişti. Siz vazgeçer misiniz?” 
Kadın “Vazgeçmem!” diyor.
***
Tıpkı AKP seçmeni değil mi? 
Ehliyetsiz adamın sürdüğü otobüs hız yüzünden kaza yapmış. 15 ölü, 20 yaralı var ama o, suçu yağan yağmura yüklüyor. Yolculardan bazıları da Mukadderat, her şey Allah’tan! diyor. 
Ne yaparsın? 
Ekonomi dersinden sıfırdan yukarı alamayacak adamlar, memleketi bataklığa gömmüşler Vallah suç bizde değil, billah suç ABD’de, bizi kıskananlarda diyorlar. “Bu da geçer” diyorlar. 
Nezle mi bu? Geçer de dinamit gibi parçalayarak geçer. 
Bunlara inananların zekâ düzeyi Bernie Sanders’in konuştuğu kadından, televizyonda konuşan Trump seçmeninden de beter.
***
Kıssadan Hisse: 
1) Bu tür insan yığışımlarını seçmen olarak muhatap almayacaksın. Vakit ve nefes tüketmeyeceksin. Senin seçmenin soğuk ve sıcaktan etkilenen insanlar arasındadır. 
2) Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce; görevlerin, liyakate, lâyık olana verilmesi gerektiğini söylediler seçim kampanyalarında, söylüyorlar. Oysa, % 90’ı liyakatsiz insan topluluğunda, liyakatin tek ölçü yapılacağını söylemek çok yanlış. Akrabalar, yakınlar bile oy vermez! (Pazar günü devam edecek). 
* (“ozdemirince.com”,3.9.2018)

_____________________________________________________________________


Evrak-ı Metruke’ye zeyl (ek) (II)


Bu yazının, yani “Zeyl”in anlaşılması için “Evrak-ı Metruke”yi yayımlamak zorundaydım. Ayrıca Karl Marx’ın “Fransız Üçlemesi”nden (Yordam Kitap) esinlenmeden de bu yazıyı yazamazdım.
***
“Roma proletaryası toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyor. Antik dönemdeki sınıf mücadelesi ile modern sınıf mücadelesinin maddi, iktisadi koşulları bu ölçüde farklılaşırken, bunların siyasal ürünleri arasındaki ortaklıklar da Canterbury başpiskoposu ile Yüksek Rahip Samuel arasındaki ortaklıktan daha fazla olamaz.” (Karl Marx, 23.6.1869. Fransız Üçlemesi“Louis Bonaparte’nin On Sekiz Brümaire’i”Yordam Kitap, s.144)

***

Türk toplumunun bugünkü durumu İmparatorluk Roması’nın çöküş dönemine benziyor. İmparatorluğun yükseliş döneminde Hazine, imparatorluk çevresinden alınan haraçlar ve eyaletlerden gelen vergi ve avantayla besleniyordu. Başkent ahalisi devlet tarafından maaşa bağlanmıştı. Bir mesleği olmadığı için çalışmıyordu. Çalışmadığı için mesleği yoktu. Yıkılım başlayınca sefil ve rezil oldu!
 
Türk emekçi sınıfının sırtından sadece kapitalist burjuva sınıfı değil, aynı zamanda, benim “asalak yığışım” adını verdiğim postlümpen proletarya da geçiniyor. Tıpkı Roma’da olduğu gibi.
***
Türkiye’de kentleşme sanayi ve tarım devrimlerinin sonucu değildir. Tam aksine sanayi ve tarım devrimlerinin gerçekleşmemesinden kaynaklanmaktadır. Avrupa’da sanayi devrimi köylüleri topraktan koparttı ve kentin varoşlarına getirdi ve onları işçiye dönüştürdü. Türkiye’de topraktan kopup kente yığılanları öğütecek sanayi olmadığı için bunlar mesleksiz proleterlere dönüştü ve asalaklaştı. Sonuç olarak Siyasal İslam ve MHP tarzı popülist milliyetçilik tarafından sınıfsızlaştırıldı, berduşlaştırıldı. Bu durumdan yararlanan AKP, Roma’nın yükseliş dönemindeki yönetimler gibi bu mesleksiz işsizleri maaşa bağlayarak kendi oy deposuna dönüştürdü.

***
Marx’ın ilk olarak keşfettiği “tarihin büyük hareket yasası”na göre, “İster siyasal, ister dinsel, ister felsefi, isterse başka bir ideolojik alanda yaşansınlar, bütün tarihsel  mücadeleler, gerçekte yalnızca toplumsal sınıfların mücadelelerinin az ya da çok belirgin ifadeleridir ve bu sınıfların varlığını ve dolayısıyla aynı zamanda çarpışmalarını  belirleyen de, iktisadi durumlarının gelişme derecesi, üretim tarzları ve bunların belirlediği değişim ilişkileridir.” 

Türk proletaryasının bu ilişkinin dışında kalmasının, oluşamamasının nedenini anlattım. Türkiye’de örneğe uygun bir sınıf mücadelesi yok, sendika yok, sendikaların desteklediği siyasal parti de yok. Bu nedenle sınıf mücadelesinin önderlik ettiği ilerleme ve gelişmenin de imkânı yok. Benim geçirimsiz olarak tanımladığım kast, ülkenin siyasal sağlığını zehirliyor. Türkiye’nin selâmeti ve sağlıklı geleceği bu kastın yok olmasına bağlı. Bunun için, “AKP Roması”nın ekonomi açısından çökmesi ve yıkılması gerekiyor. Bu asalak ve avantacı kast yemsiz kaldığı zaman esrar dumanıyla yüklü atmosferden çıkıp insan olduğunu hatırlayacak ve evcil hayvan bağımlılığından (belki) kurtulacak. Bu önünde sonunda bir gün mutlaka olacak. Ne kadar erken olursa o kadar ülke hayrına olur.
***
Kendi sınıf partisine değil de patronların partisine oy veren kitleye işçi sınıfı denemez. Günümüzde, emek ve bilgisini ücret karşılığı satan herkes artık işçidir. Memurlar ve emekliler de işçidir (emekçidir). Sanayi proletaryasının 19. yüzyılda kapsadığı alan genişlemiştir. Günümüzde sanayi ve tarım işçisi ile bilgisayar programcısının çıkar hedefleri aynı yerdedir. 

Dilekçe yazarı CHP’nin bunları düşünmesi gerekiyor.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Sarı Yelekli isyan - Mine G. Kırıkkanat

21. yüzyılın belki de en önemli sosyolojik özelliği, insanlığın bizzat yarattığı uygarlık araçları tarafından tutsak alınması, yönlendirilmesi ve hatta yönetilmesi, sevgili okurlar. 
Yaşadığımız çağın öne çıkan uygarlık araçları, adeta üç Sezar’lı bir  “triumvira”  oluşturuyor: Kültür aracı din, yaşamsal ihtiyaç aracı para ve insan nüfusunun büyük çoğunluğunu pek yakında işlevsiz bırakacak, hatta gereksiz kılacak teknoloji... 

Bu sacayağının ilk ikisi, savaşta çatışmaya ve barışta rekabete dayalı toplumsal devinimin kadim levyeleri. Üçüncü ayak teknoloji ise yeni olmamakla birlikte insanın üretimdeki yerini alacak bir evreye girdi: On yıl içinde yayılması beklenen robotizasyonun, toplumları din bayraklı, ama para odaklı bir çatışmaya, hem de küresel çapta kaçınılmaz bir çatışmaya sürükleyeceği artık gün gibi aşikâr. 

Tarihte din ayrımcılığı hep önemliydi, ama komünizm ile kapitalizmin rekabet ettiği yıllarda sönmeye yüz tutmuştu. İran devrimiyle ateşlenen İslami şeriatçılık ve SSCB’nin yıkılmasıyla küreselleşen kapitalizmin rakip/düşman yaratma ihtiyacı, din ayrımcılığını da körükledi... 

Tarihte para hep önemliydi, ama insan davranışları hiç bugün olduğunca para tarafından biçimlenmemişti. 

Aslında din ve paranın Siyam ikizi olduklarını, kâh birinin ötekinin hizmetinde, ama iktidarda olmak ve kalmak için daima birbirlerini kullandıklarını düşünürseniz; 21. yüzyıla damgasını vuracak kıyametin resmi ortaya çıkar.

***
‘Bir Hıristiyan Masalı’nı* okuduysanız, bilirsiniz: 700’lü yıllardaki dünyayı Ortodoks ve Katolik diye bölen sosyolojik cepheleşme, Katolik Papalığın ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Büyük Konstantin’in tamamen sahte vasiyetine dayanarak kurulması, Fransa sayesinde olmuştur.
 
Protestanları bir gecede** boğazladıktan birkaç yüzyıl sonra Katolik kral ve papazların kellesini uçurup dünyaya devrim ihraç eden de Fransızlardır, dünya gençliğini Mayıs ’68 isyanıyla ateşleyenler de...

Sarı Yelekliler hareketi, başlangıçta para odaklı; çünkü yıllardır küçülen kamu hizmetlerine, azalan alım gücüne ve artan gelir eşitsizliğine karşı başlatılan bir isyandı. 
Fransa’nın bir özelliği, en ücra köşesinde bile bulunan altyapı ve kamu hizmeti iken; küresel ekonominin baskısıyla yoksullaşan devlet, küçük yerleşim birimlerindeki okul, hastane, postane, hatta tren istasyonu vb. gibi kamu kurumlarını zarar ediyor gerekçesiyle kapatmaya başladı. Taşra halkına, “Araba alın, kamu hizmetine arabanızla ulaşın!” dedi. 

Başlangıçta, kolayca kredi verilen halk aynı kolaylıkla araba satın alabiliyor, uzaktaki kamu hizmetine gidebiliyordu. Ama daralan ekonomiyle birlikte, alım gücü küçüldü. Artık ne kolayca kredi alabiliyor, ne de araba. İşte bu yüzden isyanın fitilini taşra halkı, akaryakıta yapılan zam gerekçesiyle ateşledi. Sarı Yelekli kalkışma, kaotik bir istem listesi eşliğinde nedeni belli, ama yönü belirsiz patlamalarla sürüyor...

***
Lidersiz olması isyanı sosyolojik anlamda yenilikçi kılmakla birlikte; büyüyüp gelişme olasılığını zayıflatıyor.
 
Hareketin siyasal yelpazesi, ırkçılardan anarşistlere açılan genişliğiyle adeta tüm ideolojilerin kadük olduğuna işaret eden bir gösterge. Ortak düşman, elbette ki yerel ekonomiyi yıkan küreselleşme. 

Ama o düşmanın artık belli bir vatanı yok, hepsi çokuluslu ve her yerde! Üstelik en büyükleri, Amazon, Google gibileri vergi bile vermiyor... 

Düşünün ki yalnız Londra borsasında, sadece 1 saniyede ortalama 33 milyon para transferi işlemi gerçekleşiyor ve sanal ortamdaki bu işlemler, vergiye tabi değil! 
Ve küresel kapitalizmin küçülttüğü devletler, ayakta kalabilmek için dar gelirli halkın sırtına biniyor; emdiği kanıyla besleniyor. Aynı küresel sermaye üretimde robotizasyonu tamamlayınca, zaten insan nüfusunun büyük çoğunluğu da işsiz ve işlevsiz kalacak. Şimdi olduklarından bile daha yoksullaşacaklar... 

Kıyametin ilk eskizi, elbette ki Fransa’da çizilecekti!
 
Bu eskiz silinebilir, ama tuval boş kalmayacaktır. Belki kalkışmalar birbirini izleyecek, hiç benzeşmeyecek; ama kıyamet tablosu 21. yüzyılda biçimlenecek ve mutlaka kültür, yani din boyutlu çatışma da içerecektir. 

Bugün, Sarı Yelekliler’in son günü olabilir. 

Ama her son, yeni bir başlangıç değil midir?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


* Kırmızı Kedi, 2014 
** Saint-Barthélemy katliamı, 1572