23 Aralık 2018 Pazar

Gaflet cephesinde değişen bir şey yok...- Mine G. Kırıkkanat


Almanlar gitmemek üzere gelmişlerdi
İnönü’nün değerlendirmesine göre Almanlar Türkiye’ye gitmek üzere değil, kalmak üzere gelmişlerdi.İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de çalışan Alman subayları için şu yargıya varıyor: “Alman İmparatorluğu yararına birtakım hesaplar vardı.Bilhassa Suriye’de ve Arabistan’da özel bir politika güdüyorlardı...”
Alman subaylarla Filistin-Suriye cephesindeki birliklerde çalışma sırasında çelişkiler daha açık bir biçimde ortaya çıkıyordu. Atatürk de Ordu Komutanıolarak, Alman General Erich von Falkenhayn ile çatışıyordu.
Sonunda Atatürk ve İnönü, birlikte Türk-Alman ilişkilerini de kapsayan çok sert bir rapor yazıp Başkomutanlık ve Sadrazam’a gönderdiler.Ali Fuat Erden, İsmet İnönü kitabında şöyle yazar: “İsmet bey, Almanlarla gelişen ve ordu karargâhının en üst düzeyinde uygulanan yakın ilişkiden endişe duyuyordu. Dört yıllık savaşta dokuz ayrı cephede akıtılan bunca kandan sonra, müttefik olarak birlikte savaşa girilen bir büyük devletin uydusu olmak onu en çok tedirgin eden durumdu.”
İnönü, savaş sürerken Suriye’de bir araya geldiği eski arkadaşı Ali Fuat Erden’e bir gün şöyle demişti:“Eğer bir nesil boyunca vatanımın bağımsızlığa kavuşacağından umudumu kesersem, askerlikten çıkar ve gençliği gelecek bağımsızlık mücadelesinehazırlamak için bir lisenin tarih coğrafya öğretmeni olurum!”*

* Alev Coşkun’un 1884-1922 Asker İnönü (Kırmızı Kedi, 2018) biyografisinden alıntıdır.

***
AKP, 15 Temmuz’dan sonra da FETÖ’den kopamadı! Binali Yıldırım’ın “Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, 17 Aralık’tır” yönündeki açıklamasına karşın Erdoğan, 17 Aralık’tan bir gün sonra dahi gazeteci Fehmi Koru’yu ABD’ye  Fethullah Gülen’in yanına göndererek onunla uzlaşma arayışını sürdürmüştür.
Fehmi Koru’nun ziyareti başarılı olsaydı AKP - FETÖ kardeşliği bugün de sürüyor olacaktı. 

Peki Erdoğan, Koru’yu neden göndermişti? Çünkü Fehmi Koru, FETÖ’nün çok saygı duyduğu isimlerin başında geliyordu. FETÖ’ye bağlı Zaman gazetesinde 13 yıl Ankara temsilcisi ve başyazar olarak çalışmıştı. Farklı tarihlerde Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret etmişti. Hatta hâlâ AKP MKYK üyesi, milletvekiliBurhan Kuzu ve Hüseyin Gülerce  ile yaptıkları bir ziyarette, yemekte ağırlanmışlardı. Erdoğan, Koru’yu FETÖ ile kendisini barıştırsın diyePensilvanya’ya gönderirken muhtemelen hâlâ onun FETÖ ile devam eden sıcak ilişkilerine güveniyordu. 

Ancak 15 Temmuz’dan sonra bile ne iktidar, ne de yargı Fehmi Koru’nun FETÖ ilişkilerini sorguladı. Üstüne, Koru’nun muhalif Sözcü gazetesinin sahibi Burak Akbay’a yönelik, hiçbir maddi delile dayanmayan “FETÖ’cü olabilir” suçlaması ciddiye alınarak, yaptığı beyan Akbay’a açılan soruşturmayagerekçe gösterildi. Gülen’in yemek masasının onur konuklarından Fehmi Koru’nun ise bugün keyfi gayet yerinde, anılan ilişkileri sorgulanmaksızın, yazılarını sürdürüyor.
AKP de FETÖ ile mücadele ettiğini iddia ediyor!*

* Aykut Küçükkaya’nın The Ortak “Hepiniz Oradaydınız” (Kırmızı Kedi, 2018) belgeselinden alıntıdır.

***
Taşınmazlar da Ensar’a
AKP, 2017 Ocak ayında ilgili ilgisiz her şeyi torbaya attığı yasa tasarılarından biriyle Kızılay, Yeşilay, Darülaceze, Darüşşafaka ve Türk Hava Kurumu’naverilen devlete ait taşınmazların, ilgili kurumlar tarafından harca esas değerinin yarısına satılması olanağı tanır. Tasarı, bu kurumların mallarının TÜRGEV,Ensar gibi yandaş vakıflara devredilebileceği gerekçesiyle muhalefetin tepkisiyle karşılaşır. İlk zamanlar AKP geri adım atmış gibi görünür. Taşınmazların satılması yerine, 49 yıllığına bedelsiz kullanım  hakkı tanınır.
Meclis’te görüşülen yasadaki bir maddeye göre, “Bakanlar Kurulu’nca vergi muafiyeti tanınan vakıflardan öğrencilere yönelik eğitim ve yurt temini faaliyeti bulunanlardan Gençlik ve Spor Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından  müştereken belirlenen sağlayanlar lehine, kuruluş amaçlarına uygun olarak kullanılmak üzere mülkiyeti Hazine’ye veya kamu kurum ve kuruluşlarına ait taşınmazlar üzerinde 49 yıl süreyle bedelsiz irtifakhakkı tesis edilebilecek”tir artık.
Ensar Vakfı, AKP döneminde Bakanlar Kurulu’nca “kamu yararına vakıf” ilan edilmiştir. Dolayısıyla “vergi muafiyeti vardır”. Demek ki, o taşınmazlar Ensar Vakfı’na devredilebilecektir.
Kızılay, Yeşilay, Türk Hava Kurumu gibi köklü kuruluşlar, bu düzenlemeye karşı çıkmazlar. Çünkü onlar da AKP’lileştirilmişlerdir...*

* Işık Kansu’nun Bir Ortaçağ Hayaleti: Ensarlı Eğitim (Telgrafhane Yayınları, 2017) araştırmasından alıntıdır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Hız/Muz Cumhuriyeti! - TARIK ŞENGÜL

Yağmurdan sonra limana dönüşünce havası kalmayan 3. Havalimanı’nı, geçen hafta Ankara’da yaşanan hızlı tren “kazasıyla” birlikte değerlendirince, devletin içine düşürüldüğü zafiyeti görmemek mümkün mü?

Bu zafiyetin gerisinde devleti yönetenlerin hız tutkusu var. Hız, içinde yaşadığımız dönemin sihirli sözcüğü ve hız denilince benim aklıma 3. Köprü’nün temel atma töreni geliyor. Tören sırasında Erdoğan’ın bir anda sorduğu “üç yıl yerine iki yılda bitirebilir misiniz?” sorusu karşısında afallayan Japon yetkilinin şaşkınlığını da unutamıyorum! Nasıl şaşırmasın ki; demiştir içinden “yahu bu kadar hız, güvenliği göz ardı etmek anlamına gelir, yaşamları tehlikeye atarız”.

Nitekim, şimdi belki unutulmuştur ama köprü iskelelerinden düşerek yaşamını yitiren işçiler oldu. Aynı dramatik tabloyu hızlı tren olayında da görmedik mi; bir an önce devreye sokma derdine düşüp, güvenliği yaratana havale edenler, kamu hizmetini Rus ruletine çevirmiş bulunuyorlar. Kötü talih nerede kimin karşısına, hangi ortamda çıkacak belli değil!

Böylesi bir hızın gerisinde ekonomik ve siyasi rant devşirme hırsının olduğunu biliyoruz. Nasıl olmasın ki? İşte 3. Havalimanı’nın durumu; ortada 40 milyar dolar düzeyinde bir yatırım. Bu kadar büyük paralar tek bir yatırıma bağlanınca, şirketler de, devleti yönetenler de, bir an önce bu kaynağın karşılığını elde etmek istiyorlar.

Parayı ve siyasi rantı ilgili taraflara bırakıp bizler için hızın yarattığı başka bir tehdide bakalım. Hız aynı zamanda demokrasinin de düşmanı değil mi? İşte orada 40 milyar dolarlık bir yatırım ve TMMOB ve benzeri türden ‘oyun bozucular’ ne dediler: “Tartışalım! Koyalım ortaya bilimsel gerçekleri, verileri, geleceğe yönelik projeksiyonları, doğaya vereceği zararları ve tartışalım”.

Tartışmak ne demek? 

Zaman kaybı demek, mahkeme süreçleri demek, işin uzaması demek! Mevcut iktidar bütün bu süreçlerde zaman kaybına yol açmamak için, kendi belediyelerini bile devre dışı bırakırken, uyduruk hale getirilen ÇED raporlarından bile muafiyetler yaratılırken, planlar Bakanlık üzerinden hızlı biçimde onaylanırken, ihale süreçlerinde kısa devreler yaptırılıp, bankalar kredi vermeye zorlanırken, neyi tartışacağız?

Kendimizce, hiç bir hükümet yetkilisinin olmadığı konferanslarda, panellerde, toplantılarda tartışmaya devam ederken, inşaatlar hızla başladı. Hızın ve rantın gözleri kör ettiği ortamlarda sayısını tam bilemediğimiz sayıda işçi, kendilerine ait olmayan bir hız tutkusunun neden olduğu “kazalarda” yaşamlarını yitirdiler. Sinyalizasyonun olmadığı, bakımların yapılmadığı hatlarda çocuklarda dahil çok sayıda insanımız yaşamlarını yitirdiler. Sonrasında hep bir yerlerden hıza yetişemeyen ihaleler ve bundan doğan ihmaller çıktı.

3. Havalimanı’na ilişkin baştan beri söylenen bir kaç uyarıyı hatırlayalım; milyonlarca ağaç kesilerek ve su havzaları kapatılarak inşa edilen havalimanı sürekli su baskınlarına muhatap oluyor. Şimdi uzmanlar bir kez daha altını çiziyor; son su baskının olduğu yerin tam altında Kulakçayırı Gölü, etrafında da suyun önünde duran ağaçlar varmış!

Felaketle birlikte, devleti yönetenlerin rantı gözetirken kamuyu gözetmeyen vurdumduymazlıkları ve iş bilmezlikleri de suyun kaldırma kuvvetiyle yüzeye çıkıyor. Oradaki göl “ben buradayım” derken, yetkililer sosyal medya hesaplarını kapatıp, ortadan kayboluyor.

“Hız, ölüm demektir” lafı iyi de, soru kimin ölümü! Şu ana kadar bu hızın faturasını işçiler ve her kesimden halk ödedi. Lakin ulaşılan hız öyle bir aşamaya geldi, işler öyle kontrolden çıktı ki, gaza basanların da, rantı kapanların da büyük bedeller ödeyeceği bir viraja girmiş olabiliriz.

Öyleyse hep birlikte tekrarlayalım, hız felakettir!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Sırrı - Sırrı Bey / L. DOĞAN TILIÇ

Kaderin cilvesi desem, hiçbir kader bu kadar cilveli olamaz! AKP’nin işleri işte…
Öyle başlıkta bodoslamadan “Sırrı” dediğime bakmayın, önemli birinden bahsediyorum. Eski bir milletvekili, eskimeyecek bir sanatçı ve hem eski hem de yeni hapishaneci.

Sırrı Süreyya Önder.

Biz hapishane arkadaşıyız, Mamak A-Blok’ta birlikte yattık. Bizim o hukukla “Sırrı” dememize, onun şimdi yine hapishaneci olmasına bakmayın. Bir zamanlar cumhurbaşkanı, başbakan, başbakan yardımcısı, bakan gibi devletin en tepesindekiler “Sırrı Bey” diyorlardı.

2013 yılındaki Nevruz kutlamaları sırasında yaptığı konuşma nedeniyle “terör örgütü propagandası yapmak”tan 3 yıl 6 ay ceza aldı ve 6 Aralık’tan beri Kandıra 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde yatıyor ya, “terör örgütü propagandası” idiyse yaptığı, “Sırrı Bey” diyenlerin onayı ve alkışları altında yapmıştı.

Ne yaptıysa, daha fazla kan dökülmesin, barış olsun diyeydi!

Uçağa binemezdi ama gık demeden binlerce kilometre yaptı, en batısından en doğusuna memleketin. İmralı - Kandil arasında bazen. Devletin resmi araçlarının eskortluğunda!


2013 Nevruz konuşması falan deniyor ama, Sırrı’nın yaptıklarının zirvesi 2015 “Dolmabahçe Mutabakatı”ydı. Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde hemen sağında oturan Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan “Buyurun Sırrı Bey” diye ona söz verirken, Akdoğan’ın sağında İçişleri Bakanı Efkan Ala, onun sağında da Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal vardı.

Akdoğan ve Ala’yı şimdilerde pek göremeseniz de sanmayın ki Sırrı’nın yanındalar. Onlar da, şimdi sık sık gördüğünüz AKP’nin Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal gibi, sıhhat ve afiyetteler.
“Sırrı” barış olsun diye bugün hapsine yol açan işleri yaparken, şimdi hapsine yol verenlerin “Sırrı Bey”i idi.

Sonradan “Ne mutabakatı?” diye kestirip attı ama, Dolmabahçe’de o bildirinin okunduğu gün; “Tabii silahların bırakılması çağrısı bizler için çok çok önemli bir beklenti idi. Bu demokratik açılım süreci ile başlayan bir çağrıdır. Milli birlik ve kardeşlik projesi ile başlayan şimdi de çözüm süreci ile devam eden ve bunu artık noktalayalım diye hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” demiş ve “Umarım uygulanır” diye de eklemişti Erdoğan.

Sırrı’nın yaptıklarını, iktidarın gazeteleri; 
BARIŞA DEV ADIM (Akşam), 
BARIŞ BAHARI (Star), 
SİLAHLARA VEDA ÇAĞRISI (Y. Şafak) ve 
TARİHİ GÜN (Türkiye) gibi iri puntolu manşetlerle selamlıyorlardı.

Öyle de bir hava vardı ki AKP’li vekiller arasında, Sırrı ile Erdoğan’ın teklifsiz görüştüğünü düşünüp kıskanıyorlardı. Anayasa Uyum Komisyonu toplantılarından birinde, Sırrı telefonunu başkan Ahmet İyimaya’nın önüne koymuş, biraz sonra telefon Erdoğan’ın fotoğrafı ve Başbakan Erdoğan yazısıyla çalınca İyimaya’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sırrı’nın bir arkadaşının telefonunu Erdoğan’ın ismi ve resmiyle kaydettiğinden hiç şüphelenmeden, Erdoğan’nın onu öylesine aradığının düşünebildiği günlerdi.

Nuri’yle ben, Mamak’tan eski hapishaneci arkadaşları Sırrı’nın, kulaklarını çınlatıp sık sık böyle hapsedilmesine kahroluyoruz.

Biz kahroluyoruz da, dün yaptıklarını yaparken yanında olanlar; Yalçındoğanlar, Alalar, Ünallar ne hissediyorlar acaba? Kendileri dışardayken, çözüm süreci dedikleri bir süreçte birlikte yürüdükleri birinin, o zaman takdirle andıkları işlerden dolayı hapsedilmiş olmasına ne diyorlar?

“Sırrı” diyenlerin selamını iletmiş olayım okuyabiliyorsa yazıyı, “Sırrı Bey” diyenler ne diyor bilmiyorum!

Kaderin cilvesi değil asla; şarkıda “Beraber yürüdük biz bu yollarda” deseler de, belli ki “Sırrı Bey” diyenler “Sırrı”yla beraber yürümüyormuş!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

ABD askerleri Erbil'e gidiyor...ACABA NE İÇİN?..- Ahmet TAKAN

Mevsimin salgın hastalığından nasibimizi aldık!.. İlaçlarla ayakta durmaya çalışıyoruz. Klavyenin başına oturup tuşlara dokunmak, kafanızın içinden geçenleri satırlara dökmek kolay olmuyor. Sık sık gelen öksürük nöbetleri adamı perişan ediyor...
Şu gazetecilik mesleği zaten hastalık bir iş!.. Mendil ile sürekli burnunuzu silerken bile gündemi takip ediyorsunuz.
Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyon beklemeye  alındı. Veya alındı mı?.. Veya aldırıldı mı?..
Yine bir seçim öncesi... Kesin ihtiyaç hasıl olan  bir film izliyoruz. Kahramanlık destanı yazılıyor birilerine...Ortalıkta döndürülen  haberlere bakıyorsunuz;
Trump, telefonda görüştüğü R. Erdoğan ne dediyse onu yaptı!..
Trump,kendi kabinesini bile dinlemedi Erdoğan'ı dinledi!..
Pentagon ile çatıştı, bakanını bile feda etti, Erdoğan'dan vazgeçmedi!..
Erdoğan dedi, Trump Suriye'den ABD askerlerini  geri çekti!..
Telefonda sordu Trump; "Abi çok param gitti ben eve dönsem sen IŞİD ile baş edebilir misin?.."
Geldi cevap;
"Sıkıntı yok ben hallederim. Sen arkana yaslan. Rahat ol."

Peki neden kimse şu net soruları sormuyor?..

ABD askerleri Suriye'den çekiliyor da PKK/YPG nerede duruyor? Terör örgütü de Suriye'den çekilecek mi?.. Çekilirse nereye gidecek?..
Şu "çekilecek" denilen ABD askerleri evlerine  mi dönecek?..Yoksa nereye gidecekler?..
ABD,Suriye'den asker çekiyor da İsrail'den neden çıt çıkmıyor?..
Bu askerler, babalarının arsa davaları için mi yıllarca Suriye'de konuşlandırıldılar, YPG ile birlikte savaştırıldılar?..
Cevapları var mı.. Yok!..
Yalancı dolmaları yutun. Kalın senaryoları servis edin. Big brother sizi çok sevsin!..
                                        ***
Suriye'de konuşlandırılan ABD askerlerinin gayri nizami harp metotlarıyla neler yaptığını artık çok iyi öğrendik.
Doğru habere ulaşmakta en sağlıklı yöntem sahada, bire bir işin içinde olan güvenilir kaynaklarla iletişimde bulunmaktır. Bölgedeki kaynaklarıma sordum,Aldığım yanıt;
"ABD dışişleri personeli ayrılıyor. Askerleri yerinde ama operasyonlara katılanlar bir süre sonra Erbil'e geçecek. Bu da 1-2 ay sürer.Üslerdeki personel kalacak."
Peki, Suriye'den gidenler Erbil'de ABD üslerinde tatil mi yapacaklar?..
"IŞİD'le savaşta YPG'ye destek olan  ABD askerleri burada büyük deneyimler kazandılar. Bunlar İran'da kullanılacaklar."
Bölgedeki sıcak gelişmeleri takip eden ve değerlendiren uzmanlar, "çekilme açıklaması ile ABD İran startını verdi" diyor.
Dikkatinizden kaçtı mı?. Bilemiyorum!..
Trump'tan gelen asker çekme açıklaması ile birlikte, düşman YPG'den bahseden yok. IŞİD hedefi her gün büyütülüyor. Düşmanlarımız mı değiştiriliyor ne!..
Artık bekliyorum;
Güzide basınımız (!) ne zaman YPG'nin PKK'dan ayrı bir oluşum olduğunu yazmaya başlayacak.. Peşine  kötü PKK'lıların YPG'den kopuşlarını kavgaları ile birlikte sıralayacak... YPG'nin aslında tehlikeli olmadığını dillendirip SDG'ye methiyeler düzecek. Suriye'de çözümün YPG'siz olamayacağını bizlere dayatacak...Kamuoyunda İran aleyhtarlığı nasıl körüklenecek.
Sonra!..
Federalizmin faydalarını anlatan anlı şanlı uzmanlar ve akil güruhun televizyonlarda boy gösterişlerini sabırsızlıkla bekliyorum!..
Yıllarca, "çözüm süreci"ne format atıldı diye bağırdık. Kimseleri inandıramadık!.. Belgeleri, fotoğrafları koyduk. Şeyma ile Acun'a  gösterilen hassasiyetin yüzde 1'ini göremedik!..
Eminim!..
Bu film 31 Mart'a kadar vizyonda kalacak. Gişe rekorları kıracak...
Yıllardır böyle!..
ABD senaryoyu yazar AKP oynar... Biz de seyrederiz!..
Tuzağa konan yem de her zaman bizi cezp eder!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

22 Aralık 2018 Cumartesi

Bir katilden demokrat yaratmak - ORHAN GÖKDEMİR

Hafta başında Adana’daydık. İlk gün Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Tarikatlar ve Cumhuriyet’in Tasfiyesi”ni konuştuk. İkinci gün Adana Ziraat Mühendisleri Odası’nın konuğuyduk. Enver Aysever’le birlikte Odanın kurucusu Akın Özdemir’in faşist katillerce katledilişinin 40. yılı vesilesiyle düzenlenen söyleşiye katıldık.


Akın Özdemir 1960’lı yılların ortasında üniversiteye başlamış. Öğrencilik yıllarında “Talebe Cemiyeti” yöneticisi. Mezun olur olmaz mesleğe adım atmış. 12 Mart darbesinin ardından derdest etmişler, afla çıkmış. O zaman daha AKP yok, beraat eden mesleğine geri dönebiliyor, dönmüş. Adana’da Ziraat Mühendisleri Odası’nı kurmuş. Çeltik ağaları ile kapışmış halk sağlığını hiçe saydıkları için. Devletteki hukuksuzluklara, yolsuzluklara karşı çıkmış. Rahatsız etmiş “iyi saatlerde olsunlar”ı haliyle. 1978’de, işinden çıkıp otomobiline binerken çapraz ateşe tutmuşlar. Saldırıdan şans eseri kurtulan eşi, kızıyla birlikte toplantıdaydı.

1970’li yıllarda işlenmiş binlerce faili meçhul cinayetten biri bu. Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul gelmiş üzerine, failleri teker teker yakalamaya başlamış. Sonrası malum, onu da vurdular. 
Vuran kim? 
Tetiği çekenler devlete yedeklenmiş paramiliter bir partinin kendilerini “ülkücü” olarak adlandıran silahlı militanları. Onları koruyan, yol gösteren, teşvik eden idare. Cinayetin gerçek sorumlularını ortaya çıkarmamak için ayak sürüyen yargı.
Cinayet denildiğine bakmayın, cinayetten çok bir tarz-ı siyasettir. Devletin âli çıkarlarını, dolayısıyla o devletin bekçiliğini yaptığı sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için işlenirler. Osmanlı'da da “siyaseten katl” diyorlardı devlet çıkarı için öldürmeye. Öldürerek bertaraf etme geleneğidir. Vatanın en parlak çocuklarını “devlet çıkarı” diye öldürdüler, karanlığa yol verdiler.

Öldürdüler de ne oldu? 

İşte, halleri ortada. Esir düştüler tarikatların eline. Ne uğruna cinayetler işledikleri devlet kaldı ortalıkta, ne Cumhuriyetten bir eser. Aydınlığı vurursan karanlık galebe çalar. Adana’da önce tarikat, sonra cinayet muhabbeti yapmamız o karanlık tarz-ı siyasetin bir bakiyesidir.
  
                                        ***
Bu karanlık tarihin kurbanlarının anıları hâlâ taze, yaraları kanamaya devam ediyor. Ama unutanlar, daha kötüsü “hiçbilmezler” çoğunlukta artık. Hatta aralarında ülkücüden demokrat imal etmeye çalışanlar bile türedi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun o yaraları kanatma hamleleri ardı ardına geldi mesela. Maraş Katliamının yıldönümünde “Maraş olaylarını” kınayarak başladı haftaya. 
Bir gün sonra ülkücüleri demokrat ilan etti, “Ben hiçbir ülkücünün otoriteden yana olduğuna inanmıyorum, demokrasi ülkücülerin olmazsa olmazıdır” dedi. 

Bunu dediği sırada Hacettepe Üniversitesi’nde şair Ahmet Telli’nin konuşmacı olduğu paneli basmıştı Kılıçdaroğlu’nun demokratları. Söyleşinin konusu “Cumhuriyet Döneminde Edebiyat”tı. Fakat demokrat ülkücüler Cumhuriyet döneminde edebiyatın konuşulmasından rahatsız olmuşlardı. Ellerinden gelse Hacettepe’yi şaire mezar edeceklerdi.

Eylemleri ile ispatlıdır, Kılıçdaroğlu sözde değil özde sağcıdır. Ülkücüleri demokrat ilan etmekle yetinmedi, bir ANAP’lıyı İstanbulluların, bir MHP’liyi Ankaralıların önüne kurtarıcı diye koydu. Kılıçdaroğlu usulü seçime hazırlık çalışmasıdır.
Bu kadar çok siyasal cinayetin işlendiği yerde katilsiz seçim çalışması olur mu? Bilmezler ama yaparlar, her seçimde sağa meyletmeleri arkalarındaki sınıfın ağırlığındandır.
                                       ***
Sözlerine kan bulaştırmaları bir işe yarıyor mu peki?
Çok seçim ve fakat tek sonuç var: AKP kazanıyor. Tersinden de söyleyebiliriz; çok seçim var ve tek sonucu kendini muhalif sanan partilerin kaybetmesidir. Kronikleşmiş bir başarısızlıktan değil, yeni rejimde düzen partilerine düşen rolden söz ediyorum. Düzen partileri artık bir tür “Serbest Cumhuriyet Fırkası” vakasıdır. SCF, 1930'da iktidarın istek ve onayıyla kuruldu. Fethi Okyar'ın önderlik ettiği partinin gerçek amacı Cumhuriyet Halk Fırkası'na karşı biriken tepkinin gazını almaktan ibaretti. İlgi umulanın ötesinde olunca kapattılar. Bu tür partilerin ömrü kendilerine biçilen role harfiyen uymalarına bağlıdır.

MHP bunu gördü, iktidar partisine katıldı. Dışarıda kalanlar her seçimde iktidarı ayakta tutacak yollar arıyor. Onun için İstanbul’da ANAP’lı bir imam oğlunu, Ankara’da MHP’li bir yavaşı çıkardılar aday diye. Tek numaraları var, bu seçimi de diğerleri gibi “köprüden önce son çıkış” olarak algılatmak. Hâlbuki ortalıkta çıkışı olan bir köprü kalmadığını gösteren pek çok delil var. CHP’nin “kalesi” İzmir’i uzun dönemdir Binali’nin yancısı bir zat yönetiyordu mesela. Kurulu tek köprü kaldı, o da sadece AKP’ye, sermayeye geçit veriyor. Yani imam oğlunu öne atıp arkasından ülkücü duası etmenin hiç kimseye bir faydası yok.

                                        ***
“Olay” yok, Maraş’ta faşist katiller tarafından katledilen 111 yurttaşımız var. "Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz" vaazıyla başlamıştı her şey. Aralarında “hacca gitme şampiyonu” olan ülkücüler var.

Cinayet yok, bir devlet siyaseti var. Ziraat Mühendisi Akın Özdemir’i de, onun öldürülmesini çözmeye çalışan Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u da o siyasete kurban ettiler. Dahası, Cevat Yurdakul’u vuran demokrat ülkücü, CHP Adana ve Kayseri il başkanlarını da öldüren ekibin içindeydi. Cezaevine attılar, kaçtı. 12 Eylül’den sonra yeniden yakalandı, yeniden kaçtı. Sonra Muammer Aksoy cinayetine adı karıştı. Biraz yattı, af edip çıkardılar; Dönemin Başbakanı Erdoğan’a teşekkür etti, "O günün şartlarında öyle gerekiyordu, öyle bir mücadele verdim. Dolayısıyla herhangi bir pişmanlık falan da duymuyorum" dedi. Nerden bilsin garibim, CHP Genel Başkanı tarafından demokrat ilan edileceğini!

                                        ***
Yine seçim var yakında ama oyun bu kez kabak gibi ortada. Ya imamı seçeceksiniz ya da oğlunu… 
Böyle seçim olur mu?
Ey Cumhuriyetçiler, ey ezilen emekçiler; ey okulları ellerinden alınan, çocukları yobazların insafına terk edilen veliler, ey ürünü üçe beşe kapatılan çiftçiler, bıkmadınız mı sizi sürekli götürüp köprünün başında terk eden düzen partilerinden? Anlamadınız mı oynanan oyunu hâlâ? Görüyorsunuz hep zalimler, hep zenginler kazanıyor işte. Belli, yine sağa çark edecek, doğru yola gelmeyecek çare umduklarınız. 

Öyleyse siz peşlerini bırakıp, sola geleceksiniz. Yol da, köprü de burada!

Orhan Gökdemir / SOL

Hukuk cehennemi! - İLHAN CİHANER

Gezi soruşturmaları hortlatıldığında Twitter hesabımdan “Fetullahçı polis ve savcılar hapiste ama, fikirleri iktidarda!” diye yazmıştım. Sonrasında Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder hakkındaki mahkûmiyet kararı ve Sözcü gazetesi hakkındaki iddianame ortaya çıktı. Sözcü iddianamesinde, aralarında Necati Doğru ve Emin Çölaşan’ın da bulunduğu gazetecilerin “örgüte yardım” suçundan cezalandırılmaları isteniyor. Suçlamadaki örgüt ise “FETÖ” !

Bu davalardaki işlemlerin önemli bir kısmının Fetullahçı polis ve savcılarca yapılmış olması bile yeterince üzerinde durulması gereken bir husus. Ancak daha önemli olan Fetullahçı yargının yaşattığı “hukuk cehennemi” deneyimine rağmen, bu yapıyla mücadele ettiklerini iddia edenlerin bile bu absürd davaları alkışlamaları.

Başta Yargıda Birlik, AYM, HSK ve Yargıtay gibi “yargı iktidarını” elinde bulunduranların yaşananları izlemesi/onaylaması ise ayrıca dikkate değer. Bir kez daha anlaşılıyor ki AKP elitlerinin derdi, “hukuksuzluk” değil, hukuksuzluğun kendi siyasi/kişisel planlarına hizmet edip etmediği. Ayrıca tüm bu yaşananlar Fetullahçıları da kapsayacak bir affın alt yapısının hazırlanması olarak okunabilir.

Birkaç örnek üzerinden gidelim; Ergenekon davasında Merdan Yanardağ bir telefon mesajı attığı ve bir toplantıya katıldığı iddiası ile 10 yıl 6 ay ceza almıştı. Ancak tüm çabasına rağmen mesajın atıldığı telefonun kayıtlarını ve toplantı videosunu incelettirememişti. İhbar iddianameye, iddianame karara dönüşmüş, savunma dinlenmemişti.
(http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilhan-cihaner/bir-beraat-bir-mahkumiyet-77641)

Fetullahçı yargının ruhunun adliyelerde dolaştığı bugünlerde Önder/Demirtaş kararından anlıyoruz ki, savunmanın tüm çabasına rağmen suçlamaya konu konuşmaların kaydı RTÜK’ten istenerek incelettirilmemiş. Karara bile Önder’in, “Ben o konuşmayı yapmamışım kardeşim” savunması geçmiş olmasına rağmen. HDK mı demiş PKK mı? Kabristan mı demiş Kürdistan mı? açıklığa kavuşmamış. Yahu bir valinin vatandaşa “kavat” mı yoksa “kavas” mı? dediğini açıklığa kavuşturmak için bile incelemeler yaptırıldı bu memlekette!

Demirtaş’ın ısrarına rağmen TBMM’deki kürsü konuşmalarının getirtilme talebi de kabul edilmemiş. Oysa kürsüde söylenen sözler dışarıda tekrarlandığında mutlak sorumsuzluk geçerli. Bunlardan başka Anayasaya ve kanuna açık aykırılık halleri de söz konusu. En başta cezaya konu konuşmaları kapsadığına hiçbir şüphe olmayan 6551 sayılı “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanunun” 4(2) maddesinin birinci fıkrasının “(a), (b) ve (c) bentleri kapsamındaki görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz” hükmü açıkça ihlal edilmekte.

Ergenekon iddianamesinden bir örnek daha; İlhan Selçuk’la ilgili olarak cep telefonu kullanmadığı ve geçmiş örgütçü kişiliği nedeniyle atılı suçları “ispatlamanın” çok zor olacağı belirtilip “Sabit telefondan yaptığı görüşmelerde de çok dikkatli konuştuğu örgütsel yapıyı deşifre edebilecek her türlü söz ve tavırdan uzak durduğu tespit edilmiştir” denilmişti.

Yani delil elde edilememiş. Ama buna rağmen gözaltına alınmıştı. Sözcü iddianamesinde aynı ruhu görüyoruz. “Bir kısım eylemler şimdi ya da başlı başına suç oluşturmaz” yani bugün suç oluşturmayan bir “eylem” ileride “suç” sayılabilir!
(detaylı bir değerlendirme için: https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2013/10/01/akp-davalarinda-ortaklasan-yonler-yonler-ya-da-iddianameler-caginin-elestirisine-giris/)

İşte yurttaşlar üzerinde asıl terörü yaratan yaklaşım bu. Saygın anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in yaşanan/yaşanacak yeni hukuk cehenneminin uyarısı niteliğindeki acı tespiti ile bitiriyorum:
“Aslında burada demokrasinin nasıl gerilediği, hukuktan nasıl uzaklaşıldığını ve temel hak ve hürriyetlerin nasıl zedelendiğini örnekler vererek ayrıntılı bir şekilde göstermek gerekir. Ben burada örneklere girmek istemiyorum. Zira somut örnekler vererek bu gözlemleri dile getirmek artık cesaret istiyor.” (http://www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm)

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Niye hep inşaata destek? - REMZİ ÖZDEMİR

Önce hiç görev alanına girmese bile Ziraat Bankası başlattı.
Piyasada en düşük 2,20 iken, 0,98 faizden konut kredisi vereceğini açıkladı.
Hemen sonra Vakıfbank ve Halkbank da bu kampanyaya katıldı.
Sonra İş Bankası...
Birkaç gün içinde her halde bütün bankalar bu kampanyaya destek verecek gibi görünüyor.
Düşük faizin maliyetini inşaat şirketi ile banka ortaklaşa karşılayacak.
Kredinin maliyeti yüzde ikiyse bunun yarısı inşaat şirketi yarısı da bankadan.
Tabii ki bu tüm konutlar için değil.
Sadece elinde konut stoku olup da satamayan ve banka ile anlaşan şirketler.
Bunlar belirli büyük inşaat şirketleri.
Tabii ki markalı konutlar.
Bu kampanyalar öyle dar gelirliyi ilgilendirmiyor.
Yani 100 bin lira vereyim, 200 bin lira da 0,98 faizle bankadan kredi alıp başımı sokacağım bir ev alayım diye düşünen varsa boşuna hayal kurmasın.
Bu büyük inşaat şirketlerini kurtarma operasyonu.
Bu kampanyaya en son katılan İş Bankası oldu. İş Bankası tam açıklama yaptığı sırada Türkiye genelinde konut satışlarının yüzde 27 düştüğü açıklandı.
Yani iktidarın onca destek ve harç-vergi indirimine rağmen konut satışları resmen göçtü. Alanlar ise Iraklı ve Suriyeli. Yani bunlar da olmasa hiç kimsenin ev alacak hali yok.

Varsa, yoksa inşaat
Gelelim en önemli soruya:
Şu ana kadar binlerce şirket konkordato ilan etti, birçoğu iflas etti. Yine sayıları tam bilinmemekle beraber binlerce küçük esnaf kepenk kapattı.
Bazı şirketler çalışanlarına maaş bile ödeyemiyor.
Kapanan ve kriz nedeniyle işsiz kalanların sayısı TUİK'e göre yüzde 12'ye dayandı. Genç nüfusta işsizlik yüzde 24'e ulaştı.
KOBİ'ler banka kapılarından bırakın milyonluk krediyi bulmayı 10 bin liralık kredi için bile adeta kovuluyor.
Tüm bunlar olurken, iktidarın baskısıyla bankalar zararına sırf Türkiye kalkınsın(?)diye inşaatçılara kredi verecekler.
Bu soruya eminim ki, Nobel ödüllü finansçılar bile yanıt veremeyecek.
Senin ülkenin sanayisi çökerken, KOBİ'leri iflas ederken onları desteklemeyen her hafta üstüne üstlük kredileri geri çağıran bankalar müteahhitleri destekliyor.
Türkiye'nin bugün başına ne geldiyse paranın toprağa gömülmesinden geldi.
Birileri ranttan para kazanacak diye hâlâ inşaat sektörünü desteklemek bu ülkeye yapılan en büyük kötülüktür.
İnşaat sektörü Türkiye'de gereksiz büyümüştür. Sanayiye gitmesi gereken bu paralar maalesef müteahhitlerin cebine gitmiştir.
Üretmeyen ve ranta dayalı bir ekonomi modelindeki ülke tarihinin en büyük krizini yaşamaya mahkûmdur.
Türkiye'nin tüm ekonomik verilerinde ciddi bozulma var.
Bu bozulma yine uluslararası kuruluşların raporlarına göre bankalar da bile var. Gel gelelim halen inşaat sevdası bizi uçurumun kenarına değil derinliklerine itmektedir.
Son iki yıldır aynı şeyleri yazıp durdum.
Türkiye'de konut manipülasyonu vardır. En garantili para satmaları ve tahsil etmeleri nedeniyle bankalar bu piyasayı manipüle ediyor. Çünkü biliyor ki, Türk insanı borç harç konut kredisini öder. Amerika veya Avrupa'daki gibi kredi nedeniyle bankaların elinde konut patlamıyor.
Bu nedenle bankalar sanayici ve KOBİ yerine parayı konut kredisi olarak vermeyi tercih ediyor.
Zaten başımıza ne geldiyse bu bankaların verdiği kredilerden gelmedi mi?


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

21 Aralık 2018 Cuma

Eğitim, din ve ahlak (I-II-III-IV-V) - ÜNAL ÖZMEN



(I)

Eğitim, din ve ahlak
_________________________________________________________________

Eğitim Bakanı geçenlerde “Ahlak telakkisine dayanmayan hiçbir eğitim sisteminin kalıcı değer üretmesi mümkün değildir.” dedi. ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi)’da yaptığı konuşmanın akışından anlıyorsunuz ki Eğitim Bakanı Ziya Selçuk da gençlerdeki “feraset” eksikliğinden muzdarip. Tuhaf değil mi, her bir okulu ahlak fabrikasına çevirmişsin ama ahlak yok diye sızlanıp duruyorsun. Tıpkı soğan gibi; sıskayı toprağa dikiyorsunuz ama topladığınız hasat çürük!

Son zamanlarda islamcı birçok gazete yazarının da gündeminde ahlak. Ahlakı İslam dini anlamında kullanan islamcılar, dört başı mamur ellerindeki eğitimin çocukları ahlaksızlaştırdığından yakınıyorlar. Yakın tarihli bir yazısında Yusuf Kaplan şöyle diyordu “Bir eğitim sistemi, genç kuşaklarına şu beş ilkeyi veremezse, toplumun mezarını kazmakla sonuçlanır her şey: Ahlâk, ideal, ruh, tevazu / başkalarına saygı ve özgüven…” Ama gelin görün ki toplumun ölümüne yol açacak ahlaki çürümeden söz edenler, faturanın İslam dinine çıkacağı kaygısıyla ne sistemlerini ne de sistemin siyasi ayağını sorumlu olarak görüyor. Öyle ya İslam’ı ahlakla tamlayıp “ahlaklı dindar nesil” yetiştireceğim diye yola çıkıp her yıl bir öncekinin iki katı yatırımın ardından hala ortada “işte neslimiz bu” diyecek üretim yoksa yanlış yoldasın derler adama.

Eğitim, 16 yıldır doğrudan dincilerin yönetiminde. Başvurusu bu gün sona erecek olan 20 bin sözleşmeli öğretmenin yüzde 20’si (2 bin 18) her zamanki gibi yine din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmenlerine ayrıldı. Buna rağmen, hepi topu 158 öğretmeni olan sanat tarihi dersinde elde edilen başarı yakalanamıyor. Öyleyse sorun daha derinlerde demektir.

Ziya Selçuk’un eğitimi ahlak telakkisine (anlayışına) dayandırma ihtiyacı kaygılı islamcılara yönelik bir mesaja benziyor. Bakan bu söylemiyle, bir yandan mevcut dinsel pratiklere meşruiyet arıyor, öte yandan yenilerine zemin hazırlıyor. Bir kuşağı mahveden politikalar deneme üretimiymiş gibi sunulup eğitimde daha çok dinselleşmeden söz edilemez. Yanlış olan eğitimi dinle birlikte düşünmek, ahlakı dinsel bir kavram olarak ele almaktır.

Ahlak, verilen değil alınan derstir. Okula, camiye sınıfa topladığınız insanlar ağlamaklı sesinize, kafiyeli sözlerinize, peygamberimiz efendimizden misallerinize kulak asmaz. İnsanlar, özellikle çocuklar size bakar; ahlaktan söz edenin ahlak neresinde görmek ister. Parlamentoya oturma eylemine giden çevre eylemcisi İsveçli çocuk “Ama senin okula gitmen gerek” diyen yetişkinlere “ben sizin söylediğinizi yapmam, yaptığınızı yaparım!” demiş. İşte böyle… Çocuklar, gençler, yetişkinler 16 yıldır sahnede olan sizlere bakıyor. Siz onlarda aradığınız ahlakı bulamıyorsanız o sizde yok demektir.

Tekrar edeyim ve kafanıza sokun; ahlak bir bilenin, bir uzmanın verebileceği deneysel bilgilerin aktarıldığı derslerden değildir. Ahlak, başkalarından uyuması istenen, sonuçları mutlaka bir başkasına dokunan, evde, sokakta, okulda, camide, işyerinde, örgütte alınıp kişinin kendi uyarınca davranışa dönüştürdüğü derstir. Ahlakın müfredatı, belli bir mekânı, hocası olmaz. Olur diyen kendi ahlak anlayışını başkalarına dayatıyor demektir. 

Ahlak tartışmasının islamcılar arasında yapılıyor olması ayrı bir sorun. Sanırım haddinizi aşmayın demek gerekiyor onlara. Bu vesile olsun kaldığımız yerden devam edelim ahlak konusuna. “Ahlakın ahlaksızlastırılması” başlıklı 27.4.18 tarihli son yazının üstünden epey zaman geçmiş çünkü. Araya ilgisiz kalamayacağım bir başka konu girmezse önümüzdeki birkaç haftayı “eğitim, din ve ahlak” ana başlığı altında ahlak eğitimi, öğretmen ve ahlak, laik ahlak meselesine ayırmak istiyorum. Bunu giriş yazısı sayın.

(II)

Ahlak eğitimi
______________________________________________________________

İttihat ve Terakki’nin 1914’te ayrı bir ders olarak müfredata alıp okuttuğu ahlak, bugün din dersinin içinde dinin öğrenme alanlarından biri olarak ele alınıyor. ”Musahabat -ı Ahlakiye” (ahlak konuşmaları) dersi programı, değişikliğe uğramadan Cumhuriyet okullarının belli başlı derslerinden biri olarak yerini korudu. 1926’da yurt bilgisi, 1936’da ise yurttaşlık bilgisi dersinin konuları arasına sıkıştırıldı. Ahlak, 1974’te tekrar ayrı bir ders oldu. 1982’de ise dinin konusu olarak din dersi ile birleştirildi.

Ahlakın müfredattaki yerinin ve ağırlığının değişmesine neden olan siyasal değişimlerin yönünü ve Türkiye’nin çağdaşlaşma serüvenindeki gelgitlerini dersin içeriğine bakarak tayin etmek mümkün. Örneğin konuları “kanunlar, namus ve haysiyet, zamanın iyi değerlendirilmesi, iradenin terbiye edilmesi, vazife severlik, kanunlara itaat edilmesi, dinin önemi ve ahlak” olan 1914 programı, tam anlamıyla modernleşme çabasını yansıtır.

Ulus bilinci ve yurttaşlık görevlerini kavratmak olan yurt ve yurttaşlık bilgisi dersinin konularından birine indirgendiği dönemde ahlakın millileştirildiğine tanık oluyoruz. 1974’te ayrı bir ders olarak tekrar müfredata döndüğünde ahlakın amacı da değişmişti: “Töre ve geleneklerimiz ile milli hasletlerimize uygun ahlâk kurallarını öğrenmelerine yardımcı olmak, Türk toplumunun ahlâkî ve manevî değerlerini kazanmaları için gerekli ortamı hazırlamak” ahlakı dinselleştirmenin işaretiydi. Ahlakın dinle doğrudan ilişkilendirilip amacının “İslam’ın sakınılmasını istediği davranışlar, din ve güzel ahlak ile İslam dinine göre kötü alışkanlıklar” olarak belirlendiği tarih ise 1982’dir. Bu, aynı zamanda ulus devlet ve değerlerinin tartışmaya açıldığı, Türkiye’nin neoliberal politikalara yelken açtığı tarihtir.

Osmanlı devleti döneminde öğretim programına seküler bir kavram olarak giren ahlak, cumhuriyet döneminde önce millileştirildi, ardından dinselleştirildi! Oysa ahlak dinsel değil seküler kavramdır. Bunu dindarlar da bilir. Dindarların ahlak kavramını inandıkları dinle (Hıristiyan ahlakı, İslam ahlakı gibi) birlikte kullanmasının nedeni, ahlakî kuralların dinlerin aksine toplum tarafından belirlenip zamanla değişime uğramasındandır.

Ahlak başlığı altında bireye kazandırılmaya çalışılan insani nitelikler, eğitimin ortaya çıkmasının asıl nedeniydi. Her biri yaşadığı dönemde içinden çıktığı toplumu etkilemiş ve ‘nasıl bir insan’ sorusunun yanıtını hâlâ kendilerinde aradığımız Sokrates, Aristoteles, Buda, Konfüçyüs; daha sonra Kant, Rousseau, Voltaire ve diğerlerinin topluma kazandırmaya çalıştıkları ve tümüne birden ahlak dediğimiz öğretiler hızla modern eğitimin konusu olmaktan çıkıyor. 

Ne yazık ki ticaret, toplumsal iş bölümü, hiyerarşi ve bunun bir sonucu olan rekabet, “iyi” ile “kötü” ayrımını yapmamızı sağlayacak ahlakî ilkelerin devre dışı bırakılmasına neden oldu. Bu süreçte ahlakla birlikte anılan din ve dindarların insan üzerindeki gücünü piyasa lehine kullanması her şeyi ve herkesi kirletti.

Peki ahlakı bunların elinden, düştüğü bu durumdan kurtarabilir miyiz? Bence kurtarmak zorundayız. Çünkü hukuka (yasalara bile) uymayan siyasetçiyi, yargıcı, din adamını ve bilumum kamu görevlisini yargılayacak yegâne kural sadece ahlaktadır. Onlarla, onların koyduğu kanunlarla, onlara benzeyerek mücadele edilemez. Yasamaya, yargıya, yürütmeye müdahale edemeyen toplum, kendini üretebilmek için kendi yasasını, yani aslında örgütlenme ideolojisi olan ahlakını devreye sokmak durumundadır. Aksi halde toplum olma niteliğini yitirir.

(III)

Laik ahlak
______________________________________________________________

Ahlak, gerek ortaya çıkışı gerekse insan/toplum ilişkisini düzenleyen ilkeler bütünü olması bakımından zaten laik bir kavramdır. Öyleyse laik olana “laik” demek abes olmalı. Ama değil; Tanrı’ya karşı yükümlülüğe dönüştürülen insani ilkelere “din ahlakı” deniyorsa, kavramı dinlerin elinden kurtarmaya çalışanların “laik ahlak” demesi kaçınılmazdır. 
Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.

Öncülleri Spinoza ve Kant gibi ahlaki kuralların akla ve mantığa uygun ölçülebilir, denetlenebilir, yargılanabilir olması gerektiğini düşünen Durkheim, eğitimin diğer konuları gibi ahlakın da din karşısında rasyonelleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Haklı çıktı; çünkü bunu başaran toplumlar, din ahlakının etkisinden kurtulamayan toplumlar kadar derin ahlaki kriz yaşamıyor.

Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.

Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.

Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor. 

Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı. 

Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)

İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)

(IV)

Okul ve ahlak
______________________________________________________________

Eğitim profesyonelleştiği ölçüde bireyin insanlaşma gereksinimini ihmal eder. Eğitimin, bireyi ne ölçüde insanlaştırdığı testle ölçülmez; insanın toplumla kurduğu ilişkiye, kamusal alandaki davranışlarına bakılarak görülür.
Türkiye, yıllardan beri öğrencilerine Trafik Güvenliği, Sağlık Bilgisi, Medya Okuryazarlığı, Çevre Eğitimi gibi davranış dersleri verir. Buna rağmen halkımız trafik kurallarına uyamaz, iletişim araçlarını kullanamaz, basit sağlık önlemlerini alamaz, çevresini temiz tutamaz...

Eksikliği Adalet Bakanlığı tarafından da hissedilmiş ki önerisi Eğitim Bakanlığında kabul gördü ve bu öğretim yılında müfredata seçmeli Hukuk ve Adalet dersi eklendi! Hukukumuzu bilelim, adil olalım diye. Diğerleri gibi bu ders de davranışa dönüşmeyecek, çünkü müfredatlar öz disiplin sağlayacak ahlaki ruha sahip değil.

Her dersin, sonunda davranışa dönüşmesi beklenir: İster matematik ister fizik isterse spor olsun, derslerin kazandırdığı beceri ve davranışlar uygulamada ahlakın asgari ilkelerine uymayı gerektirir. Öyleyse eğitimi verilecek ilk ders laik ahlak olmalıdır. Ayrıca her bir dersin özel amaçlarının yanı sıra ahlaki amaçları belirlenmelidir. Öğrenci edindiği bilgiyi, kazandığı beceriyi ne için, kimin yararına kullanacağını baştan bilmelidir. Bilmeli ki bir yetişkin olduğunda bir zümrenin hakimi, savcısı, askeri, polisi, gazetecisi olmayıp toplumun vicdanı olsun. Kuşkusuz ahlak söz değil eylemdir. Onun için laik ahlakın eğitim müfredatına alınması yetmez; öğretmeniyle, yöneticisiyle her eğitim aktörü davranışıyla birer ahlak örneği olmak durumundadır.

Ahlak artık sokakta, iş yerinde, yolda, kentte, köyde kişinin kendi başına edinebileceği bir ilişkiler kuralı değil. Fakat okul, hem deneysel yöntemlerle hem aktarım yoluyla ahlakın ele alındığı, kurallarının oluşturduğu yer olarak hâlâ önemini korumaktadır.

Ahlak her zaman okulun ilk konusu oldu. Okul, sokağın başında, meydana çıkan yolun üstünde insana yol gösterdi. Ne yazık ki neoliberal islamcı işbirliği, okulun bu rolünü kamusal amaç gütmeyen bir kısmı sivil toplum örgütü görünümündeki cemaatlere, camilere, partilere, medyaya devrederek ahlaki ilkeleri disiplin olmaktan çıkardı.

Laik ahlak, toplumcudur; kişinin yaptığı işle başkalarının mutlu olmasını sağlar. Bireyin bu dünyadaki eylemlerini öteki dünyada elde edeceği ayrıcalıklara bağlayan din ahlakı ise bireycidir. Bu nedenle kişiden duygularını işine bulaştırmadan işini beklendiği gibi yapmasını isteyen profesyonelleşmeciler müfredatın ahlakını dinlerden alır. Bu bağlamda 2023 Vizyon Belgesi’nin dinselleşmeyle profesyonelleşmeyi birlikte düşünmesi bana şaşırtıcı gelmedi.
İslamcıların eğitimi getirdiği nokta ortada: Normal bir toplumda ahlaki disiplinin sağlayacağı düzen yasaklarla sağlanıyor. İnsanlar, eğitimini aldıkları konularda hayvanice dürtükleniyor: Yaşlılara yer vermeniz gerektiği konusunda dijital bir sesle uyarılıyor, fikrine katılmadığı insanlardan başlarını keserek kurtulmayı düşünen Erkan Tanlar çoğalıyorsa eğitimi laik ahlakla birlikte düşünmek zorunluluk haline gelmiş demektir.

Ekonomik krizleri, sistemin krize yol açan unsurlarını o da olmazsa sistemin kendisini değiştirerek aşabilirsiniz. Ancak ahlaki krizden ha deyince çıkamazsınız. Ahlak tasarrufla biriktirilmez, bir yerden satın alınmaz, borçlanma yoluyla temin edilmez. Bu durumda yapılacak iki şeyden biri, önce ahlakı bozan unsurları temizlemek; ikincisi eşzamanlı olarak felsefi temelleri olan laik ahlakı eğitimin meselesi yapmaktır.

(V)

“Ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vazife”
______________________________________________________________

Birkaç haftadır ahlak üzerine yazıyorum. Aslında, insanın hukuksuzluk karșısında sığınabileceği bir güvence arıyorum. Yasamanın ve yargının değiştiremeyeceği; yürütmenin ve güvenlik güçlerinin keyfince yorumlayamayacağı, sıkıştığımızda bizi koruyacak bir güvence…

Laik ahlakı yasadan daha güvenilir buluyorum. Çünkü yasa, insanın “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı” husumet beslemesinin önüne geçmez, biraz korkutur fakat genellikle olay anında veya sonrasında müdahale eder. Oysa laik ahlak önleyicidir, kişiyi içten denetleyerek saldırgan bir yaratığa dönüşmesinin önüne geçer.

Ahlak, kişide utanma duygusunun gelişmesini sağlar. Kişi ahlaksızsa aynı zamanda utanmazdır; utanmıyorsa ahlaksızdır. Böyle birinden insana, diğer canlılara, doğaya saygı gösterme, hukuka uyma bekleyemezsiniz. Ahlaksız, sıkıştığı anda dayanaksız iddiasını, kabullenilmeyen davranışını itiraz edilmesi suç sayılan bir otoriteye (genellikle Tanrı, tanrılaştırılmış bir kişi veya millet) dayandırır. Bu yolla ikna edemediği durumlarda şiddete başvurur. 

Tanık olanda bile utanmaya yol açacak ahlak dışı eylemlerin, tekil insan kusuru olmaktan çıkıp toplumda kabul gören davranışa dönüştüğü bir süreçteyiz. Çoğunluk dilinin kullanıldığı siyaset ve siyasetçiye bakarak ahlak dışılığın geldiği noktayı görebiliriz. Nezaketsizlik olmasın diye Ecevit’in yanında sigara içmeyen Devlet Bahçeli’nin beyaz çorabını yeniden ayağına geçirmesi kendisi kadar hitap ettiği kitlenin değişimiyle ilgilidir. Demem o ki siyaseti hukuka davet edecek halkın önce kendi hukukuna (laik ahlakın ilkelerine) uyması gerekir. 

Temeli aileye dayalı ahlakı kimi toplumlar dinselleștirmiș kimi milliyetçileștirmiș olsa da ahlakın ilkeleri evrenseldir. Bu nedenledir ki uygar toplumlar, kanundan önce başkalarının olumlu bulacağı ahlaki ilkeleri eğitimin konusu yapar.
Türkiye’de ahlak, eğitimin dert ettiği meselelerden değil. Oysa modernleşme çabası ile birlikte başlayan bir ahlak eğitimi geçmişi var bu ülkenin: Ahlak, ilk kez “ahlak risalesi ve ilm’i” adıyla Abdülaziz’in (1861-1876) eğitimi zorunlu kılan “Sıbyan Mekteplerinin lslahatına Dair Nizamname Layihası” ile sıbyan mekteplerinin ikinci sınıfında okutulmak üzere 1868’de ayrı bir ders oluyor. 

Sonraki padişah Abdülaziz’in eğitim işlerinden sorumlu nazırı (bakan) Saffet Paşa, davranış kalıplarının yer aldığı kitapçıktan (risale) okutulan ahlak dersi için ödüllü kitap yazma yarışması açıyor. Yüz sayfa kadar olması istenen kitapta yazarın yer vermek zorunda olduğu konular arasında yer alan “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vezfüfi” (hemcinsine, hayvanlara ve her türlü canlı varlığa) bugünün dinle ilişkilendirilen ahlakın konuları arasında değil. 

Bugün yasayı yapana, yapıp uygulayana enseni dönüp yürümekten korkuyorsak; kadın kocasının yanında güvende değilse, sizi ekrana kilitleyen fenomeninizi ertesi gün papağanını infaz ederken izliyorsanız nedeni 150 yıl önce insana ve hayvana karşı vazife olarak öğretilen ahlaki kaidelerin, bugün “günah olan davranışlar”dan sayılmasındandır.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Pahalı geliyorsa okumayın! - ÖZLEM YÜZAK

“Kardeşim kitabı, gazeteyi, dergiyi dijital ortamda okuyacaksan bana vergi vereceksin. Hadi pamuk eller cebe; kasam zaten boş, dolması lazım, ama öte yandan piyasa da durgun, canlandırmak için otomotivde, konutta beyaz eşyada, mobilyada ÖTV’leri düşürdüm. Kusura bakmayın önce kendi seçmenimi düşünmem lazım. Yok efendim zaten kâğıt fiyatları çok artmış da, gazeteler dergiler birer birer sayfa azaltıyor, kimileri maliyetleri düşürmek için çareyi elektronik ortama geçmekte buluyorlarmış da... Bizi ilgilendirmiyor efendim bunlar. Pahalı geliyorsa okumasınlar...” 


Geçen günlerde resmi gazetede yayımlanarak 1 Ocak’tan itibaren yürürlüğe gireceği açıklanan “elektronik ortamda satışa sunulan; e-gazete ve e-kitapta KDV yüzde 1’den yüzde 18’e, e-dergide KDV yüzde 8’den yüzde 18’e yükseltilmiştir” kararının en net açıklaması ve yorumu yukarıdaki şekilde. 

Vergi uzmanı Ozan Bingöl’ün sosyal medyadan duyurduğu gibi “Vergi politikaları; iktidarın tavrını, siyasi kimliğini, tarafını gösteren en net göstergelerden biri”. Onun için şaşırmayın... 

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında dünyada 86’ncı sırada, yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. TÜİK’e göre ise Türkiye’de kitap, ihtiyaç listesinin 235’inci sırasında yer alıyor. Dünyada kitap için kişi başına harcanan para ortalama 1.3 dolarken, Türkiye’de çeyrek dolar. 

Anlayacağınız iktidar-seçmen ilişkisi içinde kitaba gazeteye yer yok; hatta ne kadar az okunursa o kadar iyi... 

Beyinler daha kolay yıkanır...

Kooperatifçilik mi? O da ne? 
Bugün Dünya Kooperatifçilik Günü. Tabana dayalı eşitlikçi kalkınma modelinin en yaygın örneklerinden biri kooperatifler ve kooperatifçilik. İnsanlar tek başlarına yapamayacakları işleri “birlikten kuvvet doğar” sözünü dikkate alarak birlikte yapabilmenin yollarını aradılar ve neticede kooperatifler kurdular. Gelişmiş toplumların özellikle de Avrupa ülkelerinde ekonominin hâlâ en önemli itici gücü. Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkeler kooperatifçilik hareketini geliştirerek özellikle dar gelirlilerin yaşam düzeylerinin iyileştirilmesinde ve ülke ekonomilerinin kalkınmasında büyük yarar sağladılar ve sağlıyorlar. 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kooperatifçilik aynı gerekçelerle Türkiye için de kalkınmanın itici gücü oldu. 1935’te bizzat Atatürk’ün desteği ve himayesi ile çıkarılan 2834 ve 2836 sayılı Tarım Satış ve Tarım Kredi Kooperatifleri kanunları kırsal alanda kooperatiflerin gelişip yayılmasında öncü oldu. Hatta Atatürk, Silifke Taşucu’ndaki Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifi’nin kuruluşunu 36 üretici ile birlikte gerçekleştirdi ve 1 No’lu kurucu üye oldu. 

Gelelim bugüne. Kooperatiflerin pazar payı 
Hollanda’da yüzde 83, 
Finlandiya’da yüzde 79, 
İtalya’da yüzde 55, 
Fransa’da ise yüzde 50 
Türkiye’de ise yalnızca yüzde 2. 
Neden mi? Yıllar içinde bilerek çökertildi, siyasi arpalık haline getirildi, kapatıldı.
 
1995yılında İngiltere’nin Manchester kentinde 7 ilke, kooperatifçiliğin evrensel ilkeleri olarak bütün ülkelerce kabul edildi. 
Bu maddeler: 
1- Gönüllü ve Açık Ortaklık (Serbest Giriş), 
2- Demokratik Ortak Kontrolü, 
3- Ortağın Ekonomik Katılımı, 
4- Özerklik ve Bağımsızlık, 
5- Eğitim Öğretim ve Bilgi, 
6- Kooperatifler Arasında İşbirliği, 
7- Toplumsal Sorumluluk. 
Bu ilkeleri hakkıyla yerine getiren kooperatifler büyüdü, üyelerini de zenginleştirdi. Hatta içlerinden bazıları dünyada önde gelen markalar haline geldi. Örneğin Migros, Groupama, Raiffeisen, Rabobank, Eureko... 

2013 yılında bir yazımda İspanya’daki Mondragon Kooperatifleri’ni yazmıştım. Yeniden gündeme getireyim: Her çalışanın ortak olduğu, ömür boyu istihdam garantisi, tüm kayıt ve raporlara eksiksiz erişim, tüm kararlarda eşit ve tek oy, yıllık kârdan eşit pay, sağlık ve emeklilik hakları, yanına bir de ekip biçebileceği küçük bir toprak parçası veren bir kooperatif. 

İspanya’nın Bask bölgesinde Mondragon isimli kasabada 1956 yılında küçük bir soba üretim atölyesi ve 24 işçinin katılımı ile başlar süreç. 2 yıl sonra sayı 158’e yükselir. 1959’a önce kendi bankası olan Caja Laboral Popular’ı, sonra da 1969’da hükümetin kooperatifleri sağlık sigortası kapsamı dışında bırakması ile kendi sağlık sigortası kooperatifi Lagun Aro’yu kurarlar. 1982’ye gelindiğinde, Mondragon, 20 bin çalışan- ortak, 85 sınai, 6 tarımsal, 3 hizmet kooperatifi, 45 kooperatif teknik okulu, bir banka, bir araştırma merkezi, bir politeknik, 14 yapı kooperatifinden oluşur hale gelmiştir. 

Günümüzde ise Mondragon Kooperatifleri’ne bağlı şirketlerde 85 bin işçi çalışıyor. Yıl sonunda elde edilen kârın yüzde 45’i Ar-Ge, yeni iş yaratma ve ilgili yatırım rezervleri olarak saklanırken, yüzde 45’i de işçi-üyelerin hesaplarına dağıtılıyor. Yüzde 10 oranında bir fon ise Mondragon’un idare ettiği sağlık, eğitim, konut ve diğer toplumsal faydaya ayrılıyor. 

Tüm bunları neden bir daha anlatıyorum? 
Çünkü bir yandan çökme noktasına gelen bir tarım ve hayvancılık sektörümüz var, öte yandan tarım ürünlerinin nihai tüketiciye son derece pahalı ulaştığı gerçeği... Eğer tarımda doğru kooperatifleşme sağlanırsa bundan hem üretici hem tüketici kazanır. 

Özlem Yüzak / CUMHURİYET