18 Aralık 2018 Salı

Bir gece ansızın mı? - İBRAHİM VARLI

Çok aktörlü Suriye denkleminde yerel, bölgesel, küresel aktörler oyun kurmaya çalışırken, birbiriyle çatışan çıkarların yol açtığı gerilim yeni ittifaklar, pozisyonlar ortaya çıkarıyor. ABD ve Rusya’nın yörüngesinde şekillenen cepheleşmede askeri ve diplomatik trafik sıkışırken, karşılıklı manevralar denklemi adeta “Gordion Düğümü”ne dönüştürüyor. Bir taraftan oyunlar kurulmaya çalışılırken, diğer taraftan da karşı oyun bozulmaya çalışılıyor. Bütün bunlar esasında gelmekte olan büyük depremin öncü sarsıntıları.


Dış müdahalelerle altüst edilen Suriye’de savaşın ağırlık merkezine dönüşen bölgede Kürtlere verilecek pay temel kırılma ve anlaşmazlık nedeni. Kürtlerle iş tutan ABD’nin hamleleri Türkiye, Rusya ve İran’dan müteşekkil Astana Üçlüsü’nün yakın markajında.

FIRAT’IN DOĞUSU’NDAKİ DENKLEM
Gözler Fırat’ın doğusunda. Erdoğan’ın Fırat’ın doğusuna operasyon çıkışı, bu işbirliğinin kalıcı bir statüye evrilecek olmasının yarattığı endişeden. Büyük bir hevesle müdahil olunan Suriye savaşında, iflas edilen politikanın da dışavurumu. ABD ile birlikte girilen rejim değiştirme projesinin iflası sonrasında ABD yeni manevralar yapıp Kürtlerle iş tutmaya ağırlık verince Ankara boşa düşmüş oldu.

Türkiye-Suriye sınır yaklaşık 901 kilometre. Bu sınırın 500 kilometreden fazla bir bölümü YPG’nin ana bileşeni olduğu SDG’nin kontrolünde. Türkiye’nin olası müdahalesine karşı ABD teyakkuzda. Sınır hattına ondan fazla gözlem noktaları kuracağını açıkladı. Kobani, Resulayn ve Tel Abyad’da ABD askerleri YPG ile birlikte devriye gezerken, Menbiç’te ise ABD birlikleri TSK ile birlikte devriyede!

Fırat’ın doğusu denilen bölge Zor Mağar’dan Resulayn’a, Kabane’den Abu Kamal’a uzanan genişçe bir bölgeyi kapsıyor. TSK’nin bölgenin tamamını kapsayacak bir operasyonu askeri ve politik açıdan olası değil. En olası senaryo ABD’nin göz yumması halinde Türkiye sınırın belli noktalarda 10-15 kilometre derinliğinde tampon bölgeler oluşturması. Kontrollü bir harekât ise ancak Afrin’de Rusya ile yapıldığı gibi ABD’yle yapılacak bir pazarlıkla mümkün.

KOBANİ’DE YPG, MENBİÇ’TE TSK
Bütün göstergeler ABD’nin Kuzey Doğu Suriye’de kalıcı olduğunun işareti. YPG yani SDG’ye yapılan yatırımlar bu strateji kapsamında geçici değil, uzun vadeli. Washington’ın SDG’den vazgeçmeyeceğinin Ankara da farkında. Askeri ve politik yığınağın yanında son olarak Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in ABD’nin öngördüğü hedefleri gerçekleştirene kadar Suriye topraklarında kalacağını tekrarladı.

ABD bölgede yeni müttefik bellediği Kürtler üzerinden iş tutarken, eski müttefiki Türkiye’yi de boşlama lüksü yok. Temel sıkıntısı da bundan. Her iki aktörü de küstürmeyecek, ara formülasyonlar peşinde. Tam da bu nedenle ABD, Türkiye’nin Rusya’ya daha da yakınlaşmasını engellemek için Fırat’ın doğusuna düzenlenecek kısmi bir operasyona göz yumabilir. Denklem düşünüldüğünde olmayacak bir seçenek değil. ABD ile uzun süredir sürdürülen kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla operasyonun altyapısı hazırlanmış olabilir.

ESED’TEN ESAD’A ‘U DÖNÜŞÜ’
Savaşın ağırlık merkezinin kaydığı Doğu Suriye’de bunlar olurken Mart 2011’de başlayan çatışmalarda, radikal İslamcı tehdidin alt edilmesinin ardından Körfez Arap ülkeleri ve Ankara’dan “u dönüşleri” başladı. Körfez Arap ülkeleri Şam’da elçilik açma hazırlığındayken, Sudan lideri namlı diktatör Ömer El-Beşir yedi sene sonra Şam’ı ziyaret eden ilk Arap lider oldu.

El-Beşir’in Esad tarafından ağırlandığı saatlerde Katar’ın başkenti Doha’da konuşan Çavuşoğlu seçimi kazanması durumunda Esad ile çalışabileceklerinin sinyalini verdi.

Fırat’ın doğusu çıkışı ve eş zamanlı olarak Şam’a çakılan mesajın da gösterdiği üzere yeni Osmanlıcıların önceliği Şam yönetiminin devrilmesinden Fırat’ın Doğusu’nda Kürtlerin kazanım elde etmemesine dönüşmüş durumda. Bütün göstergeler Fırat’ın Doğusu’na “bir gece yapılacak ansızın” operasyonunun imkansız olmadığını gösteriyor...

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

17 Aralık 2018 Pazartesi

Asgari ücret tespitinde TÜİK yok hükmünde - AZİZ ÇELİK

Asgari ücret tespitinde sona doğru geliniyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu 2. toplantısını 13 Aralık 2018 Perşembe günü yaptı. Beklendiği gibi toplantıdan sonuç çıkmadı. Komisyon üçüncü toplantısını bu hafta yapacak. Bu hafta yapılacak toplantının önemi, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından komisyona bir işçinin asgari geçim tutarına ilişkin rakamın sunulacak olması. TÜİK, Komisyona her yıl bir işçinin geçimi için gerekli besin içi ve besin dışı harcamalara ilişkin asgari tutarı hesaplayıp sunuyor.


Ancak bir devlet kurumu olan TÜİK tarafından sunulacak olan asgari geçim tutarına ilişkin tutarın komisyon tarafından dikkate alınıp alınmayacağı merak konusu. Çünkü yıllaradır TÜİK tarafından hesaplanan tutar dikkate alınmadan karar veriliyor.

Asgari Geçim Tutarını TÜİK Hesaplıyor
Bilindiği gibi Asgari Ücret Tespit Komisyonunda yer alan beş hükümet temsilcisinden biri TÜİK’ten katılıyor. Asgari ücret tespitine ilişkin ayrıntıları düzenleyen Asgari Ücret Yönetmeliği’ne göre “Komisyon, ücretin belirlenmesinde; ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik durumu, ücretliler geçinme indekslerini, bu indeksler yoksa geçinme indekslerini, fiilen ödenmekte olan ücretlerin genel durumunu ve geçim şartlarını göz önünde bulundurur.”

Ülkemizde ayrı bir ücretliler geçinme endeksi olmadığı için TÜİK asgari ücretli bir işçi için asgari geçinme ücretine ilişkin hesaplama sunuyor. Yönetmeliğe göre Komisyon asgari ücretin belirlenmesinde bütün kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerle işbirliği yapabilir. Bu çerçevede TÜİK, Komisyona bir rapor sunuyor. Ancak Komisyonun üniversitelerle nasıl bir işbirliği yaptığına dair bir bilgi yok.

Bilindiği gibi yönetmeliğe göre asgari ücret, İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti ifade ediyor. Ülkemizde asgari ücretin tespitinde uluslararası normlara aykırı bir biçimde işçinin ailesi dikkate alınmıyor.

TÜİK tarafından her yıl Komisyona sunulan asgari geçim tutarına ilişkin rakamın bağlayıcılığı bulunmuyor. Ancak bir devlet kurumu olan TÜİK’in sunduğu rakamın baz kabul edilmesi ve asgari ücret pazarlığının diğer faktörler de dikkate alınarak hiçbir şekilde bu rakamın altına düşmeyecek şekilde saptanması gerekiyor. Ancak bugüne kadar böyle olmadı. TÜİK’in sunduğu rakamlar komisyonda dikkate alınmadı.

asgari-ucret-tespitinde-tuik-yok-hukmunde-542950-1.

Asgari Ücret TÜİK Önerisinin Ortalama 340 TL Altında
Tabloda 2003’ten bu yana TÜİK tarafından hesaplanan asgari ücret ile komisyon tarafından saptanan net asgari ücret yer almaktadır. Tablodan da görüleceği üzere, net asgari ücret düzenli olarak TÜİK tarafından hesaplanan asgari ücretin altında kalmaktadır. Net asgari ücret bazı yıllar TÜİK tarafından saptanan tutarın yüzde 66’sına kadar gerilemekte, TÜİK tarafından hesaplanan tutarın üçte biri daha düşük saptanmaktadır. Son beş yıldır saptanan asgari ücret TÜİK önerisinin yaklaşık 340 TL altındadır. TÜİK hesabına göre işçilerin ortalama aylık kaybı 340 TL’dir.

TÜİK tarafından 2017 Aralık ayında Asgari Ücret Tespit Komisyonuna sunulan ve Kasım 2017’deki asgari geçinme düzeyine ilişkin rakam 1,894 TL idi. Saptanan asgari ücret ise 291 TL eksiğiyle 1603 TL oldu. TÜİK bu hafta Komisyona 2019 yılı için yeni bir öneri sunacak. Bu önerinin ne olacağı merak konusu. Ancak 2017 Kasım ayından 2018 Kasım ayına yaşanan ortalama yüzde 25 civarındaki TÜFE dikkate alındığında, TÜİK tarafından Komisyona sunulacak tutarın 2300-2400 TL bandında olması beklenir. Kuşkusuz bu tutar Kasım 2018 için geçerli olan tutar olacaktır. 2019 yılı asgari ücretinin bu tutar baz alınarak ve bunun üzerine enflasyon ile büyüme beklentisinin eklenmesi gerekir.

Komisyon Çalışmalarında Gizliliğe Son Verilsin
Yönetmeliğe göre (Madde 9) Komisyon görüşmeleri ve çalışmaları gizlidir. Başkan, üyeler ve raportörler ile bu maddenin kapsamına giren kişi ve kuruluşlar bu görevleri dolayısıyla öğrendikleri her türlü bilgi ve belgeleri gizlemekle yükümlüdür. TÜİK tarafından komisyona sunulan rakamların ayrıntıları yayınlanmıyor. TÜİK tarafından sunulan rakamlar basına sızan bilgilerden derlenebiliyor. Bu gizlilik uygulaması son derece tuhaf. On milyonları ilgilendiren Komisyon çalışmalarının şeffaf olması ve komisyona sunulan belge ve bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor.

TÜİK tarafından 2300-2400 TL bandı altında sunulacak öneri oldukça şaibeli olacaktır. Bu açıdan TÜİK tarafından komisyona sunulacak verilerin ayrıntılarının kamuoyu ile paylaşılması büyük önem taşımaktadır. Yönetmelikteki gizlilik hükmünün yasal ve anayasal dayanağı yoktur. Bu hüküm anayasanın sosyal devlet ilkesine ve bilgi edinme hakkına aykırıdır. Komisyondaki işçi temsilcileri (Türk-İş heyeti) TÜİK tarafından sunulacak önerinin ayrıntılarını kamuoyu ile paylaşmalıdır.

                                                            ***

Yağmurdereli’ye saygıyla, sevgiyle…

Türkiye sosyalist ve işçi hareketinin emektarından, Maden-İş, Otomobil ve Birleşik Metal-İş sendikalarının eğitimcisi, işçilerin Saygı Hocasını yitirdik. Direncini, gülüşünü, sevecenliğini ve içtenliğini hep hatırlayacağız. Güle güle Saygı Hoca…





AZİZ ÇELİK / BİRGÜN

Hiç ezenle ezilenin korkusu bir olur mu? - SELÇUK CANDANSAYAR

Zalimin zulmünün ardında korkusunun yattığını düşünmenin güven verici bir yanı var. Kendi korkumuza hak verdirir. Evet, kibri kadar çapsız korkusu kadar zalimdir iktidar. Sadece bizde değil; büyümek, genişlemekten başka yolu olmayan her türlü iktidar varlığını korkuya bağlamak zorunda olduğundan.

Ama, ezenle ezilenin korkusu farklıdır.

Ezen, yıkılma korkusundan çok, yeterince itaat ettiremediğinde yeterince kapsayıcı olamamaktan korkar. İnşa ettiği düzenin “görkemi” onu da büyüler. En küçük bir muhalefet, ancak fısıldayarak dile gelebilen aykırı bir ses karşısında bu yüzden öfkesi patlar. Kendisini güçsüz gördüğünden değil, “haklı, tanrısal gücüne” nasıl olup da karşı gelindiğine inanamamasından.

Saftirik liberallerin “eleştiriye tahammülsüzlük” sandıkları bu öfke, aslında eleştirilemez olunduğuna dair inançla ilgilidir. Bu nedenledir öfkelendiğine “ahlaksız, edepsiz” diye saydırması; “sen kimsin ya”, demesi, “haddini bil” diye
höykürmesi.


Her türlü muhalefeti yok etme çabasının ardında yıkılma korkusundan çok, inşa edilen düzenin sınırlarının bir türlü çizilememesi vardır. Öyle ki, hem bir sınıra ihtiyacı vardır, benden olanlar ve olmayanları belirlemek için; hem de bu sınır sürekli dışındakileri içine alarak genişlemek zorundadır. Demem o ki, RTE için herhangi bir seçimde örneğin %80 oy almak, bir başarıdan ziyade nasıl olup da %20’ nin ona oy vermemesi sorunu olur. Hedef, seçimlerde kullanılan oyların tümünü almaktır. Üstelik diyelim bu oldu, yine duramayacak hemen ülke sınırlarının ötesine doğru genişleme baskısı devreye girecektir.

Bütün yayılmacı iktidarların kendilerini ya doğrudan tanrılaştırmaları (firavun kral), ya tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlamaları (halife) ya da tanrısal düzenin inşacıları olarak görmelerinin (ABD neoconları) kaynağı da bu süreçtir. Tanrının düzeni evreni kapsar.

Ezilenin korkusu ise doğrudan hayatta kalma korkusudur.. Ezilen, iktidarın çizdiği sınırın dışında kaldığında kendiliğinden yalnızlaşır ve korkusu da somut bireysel korkuya dönüşür. İş bulamamak, işten atılmak, aç bırakılmak, gözaltına alınmak, tutuklanmak ve öldürülmek. Kendisi ve ailesinin başına getirilecek kötülüklerin somut korkusu.

Oysa iktidarı elinde tutanın bireysel korkusu pek olmaz. Kendisine yönelik doğrudan tehditleri bile kendisinden çok kurduğu düzene yönelik tehditler olarak görür. İktidar gücünü saldığı dehşet hissinden alır. En fazla bir kaç araçlık bir korumanın bile yetebileceği güvenlik için neredeyse yüzden fazla araç, helikopter, jammer, drone kullanılması, bütün yol güzergahının kapatılması, korkudan çok güç gösterisidir. Fani bedeninden çok kutsal düzenin korunduğunu işaret eder.

Ezilen korkuyla yalıtılıp, yalnızlaştırıldıkça sayısı milyonları bulan ve fakat kendisini kimsesiz hisseden yığınlar oluşur. Ezen ise aslında bir avuçken yenilmez, baş edilmez bir çoğunluğa dönüşür. gerçekte çok olanların kendilerini az hissetmelerine neden olan korkuyla, azın kendisini yıkılmaz hissetmesini sağlayan korkunun farkı tam da buradan doğar.

Onun da korktuğunu düşünmek, kendi korkumuzun boyunduruğuna girmemizi kolaylaştırır. Hiç de düşündüğümüz gibi korkmuyor, ve amaç onu korkutmaya çalışmak olmamalı. İlkin onun korkusuyla bizim korkumuzun farklı olduğunu kabul etmeliyiz. İkincileyin onun genişlettiği sınırın dışının hala içinden kalabalık olduğunu. Kendisini onun düzeninde güvencede zannedenlerin de aslında dışarda olduklarını görmeleri için çabalamalıyız. Evet, korka korka ama kadim sözdür, korkunun ecele faydası yok. 
Öyle de ölüyoruz böyle de.

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

Çiftçiler şirketlerin insafına terk edilemez - Dr. Necdet Oral - Ziraat Yüksek Mühendisi

Çiftçinin borcu artıyor, tarımsal kredi kullanımı desteklerin yedi katına ulaştı. Stratejik sektör olan tarımın, özellikle küçük çiftçilerin her zamankinden daha çok desteklenmesi şart. Çiftçiler şirketlerin ve bankaların insafına terk edilmemeli.


Türkiye’de neoliberalizm 12 Eylül darbesinin 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararlarını koruması altına almasıyla başladı. Tarıma yönelik politikalar istikrar programlarına bu süreçte girdi. Devletin 1950-1980 yılları arasındaki tarımı destekleyen tavrı bu dönemden sonra değişti; destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonlarından oluşan rolü küçültüldü.

1980’li yıllardan bu yana Türkiye’de tarımın gerek uluslararası gerekse yerli sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi, en açık biçimiyle tarımsal destekleme politikalarında gözlenmiştir.

2000’li yılların başından bu yana tarıma verilen toplam destekler milli gelirin binde 6’sını aşmayacak şekilde tutuldu. 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu’nda zorunlu hale getirilmiş olan Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) yüzde 1’i olan asgari destekleme harcaması hedefine hiçbir zaman ulaşılamamıştır.

Destekleme fiyatları piyasa fiyatları seviyesinde tutulmuş; bu fiyatlarda rekabetedemeyerek tarımı bırakan küçük ve orta ölçekli çiftçilerin yerini tarım şirketleri almaya başlamıştır.

AĞIRLIĞINI KAYBEDİYOR
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kalkınmanın itici gücü, “milletin efendisi” olarak görülen tarım sektörü, uygulanan neoliberal politikalar sonucunda ülke ekonomisindeki ağırlığını her geçen gün kaybediyor. Özellikle AB ile 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’ndan sonra Türkiye birçok tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmiştir.

2001 krizinden sonra IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı AKP hükümetleri tarafından eksiksiz olarak uygulanmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında tarım sektörünün Türkiye ekonomisindeki ağırlığı GSYH’nin yüzde 10’u iken 2017 yılında bu oran yüzde 6’ya kadar düşmüştür. Buna karşılık istihdamın beşte birini barındıran tarım sektörü ücretsiz aile işçiliğinin ve mevsimlik çalışmanın en yaygın olduğu sektör olmayı sürdürmektedir.

Tarımsal girdilerin (mazot, gübre, tohum, yem) fiyatları ürün fiyatlarına göre daha hızlı ve daha yüksek oranda artıyor. Buna karşılık çiftçi yeterince desteklenmiyor. Bu nedenle tarım alanları daralıyor, çiftçi tarımdan kopuyor, kırsal nüfus giderek azalıyor, tarımda daha çok ithalatçı oluyoruz. Tarımda küçük ve orta büyüklükte çiftçiliğinin yaygın olması, piyasada çiftçinin korunmasını zorunlu hale getiriyor. Çiftçilerin desteklenmesi keyfi bir tercih değil, tarımsal üretimin kendine has özellikleri ve üretim yapılan kırsal alanların sosyo-ekonomik özelliklerinin getirdiği bir zorunluluktur. Tarımda koruma ve müdahaleyi zorunlu hale getiren bir başka etken de çiftçilerin girdi satın alırken ve/veya ürünlerini satarken, piyasa koşullarından dolayı çift yönlü sömürüye açık olmalarıdır.




Tarımsal desteklerinin düşüklüğü, girdi maliyetlerinin yüksekliği ve ürününü değerinde satamaması nedeniyle para kazanamayan çiftçi, ürününden elde ettiği geliri aldığı kredi borçlarına yatırmaktadır.

2004 yılında tarımsal destekleme ödemeleri 3,1 milyar TL iken, çiftçilerin bankalara olan borcu 5,3 milyar lira idi. 2018 yılında tarımsal transferler için bütçeden 14,5 milyar lira ayrılmışken; Ekim ayı itibariyle çiftçilerin bankalara olan borcu 101 milyar liraya ulaşmıştır. 2004 yılında çiftçinin kullandığı banka kredisi tarımsal destekleme ödemelerinin 1,7 katı iken, 2018 yılında bu oran 7 katına yükselmiştir.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) verilerine göre; 2004-2018 yılları arasında bankalar tarafından çiftçilere kullandırılan kredi miktarının 19 kat artmasına karşılık; tarıma yapılan destekleme ödemeleri yalnızca 5 kat artırılmıştır.

YABANCI BANKALARIN PAYI ARTIYOR 
2000 yılında bankalar tarafından tarıma verilen kredilerin hemen hemen tümü kamu bankaları tarafından sağlanıyordu; özel bankaların payı yalnızca binde 4 civarındaydı. 2000-2018 yılları arasında yerli ve yabancı özel bankaların toplam payı yüzde 30’u aşmıştır.

Özellikle yabancı sermeyeli bankaların, borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin topraklarına el koyarak, icra yoluyla sattıklarına ilişkin haberler basında oldukça sık sık yer almaktadır.

Devletin neoliberal politikalar uygulaması, yani girdi ve ürün piyasalarından çekilmesi, kredi piyasasını bankalara terk etmesi nedeniyle küçük üreticilerin piyasadaki tek alıcı veya satıcı konumundaki şirketlerle karşı karşıya gelmesi; onların dayattığı fiyatları ve koşulları kabul etmek zorunda kalmaları ve küçük üreticinin ücretli işçi olmaksızın kapitalist bölüşüm ilişkileri içine girerek sömürülmesinin önü AKP’li yıllarda daha da açılmıştır.

ÇİFTÇİ SÖMÜRÜLÜYOR
Bu koşullarda çiftçi ya tarımdan koparak hizmet sektöründe sömürülmeye devam etmekte ya da yine tarımda güç bela üretim yaparak yine tarımda sömürülmektedir. Son yıllarda çiftçinin tarımsal üretimi güç bela sürdürmesi tarım kredilerine bağlı hale gelmiştir.

Tarıma yönelik destekleri yeterince artırmak yerine kredi hacimlerini yükseltmek çiftçiyi borç batağına sürüklemekte, onu tarlasından kopartmakta, bu durumda tarlaların boş kalması nedeniyle üretim düşmekte, tarım arazileri el değiştirmekte ve hızla betonlaşmaktadır.

Küresel iklim değişikliği; toprak, su ve biyolojik çeşitlilik gibi doğal kaynakların tahrip edilmesi; açlık ve yoksulluk gibi küresel sorunlar tüm dünyada gündemin ilk sıralarında yer almakta ve insanlığın geleceğini tehdit etmektedir.

Artan nüfusu doyuracak yeterli üretimi gerçekleştirmek ve tarım arazilerini koruyabilmek için stratejik sektör olan tarımın, özellikle küçük çiftçilerin her zamankinden daha çok desteklenmesi ve desteklerin uzun vadeli planlanması şarttır. Çiftçiler şirketlerin ve bankaların insafına terk edilmemelidir.


Dr. Necdet Oral - Ziraat Yüksek Mühendisi / BİRGÜN

‘Özel cinayeti’ bizzat yerinde gördüm - Zafer Arapkirli

1990’lı yılların ortasında bir kış günüydü. Londra’da, evden işe günlük yolculuk için, bir sabah Catford Bridge- Charing Cross banliyö trenini beklerken, saatime bakıp yaklaşık 100 saniyelik gecikmeye homurdandığımı hatırlıyorum. Hemen yanımdaki 80’li yaşlardaki beyefendinin dikkatini çekmişim. 
Üzgün ve kırgın bir ifade ile, “Bak, genç adam..” dedi. “Bir zamanlar, bu trenlerle  saatlerimizi ayarlardık…” 
90 öncesinde o dönemleri de görmüş biri sıfatıyla “Haklısınız..” dedim. “Ben de bilirim o zamanları ve sizin hayal kırıklığınızı çok iyi anlıyorum. Ama bir de şöyle bakın.. Benim ülkemde bu 2 dakikalık gecikme bile bir nimet ve bir mükemmeliyet sayılabilirdi..” 
Karşılıklı gülümsedik ve ayrıldık. 

Neden o hale gelmişti anlı şanlı, “Saatleri ayarlatacak mükemmeliyetteki Britanya Demiryolları (British Rail)?” 

O da ben de, biliyorduk nedenini:  Özelleştirme. 
1980’li yıllarda, her şeye “Parra parra parra” diye bakan ve “Toplum diye bir şey yoktur, birey vardır. Devlet değil, özel sektör esastır” diye Başbakan Margaret Thatcher iktidarı ile başlayan ve halefi John Major ile devam ettirilen özelleştirme çılgınlığı, her şey gibi trenleri de rayından çıkarmıştı. 

Telekomdan sağlık sistemine, enerji-su şebekelerine ve ulaştırmaya kadar her şeyin özel sektöre peşkeş çekilmesine karşı çıkanlara “Komünist-Bozguncu-Çapulcu” damgasının vurulduğu o yılları çok iyi hatırlıyorum. Uzun yıllar iktidara hasret kalmış muhafazakârlar, bu sektörlerde İşçi Partisi iktidarındaki kötüleşmeyi bahane ederek “suçun yönetimlerde değil, sistemde yani Devletçilik’te olduğu” yalanı ile haraç mezat özelleştirdiler her şeyi. 

Yalan şöyle pazarlandı: 
- Devlet tren, vapur, uçak, hastane işletmez. (Nasıl? Size çok tanıdık geldideğil mi?) 
- Özel sektör rekabetçi bir ortamda çalışacak. (Rekabet neden şarttır?Anlayamamışımdır? 
- Maliyetler azalır, fiyatlar düşer. (Asla olmadı. Tam tersine, kâr hırsı ile fiyatlar fırladı.) 
- Tercih şansınız olacak. (A’dan B’ye giden tek bir tren hattında nasıl bir tercih olabilecekti ki?) 
- Özel firmalar daha kaliteli uzman eleman çalıştırır ve işler daha iyi yürür.(Devlet neden yapamazmış ki bunu?) 

Ve bir yığın tam safsata içerikli gerekçeler. 

Özel sektör firmalarına verilen “Ballı kâr garantisini ve zararlara karşı sübvansiyonu” (Nasıl? Bu da tanıdık geldi değil mi?) anlatmaya yerim yok. 
1993’te yaşanan demiryolu özelleştirmesine gerekçe gösterilen tüm bu hayâsızca yalanlar, sonuçta tüm ülkenin lanet okuduğu, 1999, 2000 ve 2002’deki feci kazalarla açgözlü özelleştirmecilerin suratında patladı. 

Muhaliflerin ısrarla aksi yönde uyardıkları üzere, amaçlanan hiçbir fayda sağlanmadığı gibi, demiryollarının sahipliği, vagon ve lokomotiflerin ve sinyalizasyon sisteminin sahipliği ya da bazı yerlerde (maliyet hesabı nedeniyle) bulunmaması ya da çalışmaması, işletmecilik hakları, bakım onarım sorumluluğu-sorumsuzluğu, fiyat belirleme politikaları ile yolcuların (özelleştirmecilere göre yolunacak kaz/müşteri) hakları gibi konularda tam bir kaos yaşandı. 

Bugün, Britanya bu yoldan geri dönebilmenin yollarını arar ve bu enkazı kaldırmaya çalışırken, şu gerçekler bir kez daha anımsatılıyor: 

Evet, devlet (bal gibi de) trenvapur- otobüs-uçak çalıştırır. Çünkü ulaşım hakkı, ucuz (hatta mümkünse bedava), temiz ulaşım hakkı, vergi ödeyen olmaktan kaynaklanan temel bir vatandaşlık hakkıdır. 
Evet, sağlık, eğitim, ulaştırma ve iletişim gibi temel hizmetler, piyasa koşullarına terk edilirse, yani özel sektöre terk edilirse sonuç, Britanya örneğinde tartışmasız biçimde görüldüğü üzere, soygundur, çöküntüdür ve kaostur.

 
Heveslenenlere duyurulur. 
Üstelik “Denemesi bedava değil”, çok yüksek maliyetlidir. Maliyet de, maalesef  “insan canıdır, insan kanıdır”.

 Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Trenden atılan gazeteci - Barış Terkoğlu

Ne zaman tren kazası konuşsak aklıma Cüneyt Ülsever gelir. Evet, gazeteciliği bıraktı. Hatta küstü. Yine de “demokrasi tramvayı”ndan atılma hikâyesinin yaşadıklarımızla ilgisi var. 

Şimdilerde mafya dizileri işgal etse de bizim televizyonlarda da gösterilmişti. “Yürüyen Cehennem” denebilir mi? “Hell on Wheels” dizisi ABD’de bir demiryolu inşaatının çevresinde dönen ilişkileri anlatıyordu. Kuzeyliler ve Güneyliler, siyahlar ve beyazlar, köleciler ve karşıtları, merkeziyetçiler ve federasyoncular, tarım ve sanayi… Demiryolu, sadece bir ulaşım aracı değil, bir altyapı yatırımı olarak tarihsel ilişkilerin birbiriyle savaşıydı. 

Dizilerin de ötesinde, kapitalist ya da sosyalist her kalkınma hikâyesinin içinde demiryolu vardır. Bu nedenle genelde kuzeyden güneye, batıdan doğuya yayılır.  Atatürk’ün “demir ağlarla anayurdu ördüğü”nü biliyoruz. Ancak Anadolu’ya ilk demiryolunu sarayın duvarlarına tren resimleri asan Abdülmecid’in getirdiğini unutuyoruz. Telgrafın Osmanlı posta sistemine geçişi de, üniversite kurma teşebbüsleri de, Batı üsluplu ilk saray da, operanın yaygınlaşması da aynı dönemdedir. Demiryolu, bizde de gelişmenin parçasıdır. Kaçınılmaz yoludur. Modernleşmeyi de demiryolunu da Cumhuriyet düzeni ile programa dönüştüren ise Atatürk’tür. 

Evet, demir de taşınır tank da. Rayların üzerinde medeniyet de emperyalizm de götürülür. Sevgilileri buluşturur, öte yandan savaşta stratejik hedeftir. Ancak demiryolunun bir özelliği vardır. “Müsait bir yerde inecek var” diyemezsiniz. Yandaş müteahhitlere ya da İngiliz şirketine de yaptırmış olsanız dahi demiryolu işletmek için kurallı bir düzen gerekir. İnilecek, binilecek durak bellidir. Aynı yerde aynı anda iki tren olamaz. “Sinyalizasyon şart değil” diyen kuralsız düzenlerde kaza kaçınılmazdır.

Tren kazasıyla koptu 
Gelelim Ülsever’e… 
28 Şubat’ta askerle kavgalıydı. Hapis cezası alan Erdoğan’ı ziyaret etmiş, “yanındayım” demişti. Bugünkü Cumhurbaşkanı, hapisten çıktığı gün Ülsever’e “abi” diyordu. Seçim kazandığında Hürriyet adına onunla ilk söyleşiyi yapandı. Erdoğan’ın iktidarının başlangıç yıllarına uygun şekilde AB yanlısıydı, ABD ile iyi ilişkileri savunuyordu. FETÖ ile birlikte çöpe atılan öteki liberaller gibi yapabilir, Erdoğan’ın uçağında gezebilir, devlet televizyonunda “devlet ekonomiden çekilsin” konuşmalarıyla cebini doldurabilirdi. 
Yapmadı, erken bir tarihte, daha 2004’te koptu.
Nasıl oldu” dediğimde şöyle yanıt vermişti: 
İlk olarak hızlı tren kazasıyla benim içime kurt düşmeye başladı. Çok net öğrendim ki hızlı trenin emrini veren kendisidir. Kendisine teknik olarak o raylar üzerinde belli bir hızın üzerinde gitmenin mümkün olmadığı raporlarla söylendiği halde ‘ben emrediyorum’ diyen kişidir.” 
Emri ben verdim” diyen kuralsız düzen 41 insanımızı o kazada öldürdü. Bu kadar değil… 
Devamını Ülsever’den aktaralım: “Özel olarak bir kopuş noktamız daha var.NATO’dan ayrılmak istediklerini yazdım ben. O yazının ertesi günü Milliyet’le toplantısında  Başbakan bana ‘hain’ dedi. Çünkü şuna inanıyordu; odasında dinleme aletleri var ve oradaki konuşmalar CIA tarafından elde edildi, CIA da bana verdi. Halbuki bunu 
söyleyen Ömer Çelik’ti. Ömer Çelik, yapılansohbetlerde bu konuşuluyor diye AKP’lilere anlatıyor, onlar da bana anlatıyor.” 

Rejim ile tek adamın kaderini birleştiren düzen için ihanet, aile içi ilişkilerden daha kolaydır.

Genel müdür bugün nerede? 
Zaman geçiyor. Tarihin tesadüfleri Bilal Erdoğan ile Cüneyt Ülsever’i aynı masada buluşturuyor. Masanın yarısı şarap içiyor. Konuyu Bilal Erdoğan açıyor: 
“‘Ya abi siz ne güzel babamla arkadaştınız. Onu çok kırıyorsun’ dedi. Hayrolsun ne yapıyorum? dedim. ‘Sen Padişah mısın’ diye bir yazı yazmıştım ben de o aralar. ‘Sen’ dedi ‘Hem babama padişah dedin, hem de sen dedin’ dedi. Seçime girerken bir elektrik zammı yapılmıştı, hem de enerji bakanına sormadan. Ben de bir yazı yazarak sormuştum, ‘Böyle bir uygulama olabilir mi, üstelik Erdoğan matematikten bihaber bir adam, bu nasıl olur’ diye. Bilal’in bu serzenişi üzerine ben de ona dedim ki ‘Bak oğlum kırgınlık var ama bu karşılıklıdır ve babanın bana hain demesi ile başladı’ deyince ‘Ama o başbakan’ dedi.” 

Tren kazası, ölüm, kuralsız düzen ve rejimi şahsında temsil edenin karşıtlarını “hain” ilan etmesinin hikâyesi böyle. 

Şimdi kaza için “seçim için erken açıldı” ya da “hesap verilmiyor” deniyor ya… 
Cüneyt Ülsever, önce memur yayın yönetmenleriyle sansürlenip sonra iktidar emriyle kovulurken Pamukova’daki tren kazasında “hesap versin” denilenler nerede? Aylarca yapılan “hızlı tren raydan çıkabilir” uyarılarını göz ardı eden dönemin TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, bugün AKP Erzincan Milletvekili. 2015’e kadar sürdürdüğü TCDD Genel Müdürlüğü’nde üstünün çizildiği tek yer Davutoğlu-Yıldırım  kavgasında oldu. Kazaları ise bugüne kadar soran olmadı.
 
Tren kazası sabotaj mı” diye soruyorlar ya… 

Faili önce süte karıştırılan suda, paralanan anayasada, Cumhuriyet düzenine kurulan tuzakta arayın.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

16 Aralık 2018 Pazar

Sarı Yelekliler ve dip dalgası - TANER TİMUR

Hem Macron hem de Renzi, başlangıçta yetenekli, hırslı ve karizmatik bir lider imajı yarattılar. Geleneksel sistemlerin çöktüğü bir ortamda hızla yükseldiler ve biri İtalya’da, öbürü de Fransa’da ülkelerinin en genç başbakanı oldu. Oysa İtalyan yorumcu Victoire Maurel “hayır!” diyor; iki siyasetçi arasındaki asıl benzerlik hızla yükselişlerinde değil, aynı hızla çöküşlerinde aranmalı.


Halk hareketlerini bir giysi ile simgelemenin eski bir tarihi vardır. Kırmızı boneliler, külotsuzlar, kara gömlekler, kıravatsızlar, parkalılar vb. Bu kez de Fransa’da “Sarı Yelekliler” sokaklara döküldüler ve 17 Kasım’da başlayan ayaklanma belli ki tarihe bu adla geçecek.

Peki, etkileri itibariyle Fransa sınırlarını aşmaya aday görünen “Sarı Yelekliler” ne gibi özellikler taşıyorlar? Hareket, bünyesinde hangi potansiyel eğilimleri barındırıyor? “Sarı Yelekliler” zamanla devrimci bir çizgiye mi evirilecekler, yoksa renklerine uygun, tutucu bir bataklığa mı saplanacaklar? Ya da, üçüncü bir olasılıkla, ufak tefek iktisadi kazanımlarla yetinip, kabuklarına mı çekilecekler? Bu konulardaki değerlendirme ve tartışmalar, yer yer eylemle de bütünleşerek, daha uzun süre devam edeceğe benziyor.

•••

Aslında hareket 10 Ekim 2018’de bir kamyon şoförünün, Facebook’ta, arkadaşlarını akaryakıtta artırılan vergiyi kınamaya davet eden çağrısıyla başladı. İzleyen günlerde bunu başka çağrılar izledi ve hareket çığ gibi büyüdü. Vergi karşıtı küçük bir girişimcinin kaleme aldığı dilekçeyi kısa sürede bir milyondan fazla insan imzalamıştı ve bu arada hareketin gövdesini besleyen damarlar da, yine Facebook’ta kurulan gruplarla oluşuyordu. Böylece, kısa sürede, 3 milyon kadar üyeyi bir araya getiren 250’den fazla gurup kuruldu. Bunlar kendi aralarında canlı temas kuruyor ve eylem hazırlıkları yapıyorlardı. Bu hummalı iletişim dalgasında her “hesap”tan bir ses yükseliyor, her türlü talep dile getiriliyordu. Hızla artan inter-aktif iletişim sayısı, hareketin başladığı 17 Kasım günü 1,3 milyonu bulmuştu. İzleyen hafta sonunda ise bu rakam 5 milyonu geçti. (Le Monde, 11 Aralık 2018).

•••

Önerilen eylem biçimleri çeşitliydi; fakat üzerinde en çok anlaşma sağlanan eylem büyük yolları kesme ve böylece ulaşımı baltalama fikri oldu. Yolları keserken de, eylemciler, daha iyi görünmelerini sağlayacak “sarı yelek”ler giyeceklerdi. Zaten 2008 yılından beri her taşıt sürücüsü bagajında böyle bir sarı yelek bulundurmakla yükümlüydü. Ona sahip olmayanlar da pazardan kolayca temin edebilirlerdi.

Artık her şey tamamdı; hareket bu koşullarda başladı.

Sarı Yelekler hareketi sosyal medya sayesinde oluşmuştu; fakat onu kısa sürede büyük bir güç haline getiren nedenler farklıydı. Bunlar kısmen mali, kısmen de siyasi nedenlerdi ve sonunda da “Macron” ismi bu iki kategoriyi hızla birleştiren simge haline geldi.

•••

Emmanuel Macron, 2017 Başkanlık seçimlerini aşırı sağın adayı Marine Le Pen’e karşı, görünüşte açık farkla (% 66,1) kazanmıştı. Oysa asıl oylarını teşkil eden ilk tur oy oranı sadece yüzde 24 idi. İkinci turda da -seçime katılmayanlar ve rekor derecede boş oylar nedeniyle- kayıtlı seçmenlerin ancak yüzde 43’ünün oyunu alabilmişti. Aslında bu rakamlar kendisini mütevazi olmaya, “çoğunluğun” eğilimlerini de dikkate almaya zorluyordu. Oysa o, daha adayken Fransızların “Jüpiter tipi” bir başkan arzu ettiklerini söylemiş ve başkan seçilince de bu havalarla işe başlamıştı. Üstelik parlamento seçimlerine de tamamen kendi oluşturduğu bir liste ile girdi ve çoğunluğu elde etti. Alain Badiou’nun işaret ettiği gibi, yeni Meclis “bir plebisitin ürünü” idi ve Fransa, III. Napolyon’dan beri, ilk kez, “adayların bir partiye değil, bir adayın bir partiye sahip olduğu” bir döneme giriyordu. (Eloge de la Politique, 2017).

Macron’un kibirli söz ve tavırları, kendisi daha adayken hakkında sevimsiz bir imaj yaratmıştı. Seçildikten sonra da bu devam etti ve “Jüpiter” teşbihinin yanlış anlaşıldığını söylemesi kuşkuları dağıtmadı. Kaldı ki icraatı da otoriter kişiliğinin ve sınıfsal tercihlerinin damgasını taşımaya devam ediyordu.

•••

Macron emekçi sınıflara karşı empatiden yoksun bir siyasetçi izlenimi yaratmıştı. Stanford’da Fransız kültürü ve edebiyatı dersleri veren Cécile Alduy’a göre, “emekçi (laborieuses) sınıflar” derken, 19. yüzyılda bu sınıfları “tehlikeli sınıflar” olarak gören varsılların diliyle konuşuyordu. Kendisi “ilerleme”den yanaydı; fakat “ilerleme”yi sağlayacak olanlar, sevdiği deyimle, “halatın ucundakiler” (premiers de cordée) idiler. Bunlar yüksek burjuvalardan oluşuyordu ve arkadakiler de dağa onlar sayesinde tırmanacaklardı. İşte “Sarı Yelekliler” hareketini anlamak için, en az katılımcıların iktisadi talepleri kadar, Fransız halkının içinde bulunduğu bu psikolojiyi de anlamak gerekiyor. Eğer bütün kırıp dökücü vandallıklara rağmen hareket kamuoyunda yüzde 70’lere varan bir sempati uyandırdıysa, kuşkusuz bu yüzdendir.

•••

Macron’un parlamento seçimlerine tamamen kendi oluşturduğu bir liste ile girmesi ve çoğunluğu elde etmesi -hiç olmazsa başlangıçta- işini kolaylaştırmış görünüyordu. Ne var ki işler Macron’un umduğu gibi yürümedi. Daha François Hollande dönemindeki ekonomi bakanlığı, onun tercihlerinin hep varlıklı sınıflardan yana olduğunu ortaya koymuştu. Bu konuda tutarlı oldu ve daha başkanlığının beşinci ayında, belki de “halatı” koparacak ve kendisini “dağdan” düşürecek olan kararı aldı. F. Mitterand zamanında konmuş olan servet vergisi, Meclis’te 20 Ekim 2017’de kabul edilen bir kanunla kaldırılıyor ve bu işlem kamuoyunda “en zenginlere hediye” damgası yiyordu. Bu kanunla, hesaba göre, en zengin 100 Fransızın her biri 1,5 milyon Euro kazanıyordu. (L’Humanité, 6 Aralık 2018). Bu miktar ortalama bir “Sarı Yelekli”nin 73 yıllık aylığına tekabül ediyordu. Sanki, Yahya Kemal’in diliyle, “bir tel kopmuş, ahenk ebediyyen bozulmuştu.” O tarihte komünist milletvekili Fabien Roussel, “Bu karar derilerine yapışacak!” derken, adeta bugünleri haber verir gibiydi. 17 Kasım’da sokaklara dökülüp, yolları kesenler bu duyguyla harekete geçmişlerdi.

•••

Peki kimdi bu militanlar? Neler söylüyor, neler düşünüyorlardı?

Sayıları 300 bine ulaşan bu kavgacıların aslında ne partileri, ne de sözcüleri vardı. “Biz halkız!” diyorlar ve siyaset dışı olduklarını iddia ediyorlardı. Ne sağcı ne solcu idiler ve Fransa tarihinde, ilk kez, hem radikal solun hem de radikal sağın alkışladığı bir hareket haline gelmişlerdi. Aralarında bol miktarda Le Pen’ci militanın olması bir kısım solcuları ürkütmüş, hareketten uzaklaştırmıştı. Oysa toplu halde siyaset dışı olduklarını söylemelerine rağmen, elbette ki her katılımcının bir siyasi eğilimi vardı ve siyaset bilimci, sosyolog ve coğrafyacılardan oluşan 70 üniversite üyesinin yaptıkları bir araştırma ortaya ilginç bir tablo çıkardı.


Macron halkın karşısına çok düşük bir profille çıktı. Sanki Jupiter gitmiş, yerine Canossa’ya, Papa’nın huzurunda diz çökmeye giden Kral Henry gelmişti. Bu psikoloji içinde Sarı Yeleklilere hiç de gönlünden geçmeyen her şeyi vaat etti. Artan vergiler kalktığı gibi, asgari ücret artacak, çalışanlar yıl sonunda prim alacak, fazla mesailer vergiye tabi olmayacak ve sosyal yardımlar da artacaktı.

•••

Bu tabloya göre harekete katılanların yüzde 33,3’ü hizmetlilerden, yüzde 14,4’ü işçilerden, yüzde 10,5’u esnaftan, yüzde 5,2’si orta-üst kadrolardan, yüzde 1,3’ü köylülerden ve kalan yüzde 25,5’i da işsizlerden oluşuyordu. (Le Monde, 12 Aralık 2018). Siyasi tavırlar konusunda ise, Sarı Yeleklilerin yüzde 31’i tarafsız olduğunu söylemiş, yüzde 5,4’ü sessiz kalmış, kalan yüzde 61.5’de -araştırıcıların oluşturdukları radikal soldan radikal sağa uzanan 7 dilim içinde- duruşlarını sırasıyla şu yüzdelerle ifade etmişti: yüzde 14,9; yüzde 16,9; yüzde 10,8; yüzde 6,1; yüzde 6,1; yüzde 2 ve yüzde 4,7.

Görüldüğü gibi bu tabloda radikal sağın (faşistlerin) oranı (% 4,7) korkulduğu ölçüde değildi. Yine de bunların bir kısmı “tarafsızlık” kisvesi altında siyasi kimliklerini gizlemiş olabilirdi.

Araştırmada hareketin fizyonomisini ortaya koyan diğer bilgiler de şunlardı: Katılımcıların yüzde 45’i kadındı; yaş ortalamaları 45 (Fransa ortalaması 41,4) olup, bunların yüzde 20’si yüksek tahsilliydi; aylık ortalama gelirleri 1700 Euro (Fransa ortalamasının yüzde 30 altında) olup, katılımcıların yüzde 10’u da 800 Euro’dan az kazanmaktaydı.

•••

Bu tablo ne gibi bir anlam ifade ediyor?

Aslında yorumlar çeşitli ve Sarı Yelekliler’le, 1950’lerde vergi haksızlığına baş kaldıran Poujadist hareket, Mayıs-68 devrimci atılımı, İtalya’da Beş Yıldız popülizmi ve ABD’de Trump’ı hazırlayan Tea Party gibi hareketler arasında benzer noktalar aranıyor. Kimileri de Emmanuel Macron ile 2014-2016 yılları arasında İtalya’da başbakanlık yapan Matteo Renzi arasında paralellik kuruyor ve bunun sonuçlarını irdeliyor. Önce bu son benzetmeden başlayalım.

Gerçekten de hem Macron hem de Renzi, başlangıçta yetenekli, hırslı ve karizmatik bir lider imajı yarattılar. Geleneksel sistemlerin çöktüğü bir ortamda hızla yükseldiler ve biri İtalya’da, öbürü de Fransa’da ülkelerinin en genç başbakanı oldu. Oysa İtalyan yorumcu Victoire Maurel “hayır!” diyor; iki siyasetçi arasındaki asıl benzerlik hızla yükselişlerinde değil, aynı hızla çöküşlerinde aranmalı. Ona göre “2016’da Renzi’ye karşı muhalefet için kurulan mekanizmaların aynısı bugünlerde Macron için kotarıldı.” İki ülkede de “akıl dışı ve ölçüsüz bir kin”, kısa sürede iki lideri “ülkenin her kötülüğünden sorumlu halk düşmanı” haline getirdi. Muhalefet de giderek şiddete dönüştü ve popülistler göçmenlere saldırmaya başladılar. Sonuç olarak, İtalya’da, Luigi di Maio’nun Beş Yıldız’ıyla, Salvini’nin Liga’sı gibi “ekonomik programları birbirine tamamen zıt” iki popülist hareket ortak bir hükümet kurabildiler. Şimdi de, V. Maurel, Fransa’daki kırıcılığa işaret ederek, “Roma’dan bakılınca”, diyor, “Sarı Yelekliler’in şiddeti bir deja vu tadı veriyor”. (Le Monde 13 Aralık 2016). Kısaca İtalyan yorumcu, neredeyse “Fransa’da da bir Mélenchon-Le Pen anlaşması neden olmasın?” der gibi bir havada..

•••

Gerçekten de olabilir mi?

Gelişmelerin bu aşamasında, bir sürü nedenle, Fransa’da buna ihtimal verenlerin fazla olduğunu sanmıyorum ve bu ülkeyi tanıdığım kadarıyla böyle bir şeye ben de inanmıyorum.

Buna karşılık radikal solun ağır bastığı bu hareket devrimci bir mecraya girebilir mi?

Bunun da kolay olabileceğini herhalde kimse söyleyemez. Başta gelen neden de kuşkusuz “Sarı Yelekliler”in örgütsüz, programsız ve lidersiz olmalarıdır. Sosyolog Edgar Morin’in dediği gibi “başlangıçta hareketin başarısını sağlayan bu unsurlar, sonunda onu yenilgiye sürükleme riski taşımaktadır”. Morin’in haklı olarak altını çizdiği gibi, krizin Fransa’ya özgü nedenleri olsa da, asıl nedeni “zincirlerini kırmış bir küreselleşme” olgusunda yatıyor ve Fransa’da çözüme en büyük engel de “Başkan’ın ve Hükümet’in iktidarında değil, bunları kolonize eden kârın çok yüzlü iktidarında” aranmalı. (Le Monde, 5 Aralık 2018).

•••

Mélenchon’un “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketinin ilham perilerinden Chantal Mouffe ise Macron iktidarının “neo-liberal politikanın son aşaması” olduğunu söylüyor ve bu nedenle de muhalefetin “ancak sokakta oluşabileceğini” ileri sürüyor. Ona göre durum kuşkusuz “popülist” bir durum; fakat bu popülizm, “aşağıdakiler” (halk) ile “yukardakiler” (kast) arasında bir sınır çizmiş, ezilenleri “görünür” kılmıştır. Otuz yıllık neo-liberalizm hegemonyasından sonra Avrupa’da bir “dip dalgası” oluştu ve bunu da “oyumuz var, fakat sesimiz yok” sloganıyla, en iyi şekilde İspanyolların İndignatos hareketi ifade etti. İtalya’da benzer özellikler gösteren Beş Yıldız popülizmi sağa kaydı; Fransa’da da aynı risk mevcut. (Libération, 1 Aralık 2018).

•••

Ne var ki bu risk, aslında Macron iktidarını da tarihin çöplüğüne silkeleyecek bir risktir ve bu nedenle de, uzun ve kaygılı bir sessizlikten sonra, Macron halkın karşısına çok düşük bir profille çıktı. Sanki Jupiter gitmiş, yerine Canossa’ya, Papa’nın huzurunda diz çökmeye giden Kral Henry gelmişti. Bu psikoloji içinde Sarı Yeleklilere hiç de gönlünden geçmeyen her şeyi vaat etti. Artan vergiler kalktığı gibi, asgari ücret artacak, çalışanlar yıl sonunda prim alacak, fazla mesailer vergiye tabi olmayacak ve sosyal yardımlar da artacaktı.

Oysa ok yaydan çıkmıştı; Sarı Yelekliler yine de teskin olmadılar. Üstelik ortaya özgül taleplerle liseliler de çıktı. Artık sorun bir takım mali ödünleri aşan genel bir krize dönüşmüş görünüyor ve denizler dalgalanmadan da durulmayacağa benziyor.


Taner Timur / BİRGÜN

Altı Ok ve devrimler - ÖZDEMİR İNCE

ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) üyesi bir okur gönderdiği iletide “Kitaplarınızın okuruyum. Yazılarınızı da ilgi ile izliyor, okuyorum. Pazar günkü Zeyl yazınızı da okudum. Tespitlerinize katılıyorum. Çözüm konusundaki önerilerinizi de bekliyorum”  diyor. 

Bir yazar, özellikle siyasal konularda eleştiri yapıyorsa, “çözüm” o yazının bağlamı içindedir. 7 Aralık 2018 tarihli yazının sonunda yazmışım: Bu tür insan yığışımlarını  seçmen olarak muhatap almayacaksın. Vakit ve nefes tüketmeyeceksin. Senin seçmenin soğuk ve sıcaktan etkilenen insanlar arasındadır.” 

“Bu tür insan”, yani AKP’ye çıkar karşılığı oy veren, çalışmak istemeyen, asalak, sadaka ekonomisinden geçinen sözde dindar yığışım...

***

Altı Ok’un ne anlama geldiğini bilmeyenler, “Dindar kesim bize neden oy vermiyor”  diye anket yaptırır. Bu kesim, Cumhuriyet’i kurduğun, devrimlerini yaptığın için sana oy vermiyor. Şimdiye kadar bu kesime kaç kez ödün verdin, oyunu alabildin mi? Alamadın, ödün vermekle kaldın! Zorunlu devrim gereği tekkeleri, zaviyeleri, tarikatları, medreseleri resmen kapatarak; adamların kadı ve mektep muallimi, müderrisi olmalarını engelleyerek ekmekleriyle oynamışsın; ulemanın oyun ve büyüsünü bozmuşsun; can düşmanın olmuşlar... Sana neden oy versinler? 
Altı Oku unuttuğun için kafası kesilmiş tavuk gibi debelenip duruyorsun!

***

Şimdi bakın, size Michael Moore’dan söz edeceğim: ABD’li bir belgeselci olarak tanıyoruz onu. İşleriyle dünyayı sarsan bir doğrucu Davut. Onu doğruluktan caydıracak hiçbir güç yok. Trump’ın başkan seçileceğini bildi; bunun ABD için felaket olacağını da bildi. Seçimden sonra kolları sıvadı, bu duruma nasıl geldik, bu durumdan nasıl kurtuluruz, ABD halkına bunu anlatmalıyım, dedi. Tek kişilik bir oyun hazırladı ve bunu Broadway’da sahnelemeye başladı. Oyun çok ilgi gördü, insanları etkiledi. O sırada çeşitli televizyon kanallarında onunla söyleşi yaptılar. Söyleşilerin çoğunda kendisine hep aynı soru soruldu: “Neden New York’ta, Broadway’de sahneliyorsunuz?”Çünkü diyorlardı, siz ABD’de oyların rengini değiştirmek istiyorsunuz, ya da bir daha Trump gibi adamları seçmesinler diye onları uyarmak istiyorsunuz ama New York zaten Demokrat, ilerici oyların çoğunlukta olduğu bir kent. Michael Moore, aklımda kaldığınca ve kabaca, onlara hep şu yanıtı verdi: “Cumhuriyetçilerin büyük çoğunluğuna ne derseniz, ne yaparsanız yapın onları Demokratlara oy vermeye ikna edemezsiniz.  Kazanılacak seçmen değil onlar. Oysa hesap ortada, iktidarı almak için şu kadar yeni seçmen kazanmamız gerek, o seçmen de New York’ta.” 

Ara seçim yapıldı, o gece çıktığı televizyon programında Moore çok neşeliydi. Temsilciler meclisinde çoğunluğu ele geçiriyorlardı ama “Asıl önemlisi,”diyordu, “bütün ABD’de oylar Demokratlar’a kaydı.”
***

Ben olsam, Genel Başkanlık dahil her görev için aday olanları CHP tarihinden, devrimler ve Altı Ok’tan; 1923-1950 iktidar döneminin tarihinden sınava sokarım. 
CHP bir tür cumhuriyetçi statüko partisidir; statükosu da (değişmezi de) 6 Ok’a dayalı sürekli devrimdir“Dindar” (!) denen kitlenin senin için ne düşündüğünden sana ne... 7 Aralık 2018 tarihli ve “Evrak-ıMetruke” adlı yazımın Kıssadan Hisse bölümünde 1. madde olarak yazmışım: Bu tür insan yığışımlarını seçmen olarak muhatap almayacaksın. Vakit ve nefes tüketmeyeceksin. Senin seçmenin soğuk ve sıcaktan etkilenen insanlar arasındadır.” 

AKP’nin din istismarına göz yumma; madrabaz dindarlara (!) şirin görünmeyi bırak, aç ve sefillere sürünmelerinin gerçek nedenini anlat! Ve 6 Oku’u asla unutma!

Özdemir İnce / CUMHURİYET