27 Aralık 2018 Perşembe

Hulusi Bey, Karargâh’ta o tetikçiyle ne görüştünüz - Barış Terkoğlu

“Aranızda kafasında silah varken hayır diyebilecek kaç kişi var? Hanginiz bunu yapabilir?”
Böyle bağırıyordu Meclis’te Hulusi Akar.
Belki de doğru söylüyor. “Hayır” diyebilecek az kişi vardır. Ama nihayetinde Akar “herhangi biri” değil. “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” diyen bir başkumandanın ordusunun genelkurmay başkanı. FETÖ’ye teslim olmamak için “belki benim ölümüm başkalarının aydınlığa çıkışına ışık olur” diyerek kendi tetiğini çeken Ali Tatar’ın ordusunun başında. “Hakkınızı helal edin” diyerek 15 Temmuz’da ölüme yürüyen şehit Halisdemir’in ordusunu yönetiyor. Mustafa Kemal “öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor” diye anlatıyor Çanakkale’de şehadet emri verdiği o orduyu.

“Haksızlık mı ediyorum” diye düşünürken Balyoz’la tasfiye edilen Ahmet Yavuz’un yorumuna rastladım: “Bir asker kafasına tabanca dayansa da direnir ve vazifesini hatırlayarak, hayır demekle kalmaz, tabancayı dayayana yumruğu çakar ve gerekirse ölür!”

General J.F.C. Fuller de benzer düşünüyordu: “Askerlik mesleği insanları, doğalarında var olan korku ve yetersizlikleri bertaraf etmek için örgütler.” 

General Clausewitz’in “tüm savaşlar insan zayıflığını önkabul olarak alır ve bu zayıflığı hedefler” sözlerini hatırlarsak, 15 Temmuz’da FETÖ’cüler Karargâh’tan Akıncı Üssü’ne yürüyerek giden Hulusi Akar’ın zayıflığını mı hedefledi?

Fethullah’ın ikna memuru 
Mercan Tutuklanmamızdan önceydi. OdaTV ofisini FETÖ’nün önde gelen “gazeteci”lerinden Faruk Mercan arıyordu. Soner Yalçın’la konuştu. Oradaydım belgeselini Fethullahçıların kanalında yapmayı öneriyordu. Şaşırmıştım. İlk ve son değildi. Protokolde Erdoğan’a yakın bir yerde oturtmayı vaat ederek Türkçe Olimpiyatları’na da çağırmıştı. Yalçın’ın tümünü reddetmesinin ardından 2011 yılının şubat ayında Silivri’ye atıldık. Faruk Mercan, bu kez televizyonlarda OdaTV’nin “Ergenekoncu” olduğunu anlatmakla görevlendirilmişti. Yalçın, Samizdat kitabında “Cemaat bana son bir şans daha mı vermek istemişti acaba” diyerek bu tuhaf durumu anlattı. Sanki “köprüden önceki son çıkış”tı. 

Tesadüf değil. ABD’de FETÖ tedrisatından geçenlerden olan Faruk Mercan, sadece “gazeteci” değildi. Düşünün, 2002 yılında örgütü raporlayan polis müdürü Adil Serdar Saçan, ondan şöyle bahsedecekti: “Bu örgütün emniyet içerisindeki uzantıları ile yine bu şahıslarla irtibatlı olan Zaman Gazetesi İstanbul Haber İstihbarat Müdürü Faruk Mercan...” 

2012’de karşımıza yalnız FETÖ medyasının yöneticisi değil, Fethullahçıların operasyonlarını önceden haber veren Kollama dizisinin “konsept danışmanı” olarak çıkıyordu. 

Gelelim konumuza...
Faruk Mercan, 15 Temmuz’dan hem önce hem sonra Akar’la bağlantılı tuhaflıklarla önümüze düştü.
“Erken firar ederek” hapse girmekten kurtulan Mercan, darbeden 11 ay önce Akar’ın Genelkurmay Başkanı olduğu gün şunları yazdı:
“Bir irade Orgeneral Hulusi Akar’ın önünü kesmek için her şeyi yaptı. Silahlı Kuvvetler, Orgeneral Akar’ı yedirmedi. Tarihi bir sürece girdik.
Hulusi Akar, NATO’da itibarı yüksek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugünkü birikimini temsil eden bir Komutan. Çok zor bir görev üstleniyor.” 

“Neden bayram ediyor” diye düşünürken, bu kez darbeden 3 hafta önce karşımıza çıktı. Seslendiği kişi tabii Akar’dı. “Darbe senaryoları, saraydaki zatı hayli korkutuyor” diyen Mercan, “askeri müdahale senaryolarının yoğunlaşması üzerine saraydaki zat, Genelkurmay Başkanı üzerinden TSK’ya tuzaklar kurmaya başladı” ifadelerini kullandı. Mercan, Akar’a Erdoğan karşıtı çizgide kalması tavsiyelerinde bulunuyordu.
Sorsanız FETÖ’nün darbeden haberi yok! Ama adıyla sanıyla “darbe” lafını kullanıp, Genelkurmay Başkanı’nı “ikna etmeye” çalışıyorlar. 

Peki bunu neden Faruk Mercan yapıyor? 

Sırrı, şu satırlarında: “Hulusi Akar, Ergenekon mücadelesinin bir ürünüdür. Bunu Ankara Temsilcisi olarak kendisiyle Karargâh’ta yaptığım iki görüşmeden biliyorum.”
TSK’ye kurulan kumpasları, Erdoğan’a yapılan darbeyi destekleyen biri için “nasıl Karargâh’ta kabul edilir” diyebilirsiniz. “Ne konuşmuşlar” diye sorabilirsiniz.
Ben de merak ediyorum...

Karargâh’ta ne görüştüler
Aslında Mercan, FETÖ medyasında yanıtını vermiş. 2012 yılı mart ayında eski Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’den randevu istemesi üzerine bir süre sonra aranarak çağrıldığını, Akar’la görüştürüldüğünü anlatıyor. Sonra bir kez daha Karargâh’ta Akar’la buluştuklarını söylüyor. 

Kuşkusuz, yalan söylüyordur! Akar ona “Balyoz olmadı mı? Olduğunu herkes biliyor” dememiştir! Mercan’a “dik durun, çekineceğiniz hiçbir şey yok” dediği iftiradır! Necdet Özel’in bunaldığını söyleyip “her gün kendisine bir saat terapi yapıyorum” ifadelerini kullanmamıştır! Mehmet Dişli’yi “Şaban Dişli’nin kardeşi olduğu için general olmadı, başarılı olduğu için general oldu” diye tanıttığı uydurmadır! 

Darbe hazırlığının da “ikna süreci”nin de 15 Temmuz’dan önceye dayandığı açık. Faruk Mercan’ın darbeden önce “darbe” diyerek Akar’ı ikna etmeye çalıştığı da görülüyor. 

Bildiğim bazı AKP’liler de böyle düşünüyor. FETÖ’ye kumpaslar konusunda umut verdiğini mağdur askerler de anılarında yazıyor. 

Çiçeği burnunda Savunma Bakanı’na sormak gerekmez mi:
“Hulusi Bey, FETÖ tetikçisiyle Karargâh’ta ne görüştünüz?”

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Uçakta sanat, sarayında bilim olmaz! - Dinçer Demirkent / duvaR.

Mevcut koşullarda Erdoğan’ın imkansız aşkı olan kültürel hegemonyanın elde edilmesini düşünmesi bile gülünç. Çünkü sanat da bilim de yüksek etik ilkeler gerektirir. İhale açıp insanları ödüllendirerek, onların gözünü korkutup yönlendirerek elde edebileceğiniz bir alan değildir her ikisi de, tanımları gereği değildir.


Bazı kavramlar, kurumlar ve ilkeler üzerinde açıklamaya gerek olmayacak kadar basittir. Güç sahibi birini, kendinizi ona çok yakın hissetseniz dahi arkanıza alarak sanatçı olamazsınız, yaratamazsınız. Çünkü yaratıcılık doğası gereği, yani tanımı gereği özgürce düşünebilmeyi ön gerektirir. Herkesin baktığı şeyin ötesinde görebilmenin, herkesin duyduğunun ötesinde duyabilmenin ve tabii söyleyebilmenin koşulu budur. Söylediğinizde başınıza bir şey gelme olasılığı yüksekse, beteri uçakta başka şeyler söylediğinizde ödüllendiriliyorsanız, hele bu ödül bol para getirecek ticari bir “bağlama” işi ise geçmiş olsun.
Bilim, başta dönemin bilimsel otoriteleri olmak üzere, hakim siyasi, ahlaki ve düşünsel iklimden olabildiğince korunarak gelişebilir. Modern üniversite kuruluşunda olabildiği kadar devletten ve sermayeden özerk bir kurumsallık içinde düşünülmüştür, bunun için de anayasal güvenceler getirilmiştir. Çünkü tanım gereği ancak bu doğrultuda gelişebilir. Eğer bir üniversitede Sarı Yelekliler üzerine uzmanların vereceği konferansı valilik emriyle yasaklayabiliyorsanız, bunu ODTÜ, Mülkiye gibi yerlerde yapabiliyorsanız, geçmiş olsun. Orada bilim diye bir şeyden bahsedemezsiniz.
BİLİME VE SANATA DÜŞMAN
Türkiye’de bilim ve sanat kurumlarının tasfiyesini kişilerin üzerinden düşünmemeliyiz. Tasfiye edilen bilim ve sanatın icra edilme ortamıdır, onun imkansız kılınmasıdır. Tabii tek başına kurumlar haline gelmiş kişilerin özellikle önemli olduğunu da akıldan çıkarmadan söylemek gerekir bunu. Örneğin Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, bir bilim insanı olarak sorumluluğunu bir kurum olarak taşımaktadır adeta. Bir adli tıpçı olarak, görülmeyeni, yapılmayanı hakikati ortaya çıkarma işinde bilim insanlığı ile hak savunuculuğunun, hakikat savunuculuğunun nasıl bir araya geldiğinin bedeni olmuştur. İki buçuk yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Prof. Dr. Gençay Gürsoy, üniversite mücadelesi vermiştir, halkının yanında bir hekimdir, Türk Tabipleri Birliği’nin Merkez Konsey Başkanlığı yapmıştır. İki yıl üç ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Türk Tabipleri Birliği’nin bir önceki merkez konsey üyeleri bugün “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri için bugün o hakimlerin karşısına çıkacaklar.
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen hakkında açılan soruşturma, yargının çalışma hızı konusunda göz yaşartıcıydı. Türkiye’nin yeni anayasasının yerini bulduğunu gösterecek biçimde, ol! deyince oldu. Benzer bir süreci Barış İçin Akademisyenler de yaşamıştır, hep yaşıyoruz. Cemaatin yarattığı yargılama usullerinin, hukuk uygulamalarının nasıl daha kullanışlı hale getirildiğini hep birlikte izliyoruz. Metin Akpınar, basitçe demokratik kanallarla iktidarı değiştirme olanaklarının ortadan kaldırıldığı bir siyasal atmosferin, o atmosferi yaratan siyasal lider dahil bir toplumu uçuruma sürükleyeceğini anlattı. Ardından ne kadar haklı olduğunu gösterecek biçimde hakkında soruşturma açıldı. Türkiye’de demokratik kanalların kapalı olduğu konuşmasından birkaç saat sonra bizzat uygulama ile kanıtlanmıştır.
KORKU VE HINÇ
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, korkuyu besliyor. En başta kendi içine düştüğü korkuyu. Haksızlığa uğrama duygusunu ve hıncı körükleyerek büyüttüğü düşmanlıklar aracılığıyla ve hıncı muhaliflerine yönlendirme başarısıyla koruduğu iktidarını ülkenin çıkarı olarak sunma kapasitesini yitirdikçe korku kendini sarmış durumda. Sarayları, gemileri, uçakları, ihaleleri, anayasa ihlalini, her yeri dolaşan köprü, otoyol ve gökdelenleri saran bu korku taşınamaz ve yönlendirilemez hale geldikçe iktidarın içinde büyüyor. Büyüdükçe kendisinden korkmayan herkese artık yönlendiremediği hınç ile davranıyor, haksızlığa uğramışlık duygusunun dönüştüğü kibir ile birlikte.
Bu koşullarda Erdoğan’ın imkansız aşkı olan kültürel hegemonyanın elde edilmesini düşünmesi bile gülünç. Çünkü sanat da bilim de yüksek etik ilkeler gerektirir. İhale açıp insanları ödüllendirerek, onların gözünü korkutup yönlendirerek elde edebileceğiniz bir alan değildir her ikisi de, tanımları gereği değildir. Dolayısıyla bu koşullarda Misvak karikatürleri ve Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak uyarlamalarından başka bir şey bulamayacaklar. Sanata ve bilime dönük hıncın ve düşmanca tutumun nedeni tam da bu işte. Hâlâ Metin Akpınar’ı seviyor insanlar, Ahmet Telli okuyor, Gençay Gürsoy’un, Şebnem Korur Fincancı’nın yanında duruyor. Bu haksızlığa uğramışlık yaratıyor, hınç ve kibir yaratıyor; korkuyla bezeniyor sonrasında hepsi, büyüyen ve artık yönetilemeyen bir korkuyla…
Dinçer Demirkent / Gazete duvaR.

26 Aralık 2018 Çarşamba

Papa ve açgöz insan(ANALİZ) - Tevfik Taş

Vatikan Devlet Başkanı ve Katolik Kilisesi şefi Papa Francis, bugün Noel konuşmasında 'tüketim ve bencillik' eleştirisi yaptı. Zamanında iliklerine dek sömürülen emekçilere 'sabredin cennet var' nakaratını tekrarlamanın belli bir sınırdan sonra işe yaramadığını sezen kilisenin yaptığından farklı bir şey yapmıyor bugün Papa Francis. Biz ise Engels'in yanıtını yineleyelim: 'Ne mutlu o yoksullara ki öteki dünya onlarındır. Er ya da geç bu dünya da onların olacaktır!'


Vatikan Devlet Başkanı ve Katolik Kilisesi şefi Papa Francis, bugün Roma'nın Petersdom Meydanı'nda geleneksel ''Urbi et orbi'' (şehir ve yerküre) konuşmasını yaparak, tüketim ve bencillik eleştirisi yaptı.

''İnsan açgözlü ve doyumsuz hale geldi'' diye konuşan Papa Francis, ''Noel'de kendimize sormamız gereken soru şudur: Ekmeğimizi olmayan ile paylaşacak mıyız?'' diye sözlerini bitirdi.

Ekmeği olmayanın niçin ekmeğinin olmadığını sormak aklına gelmedi nedense Papa'nın. "Fazla olan, kırıntısını versin" yakarışında bulunmakla yetindi mesleği gereği.

                                        ***

Kapitalizmin dünyayı yaşanmaz hale getirmesi oranında kilise de üzerine düşen misyona uygun açıklamalar yapıyor. Altta kalanın canının çıktığı kapitalizme kiliseden gelen ilk eleştiri değil Papa Francis'in açıklamaları.

''Toplumsal enzylikaların anası'' olarak kabul edilen Rerum Novarum (1891) dönemin Papa'sı XIII. Leo tarafından açıklanmıştı. Katolik Kilisesi'nin ''Magna Cartası'' olarak tanımlanan Rerum Novarum, düzenin bekası için düzenin "insanileştirilmesi" talebini dile getiren bir genelgeydi. Kilise, iliklerine dek sömürülen emekçilere "sabredin, cennet var" nakaratını tekrarlamanın belli bir sınırdan sonra işe yaramadığını sezip, yerleşik düzenin has bir kurumu olarak üzerine düşen görevi bir de ''toplumsal genelge'' yayımlayarak hayata geçirmişti.

Bu genelgeden dolayı Papa XIII. Leo'nun lakabı ''İşçi Papa''ya çıkmış, Katolik Kilisesi cemaat erimesinin önüne geçerek, olası isyan potansiyellerinin üzerine dinsel katkılı kibrit suyu dökmek suretiyle yerleşik düzenin temellerine katkı yapmıştı.

Bugün Papa Francis'in yaptığı da bundan farklı bir şey değil.
İnsanı açgözlü ve doyumsuz yapan şey sömürü düzeninin ta kendisi değil mi? "Ya sömüreceksin ya da sömürülecek" kuralı üzerine hareket eden kapitalizm değil mi bütün kötülüklerin kaynağı? Papa bunu asla kabul etmez elbette. "Tahammül edin ey emekçiler, cennet var" vaazlarının etkisinin azalması oranında bu türden sözde radikal çıkışların ehemmiyeti yok.

Tüketime karşı çıkan Papalığın binlerce şirketi var ve tüketim kışkırtılmadan ayakta durmaları imkansız. Yalnız Almanya özelinde iki kilisenin (Katolik ve Protestan) yaklaşık bir milyon dört yüz bin çalışanı var. Kiliseler Almanya'nın en büyük emlakçısı. Hastane işletmecisi. Hıristiyanlıkla ilgili milyarlık hediye endüstrisinin üretildiği pek çok işletmenin patronu kiliselerdir. Ortadan dönen rakamlar milyarlarca avro ile hesaplanmaktadır.

Noel dönemi, savlandığı gibi insanların alçakgönüllü bir zaman aralığı değil, tüketimin tavan yaptığı bir sezondur.

Almanya'da Noel pazarı için satılan çam ağaçlarının yekunu 30 milyon civarındadır. Noel döneminde tüketilmesi için kesilen "kutsi" kazların sayısı yalnızca Aralık ayında 10 milyondan fazladır. Ülkede elektrik kullanımı Aralık ayı içinde zirve noktaya ulaşır. Noel sezonunun toplam cirosu 90 milyar avro civarındadır.

Dindışı olan insanlar da Noel kutlamalarına katılıyorlar. Kiliseye gitmeseler de Noel Ağacı satın alıp, süslüyorlar. Hediye alışverişi, özel çekilişler, eğlence partileri...

Kapitalizm piyasa diktatörlüğü aracılığıyla talep yaratabiliyor. Satın almanın ve tüketmenin gelenekle buluşturulduğu bu günler, aklın tatile çıkarıldığı zamanlardır aynı zamanda. Aklın başa gelmesi için, sermayenin baştan indirilmesi gerekiyor.

                                      ***
Bir yanda, bin yıllık dinsel dogmaları gelenek adına halklarımıza yedirmeye devam ederlerken, diğer yanda, ''insan açgözlü ve doyumsuzlaştı'' diye çiğnene çiğnene pespaye olmuş sakızları yeni ve radikal bir lafmış gibi dolaşıma sokmayı sürdürüyorlar.

Madem onlar emekçileri uyutma beşiğini sallamayı sürdürerek, bildik teraneleri yineliyorlar, biz de Engels'in yanıtını yineleyelim: ''Ne mutlu o yoksullara ki öteki dünya onlarındır. Er ya da geç bu dünya da onların olacaktır!''.

Tevfik Taş / SOL

Bazı şeyler unutulmaz - AYDEMİR GÜLER

Beyaz Saray web sitesinde açılan kampanyada yüz bin imza hedefleniyormuş. Herhalde, zaten İngilizce bir metne imza atacakların Türkiyeli olması gerekmiyor. 

Ayrıca ABD askerini kurtarıcı olarak gören bir içeriğin sol olarak kabul edilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla olayı üstümüze alınmamamız için en az iki gerekçeyi yazdım bile. 

Dünyada ABD’yi kurtarıcı sayanlar yüz binin çok üstünde bir havuz oluşturuyor olmalı. Bu havuzdan kaç imza çıkarsa sonuç bizdeki Amerikan muhipleri için tatminkâr sayılır, onu da meraklısına bırakayım.


Meselenin bize bulaştırılmasının sorumlusu kendini ne zannettiğini anlamadığım azılı bir sol düşmanının yakın zamana kadar sosyalist bir gazetede, Evrensel’de yazıyor olmasından kaynaklanıyor. Bu şahsın bir şeye bulaşması, solu da beraberinde bulaştırması olarak yorumlanıyor ve algılanıyor. 

Var böyle tipler. Örneğin Ufuk Uras’ın ne alakası var ki solla? Eskiden bir sol partinin, ÖDP’nin sözcülüğünü yapmış, hatta gençliğinde Marksizmden etkilenmiş olabilir. Neredeyse yirmi yıl geçmiş, ama ne zaman ağzını açsa, “solculuk bu mu, değil mi” diye bir ilgi gıdıklanıyor Ufuk Uras üstünden. Veya Nabi Yağcı… Eski TBKP genel sekreterinin, neye bulaşırsa bulaşsın, solu etkilemesi için bir neden çok zamandır kalmadı. Şaka değil, öncesinde sosyal demokrattan fazlası var mıydı, oralara girmeyelim, ama en az 1990’ların başlarından beri adam solcu falan değil. Murat Belge, Ömer Laçiner… Birikimcilik neydi diye tartışmaya gerek yok, bunlar arada basbayağı AKP’ci oldular…

Şimdi örneğin bu saydığım isimler ve benzerleri kalkıp sol bir gazetede köşe yazmış Fehim Işık’ın kampanyasına imza koysalar, Türkiye’de solculuk Amerikancılıkla karışmış mı olacak? Solculuk bir Amerikancının oraya buraya çekiştireceği oyun hamuru mudur!

Tartışmayalım demiyorum. Tam tersine, emperyalizme korunma dilekçesi verenlerin ipliğini pazara çıkaralım. 

Ama rahat olalım. Bu coğrafyada antiemperyalizmi ırkçılıkla yan yana koymak, Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizmin “özgürlük ve demokrasi ihracı” yolundaki ideolojisinin öteki yüzüdür. Bu saçmalığı “insan hakları savunucusu” Eren Keskin değil, solu temsiliyeti çok daha inandırıcı biri de ortaya atsa, solculuğa halel gelmez. 

Türkiye’de sol birden fazla kere tasfiye edilmeye uğraşılmıştır ve bu uğraşlar belli ölçülerde başarıya da ulaşmış olabilir. Örneğin devrimciler karalanabilmiş, dış mihrak veya din düşmanlığı gibi bildik tezler kamuoyunun aklını çelebilmiştir. Ama solun kimlik kartını silip yeniden yazmak fanteziden öteye geçememiştir. 

Türkiye’de sol modernleşmenin, aydınlanmanın çocuğudur ve bunu unutturup yakasına halk diye rozet takılan cemaatlerden başlatılan bir soy ağacı çizilememiştir. İlk günlerden beri işçi sınıfının bizde mevcut olmadığı, daha sonralarıysa işçi sınıfının çok değiştiği anlatılmış, sınıfsız bir sol türetilmek istenmiş, tutmamıştır. 

Sol bağımsızlıkçıdır ve Kurtuluş Savaşını bir iç savaşa indirgeyip keşke olmasaydı diye yaklaşmak, emperyalist sever dinciler ve liberallere ait bir tez olarak sadece çöptür. Solun aydınlanmacılığını ve bağımsızlıkçılığını milliyetçiliğe bağlamak da denenmiştir. Ara sıra etkili olsalar da, sonunda hep duvara toslamışlardır.

Bizim bir duvarımız vardır ve solun kimlik kartını karalama defteri sananlar hep o duvara çarparlar. Saydıklarım bizim ülkemizde solculuğun karakteristik özellikleridir. Bizden öncekilerin mücadele ederek kazandırdığı bu özellikler nesneldir. Kapitalizmin gelişmesiyle dağılan, işgal edilen, kadim halkları birbirine düşürülen ama bu kuşatmanın aşıldığı bir ülkede, işçi sınıfının kurtuluş programının zemini tarihsel bir nesnelliğe oturur. Ne mutlu ki, bizde bu tarihselliğe ve nesnelliğe oturan devrimci mücadele, en ağır darbeleri aldıktan sonra bile sahipsiz kalmamış, düştüğü yerden çıkartılmıştır. 

Yüz bin değil yüz milyon imza da toplasalar, bir değil bin solcu eskisini de bir araya getirseler, emperyalist yandaşlığını solculuk diye yutturamazlar. Bazı şeyleri unutturamazlar. 6.Filoyu, CIA beslemesi darbecileri, AB’ci ve özelleştirmeci dincileri ve solun bunların karşısına dikilmek olduğunu kimse unutturamaz. 
Kürtlere de unutturamazlar. Kürt emekçilerinin nesnelliği ve tarihselliği, yaşadıkları acıların, gericiliğe ve emperyalizme bağlanan bir köprünün inşasında kullanılmasına izin vermez. Solculuğun kimlik kartı anadilimize göre değişmiyor çünkü. 

Toslayacakları duvar, ortak duvarımız batıdan doğuya bütün ülkeyi kapsıyor.

Aydemir Güler / SOL

TKP'den açıklama: Asgari ücret, azami mücadele - SOL

Asgari ücrete ilişkin açıklama yapan Türkiye Komünist Partisi, '2019 yılı için belirlenen asgari ücret işçi sınıfının 2019 yılı hedefini tersinden belirlemiştir. 2019’da tek çıkış yolumuz vardır: Azami mücadele!' diyerek mücadele çağrısında bulundu.


Türkiye Komünist Partisi'nden asgari ücrete ilişkin açıklama geldi. "Asgari ücretin belirlendiği süreç de, rakamsal analizi de ülkemizdeki sömürü düzeni hakkında çok şey anlatmaktadır" denilen açıklamada, "Sattıkları mallara bir nefeste yüzde 50 zam yapan patronların, yüzde 26 ücret artışından kazançlı çıktıkları açıktır" ifadesine yer verildi.
"2019’da tek çıkış yolumuz vardır: Azami mücadele" sözleriyle mücadele çağrısı yapılan açıklamanın tamamı şöyle:
Asgari ücret: Azami mücadele
2019 yılı için asgari ücret açıklandı. Brüt asgari ücret 2029,5 liradan 2558 liraya çıktı. Bu miktar çocuksuz bekar bir işçi için 2020 lira net ücrete denk düşüyor.
Asgari ücretin belirlendiği süreç de, rakamsal analizi de ülkemizdeki sömürü düzeni hakkında çok şey anlatmaktadır.
1. Türkiye’de asgari ücret zaten asgari ücret değildir. Devletin, denetleme ve yargı kurumlarının gözü önünde sürmekte olan kayıt dışı çalışmaya bir de AKP’li yıllarda yapılan mevzuat ve yasa düzenlemeleri eklenmiş, asgari ücretin altında ücretlerle ve kayıt dışı olarak işçi çalıştırmasına göz yumulan patronlar iyice şımartılmıştır. Asgari ücret konusu kamuoyunda gündem olurken işçi sınıfı temsilcilerinin hatırlatması ve gündemde tutması gereken bir çarpıklık buradadır.
2. Asgari ücret, iktidarın kontrolünde olan TÜİK gibi bir kurumun belirlediği geçinme endeksinin bile altında oluşmuştur. Asgari ücret, insanca yaşamanın değil geçinmenin bile olanaksız olduğu bir seviyede belirlenmiştir.
3. Asgari ücretteki artış yüzde 26 seviyesindedir. Geçtiğimiz aylarda market raflarındaki temel ihtiyaç ürünlerine bir kerede yapılan zamların oranı bile bunun çok üstündedir.
Sattıkları mallara bir nefeste yüzde 50 zam yapan patronların, yüzde 26 ücret artışından kazançlı çıktıkları açıktır.
4. Asgari ücretteki artış aynı zamanda genel ücret artışları için bir psikolojik sınır olarak görülmektedir. Büyük patronların asıl derdi de budur. Belirlenen asgari ücret seviyesi, hem düşük ücretli işçiye “aç kal” demekte, hem de daha yüksek ücret seviyelerinde çalışanlara “işler büyürken patron kazanacak, sizse gerileyeceksiniz” demektedir.
5. Asgari ücretin belirlendiği süreç “işçi ve patron taraflarının birlikte temsil edildiği” bir teknik komisyonun çalışması olarak sunulmuştur. Oysa, patronlarla işçilerin çıkarlarının karşı karşıya geldiği bir süreç hiçbir biçimde bir “teknik çalışma” değildir. Komisyonda yer alan Türk-İş’in “işçi tarafı”nı temsil ettiği, 2019 ücretinin açıklandığı toplantıda da tekrarlanan “tüm toplumun yararı” iddiaları, patronların ve onların emrindeki hükümetin bıkkınlık veren yalanlarından biridir.
6. Geride bıraktığımız bir aylık dönem, asgari ücret tartışmaları üzerinden işçilerin gözünün korkutulduğu, patronların açıktan şantajla işçileri kölelik koşullarına alıştırmaya çalıştığı bir dönem olmuştur.
“Asgari ücret yüksek olursa, kayıtdışı çalışma artar” cümlesini sarfedenlerin yaptığı utanmazlıktır.
“Asgari ücret yüksek olursa, sermayedarlar fabrikalarını kapatıp başka ülkelere taşırlar” cümlesi, “hepimiz aynı gemideyiz” yalanının teşhirinden başka bir anlam taşımamaktadır.
Görünen odur ki, bir kez daha açıklanan sömürü endeksi fazla bir tartışma yaratmadan uygulamaya konulacaktır. Sendikaların asgari ücreti dişediş bir mücadele konusu yapacak ne gücü ne de niyeti vardır. Asgari ücret tesbitinde etkin olan devlet siyaseti katında işçi sınıfının hiçbir biçimde temsil edilmediği de açıktır.
Öte yandan patronlara şunu söyleyeceğiz: Bu duruma bakıp köpeksiz köyde değneksiz gezeceğinizi zannetmeyin.
İşçi kardeşlerimize ise şöyle sesleneceğiz: Komisyonları, bakanlıkları, meclisleri, sarayları işçinin kararlı mücadelesi karşısında hükümsüzdür.
2019 yılı için belirlenen asgari ücret işçi sınıfının 2019 yılı hedefini tersinden belirlemiştir.

2019’da tek çıkış yolumuz vardır: Azami mücadele!

Türkiye Komünist Partisi 
Genel Merkez

Ekonomi 2019’da feraha çıkabilir mi? - HAYRİ KOZANOĞLU

Başından beri, 2018’de patlak veren ekonomik sarsıntıdan Türkiye ekonomisinin kolayca sıyrılamayacağını, uzun ve acılı bir süreç yaşanacağını düşünüyorum.

Ekonomik göstergeler giderek bozulurken, uygulanan ekonomik model kısa süreli nefes alma olanakları tanıyor. İç talebin zayıflaması ve TL’nin değer kaybının rekabet gücünü artırması ihracata ivme kazandırıyor. Aynı nedenler turizm sektörüne fiyat kırma olanağı tanıyor, yabancılar açısından TL ile alışverişi ucuzlatıyor. Konut satışlarının durması, fiyatlardaki düşüş eğilimi yabancıların alımlarına hız kazandırıyor.
2001 ve 2008 – 2009 krizlerinden farklı olarak döviz borçlarının vadelerinin göreceli uzun olması anapara ve faiz ödemelerindeki sıkıntıların zamana yayılması fırsatını tanıyor. Merkez Bankası’nın Kasım 2018 Finansal İstikrar Raporu’na göre şirketlerin yurtdışı döviz borçlarının yüzde 34’ü, yurtiçi döviz borçlarının %59’u 5 yıl ve üzeri vadeye sahip…
Ayrıca Türkiye’den en fazla alacaklı, en yüksek miktarda doğrudan sermaye yatırımı yapmış, bankalarının bilançolarında en okkalı Türkiye riski taşıyan coğrafyanın Avrupa olması, AB ülkelerinin son anda yardım elini uzatmasını getirebiliyor.
Ancak yukarıda sıralanan krizi törpüleme mekanizmaları sorunları çözmüyor, aksine radikal bir dönüşüm yaşanmadan uzatmaların oynanmasına neden oluyor.
Peki, Türkiye ekonomisinin geçmişte olduğu gibi kriz dönemini kısa sürede geride bırakıp, yüksek büyüme ve yatırım aşamasına geçmesi neden mümkün değil? V tarzı tabir edilen, ekonominin önce çakılıp sonra sıçraması örneği bu kez neden tekrarlanamayacak?
İsterseniz bu defa sizleri fazlaca rakamlara boğmadan, 10 maddede neden 2019’da feraha çıkılamayacağını özetlemeye çalışayım :.
1- Geçmiş krizlerden farklı olarak döviz borçları büyük ölçüde özel sektöre ait ve miktarı çok yüksek. Hem bu borçların geri ödenmesi iyice güç, hem de borcunu ödeyebilenlerin dahi yatırım yapma aşamasına geçip ekonomiyi rahatlatması uzun zaman istiyor.
2- Hane halkı borçları uluslararası karşılaştırmalara göre pek yüksek görünmüyor. Ne var ki, son yıllarda hızlı bir ivmeyle artmış olması ve uygulanan yüksek faiz oranları nedeniyle talebi aşağı çekmeye aday bir kırılganlık noktası. Doğal teminata sahip ipotekli konut kredilerinin payının göreceli düşüklüğü, ihtiyaç kredilerinin büyük ölçüde dar gelirli yurttaşlar tarafından kullanılması da önümüzdeki dönemdeki sıkıntıların habercisi.
3- IMF kaynaklı taze para girişi bu kez olası görünmüyor. Ayrıca 1994 ve 2001 krizlerinde yüksek montanlı fonlara gerek duyulsa da, sorunlu bankalar yüzdürülerek daha hızlı bir süreçte varta atlatılabilmişti. Bu kez döviz borcu taşıyan on binlerce şirket için yeniden yapılandırmaya gitmek, daha uzun ve sıkıntılı bir çaba gerektiriyor.
4- 2008-2009 dönemi gibi düşük faizli, bol likidite pompalanan bir dış konjonktür de söz konusu değil. Merkez bankaları bir yandan faiz artırırken, öte yandan bilançolarını daraltma yoluna gidiyor.
5- Japonya, İtalya benzeri, banka kredilerinin büyük ölçüde donduğu, zombi şirketlerin sayısının arttığı “ bilanço krizlerinden “ büyüme aşamasına geçmek uzun zaman alıyor. Tahsili gecikmiş alacaklar, yakın izlemedeki krediler, konkordatolar, yeniden yapılandırmalar, Kredi Garanti Fonu alacakları derken yeni başvurular için kaynak kalmıyor. Üstelik son 2 ayda kredi bakiyeleri nominal anlamda da geriliyor.
6- Böyle bir çıkmazdan ancak genişletici maliye politikalarıyla, özellikle kamu yatırımlarının artırılmasıyla çıkış denenebilir. Sıkı maliye ve sıkı para politikaları söylemiyle, Türkiye’nin uluslararası sermaye çevrelerini ürkütme endişesi nedeniyle böyle bir yol da izlenemiyor. Cumhurbaşkanının “ birinci 100 gün, ikinci 100 gün “ büyük yatırım projeleri nutukları fazla ciddiye alınmıyor.
7- İçine girilen yüksek devalüasyon – yüksek faiz – yüksek enflasyon cenderesinden ancak faturayı geniş halk kitlelerine çıkaran Kemal Derviş türü kemer sıkma politikalarıyla ya da borçları yeniden yapılandırmayı öngören radikal bir kamucu programla çıkılabilir. Şimdiki gibi durumu idare etme anlayışı ancak süreci uzatır, tabloyu ağırlaştırır.
8- İmar affı, varlık barışı, paralı askerlik vb. bir defalık uygulamalar 2018’de hayata geçirildi, 2019’a girerken tüm cephaneler tüketildi. Yeni bir manevra alanı kalmadı.
9- Yazın döviz tutan adeta hain ilan edilirken şimdi Hazine’nin vatandaşa yönelik dolar ve avro borçlanması; 2 yıllık devlet iç borçlanma tahvili faiz oranı %20’nin üzerindeyken bankaları aylık yüzde 0.98 faizli konut kredisi vermeye zorlaması benzeri örnekler ekonomi yönetiminin nasıl bir çaresizlik içerisinde debelendiğini kanıtlıyor.
10- “Çıkış yolu yüksek teknolojili, yüksek katma değerli üretimdir” tarzı klişelerin yaşanan politik ve kültürel iklim nedeniyle hiçbir karşılığı bulunmuyor. Tüm kurumsal yapıların yerle bir edildiği, liyakatin esamisinin okunmadığı, eğitimin bilimsel anlayıştan giderek uzaklaştırıldığı bir “ekosistemde” yeni buluşlar, yaratıcı çözümler beklemek, “olmayacak duaya amin demekten” başka anlam taşımıyor.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Neresinden tutuyoruz hayatın? - KAAN SEZYUM

Nasıl oluyor şimdi? Kaç gün kaldı bizim ölüme? Moral bozucu değil mi? Öleceğiniz günü bilseniz şimdi, şu andaki gibi mi takılırdınız?
Yani düşünelim daha 45 yılınız daha var ve kesin. Yani ne yaparsanız yapın o tarihten önce gidemiyorsunuz. E, iyiiii. Doktor ne yerse yesin modeli takılırdım herhalde. Şimdi ne zaman öleceğim belli olmadığı için öylesine hürgeneral takılamıyor insan. Arada spor filan yapmak gerekiyor. Mesela spor olsun diye merdiven çıkanlar var. Onlar yaşıyor bu hayatı… Spor yapmak için bol bol merdiven çıkın… Hatta evin içinde odadan odaya gitmeniz gerektiğinde de yürüyerek gidersiniz spor olur iyice.
Güzel besleniyorsunuzdur umarım. Et zaten pahalı, yemeyin. Tavuk deseniz tavuk değil. Yani tavuklar tavuğa benzemiyor. Sokakta geç saatte gördüğünüz insanlar bile insan değil, o yüzden tavuklardan tavukluk da beklemek anlamsız. Tavuk da yemeyin, rahat edin.
Domates yiyebilirsiniz diyeceğim ama nedense yabancıya sattığımız domatlar da ‘Abiler bu domatların üzerinde sakat ilaçlar var, biz vatandaşımıza bunu yediremeyip, ayıp la!’ diye diye geri dönüyor… Domat da ocak dışı…
Zenginler gibi onun bunun suyunu sıkıp içebilirsiniz. Soya sütü, muz, ceviz içi, bir takım baharatlar, zencefil, limon tuzu, vb. ürünleri karıştırıp zengin sumutisi de yapabilirsiniz ama paranız yetmez diye korkuyorum. Zaten zenginlerin olayı çok acayip…

Zenginler şöyle. Genelde fakir gibi görünmeyi seviyorlar. Tabii düzgün zenginlerden bahsediyorum. Yani arabalarının plakalarını isminin harfleriyle düzenleyen kekomatik gösteriş şaşkını zenginlerden bahsetmiyorum. Efendi zengin zaten kendini belli etmiyor. Üzerinde çok sade bi iki kıyafet oluyor ama onlar da yakından bakınca aşırı pahalı anlaşılıyor. Zenginler de fakir gibi görünmek istiyor, ne acayip. Fakirler ise zenginliği bilmedikleri için ne gibi görünmek istedikleri konusunda herhangi bir fikirleri yok. Fikirleri de fakir maalesef fakirlerin. Kötü bir şey olarak anlamayın, uzağız işte. Aynı insan hakları gibi… Mesele bizim memlekette insan haklarını anlatmak o kadar zor ki. Örneğin her gün maruz kalınan limitsiz GBT’yi bizim halkımız haklı olarak çok rahat ve anlayışla karşılıyor. Başka ülkelerde ise insanlar ‘Abi kimlik mi taşınır ya?’ diye sorabiliyor. Hatta bizi kıskanan bağzı ülkelerde şöyle şeyler de yaşanıyor. Mesela bir otobüse kaçak, yani bilet almadan bindiniz. Eğer sizi yakalarlarsa ceza kesebiliyor. Mesela ecnebi görevlilerin sizi kolunuzdan tutmaya bile hakkı yok. Çünkü insan hakları… Evet, ben de anlamakta zorlanıyorum ama insan hakları böyle bir şey. Bizde ise soyularak yere yatırılanlara bile güvenle ‘Onlar da o saatte orada naapmış’ diyebiliyoruz. Neyse ya işte fakirlik böyle bir şey.
Fakirsen özgürlüğün bile ne olduğunu unutuyorsun. Çünkü hayata bakışın fakirleşiyor. İnsanlar nasıl yaşıyor hiçbir fikrin olmuyor. Çünkü çevrende gördüğün şeyler senin gerçekliğini oluşturuyor. Mesela emniyet şeridinden gidenler ya da yolda sağdan ışık/köprü kuyruğunda ortama kaynayanlara hiçbir şey olmadığını görünce sen de kaynamaya başlıyorsun. Çünkü gördüğün düzen böyle bir düzensizliğe izin veriyor. Tabii ki her düzensizlik daha çok düzensizliğe de alan açıyor. Bugün İstanbul trafiği, yarın Hindistan trafiği olur, ertesi gün Mısır’daki trafik seni rahatsız etmez. Çünkü bildiğin tek şey kornaya sürekli basman gerektiği olur.
Barbaros Bulvarı’nda bile ters şeritte giden araç gördüm ben şahsen. Ters yönden giden resmi araçları da gördüm. Hiçbir kurala uymayan resmi araçları da… Kuralları korumaya çalışanlar kurala uymayınca komik oluyor.
Gülmeyin, bu hepimizin komik durumu.
Kaan Sezyum / BİRGÜN

Mazhar’a yeniden şarkılar söyleten kadın - FATİH YAŞLI

Mazhar-Fuat-Özkan’ın Mazhar’ının dinle, tarikatlarla, tasavvufla bağlantısı ve yaşamında bunların önemli bir yer tutması sır değildir. Bu ise kaçınılmaz olarak sanatına da yansımıştır; hem kendi yazdığı şarkılarda bunun izleri görülebilir, hem de örneğin İslamcı şair İsmet Özel’in şiirlerine yaptığı bestelerde.
Dolayısıyla Mazhar Alanson’un bir şarkısı için -her ne kadar o şarkının en can alıcı yeri “Bana yeniden şarkılar söyleten kadın” olsa da- “Bu şarkı bir aşk şarkısı değildir, Kâbe’ye yazılmıştır” demesi şaşırtıcı değildir, mümkündür, esin kaynağı orası olabilir.
Ancak mesele şarkının nereye yazıldığından ziyade bunun nerede ve ne zaman söylendiğidir; bunu 2018 Türkiye’sinde söylemekle, on yıl on beş yıl öncesinin Türkiye’sinde söylemek farklı şeylerdir çünkü.
Eğer 2018 Türkiye’sinde yaşıyorsanız, ülkede din-siyaset-ticaret üçgeninde büyük bir rant mekanizması kurulmuşsa, “sanatçılar” saray davetlerinde boy göstermeyi ve havuz medyasına röportaj verip ne kadar özgür ve müreffeh bir ülkede yaşadığımızı söylemeyi bir ikbal kapısı olarak görmeye başlamışsa, siz de iktidar belediyelerinden birinin organize ettiği bir konserde bunu söylüyorsanız, insanların bu cümlelere tepki vermesi, bu cümlelerin kuruluş amacını sorgulaması doğaldır.
Tepkinin bir başka nedeni ise Alanson’un ne anlama geldiğini fark etmeden kurduğu “Ölen askerler papağan kadar bile gündem olamıyor” cümlesinde saklıdır. İnsanların bir yarışma ünlüsünün papağanını öldürmesine bu kadar çok tepki vermesinin nedenlerinden biri tam da başka şeylere tepki verdiklerinde başına geleceklerden korkmasıyla ilgilidir. Papağanın ölümüne tepki verdiği için kimsenin başına bir şey gelmez ama örneğin “Askerler niye, ne için, kim için ölüyor” diye sorduğunuzda polis bir sabah kapınızı çalabilir ve kendinizi bir anda adliye koridorlarında bulabilirsiniz.
Örnekse işte Metin Akpınar ve Müjdat Gezen. Önce havuzun en dibindekiler söylediklerini çarpıtarak bu isimleri hedef gösteriyor, sonra “Reis” bu “sanatçı müsveddeleri” için gereğinin yapılacağını söylüyor, “yavaş çalışıyor” denilen yargı pazar günü olmasına rağmen birkaç saat içinde devreye giriyor, soruşturma açılıyor ve pazartesi sabahı da bu iki isim “gözaltına alınmıyorlar” ama “ifade vermek için polis gözetiminde” adliyeye götürülüyorlar.
Geçen hafta bu köşede “iktidar, doğası gereği mutlak biat, mutlak sessizlik istiyor ama aynı iktidar, yine doğası gereği düşman yaratmadan yoluna devam edemiyor” minvalinde bir yazı yazmıştık, bu hafta bu bir kez daha ispatlandı. Geçen hafta Fatih Portakal, bu hafta ise Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, sözleri çarpıtılarak hedef haline getirildiler, darbeci olmakla, iç savaş çağrısı yapmakla itham edildiler.
Aynı yazıda düşman yaratmanın tabanı teyakkuz halinde tutma stratejisinin bir parçası olduğunu da söylemiştik. Ancak eklememiz gerekiyor, korku bir yönetme biçimi haline gelmişse, mesele sadece bu değildir, mesele aynı zamanda korkuyu kitleselleştirmek, kendinden olmayanları korku siyasetiyle teslim almaktır.
Kamuoyunun bildiği, tanıdığı insanları alanlarda tehdit etmenin, medyada hedef göstermenin, sabahın köründe gözaltına almanın nedeni onları susturma isteğidir doğru ama esas amaç sıradan insanlara “bunlara böyle yapıyorlarsa, bize neler yapmazlar” dedirterek korkuyu topluma hâkim kılmaktır.
Bu korku siyasetinin karşısına nasıl bir siyasetin konacağı ve bu korku ikliminin nasıl dağıtılacağı ise birlikte yanıt vermemiz gereken bir soru olarak karşımızda durmaktadır.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Ortak geleceğe dair hayalimiz yok(Röportaj) - Derya Aydoğan Çetin


İktidar medya ve sanat ilişkisini sosyolog Yavuz Çobanoğlu, “Koca ülke vasatlığa mahkûm oldu. Bu durum, her alanda yaşanan çürümüşlük ve ortalamanın da altındaki insan niteliğinin yaygınlaşmasıyla sonuçlandı” ifadelerini kullanıyor


Siyasi iktidarın hışmına son olarak usta sanatçılar Metin Akpınar ve Müjdat Gezen uğradı. Erdoğan’ın hedef göstermesinin ardından her iki isim hakkında soruşturma başlatıldı. Sanatçılar üzerindeki baskıdan yola çıkarak iktidar medya ve sanat ilişkisini Sosyolog Yavuz Çobanoğlu ile konuştuk.
____________________________________________________________________
► İktidar, sanatçılar tarafından yapılan ve kendine övgü barındırmayan her açıklamayı neden “tehdit” olarak algılıyor?
Aslında buradaki temel mesele, olur olmaz açıklamaları “tehdit” olarak algılamaktan çok, Türkiye’de siyaset yapma biçimiyle ilgili bir durumu açığa çıkarıyor. Zira Türkiye’deki siyasî aktörler, özellikle son 30 yıldır, kültür ve kimlik merkezli kutuplaşmalar üzerinden politikalar üretmeyi kendileri için işlevsel görüyorlar. Hani ülke potansiyeline bakılırsa, pek haksız da sayılmazlar. Böylelikle siyasetin asıl nesnesi olan iş, emek, hak ve özgürlük mücadeleleri de arka plânda kalıp, anlamsızlaşıyor. Dolayısıyla işsiz gençler başta olmak üzere koca bir kitlenin tek derdi, hem de asıl problemleri önlerinde dururken, hasım olarak gördüklerine karşı sosyal medyadan laf yetiştirip, kin kusmak oluyor. Yani nefretleri, yoksunluklarını unutturuyor. Bu ortamda her seçim bir “hesaplaşma vaktine”, karşı taraftakileri “tarihten silme” fırsatına dönüşürken, duygusal bağlılıklar sergilenen tek ilişki biçimi oluyor. Çünkü bu ülkede pek çok alanda olduğu gibi siyaset de rasyonel referanslara sahip değil. Orada feodal değerler, Weberyan anlamda patrimonyal egemenlik biçimleri hâkim. Ayrıca bu kutuplaştırıcı siyasi manevralar sadece sanatçıları kapsayıcı bir durumun adı değil, yerine göre bir akademisyen, yazar, milletvekili, TV programcısı, futbolcu, belediye başkanı, yabancı bir ülkenin devlet başkanı vb. de aynı algının konusu haline gelebilir.
_____________________________________________________________________
► Hükümet politikalarını eleştirecek her sanatçıya bir baskının ve gözdağının oluşturulması iktidardakilere nasıl bir fayda sağlayabilir?
Öncelikle bu herkes için bir uyarının adı. Sonra da politik iktidarın kendi kitlesine karşı verdiği “buradayız”, “güçlüyüz”, “millet artık bunları yemiyor”, “eski günler geride kaldı” mesajları olarak düşünülmeli. Neticede ise mevcut egemenlik tüm araçlarıyla topluluğun her zerresine sirayet etmeye çalışıyor; bu yolla çatlaklara sızmayı, daha fazla yayılmayı, mutlak güç haline gelmeyi amaçlıyor. Zira bunu ne kadar başarabilirse, kendi ideolojik düşüncesini de topluluk nezdinde neyin “meşru” neyin değil olduğunu belirleyen yegâne kriter hâline getirebilmeyi umuyor.
_____________________________________________________________________
► Tarihte benzer şekilde uygulanan baskı yöntemleri ve korku imparatorluklarına sanatçılardan ve toplumlardan nasıl geri dönüşler olmuştur?
Sanat, korku ile yan yana gelebilecek bir durumun adı değil. Gelebildiğinde de sanat olmuyor zaten, biz ona “konformizm” diyoruz. Oysaki buradaki esas problem, aslında ne sanat ne de sanatçıyla ilgili… Dahası bu, Metin Akpınar üzerinde odaklaşan bir durumu da ifade etmiyor. Diğerleri gibi üç vakte kadar bunu da unutacağız. Aksine bu bizlere Türkiye’deki yapay ve yüzeysel siyaset yapma biçimini gözler önüne seriyor. Bu, hâkimiyet kurulan politik topluluğu uyarma, hareketlendirme, tetikte ve diri tutmaya yönelik bir siyaset yapma biçimi. Dolayısıyla daima sıcak tutulan, kurgusal ve tüketime yönelik bir siyaset, kitlenin de beklentisine karşılık geliyor. Zira eğer kitlelerin böylesi zamanlarda bir “geri dönüşü” varsa, o da ancak halkın kadim, sanatçı ve aydın düşmanlığının tırmanması biçiminde karşılığını buluyor.
_____________________________________________________________________
► Toplum artık her tepkisini sosyal medyadan yaptığı paylaşımlarla veriyor. Bu durum yaşanan olaylarda oluşturulacak kamuoyu baskısını nasıl etkiliyor?
Sosyal ağların yaygınlaşmasıyla kamusallık anlayışı da fazlasıyla değişti. Üstelik sosyal medya, temel problemlerin tartışıldığı kamusal bir alana dönüştü. Hatta pek çok kişi için de bu alan, öfke ve nefretlerin denetimsizce boca edildiği yerin adı oldu. Hâl böyle olunca bu alanda üretilen söylemlere hâkim olmak da, herkes için yeni bir mücadele şeklini ortaya çıkardı. Böylece sizin söylediğiniz “yaşanan olaylarda kamuoyu baskısı” kurma, çok “değerli” bir hâle geldi. Artık bu alandaki söylemleri yönetebilen, kamuoyunu da ele geçirmiş oluyor. Tabi bunun siyasal meşruiyet, seçim başarıları vb. gibi sonuçları da mevcut. Sayısı on binleri bulan “troll” ile tek merkezden yönetilen “bot” hesaplar işte bu sebeplerle var. Yalan, yanlış, sahte pek çok söylem, bu mekânlarda hiçbir ahlâkî sorumluluk taşımadan dolaşıma giriyor. Sonuç itibarıyla güncel bir konuyla ilgili söylenenleri sosyal ağlarda kendi lehine çevirebilenler oradaki sıcak mücadeleyi de kazanmış oluyorlar. Lakin her gün yeni ve bir başka mücadelenin başladığını da söylemek gerekli. Bu durum aslında, klasik kamusal alanın çöküşü gibi buradaki kamusallık anlayışının ömrünün de pek uzun olmayacağına bir işaret.
_____________________________________________________________________
► Bir toplumun ortak değeri olan kültürel geçmişlerinden gelen isimlere hakaret etmek ve ortak değerleri zayıflatmak, uzun ya da yakın vadede nasıl zarar verir?
Ortak değerler kavramı, “toplum olma” durumu için geçerlidir. Türkiye tarihinin hiçbir döneminde “toplum” olamadı. Olamadığı için de ortak acıları, sevinçleri, kederleri, ortak tarihi ya da ahlâkı, ortak bir gelecek hayali de üretemedi. Herkes kendi kültürel adacığında hapsoldu. Sınırlar içerisinde kalan toplulukların, gidecek başka yerleri olmadığından, zorunlu biçimde ve birbirlerine katlanarak yaşadıkları bir coğrafyadan bahsediyoruz. Dolayısıyla “ortak değer” olarak ifade edilenler, farklı topluluklar için aynı ifadeye denk gelmedi, sadece geldiği farz edildi. Böylece öteki topluluklarla çizilen sınırların dışındakilerin “ortak değer” olarak gördüklerine karşı yapılan her türlü hakaret ve aşağılama da amaçlanan siyasal ve kültürel üstünlüğün bir göstergesine dönüştü. Yani kendi kutsallarını inşa ve tahkim etmenin yolu, rakip toplulukların kutsallarına saldırmak olarak yasallaştı. Neticede ise buna “ortak değerleri zayıflatmak” dememek lazım; bu olsa olsa topluluğun simgesel kuruluşunun ideolojik bir göstergesi olarak ifade edilebilir.
***

BURADAN KURTULUŞ TABİİ Kİ MÜMKÜN OLABİLİR.

_________________________________________________________________
► Kendi medya organını yaratan iktidarın oluşturduğu yeni medya dili ve üslubu, (Akit’in “Pezevenk Müjdat paylaşımı”nı rahatça yapılabiliyor olması) ve yaşanan dezenformasyondan nasıl çıkılabilir?
Aslında burada bir haberi yanlış ve kasıtlı biçimde yaymaktan ziyade, ülke genelinde insan niteliğinin ulaştığı içler acısı durumun resmi var. Üstelik bu resimdeki gerçeklik artık ne cinsiyet ne yaş ne de meslek farkı da gözetmiyor. Çünkü aynı haberin altındaki yorumlarda daha ağır küfürler eşliğinde öfke kusanlara da rastlıyoruz. Örneğin bu tweet’i beğenen binlerce de insan var. Buradaki mesele, vasatlık ve lümpenlikle ilgili… Koca ülke, hem de büyük bir keyifle, vasatlığa mahkûm oldu. Bu durum, akıl almaz olayların “normalleşmesinden” tutun da her alanda yaşanan çürümüşlük ve ortalamanın da altındaki insan niteliğinin yaygınlaşmasıyla sonuçlandı. Tabii bunun medya dili ve üslubuna yansıması da maalesef kaçınılmaz oluyor. Zira bu üsluptaki rahatlığı sağlayan sadece politik iktidardan alınması olası destek değil, bu dilin “makbul” olarak da görülmesi. Buradan kurtuluş tabii ki mümkün ama öncelikle kitlenin bunu bir “ahlâk problemi” şeklinde görmesi ve dışlaması gerekiyor.
Vasatlığın yaygın olduğu toplulukların yönetilmesinin daha kolay olduğu gerçekliği bir köşede dururken, hangi siyasal irade ve nasıl sorularını da yanına eklemek kaydıyla, bunun için öncelikle şu vasatlık çemberinden bir an önce çıkmak zorunlu. Lakin bu da epeyce bir zaman alacak. Üzülerek söylemekteyim ki, o zamana kadar hem de her alanda, bu dil ve bu üslupla daha çok karşılaşacağız.
Derya Aydoğan Çetin / BİRGÜN


Seçim kazanmakta Netanyahu yöntemi! - Arslan BULUT

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan'ın girdiği bütün seçimleri nasıl kazandığını fark etmiş durumda ki "İsrail Başbakanı Netanyahu ile karşılıklı atışıyorlar. İki ülkede de seçim var. Birbirlerine saldırarak karşılıklı puan kazandırmaya çalışıyorlar" anlamında sözler söyledi.

Diğer taraftan Soner Yalçın da Erdoğan'ın "tehdit algısı"yla seçim kazandığını, Kemal Kılıçdaroğlu ve Fatih Portakal'dan sonra Metin Akpınar ve Müjdat Gezen'e yönelik tutumunun da "Biz ve onlar algısı"nı kuvvetlendirmek, böylece bu seçimleri de kazanmak amacına dönük olduğunu yazdı.


                                       *** 
Madem söz İsrail'den açıldı, Netanyahu'nun Erdoğan'a saldırmak dışında içeride ne yaptığına da bakalım...

İsrail'in Maariv gazetesi yazarlarından Ben Caspit, Netanyahu ile ilgili bir yolsuzluk iddiasında bulundu. Netanyahu hakkında ayrıca bir yolsuzluk ve rüşvet soruşturması devam ediyor.

Netanyahu, Ben Caspit'in haberine karşılık kendisine "yalan iddiaları teşvik" iddiasıyla 53 bin Dolarlık tazminat davası açtı. Bununla da yetinmedi, Ben Caspit'in 2001 yılında yazdığı yazıları gündeme getirdi. Suçlama yapacak başka bir malzeme bulamayınca da Ben Caspit'in kardeşi ile ilgili bazı iddialarda bulundu.

Anadolu Ajansı'nın haberine göre The Jerusalem Post gazetesi Editörü Yaakov Katz, "İsrail lideri, gazetecinin ailesine saldıracak kadar düşük bir seviyeye nasıl geldi? Çok yazık. Bu açılan dava, eleştirenleri susturma çabasıdır, Netanyahu'nun önümüzdeki dönemde seçim kampanyasının nasıl olacağının küçük bir örneğidir. Medyanın düşman olduğu yönünde bir kampanya..." diye tepki gösterdi.

İsrail Kanal 10 Televizyonu'ndan gazeteci Barak Ravid de "Netanyahu bir gazeteciye saldırmak için 2001 yılında yayımlanan makalelere ulaşmak için vakit buluyor." iletisini paylaştı.

Muhalefetteki Siyonist Birlik Bloku lideri Tzipi Livni de "Netanyahu'nun olayla ilgili tutumu ve gazetecinin kardeşine atıfta bulunması, çok utanç verici. Hayatlarımız ve geleceğimizle ilgili kararlar alan kişi, bu." şeklinde tepki gösterdi.

Yeş Atid Partisi (Gelecek Partisi) Genel Başkanı Yair Lapid de Twitter'da "Netanyahu'nun Ben Caspit'in kardeşine saldırması, tünelin dibi." paylaşımında bulundu.
                                        *** 
Görülüyor ki seçim kazanmak için uygulanan yöntem hemen hemen aynı!
Netanyahu, Tayyip Erdoğan'dan önce seçim kazanarak Başbakan olmuş bir kişi. İlk olarak 18 Haziran 1996-6 Temmuz 1999 tarihleri arasında İsrail'in en genç başbakanı olmuştu.

Bu dönemde iktidarı, sadece 3 yıl sürmüştü. Ariel Şaron'a başbakanlığı kaptırdı ise de onun ölümünden sonra bir geçiş dönemi yaşandı; ardından 2009'da yeniden Başbakan oldu ve bir daha bırakmadı.

                                         ***
İşin sırrı, bilimsel yöntemler kullanarak tehdit algısı oluşturmakta... Gerçi bu yöntemi Netanyahu icat etmedi. Tehdit algısıyla iktidar olan Hitler, Alman halkını, kendi korkularına inandırdı ve güçlü bir ekonomiyle birlikte o zaman için en ileri teknolojiyi geliştirerek güçlü bir ordu meydana getirdi ve dünya için tehdit haline geldi. Sonrası belli... İkiye bölünerek işgal altına alınan ve sonra birleşen Almanya'nın hâlâ bir ordusu yok.

Türkiye'de ise muhalefet veya muhalifler, her seçim, Erdoğan'ın "tehdit algısı oluşturmak tuzağı"nın bir parçası veya malzemesi oluyor! Tabii, Türkiye, gerçek tehditlerle karşı karşıya ama 800 bin kişilik ordu 300 bin kişiye düşürüldü! Üstelik bedelli askerliği kural haline getirdiler. Hukuk devletini bitirdiler, savcılara emir veriyorlar. Suriye iç savaşa sürüklendi, faturayı Türkiye ödüyor. Son seçimler, YSK'nın mühürsüz oyları kabul etmesi sebebiyle "yok" hükmünde! Asıl tehdit bunları yapan iktidar değil mi? 

Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Akpınar ve Gezen Türkiye'dir.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, biz yaş grubunun birlikte büyüdüğü Türkiye'nin iki çınar sanatçısıdır.
Daha kısa süre önce Metin Ağabeyi TELE 1'e davet etmiş, rahatsızlığı nedeniyle programı ertelemiştik.
Onların rol aldıkları filmler, oyunlarındaki mizah; Türkiye'nin kısa ve sakat demokrasi tarihinin de bir yansıması gibiydi...
Sosyal medyada trollerin, yandaş ve besleme medyanın, bu iki anıt sanatçı hakkındaki "suç" işlemini haklı göstermek için çabalaması, gerçeğin üzerini örtmeye yetmiyor...
Asıl mesele; AKP'nin tüm kadrosu ile iktidardan gidiyor olmasının yarattığı korkudur!
İktidardan düşme korkusu, Saray ve çevresindekileri her geçen gün daha fazla hata yapmaya itiyor...
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen'e yönelik operasyon temelde Emin Çölaşan ve Necati Doğru'ya yapılandan farklı değil... Son olaylar, uzun süredir tek tek, bizler gibi bağımsız gazetecilerin ve yayın organlarının üzerinde dolaştırılan korku bulutunun bir uzantısıdır...

Gezi olaylarını bile yıllar sonra ısıtıp, içinden terör örgütü çıkarma çabası da aynı endişenin, yani iktidarı kaybetme sürecinin sancıları...
Akpınar ve Gezen olayında hükümet baltayı taşa vurmuştur... Hiç kimse yargının bu olayı kendi inisiyatifi ile yaptığını düşünmüyor. Ve benzer her olay; Türkiye'de adalete, hukuk devletine, yargıya ve yargı mensuplarına olan güveni erozyona uğratıyor...

Keşke Saray'da şu gerçeği söyleyecek danışmanlar olsaydı; "Gerginlik politikası oy getirmeye artık yetmeyecek, normalleşmek; hem memleketin, hem de AKP'nin yararınadır."

Ekonomik kriz, dış politikadaki olağanüstü hatalar ve bu hataların Türkiye'nin bugünü ve geleceğine dair son derece olumsuz yansımaları artık toplumun kılcal damarlarında hissediliyor...

İktidar gündemi değiştirmek için bir takım "gölge düşmanlar" yarattıkça, gerginlik huzursuzluk ve mutsuzluk derinleşiyor. Bu süreç AKP için de iyi değil...
Siyasi partiler belli seçim dönemleri için seçmenin bir bölümünün oyunu alarak ülke yönetimine gelirler...

Halkın tamamının değil, seçmenin bir bölümünün oyu ile iktidar olan, ancak tüm memleketin sahibi gibi davranan;
* kendisini devletin yerine koyan,
* kendisine yapılan her eleştiriyi sanki devlete yapılmış sayan,
* partisinin ülkeyi iyi yönetemediğini söyleyenleri devleti yıkmakla eşdeğer kılan bir siyaset ve ruh hali tüm ülkenin geleceği için ciddi endişeler yaratıyor.

FETÖ, PKK-PYD vb.. her türlü terör örgütünün ve arkasındaki emperyalist güçlerin hedefinde olan bir ülkede yapılacak en büyük hata; iç barışı, iç cepheyi, iç huzuru sıkıntıya sokmaktır...

Metin Akpınar ve Müjdat Gezen bu memleketin iç huzurudur... Hafızasıdır... Hatırasıdır...
Bir siyasi parti elbette iktidarını sürdürme hedefinde olmalıdır. Ancak oyları sürekli kılmak ve konsolide etmek için; memleketin üzerine inşa edildiği değerleri; her alanda çağdaşlık, bilimsel düşünce, laiklik, demokratik, sosyal hukuk devleti temellerini sarsarsanız, onları aşındırırsanız oluşacak çöküntü hiçbir parti ayrımı yapmaz.

Yakın tarihimiz ve kurucu kahramanlarımız ile ilgili sayısız iftira ve yalan karanlığında bile bu ülke insanı doğruyu görüyor.
Güneş balçıkla sıvanmıyor...
Türkiye Metin ve Müjdat'tır...
Müjdat ve Metin Atatürk Türkiyesidir...

Celal Ülgen hep yanımızda...
O fotoğraf sosyal medyada...
Mahkeme kapısında, Metin Akpınar'ın elinde tost ve ayran, Müjdat Gezen ve Celal Ülgen "yine buradayız" der gibi gülümsüyor...

 Avukat Celal Ülgen... Mahkeme önündeki aynı fotoğrafı altı ay önce benimle vermişti... ondan önce başka gazetecilerle... ondan önce başka aydınlarla...
Türkiye'de Atatürkçülerin başlarına çorap örüldüğünde, o hep yanımızdaydı...
Ergenekon ve kumpas davalarından bugüne...

Hükümeti eleştirmek çeyrek yüzyıl önce "basın suçu" kapsamına girerdi. Bizler belgelerimizi mahkemeye sunar, aklanırdık...

Önceki iktidarlar döneminde de hükümetleri eleştiri yağmuruna tutardık. Gazetecinin temel görevi kamu adına iktidar ve güç odaklarını denetlemektir.
Ama AKP ile birlikte artık basın suçu aranır oldu! Terör suçu ile yargılanıyoruz...
Celal Ülgen'in o günlerdeki sözü kulağımda küpedir; "Bu mahkemeler Ergenekon mahkemelerinin de ötesine geçiyor..."

Umarım bu gerçeği ve yaratacağı tahribatı ülkeyi yönetenler de bir gün görür.


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

25 Aralık 2018 Salı

Ulusların 'kederlerini' tayin hakkı - ORHAN GÖKDEMİR

Kitabın adı “Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu”, yazarı Mehmet Emin Bozarslan. “Ant Yayınları” tarafından 1969’da yayımlanmış kitap. Liceli Bozarslan, medrese eğitimli bir ilahiyatçı. İlkokulu dışarıdan bitirdikten sonra müftü olarak atanmış. 1964’te Kulp Müftüsüyken yazdığı “İslamiyet Açısından Şeyhlik-Ağalık” adlı kitabı nedeniyle ve daha çok da şeyh ve ağaların baskısı yüzünden görevinden uzaklaştırılmış. Bir yıl sonra “Kürtçülük ve solculuk yaptığı” gerekçesiyle görevden alınmış. Danıştay iadesine karar vermiş, Şarköy’e sürülmüş. Sonra başka kitaplar, “Mem û Zîn” çevirisi, sürgünler, hapisler. İlerici bir din adamının, bir Kürt aydınının verimi ve serüvenidir. Sol damardan gelmek ve hayatın her anında ilerici bir tutum almak aydın geleneğimizdir. Bu ülkede gericiliğe, şeyhliğe, ağalığa, kapitalizme, emperyalizme direnmek her zaman solun işidir.

Peki, ne var “Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu”nda? 
Emperyalizmin dini kullanarak, arkasına saklanarak Ortadoğu’da çevirdiği dolaplar… 
Hâlâ günceldir.
Bir yıl önce yayınevime bu kitabı tekrar basmasını önerdim, kabul edildi. Yazarın oğlu Hamit Bozarslan’a ulaşmayı başardım, dileğimi anlattım. Hamit Bey kibar adam, olanca nezaketiyle babasının kitabın yeniden basılmasını “dilemediğini” bildirdi. Büyük kayıptır.

Neden böyle oldu peki? Ülkemizde 1969’dan bu yana yaşanan siyasal evrime dönüp yeniden bakmanızı öneririm. Bırakalım hilafete, şeyhliğe, ağalığa karşı çıkmayı, Abdülhamit’in tımarhaneye kapattığı Said-i Nursi büyük bir kahramana dönüştü. Bütün şeyhler, şıhlar, ağalar makbul adamlar oldu. Yobaz dincilere etnik kimlikler vehmedildi, tarikat akrabalıkları keşfedildi, “Kürt sorunu”nu “Nakşibendi kardeşliği” ile çözeceğini iddia eden akl-ı evveller türedi. Haliyle emperyalizmin dini kullanarak Ortadoğu’da çevirdiği dolapları teşhir etmeninin bir anlamı kalmadı. Gericiliği kutsamak, emperyalist dolapların gönüllü parçası olmak moda artık. Mehmet Emin Bozarslan’ın hakkı var, böyle bir iklimde hilafette hıyanet bulmanın, bunu anımsatmanın ne anlamı var? Unutulmalı, unutturulmalı eskiden söylenmiş olan.
                                       ***
Başka bir çağın eşiğindeyiz artık. Tuhaf adamlar türedi haliyle. Öyle bir utanmazlar var ki aralarında, Fidel Castro’yu “Kürt katillerinin dostu” ilan etti biri öldüğü gün. Bir tarihte Saddam Hüseyin’e destek vermişmiş. Sonra Amerikalılar Suriye’den çıkmasın diye imza kampanyası başlattı. Saddam’la ilişkisi nedeniyle Castro’ya kin kusuyor ama dünya halklarının katili Obama’ya, Trump’a bir itirazı yok. Mecbur zaten, hem Castro’yu hem Trump’ı sevmen imkânsız. Seçimini yapmış o da, Amerikancı olmuş. Mehmet Emin Bozarslan’ın yerini dolduran adamlar işte bunlar. Anlamsız bir özgüvenleri de var. Koşulsuz biat bekliyorlar her dediklerine. İtiraz eder, eleştirirsen Kürt düşmanısın.

Geçenlerde uzun bir yazıya rastladım, “UKTH’nin Soldan İnkârı” başlığını taşıyordu. UKTH diye kodladığı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıymış. Yazının hedefinde bizim soL’un yazarları var. Ulusalcıymışız biz, o yüzden yazdıklarımızın hepsi yanlışmış. Diyelim ki dediği doğru, bütün Marksizmi-Leninizmi sağdan inkâr ediyor yazı, yanında bizimkinin lafı bile edilmez? Ayrıca unutmadan not edeyim, emperyalizme yedeklenmek “kader” değildir. Emperyalist işgal altında halklara kalan sadece kendi “kederlerini” tayin hakkıdır. 
Emperyalistler Ortadoğu’da ve başka bölgelerde yüzyıllardır kimliklerle, inançlarla, geleneklerle, sınırlarla oynar, amaçlarına ulaşmak için kullanır. Hiçbiri işe yaramazsa ajanlarını gönderir, işbirlikçilerine para yağdırır, silahlandırır, kukla yönetimler kurar, darbelere girişir, suikastlar yapar. Halkları birbirine düşürür, kardeşleri birbirlerine düşman eder, kan döker, kan döktürür. Kendi İslam’ını oluşturur (Ilımlı İslam-İhvan-AKP), kendi cihatçısını yaratır (IŞİD), kendi devletlerini oluşturur (Katar-Suudi Arabistan), kendi etnik bölgelerini yaratır (Barzanistan). Elinden geldiğince bölgedeki bütün devletleri (Türkiye-İsrail-Suudi Arabistan) kullanır. 

Bugün ABD’ye yedeklenmesi sayesinde tekâmül etmiş olan Barzanistan’da ulusal bir olumla bulanlara Suriye’yi düzleme operasyonu sırasında canını kurtarmak için kaçan Kürtleri engellemek üzere kazılan hendekleri hatırlatmanın bilmem bir yararı olur mu? Beğenmedikleri Castro tam tersini yapmış, ABD ve işbirlikçilerini ülkesinden söküp atmıştır. ABD, işbirlikçileri ile birlikte Irak’ı bir kan gölüne çevirirken katillerin yanında saf tutarak kendine koruyucu bir şemsiye sağlayabilirsin ama o şemsiyeyi ilelebet başının üzerinde tutmayı başaramazsın. Bunun tek yolu “halkların kardeşliği”dir. O kardeşlik ise haklı veya değil, emperyalizmin ezdiği halkların yanında saf tutmayı gerektirir. Yoksa acıklı dilekçeler yazarsın giden emperyalist orduların ardından. 

                                        ***
Emperyalizmin Ortadoğu’ya son müdahalesinden bu yana tablo eskisinden daha karanlık. Ne Irak Saddam’ın Irak’ından daha iyi, ne Libya Kaddafi’nin Libya’sından daha huzurlu. Suriye son basamağıydı, vurdular ama yıkamadılar. “Krizi fırsata çevirmeciler” ağlıyor şimdi. Emperyalizmin kiralık katilleri olan cihatçılar Suriye’yi dümdüz ederken, Alevi köylerini yağmalayıp, Ezidi kadınlarını pazarda satılığa çıkarırken güvende hissetiysen kendini sorun sendedir. Ayrıca emperyalistlerde oyun çoktur, yaslanamazsın. Yaslandıysan düşersin, kaçınılmazdır. 

Geldik bugüne. Kürtler kardeşimiz ama Suriye Arapları da. Bu topraklar bizim, bu topraklar kadim Ortadoğu halklarının. Eninde sonunda Amerika da defolacak, İngiltere de. Bunu biz yapacağız, Ortadoğu halkları yapacak. Ama Nakşibendi kardeşliği, mikro milliyetçilikle değil, işçi sınıfı kardeşliğiyle. Anamız amale sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim… 

                                        ***
Emperyalizmin şemsiyeni kendi şemsiyen sanmışsın. Şemsiye çekilince salya sümük dilekçe yazıyorsun arkalarından; Trump bizi bırakma. Castro kötü, Barzani iyi… Bütün seçimlerin yanlış, hep kötülükten yana kayıyor dilin.

"Yanki go home, yobaz sen de..."  demiştik Boyun Eğme’nin bir sayısında: Eksik kalmış, “yeni mürtecileri” eklemeyi unutmuşuz. 

Tamamlayalım öyleyse: Yanki defol, yancılarını da almayı unutma!

Orhan Gökdemir / SOL