21 Aralık 2018 Cuma

ABD ve ÇİN: Ekonomik savaşın ilk bilançosu - Korkut Boratav

Trump’ın seçim kampanyasında “Önce Amerika” sloganı önem taşıdı. Bu slogan, 2017 sonrasında “göçmen işçileri sınırlama ve ticaret savaşları” kampanyaları ile ekonomiye taşındı. Ticaret savaşının öncelikli hedefi de Çin oldu. 

Wall Street, “serbest ticaretçi”dir. Çin’e karşı ticaret savaşı politikasına ısınamadı. Zamanla, ABD yönetimi Çin’e dönük eleştirilerini dış ticaretin ötesine taşıdı; kapsamlı bir ekonomik savaşa dönüştürdü. Wall Street’in de desteğini aldı. 
ABD emperyalizminin ekonomik saldırısı, bugünlerde Çin’i geri çekilmeye zorlamaktadır. Bu yazıda olgulara kuşbakışı göz  atmakla yetineceğim.  Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) bu yıl içinde sekiz ay  arayla tutum değişikliğini yansıtan iki yazıdan hareket ediyorum. 

Global Times, ÇKP’nin yayın organı olan Renmin Ribao’nun denetiminde yayımlanan bir internet gazetesidir. Özellikle başyazıların ÇKP görüşünü temsil ettiği düşünülür. 

Nisan’da yayımlanan ilk yazı, “ticaret savaşı” konusunda ABD’ye meydan okuyor. İkincisi ise Aralık’ta, “ekonomik savaş”a dönüşen ABD saldırısı karşısında ödün vermeyi savunuyor.

Göz atalım;
değerlendirelim…

Nisan 2018: Çin ABD’ye meydan okuyor 
_______________________
5 Nisan 2018 tarihli ilk yazı, “Ticarette karşı-saldırılar, ABD’ye acı bir ders verdi” başlığını taşımaktadır ve “ticaret savaşı” gündemi ile sınırlıdır.
Donald Trump’ın ticaret savaşı, ABD’nin astronomik dış ticaret açığına karşı gümrük vergilerini yükseltmekten oluşuyor. 
2017’de ABD-Çin dış ticaretine göz atalım: 
İthalat 500 milyar;  
ihracat 125 milyar; 
dış ticaret açığı 375 milyar dolardır. 
Trump, 2018’in ilk üç ayında Çin’den 50 milyar dolarlık ithalatın gümrük oranlarını yüzde 25’e yükseltti. Çin de, tepki olarak  ABD’den ithal ettiği 128 tarımsal ve sınaî ürüne yüzde 15-25 arasında ek tarife uygulamayı kararlaştırdı.  
Global Times’in ilk yazısı bu aşamada kaleme alındı. Aktaralım:
“Bu ticaret savaşı, gümrük tarifeleri şantajını bir diplomasi biçimi olarak kullanamayacağını ABD’ye öğretecektir. Trump  yönetiminin  50 milyar dolarlık  Çin ürünlerine koyduğu tarifeler nedeniyle Çin teslim olmayacak; tam aksine, kaybeden ABD olacaktır. Çünkü, Çin hükümeti, vatandaşları ile birlikte Washington’la dişe-diş bir mücadeleye hazırdır. Çok sayıda vatandaşımız ‘efsanevî bir ticaret savaşı’nın kaçınılmaz olduğunu ve ABD’yi Çin’e karşı sağduyuya yönelteceğini düşünmektedir.”
“Bu ticaret savaşı gerçekleşirse Çin, elinde en az ABD kadar yedek planı olduğunu gösterecektir. Çin, dünya ticaretinin bir numaralı ekonomisidir; petrol ürünlerinin, ham maddelerin en büyük alıcısıdır ve küresel piyasalarda kendi parasını (RMB’yi) kullanarak ABD dolarının egemenliğini azaltma gücüne sahiptir. Bu, Washington için ağır bir darbe olacaktır.” 
“ABD’nin bu ticaret savaşından galip çıkma beklentisi boş hayaldir.” 
_________________________________________________________________

Yarı resmî bir ÇKP metni olan yazının, belki de en ilginç öğesi, ilk defa “dolar emperyalizmi”ne karşı bir mücadele tasarımı içermesidir. Üretken çekirdeği ülke dışına taşmış olan ABD ekonomisi, astronomik cari işlem açıklarının finansmanını nasıl sağlıyor?  Doların bir dünya parası olarak (“dolar emperyalizminin”) kabul edilmesi sayesinde… Finansal krizi  yönetmek ve savaş sanayiini  ayakta tutmak için ihraç edilen ABD devlet tahvillerini alan  yabancı merkez bankaları sayesinde…

En büyük alıcı kim? Portföyünde 1,4 trilyon (1400 milyar) dolar ABD hazine bonosu tutan Çin Merkez Bankası…

Nisan 2018’de ÇKP (Global Times aracılığıyla), Trump’a şöyle hitap etmiş oluyor: “Dolar emperyalizmini (biraz da) benim sayemde sürdürüyorsun; sana karşı en fazla dış ticaret fazlası veren ekonomi benim. Portföyümü boşaltarak doları tahtından indirmem mümkündür; kendine gel…” 

Nisan 2018’de Çin ve dünya ortamı
________________________________________________________________
Global Times’ın  bu yazısı yayımlandığında ÇKP’nin 19. Kongresi tamamlanmış; yeniden Genel Sekreterliğe seçilen Şi Jinping’in “Yeni bir Çağ için Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi” bir eylem rehberi olarak ÇKP programına eklenmişti. Kongre, ÇKP’nin devlet yönetimindeki öncü rolünü pekiştirmeyi kararlaştırmış; “piyasaya açılmanın” Çin’i çok partili rejime (burjuva demokrasisine) dönüştürme beklentilerine son vermişti. Çin Ulusal Halk Kongresi de, Cumhurbaşkanlığı’na (iki dönemlik sınırı kaldırarak) yeniden Şi Jinping’i getirmişti. 

2018’in ilk aylarında, uluslararası sermaye çevreleri, küreselleşmenin ana dayanaklarından biri olan serbest ticaret doktrinine Trump’ın açtığı saldırının tedirginliği içindeydi. Ülkesinde liderlik konumunu ve otoritesini pekiştirmiş olan Şi Jinping, Şubat 2018’de Davos’ta ve Cenevre’de iki konuşma ile  serbest ticaret ilkelerini ve küreselleşmeyi savundu. Öyle ki, kapitalizmin “âkil iktisatçıları” (örneğin Financial Times’tan Martin Wolf) “küreselleşmenin sahibi, artık ABD değil, Çin’dir” teşhisini koyuyorlardı. 

Aynı tarihlerde emperyalizmin üst organlarında, korumacı dış ticaret uygulamalarının  herkese zarar vereceğini yeniden “kanıtlayan” yayınlar artmakta; Çin’e karşı ticaret savaşında  ABD’nin yenik düşeceği öngörüsü yaygınlaşmaktaydı.

Global Times’ın ABD’ye “meydan okuyan” yazısı, ÇKP’nin bu ortama bir bakışı olarak okunmalıdır.

Aralık 2018: Çin, geri çekiliyor
________________________________________________________________
Global Times’ın 14 Aralık’ta “Çin, sanayi politikasını nasıl ayarlamalı?” başlıklı yazısı sekiz ay önceki başyazının tam karşıtı konumdadır. 
  
Önce aktaralım: “‘Made in China 2025’ planına göre Çin şirketlerinin ürettiği yüksek teknolojili ürünler ABD’nin Çin’e karşı kışkırttığı ticaret savaşının hedefi oldu. Her büyük sanayici ülkenin, Almanya’nın  ‘Sanayi 4.0 stratejisi’ gibi yüksek teknolojili gelişmeyi öngören sanayi programları vardır. ‘Made in China 2025’ planı da haklı bir gerekçeyle yapılmıştır; ama ABD’de ve Batılı ülkelerde tedirginlik ve endişeye yol açmıştır.”

Burada sözü geçen “‘Made in China 2025’ planı, bir Uzmanlar Komitesi tarafından hazırlanmış; Devlet Konseyi (Bakanlar Kurulu) tarafından Mayıs 2015’te kabul edilmiş; 2016-2020 tarihlerini kapsayan beş yıllık plan ile de bütünleşmiştir. 
Yüksek teknolojili on sanayi koluna öncelik vererek Çin ekonomisini yüksek katma değerli bir üretim yapısına taşımayı hedefleyen bir sanayi programı söz konusudur. Program, robot üretimiyle başlayıp, uzay mühendisliği ile devam eden,  on endüstriden oluşan (ve iki yıl sonunda Komite’nin revizyonundan geçecek) bir liste içermektedir. 

Peki, Global Times, “her ülke gibi Çin’in de bir sanayi programı yapmaya hakkı vardır” tespiti sonrasında, ABD ve Batı’nın endişelerini nasıl açıklıyor ve değerlendiriyor? 

Aktaralım: “Made in China 2025, devlet işletmelerini ve yüksek yatırım düzeylerini vurgulamaktadır. Çin özel sektörü bir süreden beri güçlüklerle karşı karşıyadır ve ‘devlet ilerlerken özel sektör geriliyor’ söylemi yaygınlaşmıştır. Bu nedenle devlete ve özel sektöre ait işletmeler arasında hakkaniyetli bir rekabet ortamı yaratmak gerekmiştir. Plan hazırlamak, Çin’in hükümranlık alanı içine girer. Ne var ki, Çin, artık, dünyayla derinden bütünleşmiştir. Çin’in çıkarları ile ABD’nin ve Batı’nın  çıkarları arasında karşılıklı eşgüdüm sağlanması, pratik nedenlerle gerekmektedir.” 
Buradaki “ödün vererek uzlaşma” çizgisi Nisan’daki “meydan okuma” ile nasıl uzlaşabilir? Global Times, son yazıda bir gerekçe getiriyor: “Bu yıl boyunca iç ve dış etkenlerde büyük  değişiklikler gerçekleşti. Çin’in dışarıya açıklığı arttıkça dış talepleri karşılama gereksinimi de artacaktır. Çin, doğru siyasî çizginin, katı ve çatışmacı tavırlar olduğu  inancını terk etmelidir.
“Uzlaşma kaçınılmazdır ve ‘reform ve açılma’ Çin’in izlemesi gereken tek yoldur.” 

Çin’i ödüne zorlayan “dış ve iç etkenler” nedir?
________________________________________________________________
Yazıda değinilen hangi “dış ve iç etkenler”, Çin’i “meydan okuma ve çatışma” çizgisinden “uzlaşma”ya; devletçi ve iddialı bir sanayi politikasından özel sektörün gözetildiği, piyasacı bir doğrultuya taşımıştır? 

Dış etkenler, önce ABD’de aranmalıdır. Temel bir soru gündemdedir: Kapitalist dünya sisteminin zirvesinde kimin sözü geçecek? Evet, ABD sistemin egemen gücüdür; ama bu gücün, ekonomik boyutu da zaman içinde aşınmaktadır. 
Öyle anlaşılıyor ki, Trump yönetiminde stratejik konumlara yerleşen aşırı sağ ideologlar, ticaret savaşının gümrük artışlarıyla sınırlı gündemini genişletmeyi kararlaştırdı.   Çin’in dünya ekonomisinin teknolojik öncülüğüne ulaşma çabasını engellemek gerekli görüldü.

Avrupa Birliği, Trump’ın ticaret savaşına  hep karşı çıktı; ama, geniş kapsamlı ekonomik savaşa giden ilk adımlar da AB Komisyonu’ndan geldi. Çin’in ihtiraslı  kuşak ve yol tasarımının Avrupa’ya uzanmasından tedirginlik  duyulmaktaydı. Avrupa’da yüksek teknolojili şirketlere ve sektörlere Çin’in yatırımları engellenmeye başladı. Made in China 2025 planının, devlet öncülüğünde ekonomik bir hegemonya tasarımı olduğu teşhisini, önce AB Ticaret Komiserliği koydu ve bu belgenin içerdiği  “tehditler” ayrıntılı olarak eleştirildi.

Trump yönetimi ise,   Çin’e karşı ticaret savaşını, gümrük vergilerindeki artışı 250 milyar dolarlık ithalata taşıyarak tırmandırdı. Sonra, AB’nin geniş kapsamlı “ekonomik savaş” kervanına katıldı. Teknolojinin kilit sektörlerine Çin yatırımları frenlendi. 5G teknolojisinde öncü konumda olan Huawei’in beş Batılı ülkeye girmesi engellendi; bu Çin şirketi ceza davasına muhatap oldu; patronun kızı Kanada’da tutuklandı. Telekomünikasyon şirketi ZTE’nin ABD’de çalışması önce engellendi; sonra yüksek bir ceza sonunda izin verildi. 

İç etkenlere gelince, kısa bir ön-tespit yapmakla yetineceğim: Çin burjuvazisi, ABD ve AB’nin ekonomik saldırısını bir fırsat olarak kullandı. Ekonomik güçlükler altındaki Çin özel sektörünün “tehdit edildiği” söylemini yaygınlaştırdı. Alibaba şirketler grubu tarafından Hong Kong’ta yayımlanan South Asia Morning Post gazetesinde “reform ve açılma” çizgisini yücelten etkili bir kampanya başlatıldı. İleride, belki ayrıntılara  gireriz. 

ÇKP 2018’de iki yıldönümünü kutladı. Önce Marx’ın 200’ncü doğum yıldönümü; sonra da Deng Şiaoping’in 1978’de başlattığı “reform ve açılma” stratejisinin 40’ncı yıldönümü…

İlk devrede ABD ve Çin burjuvazisinin ittifakı sayesinde Deng öne çıktı. Sonunda Marx’ın rövanşı alacağını umuyorum.

Korkut Boratav / SOL

Bakırköy'de kent savunma mücadelesi(SÖYLEŞİ) - SOL

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin imara açılmasına karşı 2017 yılında yürütülen mücadele, yaklaşmakta olan yerel seçimler vesilesiyle basın yayın organlarında çeşitli şekillerde yeniden gündeme geldi. Bu mücadeleye öncülük eden Bakırköy Kent Savunması Yürütme Kurulu sözcüsü arkeolog ve kültür mirası yönetimi uzmanı Dr. İlknur Türkoğlu ile Bakırköy’de verdikleri mücadeleyi konuştuk.


Bakırköy Kent Savunması’nın son yıllarda yürüttüğü mücadele hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz?
________________________________________________________________
Bakırköy Kent Savunması, Mimarlar Odası başta olmak üzere 80’e yakın bileşenle siyasi parti, STK'lar, demokratik kitle örgütleri, derneklerin yer aldığı, uzun yıllardır bir mücadele yürüten ama asıl içinden geçtiğimiz günlerde AKP tarafından karalanmasına hız verilen Gezi Direnişi’nden sonra daha etkin hale gelen bir oluşum. BKS’nin esas olarak kentin, kentsel çevrenin ranta, yağmaya karşı korunmasını hedeflediği söylenebilir. 

 DOĞUM HASTANESİ VE BİZANS KALINTILARI
BKS, özellikle son yıllarda Bakırköy’de kentsel rant kaynaklı çok fazla saldırı olduğu için birçok çalışma, etkinlik yaptı. 2016’da Bakırköy Kadın, Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nin yıkılması ve yerine rezidans yapılması, hastanenin de kent merkezinin dışına taşınması gündemdeydi. Bununla ilgili toplantılara, Arkeologlar Derneği’nin temsilcisi olarak ben katılmıştım, çünkü hastane arazisinin altında Bizans döneminden kalma Vaftizci Yahya Kilisesi kalıntıları vardı.


Oradaki talep hastane binasının yenilenmesi ve hastane olarak hizmet vermeye devam etmesiydi, değil mi?
________________________________________________________________
Evet tabii. Öncelikle kamusal sağlık hizmetinin sürdürülmesini savunduk, her zaman da bu ilkeyi savunuyoruz. Ama hastane yıkıldı sonuçta. Orada bir eylem gerçekleştirdik, fakat yıkımına ve rezidans inşasına engel olamadık. Hiç olmazsa tarihi kalıntılar korunsun diye bir mücadele verdik. Arkeoloji Müzesi ile iletişime geçtik. Bu konuda da yetkililerden olumlu bir yanıt gelmedi. Koruma Kurulu’na yazı yazdık, “gerek yoktur” yanıtı aldık.

TARİHİ DEMİRCİLER ÇARŞISI KURTARILDI AMA İNSANSIZLAŞTIRILDI

Bu süreçte belediye nasıl bir tutum sergiledi? 
_________________________________________________________________
Belediyenin hastanenin yıkılması ve yerine rezidans yapılmasına karşı çıkan, halka da buna  yönelik bir çağrıda bulunan etkin bir tutumu söz konusu olmadı. 
Sonrasındaki gündemlerden biri tarihi Demirciler Çarşısı oldu. Bu çarşıdaki yapılar bir vakfa ait. Yıkılması ve yerine otopark yapılması gündeme geldi. Mimarlar Odası yaptığı girişimlerle çarşının 2. Derece tarihi eser olarak tescillenmesini sağladı. Bu sırada dükkanlar boşaltılmıştı ve çarşının, belediye tarafından korunmasına yönelik bir adım atılmadı. Sonrasında olması gereken belediyenin bir görevi olarak bir restorasyon çalışmasının başlatılmasıydı.
Ancak şu ana dek hiçbir şey yapılmamış durumda. Tarihi çarşı korunaksız bir şekilde öylece duruyor ve tabii giderek yıpranıyor. Bu çarşı, Osmanlı dönemine uzanan, Bakırköy’ün tarihi dokusu açısından çok önemli bir alan aslında. Dükkanların kapatılmasıyla birlikte, o alan bir insansızlaşma da yaşamış oldu. Sürekli deniyor ya, televizyon programlarında “insanı düşünen belediyecilik”. Oysa, bu insansızlaşmaya karşı öncelikle belediyenin bir mücadele yürütmesi, seçenekler yaratması gerekirdi. Mimarlar Odası, çarşının nasıl değerlendirilebileceğine dair, öğrencilere yönelik bir yarışma açtı. Çarşının bu hali ile onarılıp korunarak kentin günlük yaşamına kazandırılması için çalışmalarımız devam ediyor.

BAKIRKÖY’ÜN KÜLTÜREL DOKUSU

Bu süreçte, Bakırköy’ün tarihi kültürel dokusuna yönelik kültür turları da yaptınız. Bu dokudan biraz söz eder misiniz?
_________________________________________________________________
Evet. Bu turları örneğin, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni, Dikilitaş’ı da içine alacak şekilde yaptık. Şu anda Dikilitaş’ın da bir tarihi eser olarak mevcut hali içler acısı. 
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi arazisi içinde de çok önemli Bizans kalıntıları var. Örneğin Hipoje var, Bizans Dönemi’nden kalma yeraltı mezarı. Kazısı 1910’larda yapılmış ama şu anda toprağın altında çöplük halinde. M.S. 5., 6. yüzyıla tarihlenen bir yer.

Bu alanın da korunmasına yönelik olarak Bakırköy’de bugüne kadarki yerel yönetimlerin koruma kuruluna bir başvuruda bulunmuş olması gerekirdi. Bu hastanede bir dizi kültür katmanları mevcut. Hastane binası esas olarak Osmanlı Dönemi’nde 1914’de kışla olarak inşa edilmiş, cami, ahırlar vb. bölümler var. 1927 yılında kışla yapıları Dr. Mazhar Osman tarafından Akıl hastanesi’ne dönüştürülerek hizmete açılmış. Ancak, hastane binasını gezerken bu tarihi mirası ve bu mirasa dair hiçbir bilgi göremiyorsunuz. İç bahçede zaman zaman ortaya çıkan Bizans kalıntıları, sütunlar, sütun başlıkları var.

Bakırköy’de bu türden çok tarihi yapı var. İstanbul Caddesi üzerinde Mimar Kemaleddin’in eseri olan Elektrik İdaresi binası şu anda bakımsız bir halde. İncirli Caddesi üzerinde tarihi Resneli’nin konağı var, yıkılmak üzere...

BELEDİYELER TARİHİ DOKUYA SAHİP ÇIKMADI

Bakırköy, Bizans döneminde imparatorların saraylarının olduğu bir sayfiye yeri. Şu anda Bakırköy’de bu tarihi dokuya dair hiçbir şey görülemiyor. BKS bu yönde bilgilendirme toplantıları ve çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyor. Oysa bu tarihi dokuya sahip çıkılması bugüne kadarki belediye yönetimlerinin asli görevleri arasında olmalıydı. Bir yerel yönetim, kentsel bir mekan olarak bir ilçenin tarihiyle ilgili hiçbir şey yapmamış ve yapmıyor.

ENDÜSTRİYEL KÜLTÜR MİRASI OLAN SÜMERBANK BİNASI YIKILDI

Aslında, bugünkü belediye yönetimini de içerecek şekilde, bugüne kadarki hiçbir belediye yönetiminin, bu tarihi dokunun korunarak, Bakırköy’ün daha güzel ve daha yaşanılası bir kentsel mekana dönüştürülmesi doğrultusunda hemen hemen hiçbir şey yapmamış olduğu açıkça görülüyor. Son dönemde, bu tür tarihi bir dokuyu içersin ya da içermesin, kentsel alanların ranta açılmasında bir yoğunlaşma söz konusu. BKS buna dair de bir mücadele yürüttü. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin imara açılmasına karşı yürütülen çalışma ciddi bir emek ürünü…  

Bilindiği gibi, inşaat sektörü neoliberal ekonomik politikalar bütününde ağırlıklı bir yere sahip. En kolay para kazanılan sektörlerden biri inşaat. Geçtiğimiz yıllarda, fabrikaların kent merkezinden çıkarılmasına ya da kapatılmasına gidildi. Bunların en simgesel olanlarından biri, Bakırköy Sümerbank fabrikası. Bugün Sümerbank yıkılmış ve yerine kocaman bloklar inşa edilmiş durumda. Aslında, Sümerbank da bir endüstriyel kültür mirası olarak korunması gereken bir yapıydı. Ayrıca bu yapı ile kamuculuğun toplumsal yaşamda bir yer tuttuğunu da görebiliyoruz… İnsanlar, işçiler orada evlenmişler, düğünlerini orada yapmışlar, içinde bir kreş var, çocuklarının doğum günlerini orada kutlamışlar hep birlikte… Yine içinde Bizans adliye binası var. Endüstriyel kültür mirası olarak korunması gereken bu yapı ve alanı bir inşaat şirketine verildi ve önüne de bir otel inşa edildi. 

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne dönecek olursak, bu arazinin üzerinde daha fazla inşaat yapılabilmesi yönünde bir karar alınması, bu kararın kamuoyuna yansımasıyla birlikte BKS toplantılar, paneller düzenledi. İlk büyük toplantı geniş bir katılımla Altan Erbulak Sahnesi’nde oldu. Çünkü bu arazi kent içinde kalmış nadir yeşil alanlardan biri. Bakırköy dışındaki yurttaşlarımız da bu yeşil alana gelirler, yürüyüş yaparlar. Anıt ağaçlar var bahçesinde. Hastaların 1927’den itibaren ektiği ağaçlar var. Ve bu yeşil alan hastaların rehabilitasyonunda da kullanılmış. Bu arazinin imara açılması demek, bütün bunların yok edilmesi anlamına geliyordu. 2017’nin yaz aylarında, BKS olarak, hastanenin bahçesinde yine geniş katılımlı, birçok kurumun katımıyla bir basın açıklamasının gerçekleştirilmesine öncülük ettik. Bu etkinliğe milletvekillerimiz, siyasi parti temsilcileri ve binlerce kişi katıldı. Bu konuda Mimarlar Odası öncülüğünde BKS, Şehir Plancıları Odası, Tabipler Odası, Sağlık Emekçileri Sendikası birlikte mücadele etti. Mimarlar Odası Şehir Plancıları Odası ile birlikte arazinin imar planı değişikliğine karşı dava açtı. Dava süreci devam ediyor.

‘ŞEHİR HASTANESİ GERÇEĞİNİ ANLATTIK’

Bu çalışmanın hazırlık sürecinde hepimiz çok emek verdik gerçekten. Broşürler, pankartlar hazırladık. Yüzlerce kişi ve kuruluşla iletişime geçip basın açıklamasını gerçekleştirdik. “Hastane arazisinin ranta açılmasını istemiyoruz” başlıklı bir imza kampanyası düzenledik. Temmuz-Ağustos aylarında Özgürlük Meydanı’nda stand açtık, semt pazarlarını dolaştık. İki ayda otuz bin imza topladık. Ve bu imzaları yine bir basın açıklamasıyla bakanlığa teslim ettik.

Hastanenin imara açılması rezidans, otel vb yapılmasını kapsayan bir plandı. Belirli bir yere kadar plan değişikliği başarılabildi. Binaların eskimiş olması nedeniyle yenilenmeleri gerekiyor. Bu yenilemenin yeşil alanlara zarar vermeden yapılmasını da kabul ettirdik. Ayrıca oraya bir şehir hastanesi yapılması da planlanıyordu. BKS bu süreçte şehir hastanesi gerçeğini anlatan bir çalışma da yürüttü. Halkımıza şehir hastanelerine neden karşı çıkmak gerektiğini anlattık.

‘SAHİL ŞERİDİNDE SADECE BARUTHANE KURTARILABİLDİ’
Bu arada sahil şeridindeki yapılaşmaya dair de bir parantez açmakta yarar var. Hastaneyle ilgili olarak engelleme açısından başarılı olduk ama sahil şeridindeki yapılaşmaya engel olamadık. Mimarlar Odası bu yapılaşmayla ilgili olarak da dava açmıştı. Sahil şeridinde ise sadece Baruthane kurtarılabildi. Sahil şeridindeki yapılaşma konusunda da belediye yanlış bir tutum aldı. Galleria’nın sahil kısmındaki DATİ olarak bilinen proje için 200 bin metrekarelik deniz dolgusu ile ilgili olarak belediye sahte bir “referandum” düzenledi! Bakırköy dışından insanlar getirildi. Baruthane’nin kurtarılması da tamamen Ataköy sakinlerinin, halkın çabalarıyla gerçekleşti aslında. Belediye buna dair de etkili bir karşı koyuş örgütlemedi ve halkı bu tür bir mücadeleye davet etmedi. 


'BELEDİYE YÖNETİMİ BİZE DESTEK OLMADI'
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin imara açılmasına karşı çıkılan süreçte, bütün bu imza toplama ve diğer çalışmaları yaparken, Bakırköy Belediyesi'nin bu çalışmaya hiçbir desteği, dayanışması söz konusu olmadı. Belediye yönetimi imza bile vermedi. Standa gelip destek dahi olmadı.

Şu noktanın altını çizmek istiyorum: Biz kent savunması olarak çağrı yaptığımız için, binlerce insan bu sayede geldi o eyleme. BKS çağırdığı için insanlar geldiler ve eylemi ele geçirmeye çalışan bir belediye yönetimi olduğunda da insanlar buna tepki duyarak, alanı terk ettiler. Belediye yönetiminin, bu türden bir organizasyonu yapmak, hastane arazisinin imara açılmasını halka mal etmek gibi bir düşüncesi zaten yoktu bütün bu süreçte.

‘KERİMOĞLU’NUN TUTUMU EMEK HIRSIZLIĞI, KINANMALI’
Şimdi, bugünlerde ise, 2019 yılında yapılması planlanan yerel seçimlere birkaç ay kala, bizim mücadelemiz bir seçim malzemesine dönüştürülmüş bulunuyor ve buna şiddetle itiraz etmek gerekiyor. Bakırköy Belediye Başkanı televizyon programlarına çıkıyor ve o zaman yaptığı gibi bugün de “hastane arazisi için ben mücadele ettim, ben başardım” şeklinde açıklamalar yapıyor. Bunun protesto edilmesi, kınanması gereken bir emek hırsızlığı olduğunu, Bakırköy Kent Savunması olarak, halkımıza, kamuoyuna ifade etmek durumundayız.

‘KENTSEL MEKANLARA İLİŞKİN KARARLARIN İNŞAAT ŞİRKETLERİYLE ALINMASINA KARŞI MÜCADELEYE DEVAM’

Son olarak, Bakırköy Kent Savunması olarak, önümüzdeki sürece, Bakırköy’e dair eklemek istedikleriniz?
_________________________________________________________________
Son yıllarda sürdürdüğümüz kent mücadelemizde, kamusal hastaneler konusunda, yeşil alanların korunması, sahil şeridinin yapılaşmaya açılmaması gibi pek çok mücadelede Bakırköy Belediye Başkanı ve Belediye yönetimi bu mücadelelerin hiçbir yerinde yer almadı. Şimdi ise yalan beyanlarla emek hırsızlığı yapıyorlar.

Yerel yönetimler halkımız tarafından seçilmiş yöneticilerin kendilerini tatmin etmek amacıyla istismar edeceği bir alan olamaz, olmamalı. Bu, sadece bugünkü değil, bundan sonra seçilmesi söz konusu olacak yerel yönetimler için de geçerli olmalı. Ve bu halkımız tarafından denetlenmeli. Biz Bakırköy Kent Savunması olarak, önümüzdeki süreçte, kamuya yani halkın kullanımına ait kentsel alanlara ilişkin kararların, halk yok sayılarak kapalı kapılar arkasında, inşaat şirketleri, müteahhitler ile birlikte alınmasına karşı olan mücadelemizi sürdüreceğiz. Halkımızı bu mücadeleye, dün olduğu gibi, yarın da sahip çıkmaya davet ediyoruz.

SOL

Bütçe hakkı: “Büyük bir palavra” (mı?) - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Bütçe hakkı, devlet ve anayasa ile özdeş. ABD kuruluş süreci, bunu tipik örneği:
Londra Parlamentosu, 1763’te, Amerika’nın doğu kıyılarında Britanya kolonileri(sömürgeleri)nin vergi ödemeleri için bir yasa kabul etti. Koloniler, parlamentoda temsil edilmedikleri gerekçesiyle vergilere itiraz etti: Massachusetts Koloniler Meclisi, 1768’de mülkiyetin “doğal bir anayasal hak” olduğunu, hukuka uygun olmayan vergi yükümlülüğünün bu hakkı zedelediğini öne sürdü. İşte o zaman “unconstitutional” (anayasal olmayan), Londra’da alınan önlemleri kınamak için sıkça kullanılan bir sözcük haline geldi. Ne var ki, Londra parlamentosu tavrında ısrarcı oldu. Bunun üzerine, 13 Koloni temsilcisini bir araya getiren bir Kongre yapıldı ve 4 Temmuz 1776’da halkın yönetim biçimini teyit eden bir Bağımsızlık Bildirgesi ilan edildi.


İngiltere’ye karşı zaferle sonuçlanan savaştan sonra, bu 13 yeni devlet, 1787’de cumhuriyetçi federal birleşik devletler kuran bir Anayasa kabul etti.

BENZERLİK VE AYRIŞMA
TBMM Genel Kurul’undaki bütçe görüşmeleri, Anayasa hukuku ve ABD tarihini hatırlattı; iki açıdan: biri benzerlik, diğeri ayrışma:

>> Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile Anayasa içiçeliği yönündeki benzerlik. Türkiye devleti, Meclis ve Anayasa yolu ile kuruldu.

>> 1787 Anayasası ile 2017 Anayasa değişikliği arasındaki ayrışma.

Tarihimiz bakımından; 1921’de kutsanan TBMM ile 2018’de göstermelik hale gelmiş olan Meclis arasındaki ayrışma açık: 1921’de, Hükümet, BMM’den çıkıyordu ve BMM Hükümeti adını taşıyordu.

2018’de ise, Bakanlar, TBMM’den çıkmadığı gibi TBMM’ye karşı sorumlu da değil.

Buna karşılık, TBMM üyelerinin çoğunluğu (AKP-MHP), Parti-Devlet başkanına bağlılıklarını sürekli teyit etme gereği duyuyor…

DEVAM VE DUYARLILIK ÇELİŞKİSİ
Cumhur İttifakı vekillerinin sözleri, genel başkanlarına övgüler ile bezeli.

Haliyle, milletvekili ve bakan ilişkisi de bağlamından kopuk :

AK Partililer, bakanlara gösterdikleri duyarlılığı birbirine göstermiyor. Şöyle ki; diğer partili vekillerin konuşmalarını dinlemedikleri gibi, kendi vekilleri konuşurken bile ilgisizler; hatta sıraları boş. Bakanların konuşmaları yaklaşınca, hem sıralarını dolduruyor, hem de onu daha çok dinliyor; ama, alkışa sıra gelince hepsi bu kervana katılıyor.

Aslında sıra bakanlara gelmeden, CHP-HDP ve İYİ Parti temsilcilerinin eleştirileri karşısında, AK Parti grup başkanvekilleri, söz alarak, Yürütme savunmasında kusur etmeksizin, bir tür yürütme temsilciliği yapıyor.

NEDEN PALAVRA?
Prof. Erol Katırcıoğlu’nun «bütçe hakkı; büyük bir palavra» nitelemesinin anlamı şu: bakanlık bürokratları tarafından hazırlanan bütçe öneri metinleri, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda tartışılıyor; fakat herhangi bir değişiklik yapılmadan Genel Kurul’a geliyor. Burada da eller otomatik olarak kalkıyor ve kabul ediliyor.

«Geldiği gibi gitme» süreci, aslında, Anayasa’ya rağmen ilgili bakanlık bürokratları tarafından hazırlanan yasa önerileri için de geçerli büyük ölçüde…

KENDİ TARİHİNE YABANCI
ABD ile benzerlik veya paralellik, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde kurucu erk açısından araştırılabilir ve kurulabilir.
Ama ya 2017 Anayasa değişikliği ve 2019 Bütçesi görüşmeleri bakımından? ABD ile karşılaştırmanın yerindesizliği bir yana, asıl yabancılık, 1920 Meclisi ve 1921 Anayasası’nın kurduğu sisteme. Gerçekten, 2017 Anayasa değişikliği, ne ulusal ne de yerli!

Fakat daha esef verici olan şu: değişiklik savunucuları, erkler ayrılığı hedefini dillerine pelesenk ettikleri halde, şimdi onlar tam tersini yapıyor.

Anayasa ve hukukun olmadığı yerde demokrasiden ve bütçe hakkından söz edilebilir mi?

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN 

Asgari ücretle yaşayamamak - SERKAN ÖNGEL


“Yaşamak şakaya gelmez” der Nazım Usta, “Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.” Gerçekten ciddi bir iştir yaşamak. Çünkü bedeli vardır yaşamanın. Barınacaksın, karnını doyuracaksın; varsa çocuklarının geleceğini, kendi yaşlılığını düşüneceksin. Ya çalışamazsan, ya işsiz kalırsan? Hadi iş buldun diyelim, ya emek gücünü satarak elde ettiğin gelir geçimini sağlamazsa? Ya sana ücret diye vaat edilen yoksulluksa? Türkiye’nin giderek ısınan hayat pahalılığı gündemine buradan bir bakalım isterseniz.

Türkiye’de asgari ücret TÜİK tarafından tek kişi için açıklanan geçim ücretinin bile altında belirleniyor. Dolayısıyla asgari ücretli ayda 45 saat çalışmanın karşılığında kendisine ödenen ücreti ile yoksul.

Hayat pahalılığı, yiyecek, giyecek, içecek gibi geçim maddelerinin pahalı olması olarak tanımlanıyor. Pahalılık ise bir şeyin fiyatının yüksek olması anlamına geliyor. Bir ürünün fiyatının yüksek olup olmamasını, açıklanan resmi rakamların ötesinde, bizim alım gücümüz belirliyor. Çarşıya, pazara gittiğinizde elinizdeki para ile tezgâh tezgâh geziyor, ihtiyacınız olan ürünlerin önemli bir kısmını alamadan eve dönüyorsanız, pazar fileniz giderek boşalıyorsa, o zaman işte hayat pahalılığı sizin ayrılmaz bir gerçeğinizdir. Kriz, sadece iş bulma kuyruklarında, kapanan işyerlerinin önünde değil, sizin evinizde de yaşanmaktadır. Türkiye’de asgari ücretlinin yaşadığı kriz budur. Sonuç olarak yüksek fiyat artışları karşısında alım gücü hızla düşen asgari ücretli, sarı yelek giyip sesini yükseltemiyor belki ama sessiz çığlığını duymamak için kulakların sağır olması gerekir. Nereden mi çıkartıyorum?

2017 yılında reel olarak gerileyen asgari ücret, 2018 yılında fiyat artışlarının ağır baskısı altında. 2016 yılının kasım ayı ile 2018 yılının kasım ayı arasında alım gücündeki düşüş, kimi temel harcama kalemlerinde ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Asgari ücretli alım gücünü, enflasyon sepetindeki ürünlerin yüzde 86’sında kaybetti. Konu için Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) verilerine bakabilirsiniz.

YAŞAM KOŞULLARI AĞIR
TÜİK Yaşam Koşulları Araştırması’nın son açıklanan istatistikleri 2017 yılına ait. Dolayısıyla mevcutta karşılaştığımız tablonun aşağıdaki verilerden daha ağır olduğunu tahmin edebiliriz. Araştırmaya göre 27 milyon kişi “İki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafını” karşılayamayan hanelerde yaşıyor. 16 milyon kişi ısınma maliyetlerini karşılayamıyor. Bu durumun asgari ücretin geçim ücretinin altında belirlenmesi ile ilgisi ortada değil mi?

Asgari ücretlinin 2 yıl önceki alım gücüne ulaşabilmesi için şimdi çok daha fazla çalışması gerekiyor. TÜİK madde fiyat ortalamaları üzerinden asgari ücretlinin 1 litre süt için çalışması gereken süre 30 dakikadan 38 dakikaya yükselmiş. 1 kg kaşar peyniri için bu süre 257 dakikadan 45 dakikalık artışla 302 dakikaya yükselmiş. 1kg kuzu eti için çalışılması gereken bu süre 6 saatten 7 saate yükselmiş. Asgari ücretlinin çocuğuna bir kaban alabilmek için çalışması gereken süre 5 saat artarak 17,5 saatten 22,5 saate yükselmiş.

Asgari ücretli normal bir buzdolabı almak için, başka bir harcama yapmaksızın, 2016 yılı kasım ayında 265 saat çalışmak durumundayken, 2018 yılı kasım ayında 384 saat çalışmak durumunda. Asgari ücretlinin, başka bir harcama yapmaksızın, 2016 Kasım ayında ortalama fiyatlı dizel bir araç için 5 yıl 3 ay çalışması gerekirken, 2018 kasım ayında bu süre 1 yıl 4 ay artarak 6 yıl 7 aya çıkmış.

Bu veriler dikkate alındığında, ücreti ile geçinemeyen milyonlarca işçinin gözünün kulağının Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun vereceği kararda olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Ancak Türkiye’de mesele tespit edilen/edilecek asgari ücretle çözülecek gibi değil. Çünkü sorun sendikal hakları baskı altına alarak işçileri örgütsüzlüğe teslim eden, toplu sözleşme hakkından mahrum kılan, dolayısıyla asgari ücrete mahkûm eden siyasal iktidarın sermaye dostu politikalarından, daha genelinde insanları kâr/zarar hesaplarının nesnesi haline getiren kapitalizmden kaynaklanmaktadır.

Serkan Öngel / BİRGÜN

20 Aralık 2018 Perşembe

Kübalı sanatçıdan sanat piyasasına eleştiri: Zootheby’s - Nükhet Akgün Bordignon

Torino'da düzenlenen sanat fuarına katılan Kübalı sanatçı Reynerio Tamayo’ya göre bir sanatçı hayatta kalabilmek, eserlerinin masraflarını çıkarabilmek adına tüm dünyayı, insanları, sanat piyasasını ve hatta kendini bile kandırabilir ancak sanatın kendisini asla kandıramaz. Bu nedenle de Zootheby’s sergisini sanat piyasasının tükenmiş dünyasına bir eleştiri olarak tanımlıyor. Tamayo şöyle diyor: 'Sanat piyasası için çalışmıyorum ve o mekanizmanın bir parçası değilim. Bu nedenle de sanatım fazlasıyla özgür ve herhangi bir şarta bağlı değil'.


Kasım ayında İtalya'nın Torino kentinde, terkedilmiş bir hastane olan Regina Maria Adelaide’de The Others isimli, farklı ülkelerden birçok sanatçının katıldığı bir sergi düzenlendi. Her yıl farklı bir konsept üzerinden sergi oluşturan ve bağımsız bir sanat fuarı olarak da tanımlanabilecek olan proje, bu yılki amacını modern sanattaki yeni trendleri tanıtmak ve bu alanda eserler sunan sanatçılara yer vermek olarak belirtti. Fransa, Almanya, Fas, Belçika ve Rusya olmak üzere farklı ülkelerden birçok sanatçının eserleriyle birlikte misafir edildiği sanat fuarında Kübalı sanatçı Reynerio Tamayo da Zootheby’s isimli sergisiyle yer aldı. 

Küba’nın Niquero şehrinde, 15 Ekim 1968 yılında doğan Reynerio Tamayo, ülkesinin başarılı gerçekçi ressamlarından bir tanesi. Eserlerinde tüm tarzları aşarak, resim ve heykel sanatlarındaki politikaları komik ve sivri bir dille ele alan sanatçı, 1996 yılından beri 20’den fazla şahsi sergi açmakla beraber birçok grup sergisine de katılmış. Zootheby’s isimli sergisiyle sanat ve sanat piyasası ilişkisini irdeleyen Tamayo, sanatın bir spor müsabakasına ya da bir maratona dönüşemeyeceğini, yaratım sürecinin ticari nedenlerle şekillenen kurallar ve amaçlarla şekillenmemesi gerektiğini düşünüyor. Tamayo’ya göre bir sanatçı hayatta kalabilmek, eserlerinin olası masraflarını çıkarabilmek adına tüm dünyayı, insanları, sanat piyasasını ve hatta kendini bile kandırabilir ancak sanatın kendisini asla kandıramaz. Bu nedenle de Zootheby’s sergisini sanat piyasasının tükenmiş dünyasına bir eleştiri olarak tanımlıyor. Sanatçıların yaratım sürecinin tadını çıkartmaları ve kendilerine sadık kalmaları gerektiğini belirten ressam sanat piyasasının gerçekliğini de reddetmediğini belirtiyor.

Sanat piyasasıyla ilgili kaygılarını 2016 yılında Havana’daki Villa Manuela Galerisi’nde gerçekleşen sergisinde ilk kez ortaya koyan sanatçı, uluslararası sanat piyasasının en önemli sembollerinden biri olan Sotheby’s Müzayede Evi’nin ismini sanat piyasasının değerleriyle büyülenen insan faunasına dönüştürerek Zootheby’s olarak değiştiriyor. Sergisine bu ismi veren Tamayo aslında en başından beri parodik niyetini de belli etmiş oluyor.

İtalya’ya The Others sanat fuarı için gelen sanatçı ile Zootheby’s sergisi ile ilgili olarak kısa bir söyleşi gerçekleştirme fırsatı yakaladık.

Öncelikle söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. 2016 yılında Havana’da gerçekleştirdiğiniz kişisel serginiz ile beraber Zootheby’s sergisinin fikir olarak doğuşu gerçekleşiyor. Bize bu süreci daha detaylı anlatır mısınız?
_________________________________________________________________
Aslında projenin fikri her zaman tartışılmış olan sanat ve para çelişkisinden doğdu. Sanat genel olarak sanatçının izleyici ile kurduğu bağ ve ifade ettiği şeyler aracılığıyla manevi bir olgu olarak tanımlanır. Ancak sanatçı çalışmalarını bitirir bitirmez başka bir süreç başlar. O da "satış"tır. Elbette ben bu durumun tam içinde bulunmuyorum. Çünkü ben piyasa ile herhangi bir kaygımın olamayacağı bir yerde yaşıyorum. Sanat piyasası için çalışmıyorum ve o mekanizmanın bir parçası değilim. Bu nedenle de sanatım fazlasıyla özgür ve herhangi bir şarta bağlı değil. Haliyle olabildiğince dürüst. Piyasa ve sanat ilişkisi hep polemik konusu olmuştur, aşk ve nefret ilişkisine benzer. Sanat piyasası, pazarı elbette önemlidir. Çünkü sanatçının evine ve ailesine ekmek getirmesini sağlar.

'KOLEKSİYONCULARIN BAŞROLDE OLDUĞU BİR İRONİ, ZOOTHEBY’S'
Ancak müzayede sistemi bambaşka bir konu ve fazlasıyla güçlü bir sistemi temsil ediyor. Sanat eserlerinin hayal edilemeyecek fiyatlara satıldığı, neredeyse başka bir gezegene ait gibi duran bir sistem müzayede. İşte bütün bu sebepler koleksiyoncuların başrolde olduğu bir hikaye anlatma ihtiyacı doğurdu içimde. Genelde eserlerin baş kahramanı sanatçının kendisidir ya da tablolardaki karakterlerdir. Her ne kadar fazlasıyla önemli olsalar da koleksiyoncular asla başrolde bulunmazlar. Koleksiyoncular önemlidir çünkü onlar olmadan sanatçılar yaşayamaz. Eserlerimizi, tablolarımızı alanlar koleksiyonculardır. Zootheby’s projesi de bu gerçeğin etkisiyle doğdu. Zootheby’s ismi İngiltere’deki ünlü müzayede evi Sotheby’s’dan geliyor. Eğlenceli bir isim ama elbette amaç kimseyle dalga geçmek değil. Birçok filmde, eleştiri yayınlarında ve belgesellerde ele alınmış olan sanat piyasasının sanat üzerindeki etkisi gibi karmaşık bir konu hakkında ironi yapmak istedim. Aslında her zaman var olmuş ve var olacak bir konu bu ve ben de bu konuyla ilgili konuşmaya hep devam edeceğim.

Peki sanat ve elitler arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
_________________________________________________________________
Sanat ve elitler arasındaki ilişki her zaman var olmuştur. Sanatın kıymetli bir obje olarak görülmesinin burada İtalya’da, Floransa’daki Medici ailesi ile başladığını hatırlamak gerekir. Dönemin güçlü şehir devletlerinin elitlerini meydana getiren burjuvazi, ekonomik olarak güçlenmeye başladığında sanat eseri üzerinden ticaret yapmaya başlamıştır. O zamanlardan itibaren elitler sanat piyasası üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Elitlerin her zaman sanat eserleri satın alacak, koleksiyon yapacak ve hatta sanat trendlerini belirleyecek gücü vardır. Sen bir sanatçı olarak bunu ya kabul edersin ya da etmezsin. Ya elinden geldiği kadar özgün bir iş yapmaya çalışırsın ya da elitlerin zevkine hitap edecek eserler ortaya çıkarırsın. Aslında bu durum beni şahsi olarak pek ilgilendirmiyor. Ben elimden geldiği kadar hem kendime karşı hem de işimde dürüst olmaya çalışıyorum ve ürettiklerimi sanatseverlerle buluşturuyorum. Küba’da yaşayan bir sanatçı olarak bunlar beni pek endişelendirmiyor. Ama kabul etmek gerekir ki sanat piyasasını ve piyasa mekanizmasının çok büyük bir parçasını elitler oluşturmakta. Ayrıca altını çizmeliyim ki elitler ekonomik güçleri sayesinde çok önemli sanat projelerine de sponsor olabiliyorlar. Bu hiçbir zaman bitmeyecek bir hikaye ve bir tartışma. İnsanlar elbette elitleri bir güç odağı olarak eleştirmeye devam edeceklerdir.

'SANATTA SPORDAKİ GİBİ STAR SİSTEMİ VAR'

Peki size göre bir sanat eserinin gerçek değeri nasıl ölçülür? Ya da ölçülebilir mi?
________________________________________________________________
Bu büyük bir gizem. Çünkü sanat fazlasıyla öznel ve genelde sanat eserlerinin değeri sanat piyasası tarafından belirleniyor. İlginç bir konu. Zaten bu nedenle daha önce piyasa ve sanat ilişkisini aşk ve nefret ilişkisine benzettim. Sanat ve sanat piyasası arasında var olan bu iki güçlü duygu sürekli olarak etkileşim halinde. Tüm çelişkileri göz önüne alarak unutmamalıyız ki bir sanatçı sanat eserini bitirdiğinde araya birçok kişi giriyor. Ortada bir mekanizma var ve bu inanılmaz. İçinde bulunduğumuz dünyanın piramitsel bir hali gibi. Sanat eserlerinin değeri müzayedeler ve galeriler tarafından belirleniyor. Belirlenen değer de üzerinde uzlaşılan fiyatlarla şekilleniyor. Tıpkı bir maraton gibi. Elitlerin sahip olduğu kontrolü de unutmamak gerek. İsim yapmak isteyen bir sürü sanatçı var. Görsel sanatlarda bile bir star sistemi söz konusu. İnanılmaz! Haliyle bu sistem içinde isim yapan ve eserleri satın alınan sanatçılar var. Bunların içinde elbette çok iyi, çok parlak ve uluslararası alanda isimlerini duyurabilmiş sanatçılar olduğu gibi bir süre ilginç işler yapıp para kazandıktan sonra artık bir şey üretmeyenler de var. Her sanatçı kendine hastır ve kendi yolculuğunu yapar. Tüm sanatçıları spor dünyasında sporculara yapıldığı gibi aynı kriterlerle değerlendiremeyiz.

Değer anlayışı  ve sistemi büyük bir gizem. Bir tablonun 450 milyon dolar değerinde olduğunu öğrenen sıradan bir insanın ne düşündüğünü hayal etmek lazım. Eğer bu dünyanın içinde değilseniz bunu anlamanız mümkün değil. Sanat eserinin değeri tartışmaları benim çok uzağımda. Benim yaratım sürecimin ya da günlük hayatımın bir parçası değil. Ben 50 yaşındayım. Atölyem kendimi her zaman daha iyi hissedebildiğim bir yer ve atölyeme gittiğimde sadece işimi yapıyorum. Gerisi beni pek ilgilendirmiyor. Ben bir eser ürettiğimde mutlu oluyorum. Yaşadıklarımı, deneyimleri, yolculuklarımı; ailemle, çevremle ve diğer insanlarla olan ilişkilerimi, kısaca hayata dair tüm hissettiklerimi eserlerime aktarabildiğimde mutlu oluyorum. Ben çalışırken ne sanat piyasasını ne elitleri ne da başka bir şeyi düşünüyorum. Sadece hissettiklerimi eserlerime aktarmaya çalışıyorum.

Birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da sergileriniz oldu. Ne tür geri dönüşler aldınız?
_________________________________________________________________
Reaksiyonlar çok ilginçti. Çünkü karşılarında bambaşka bir şey ortaya koymaya çalışan biri vardı. Aralarında çok iyi sanatçıların da bulunduğu, kocaman ve oldukça zor bir dünyadan bahsediyoruz. Böyle bir dünya içinde farklı bir şey sunmaya çalışmak elbette kolay değil. Daha önce dediğim gibi ben farklı bir şey yapmaya çalışıyorum ve bunu yaparken izleyiciyi uyarmak ve provoke edebilmek için esprili bir dil kullanıyorum. Ancak genelde eserlerimin ciddi mi yoksa alaycı mı olduğu bir türlü kestirilemiyor. "Kim bilir ne demek istiyor" diye geçiyor akıllarından. Ama eminim ki yine de eserlerime kayıtsız kalamıyorlar. İnsanlar her zaman çalışmalarımı hatırlıyor. Ben ne basit bir iş ne de basit bir tablo istiyorum. Ben yaratıcılıkla, deneysellikle ilgileniyorum. Elbette farklı şeyler denerken iyi bir şey elde edememe riskiniz de var. Ancak benim amacım insanlara hoş desenler ve güzel renkler sunmak değil. Benim amacım insanlara onları düşünmeye sevk edecek fikirler aktarabilmek.

'HAYATIN SANATTAN DAHA ÖNEMLİ OLDUĞU KÜBA…'

Hem sanat piyasasının içinde olup hem de bir sanatçı olarak eleştirel bir yaklaşıma sahip olmak biraz zor değil mi?
_________________________________________________________________
Hayır. Çünkü sanat piyasası bu dünyanın bir gerçeği ve ben uzaylı değilim. Sanat dünyasının içinde yaşıyorum ama bunu eserlerim aracılığı ile yapıyorum. Ben hayatın sanattan çok daha önemli olduğu bir ülkede, Küba’da yaşıyorum. Sanat benim hayatımın önemli bir parçası ancak hayatımın tamamı değil. Çocuklarım, eşim, annem, babam yani bir ailem var. Bunlar bir insanı kısacık hayatında çok daha mutlu eden, çok kıymetli şeyler. Yaşadıklarımı ifade edebilmek için sanata ihtiyacım var. Elitlerin dünyasının bir parçası olmadan sanat yapıp ve yaptığım eserlerle hayatımı devam ettirebiliyorum. Bu çok güzel hem de  fazlasıyla ilginç. Buradan genç sanatçılara bazı tavsiyeler vermek isterim. Asla ama asla ruhlarını ve yaratım özgürlüklerini kaybetmesinler. Piyasanın kurallarından etkilenmemeye çalışsınlar. Picasso, satmak için resim yapmakla yapılan resmi satmanın aynı şey olmadığını söyler. Kalbinizden geçen şekilde yaptığınız bir eseri satabilmektir ideal olan. Gerçek olan tek bir şey var: Sanat kimseyi kandırmadığı gibi kimse de sanatı kandıramaz.

İspanyolca gerçekleştirdiğimiz söyleşi için desteğini esirgemeyen Mattia Bordignon, Maddalena Portigliatti ve Francesco Pongiluppi’ye teşekkür ederim.

Nükhet Akgün Bordignon / SOL

Hulusi Akar alçaklığın tanımını yapmış - ÖZGÜR ŞEN

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kabinesinde Milli Savunma Bakanı olarak görev yapan Hulusi Akar, mecliste CHP'li Özgür Özel'le tartışırken alçaklığın tanımını yapmış. Genelkurmay eski başkanı, o dönem hapiste tutulan arkadaşlarına atıfla, arkadaşlarını ziyaret etmeyen alçaktır demiş.

Akar'ın hapishaneyi ziyaret edip etmediği eski silah arkadaşları arasında hâlâ tartışılıyor. Geldi ama bu suçunu azaltmaz diyen de var, zaten hapishane sorumlusuydu o yüzden geldi, gelmeyip de ne yapacaktı diyen de...

Belli ki bir dönem beraber yürüyenlerin yolları sonradan ayrılmış ve o dönemden bir hesap bugünlere kalmış. Kapanmamış ve kapanamayacak bir hesap bu. Çünkü aynı dünyanın insanları bunlar ve şimdi taraflar birbirine ateş püskürürken, genelkurmay eski başkanı kendisini son derece tehlikeli sulara atıp bir alçaklık tartışması açarken ait oldukları bu dünyanın kepazeliğini itiraf ediyor.

Bu dünyanın esası problemli. O dünyada Türkiye ve halkı yok. O dünyada başka ülkeler ve o ülkelerle işbirliği halinde memleketin iliğini kemiğini kurutan bir azınlık var.

Şimdi Akar'la hesaplaşmak için ortaya atılanlar da aynı dünyanın insanı olduğu için Hulusi Akar'ı Hulusi Akar yapan, o dünyanın asıl özelliğine vurgu yapamıyor. Bu vurgu yapılmadığı zaman da asıl meselenin üzerine gidilmediği için hesap elbette kapanmıyor.


Ergenekon'un ateşi henüz soğumamışken, 2012 yılında, ABD Genelkurmayı'nın ikinci adamına Türkiye ziyareti öncesinde iletilen bilgi notunda NATO'nun lider ülkesinin yetkilileri Akar'ı şöyle anlatıyor: “Sizin asıl muhatabınız, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, harika İngilizce konuşuyor, parlak ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki çalışmalara ve gelişmelere tamamen hakim.”

Kariyeri boyunca pek çok NATO görevinde bulunmuş, NATO tedrisatından başarıyla geçmiş Akar'ı en iyi onlar tanıyor.

Arkadaşları hapse atılırken, önce genelkurmay başkanlığı, sonra savunma bakanlığı yolunda kararlı bir şekilde ilerleyen Hulusi Akar'ın tüm bu gelişmelere tamamen hakim olduğu ABD resmi belgelerine girmiş. Aslında bu ordunun içini çürüten virüsün NATO'culuk olduğu ispatlanmış.

Ancak o günlerde ya da bugün Akar'la hesaplaşanlardan bir tanesi bile bu NATO'culuğun aslında ne olduğunu çıkıp anlatmamış. NATO'ya karşı çıkanlar dahi NATO'nun arkasındaki sermayeye, NATO'nun hedef aldığı emekçilere vurgu yapmamış, NATO'nun bir terör örgütü olduğunu itiraf edememiş.

Tüm bunlar ortadayken şimdi Akar'ın aslında kim olduğu ve o dönemde ne yaptığı tartışılıyor... Ama aslında tartışılmıyor... Çünkü bir dönem Akar ne yaptıysa aynısını yapanların, üstelik bugün dahi o zaman yaptıklarının arkasında duranların, Akar'ı tartışmaları imkansız. Hulusi Akar geçmişte veya bugün doğru yaptığı için değil, karşısında konumlananların o gün de bugün de yanlış yaptıkları ve esas meseleyi görmezden geldikleri için...

Oysa arkasında NATO olanın sermayeye bağlılığı, emekçilere düşmanlığı bakidir. 
Emekçilere düşman olan bu memleketle bir bağ kuramaz. Bu toprakları memleket yapan emekçi halkla ilişkilenmeyen, işbirlikçi patronlarla hesaplaşamayan Türkiye'ye ayağını basamaz. Öyle ya da böyle patronların yanında yer alan insan bu ülkeyi sevemez. 

Emeğiyle geçinen milyonları değil bir avuç zengini savunanların, bu milyonların yaşadığı ülkenin değil zenginlerin amaçları doğrultusunda başka ülkelerin çıkarlarını kollayanların dünyasına ait olan bu insanlardan her şey beklenir. Bütünüyle yanlış olan bu dünyaya açıkça yanlış diyemeyen de hiçbir hesabı kapatamaz.

Kim kimi satmış, kim kime ihanet etmiş, kim kimin arkadaşıymış... 
Boşverin... 
Sağcılıktan, sermaye destekçiliğinden, emekçi düşmanlığından, NATO'culuktan tek bir doğru dahi çıkmaz. Bugün tanık olduğumuz kepazeliğin özeti budur.
Zor günde arkadaşını ziyaret etmeyen alçaktır demiş Hulusi Akar. 
Doğru doğru olmasına da, halkına, ülkesine düşman olmak alçaklık değil mi? 
Bu meseleyi ne yapacağız...

Özgür Şen / SOL

Asgari ücrette işçiyi CEO maaşlı sendikacı temsil ederse…- ALPASLAN SAVAŞ

Asgari Ücret Tespit Komisyonu bugün üçüncü toplantısını yapıyor. İlk iki toplantıda Türk-İş’in önerdiği rakam 2500 lira.

Bu rakamın öncesi var. Türk-İş başkanı Ergün Atalay, krizin ilk günlerinde bazı şirketlerin ücret artışı yapmasını örnek göstererek, patronlara ücretleri 2000 liraya yükseltmeleri çağrısında bulunmuştu. Oysa Eylül-Ekim gibi bazı şirketlerde yapılan “sürpriz zam” tam bir patron üçkâğıdıydı. 
Bu şirketler Ocak ayında yapacakları zammı erkene çekerek hem enflasyonun çok altında ücret artışı yapmış, hem de “krizde çalışanına zam yapan şirket” olarak prestij sağlamış oldular. 
Şimdi Ocak ayı geliyor ve bu şirketlerin çoğunda yeni bir zammın yapılmayacağı konuşuluyor. Burada işçiler nereden baksanız bir buçuk yıl boyunca bir kuruş zam almadan çalışacaklar. Türk-İş başkanı bu operasyonun parçası olarak hem patronlara, hem de enflasyonla mücadele adıyla siyasi propaganda yürüten AKP’ye yaranmış oldu. 
Ne diyelim, görevini yaptı. 

Türk-İş başkanına yeniden dönmek üzere komisyonda patronların ne yaptığına bir bakalım. Onları TİSK genel sekteri görevine yeni gelen Akansel Koç temsil ediyor. Kendisi tescilli bir işçi düşmanıdır. Kurduğu şirket, çoğunlukla işten çıkarma ve sendikasızlaştırma konusunda verdiği danışmanlık hizmetiyle ün yapmıştır. Deri ve tekstil işçileri arasında pek bir “iyi” tanınır. 

Patronların asgari ücret için önerisini komisyonda bu adam açıkladı. Diyor ki, asgari ücretteki artışta 2019 yılı için hedeflenen enflasyon oranı baz alınsın. Damat Berat’ın Yeni Ekonomi Programı’nda açıkladığı bu oran sadece yüzde 15,9. Oysa daha Ekim ayı sonunda yıllık enflasyon yüzde 25’in üzerindeydi. Tam bir yüzsüzlük.

Sadece bu olsa iyi. Patronlar asgari ücret pazarlığını alacakları teşviklerin konusu yaptılar. Yüzde 2 olan işsizlik sigortası paylarının 2019 yılında alınmaması, SGK desteği olarak kendilerine verilen yüzde 5 prim desteğinin 6’ya çıkarılması, 2016 yılından buyana uygulanan işçi başına 101 lira asgari ücret desteğinin 2019 yılında da devam etmesi… Enflasyonun altında zam dayatmasının yanında bir de bunları talep ediyorlar. Sadece yüzsüz değil, aynı zamanda arsızlar da.


Dönelim komisyonda işçileri temsil eden tarafa. Türk-İş Başkanı Atalay, Ekim ayında katıldığı bir haber programında asgari ücret için “şimdi 2000 lira, Ocak ayında da yüzde 25 enflasyon artışıyla 2500 lira istiyoruz” dedikten sonra programcının “peki verilmezse?” sorusuna kem küm ediyor ve “ben şimdi bunun için genel grev yapacak değilim” diyor. Programcının boş bakışlarını fark edince de “Sendikacı zaten bunlarla ilgili ne yapar?” diye kendi sorup “meseleleri gündeme getirir” diye yine kendi yanıt veriyor: https://www.youtube.com/watch?v=aVv77JWzxzw  (Program uzun. Tavsiyem aktardığım bölümü -11:00-12:10 süreleri arası- izlemenizdir. Fazlasına ben tahammül edememişken, okuru zorlamaya hiç hakkım olmaz)

İşin özü şudur ki, komisyonda asgari ücretliyi temsil eden bir “işçi tarafı” bulunmuyor.
Haksızlık mı ediyorum? Sanmam. Böyle düşünenler ayda 1602 liraya çalışan işçinin yeni ücretini belirleyecek komisyonda o işçileri temsil ettiğini ileri süren sendikacıların aylık kazançlarının ne olduğunu araştırmalı. 

Atalay, 1982 yılından buyana maaşlı sendikacıdır. Halen hem Demiryol-İş Sendikası’nın hem de Türk-İş’in Genel Başkanıdır. Yani hem sendikadan hem de konfederasyondan iki ayrı başkan maaşı almaktadır. Bir de emekli maaşı elbette. Uluslararası sendikaların yönetim kurullarından aldığı ayrıca ücret-ödenek varsa onları bilmiyoruz.

Ne kadar mıdır?

Şirket CEO’larına taş çıkarır.

Türk-İş Genel Sekreterinin sendikası Türk Metal’de yöneticilerden birine kolundaki afili saatin fiyatını soran işçi, saatin değil ama aldığı ücretin 45 bin lira olduğu yanıtını aldığında yıl 2012 idi. Bu tanıklıktan hareketle adamların kazançlarını manşete taşıyan dönemin günlük soL gazetesine ne o gün ne sonra tek bir tekzip ulaşmadı. http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/turk-metalden-buyuk-vurgun-haberi-88240

Sen şu Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na bak şimdi. İşçi ücretini sosyal yardım zanneden Bakan, işçi ve sendika düşmanlığı tescilli patron, CEO maaşlı sendikacı. 

Hepsini birden sırtından atmadan ne doğru düzgün zam gelir, ne de huzur.

Alpaslan Savaş / SOL