17 Ocak 2019 Perşembe

AKP Genel Başkan Yardımcısı, “insan hakları ihlali konusunda iki tane olay bile gündeme getiremiyorlar” demişti: Buyurun üç olay - Müyesser Yıldız

AKP Genel Başkan Yardımcısı Leyla Şahin Usta, birkaç gün önce özetle şöyle bir açıklama yaptı:
“İnsan hakları ihlali deyince, akla somut söylenebilecek bir iki tane olay bile gündeme getiremiyorlar. Bu çok algı ve yanlış söylemlerle birlikte aleyhimize kullanabilecek bir alan olarak görülebiliyor. Aslında bunların hiçbiri doğru değil. Türkiye insan hakları noktasında pek çok Avrupa ülkesinin ve ABD'nin kendisini özgürlük ve insan hakları noktasında ileri olarak niteleyen pek çok ülkenin standartlarının üzerindedir şu an... Türkiye'de insan hakları ihlali olduğunu söylemek, artık abesle iştigaldir. Sonuçta hukuk ve kanunlar herkes için geçerlidir. Türkiye bir hukuk devletidir. Hukuka aykırı kim iş yapıyor ve ülkeye zarar veriyorsa ve terör örgütleri ile işbirliği içerisinde kanuna aykırı iş yapıyorsa elbette hesabı sorulacaktır.”
Önce Leyla Şahin Usta kim, bunu hatırlatalım.
1998'de Tıp Fakültesi 5. sınıfındayken, türban yasağı sebebiyle sınavlara ve derslere giremedi. Bu uygulamaya karşı düzenlenen eylem ve protestolara katıldı. Gözaltına alındı, yargılandı. Nihayetinde yurtdışına gidip, okulunu bitirdi, doktor oldu. Şu anda da Milletvekili ve AKP Genel Başkan Yardımcısı.
AKP'de görev alan, 28 Şubat davasında ön plana çıkan ve halen Bakan Danışmanlığı yapan bir başka başörtülü avukattan söz edelim. Av. Figen Şaştım, Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra yaklaşık 6 yıl bir kamu kurumunda avukat olarak çalıştı. Kamuda başörtüsü yasağının uygulanmasına tepki olarak, “aktif siyaset” yapmak üzere çalıştığı kurumdan istifa edip, serbest avukat olarak çalışmaya başladı. Bu arada yargıda başörtüsü yasağının kalkması için Türkiye Barolar Birliği'ne karşı Danıştay 8. Dairesi'ne dava açtı. Davayı kazandı ve avukatların duruşmalara başörtülü girmesini sağladı. O günlerde Av. Şaştım, bu yasakla Anayasa ve kanunların ayaklar altına alındığını, Anayasa ile güvence altına alınan bir hakkın, bir meslek kuralı ile yasaklandığını vurgulayarak, geçmişte yaşadıklarını şu sözlerle anlattı:  
“Düşünün 17 yıl boyunca eğitim ve öğrenim görüyorsunuz. Birçok zorlu sınavlar başarıyorsunuz. Ülkemizin en iyi fakültesinden mezun oluyorsunuz. Avukat oluyorsunuz. Ancak birileri hiçbir yasal mevzuata dayanmadan size, ‘Avukatlık yapamazsınız! Yasak…’ diyor. Peki bu yasağın süresi ne kadar? Bir yıl mı? Beş yıl mı? On yıl mı?.. Hayır, ömür boyu... Hukuk diliyle ifade edecek olursak, mesleğimiz açısından biz müebbet hapse mahkûm edildik. Yargılama yapılmadan, savunmamız alınmadan, yargısız infazla 17 yıl boyunca mesleğimi tam olarak icra edemedim.”
AVUKATLARIN BAŞINA GELENLER
AKP'li Leyla Şahin Usta'nın, “İnsan hakları ihlali deyince iki somut olay bile gündeme getiremiyorlar” iddiası ve Av. Figen Şaştım'ın durumundan söz etmemizin sebebine gelirsek; Sırf iktidara muhalif olduğu ya da bir yakını KHK ile kamudan atıldığı için avukatlık yapma hakları ellerinden alınanların durumu.
Adalet Bakanlığı, avukatlık mesleğinin bir “kamu hizmeti” olduğunu, dolayısıyla “kamu hizmetinde istihdam edilemeyeceklerini” savunarak, Baroların bu durumdakilere ruhsat vermemesini istiyor, ruhsatı olanlar için de peşpeşe iptal davaları açıyor.
Avukatlık Kanundaki, “Kamu hizmeti ve serbest meslek” tanımının, “serbest meslek” kısmı gözardı edilerek...
YSK'nın 28 Mayıs 2018'de aldığı, değil yakını, kendisi KHK'yla atılmış birisinin milletvekili olabileceği yönündeki kararı görmezden gelinerek...  
En nihayetinde Anayasa Mahkemesi'nin 1985 tarihli, "Avukatlık mesleği ile ilgili bir düzenleme yapılırken, bu mesleğin her şeyden önce bir serbest meslek olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Avukatlık bir kamu hizmeti addedilmiş olsa dahi, kamusal yönü çok yoğun olan devlet memuriyeti görev ve hizmetleriyle ayni nitelikte görülüp, aynı ölçütlere tabi kılınamaz” şeklindeki kararı da yok hükmünde sayılarak...
Yaşananlar karşısında Türkiye Barolar Birliği'nin tavrını da aktaralım. İlk başlarda Adalet Bakanlığı'nın açtığı davalara, "Avukatlık, sunulan hizmet açısından bir kamu hizmeti, mesleki faaliyet olarak ise bir serbest meslektir. Bu bakımdan mesleğin kendine özgü kuralları bulunduğundan, avukatlık mesleği Anayasa’da yapılan kamu görevlisi tanımı içinde de değerlendirilmemektedir" savunmasıyla karşı çıkılırken, sonradan bu durumdaki avukatlara, "Dava açın, arkanızdayız"denildi.
Davalar, Adalet Bakanlığı'nın lehine sonuçlandıkça da ruhsatlar iptal edilmeye ve yeni ruhsat verilmemeye başlandı.
Peki geçmişte başörtülü avukatlar lehine karar veren Danıştay 8. Dairesi ne yapıyor? "İstinaf Mahkemesi kararları kesin olduğundan", temyiz başvurularını incelemeksizin, reddediyor.
Özetle, bu durumdaki avukatların kendi haklarını savunacakları bir yargı mercii kalmamış durumda.
3 SOMUT ÖRNEK
Avukatlık mesleğinin hukuki durumuna ilişkin bu özet bilgiden sonra "somut"örneklere geçelim.
Örnek 1 : Eski Yarbay Mehmet Alkan'ı tanıyorsunuz. PKK'nın 2015'te Şırnak'ta şehit ettiği Yüzbaşı Ali Alkan'ın ağabeyi. Kardeşinin cenaze töreninde "açılım sürecini" eleştirdiği için hakkında soruşturma açıldı. KHK ile Jandarma'dan atıldı. Pasaportu, beylik tabancası, emekli ikramiyesi verilmedi. OYAK'taki birikimine el kondu. Tutunacak tek dalı kalmıştı, avukatlık yapmak. Stajını tamamladı, törenle ruhsatını aldı. Ancak Adalet Bakanlığı, KHK'yla ihraç edildiği için onun da ruhsatının iptali için dava açtı. Sonuç mu? Davayı Adalet Bakanlığı kazandı. Yani Mehmet Alkan avukatlık da yapamayacak!..
Örnek 2 : Cansu Taş Çolak; 15 Temmuz'da kendisi Üsteğmen, eşi Yüzbaşı rütbesiyle Kars 14. Mekanize Tugay Komutanlığı'nda görevliydi. Göreve başlayalı 1 hafta olmuştu. Duruşmada bir tanık, Cansu Taş Çolak hakkında şunları anlattı:
"Sabaha karşı Tugay Komutanı erleri toplayarak, polisin ve halkın olduğu tarafa doğru havaya ateş açtırdı. Polislerden karşılık veren oldu, onlar da ateş açtı. Orada bulunan erkek subaylar olay yerinden kaçtılar. Bir tek Cansu Üsteğmen oraya giderek, Tugay Komutanı elinden askerleri alıp, başka yere götürdü. Keşke orada o kadar erkek subay olacağına, Cansu Üsteğmen gibi yürekli kadın subaylar olsaydı.” 
Neticede eşi tutuklanırken, Cansu Üsteğmen hakkında kovuşturmaya yer yok kararı verildi. Ancak eşi tutuklu yargılandığı gerekçesiyle o da KHK ile TSK'dan ihraç edildi. Cansu Taş Çolak, TSK'dayken Hukuk Fakültesi'nde okumaya başlamıştı. Okulu bitirdi, stajını tamamladı, ruhsatını aldı. 4 aydır avukatlık yapıyordu ki, Adalet Bakanlığı onun hakkında da dava açtı ve ruhsatı iptal edildi. 
Örnek 3 : Levent Mazılıgüney, Bylock ve Mor Beyin mağdurlarının yakından tanıdığı bir isim. Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nda Mühendis Binbaşıydı. Diğer iki kardeşi de askerdi. Mazılıgüney, Nisan 2017'de KHK ile ihraç edildi. İhraç sebebi, ortanca kardeşinin "Bylock kullandığı" iddiasıyla açığa alınmış olmasıydı. Dikkat buyurunuz; Kardeşi ihraç edilmemiş, tutuklanmamış, ama ağabey ihraç ediliyor. Bu işlemden sonra "Ağabeyi ihraç edildiği" gerekçesiyle, önce açığa alınmış olan ortanca kardeş, sonra da en küçük kardeş TSK'dan atılıyor. Tam bir "Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan" misali!.. Levent Mazılıgüney, işte bu olaydan sonra ByLock olayını araştırdı ve kardeşinin de mağduriyetine yol açan Mor Beyin tuzağını ortaya çıkaran ekibin içinde yer aldı. Ancak 3 kardeş için sonuç değişmedi. Mazılıgüney, avukatlık yapmak istedi. Stajını tamamlayıp, ruhsatını aldı. Adalet Bakanlığı, onun hakkında da dava açtı. Savcılık, hakkında herhangi bir kovuşturma olmadığına ilişkin yazı verdiği halde akıbeti diğerleriyle aynı oldu.
Mayıs 2017'de dönemin Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli'nin, “Karı-koca olan insanlar var, kamuda belli ve önemli görevlerde. Eşi ile ilgili tespit yapılmış ve eşini ihraç etmişiz. Karısı ya da kocasıyla ilgili o da çalışıyor aynı ya da başka bir kurumda. Bu anlamda somut bir tespit yok. Onunla ilgili bir işlem yapmıyoruz. Bakın ihraç etmiyoruz, ama elbette yakın takip ediyoruz" dediğini de hatırlatıp, soralım:
Ailesindeki fertlerin durumuna rağmen, Bakan, Büyükelçi, OHAL Komisyonu üyesi yapılanlar varken;
Sıradan insanlar için "suçun şahsiliği ilkesi ve masumiyet karinesinin" bir yana bırakılması,
Ailedeki bir kişinin "suçu" yüzünden, tüm aileye de ceza verilmesi,
Ve dünün mağduru Av. Figen Şaştım'ın, "Mesleğimiz açısından ömür boyu müebbet hapse mahkûm edildik" demesindeki gibi, bugün de yüzlerce avukat için "müebbet" verilmesi, insan hakları ihlali değil midir?
AKP Genel Başkan Yardımcısı Leyla Şahin Usta başta olmak üzere, 59'u AKP'de olan Meclis'teki 90 Hukuk Fakültesi mezunu milletvekilinin bilgi ve dikkatlerine sunulur.
Müyesser Yıldız / Odatv

16 Ocak 2019 Çarşamba

Bir yılda 501 bin yeni işsiz: Genç ve kadın işsizliği korkutucu boyutlarda - SOL

DİSK'in araştırma dairesi DİSK-AR, aylık işsizlik raporunu yayımladı. Rapora göre işsiz sayısı bir yılda 501 bin artarak 3 milyon 788 bine yükseldi. Geniş̧ tanımlı işsiz sayısı da 6 milyon 351 bine yükseldi. Genç ve kadın işsizliği ise korkutucu boyutlarda.


Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) araştırma dairesi DİSK-AR, aylık işsizlik raporunu yayımladı.

Rapora göre işsiz sayısı bir yılda 501 bin artarak 3 milyon 788 bine yükseldi. Geniş̧ tanımlı işsiz sayısı da 6 milyon 351 bine yükseldi. Genç ve kadın işsizliği ise korkutucu boyutlarda.

DİSK-AR, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) bugün açıkladığı Ekim 2018 dönemi İşgücü İstatistikleri ile İŞKUR tarafından açıklanan Aralık 2018 dönemi verilerini ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından açıklanan Ekim 2018 dönemi sigortalı istatistiklerini değerlendirdi.

DİSK-AR’ın işsizlik ve istihdama ilişkin değerlendirmeleri özetle şöyle:

-Ekim 2018 dönemi TÜİK İşgücü İstatistikleri ile son İŞKUR ve SGK verileri işsizlikte krizin etkisinin giderek belirgin hale geldiğini gösteriyor.
-TÜİK’e göre Ekim 2017 döneminde yüzde 10,3 olan dar tanımlı standart işsizlik 1,3 puan artarak Ekim 2018’de yüzde 11,6’ya yükseldi. Dar tanımlı işsiz sayısı bir önceki yıla göre 501 bin kişi artarak 3 milyon 788 bine yükseldi.
-TÜİK verilerine dayanarak hesapladığımız geniş̧ tanımlı işsiz sayısı 6 milyon 351 bine yükseldi.
-Geniş̧ tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 18,3 olarak hesaplandı. Geçen yılın aynı dönemine göre geniş̧ tanımlı işsiz sayısı 517 bin arttı.
-Tarım dışı işsizlik oranı geçen yılın aynı dönemine göre 1,3 puan artarak yüzde 11,6’ya yükseldi.
-İşsizlik sigortasında rekor başvuru Aralık 2018’de yaşandı. Başvuru sayısı 211 bine yükseldi.
-Genç işsizliği geçen yıla göre 3 puan artarak yüzde 22,3’e yükseldi.
-Kadın işsizliği yüzde 14,7, genç̧ kadın işsizlik oranı ise yüzde 27,9 olarak gerçekleşti. Tarım dışı kadın işsizliği ise yüzde 18,8’e yükseldi.
-Tarım dışı genç kadın işsizliği yüzde 32,9 oldu.
-Ne eğitimde ne istihdam olan gençlerin (boşta gezer) oranı yüzde 24,7.
-Sanayi üretimi daralmaya devam ediyor. Kasım 2018 itibariyle yüzde 6,5 oranında küçüldü. 
-Ekonomide küçülme, yüksek enflasyon ve işsizliğin bir arada yaşandığı ağır bir kriz tablosu yaşanıyor.
 
Son iki yılın aylık tarım dışı işsizlik oranları 




















SİGORTALI SAYISI AZALDI, İŞSİZLİK SİGORTASI BAŞVURUSU TIRMANDI
Raporda sigortalı işçi sayıları konusunda şu tespitlere yer verildi:
-Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) Ekim ayı verileri Eylül-Ekim arası 144 bin aktif sigortalı sayısının azaldığını göstermektedir. Eylül ayında 14 milyon 810 bin olan aktif sigortalı sayısı Ekim ayında 14 milyon 695 bine düşmüştür. Öte yandan 4-a kapsamı sigortalı sayısındaki değişim incelendiğinde aktif sigortalı sayısının düşüş eğiliminin hızlandığı görülmektedir. 2018 Ocak ayı baz alındığına aktif sigortalı sayısının mayıs ayından itibaren düzensiz bir biçimde azalma eğiliminde olduğu görülmektedir. 
-İşsizlik sigortasına başvuru Aralık 2018 itibariyle 211 bine ulaştı. 2017 yılında işsizlik sigortasına başvuranların toplam sayısı 1 milyon 318 bin oldu. 2018 yılında ise başvurular 1 milyon 630 bine yükseldi. Böylece işsizlik sigortasına başvuranların sayısı 292 bin kişi arttı. Son bir yılda işsizlik sigortasına başvuranların oranı yüzde 24 arttı. 

Aylık işsizlik sigortası başvuruları















GENÇ VE KADIN İŞSİZLİĞİ KORKUTUCU BOYUTLARDA
Rapora göre yoğun İŞKUR desteğine ve işveren teşviklerine rağmen standart işsizlikte ve işsizlik kategorilerinde artış yaşanmaya devam etmekte. Genç ve kadın işsizliği ile ne eğitimde ne istihdam olan (NEET) gençlerin oranı yüksekliğini korumakta. Genç işsizlik geçen yıla göre 3 puan arttı. Özellikle kadın işsizliği ve genç işsizliği kategorileri ile NEET oranları artmaya devam etmekte.
Ekim 2018 TÜİK verilerine göre kadın işsizliği yüzde 14,7 olarak açıklanırken, kentsel kadın işsizliği ve genç kadın işsizliği yüksek oranda seyretmekte. Tarım dışı kadın işsizliği yüzde 18,8 olarak açıklanırken, genç kadın işsizliği yüzde 27,9, kentsel genç kadın işsizliği ise yüzde 32,9’a yükseldi. 


Türlerine göre işsizlik


SOL  

Sabahattin Ali için telif ödemelisiniz! - ENVER AYSEVER

Yayın dünyasının içinde bulunduğu büyük açmaz günden güne derinleşiyor. Kâğıt sorunu, tümden maliyetlerin artması, doğrudan okuru etkiliyor. Üretim azalacak, eskisi kadar seçenek sunulamayacak okura. Nitelikli yapıtların yerini, hızla popüler, sığ, sıradan kâğıt tomarları alacak. (Kitap demeye dilim varmıyor.) 

RTE sızlanıyor “Kültür dünyasında dilediğimiz yerde değiliz” diye. Hiçbir zaman da olamayacak siyasal İslamcılar. Belki piyasaya egemen olacaklar, ancak insanlık tarihinde sözlerinin değeri olmayacak. Bu da onların makûs talihi işte! Her yolu deniyor sandıktan çıkıyorsun, gelgelelim sadece kendini kandırarak hükümranlığa devam ediyorsun. Bugünün hakikati büyük cehaletin egemenliğidir, er ya da geç çöker. 


Telif hukuku gereği eserler yetmiş yıl korunuyor, sonra serbest kalıyor. Doğrusu insanlığa katkı yapan eserlerin kapitalist koşullarda alınır satılır olmasından hoşnut değilim. Ancak henüz sosyalist düzeni kuramadık, Elsa Triolet’nin “Sosyalist olmayan  bir düzende sosyalist gibi davranmak ahmaklıktır” tümcesi aynen geçerliliğini koruyor. 



Bundan bir süre önce Stefan Zweig patlaması oldu yayın dünyasında. İrili ufaklı tüm yayınevleri Zweig basmaya başladı. Yetmiş yıl doldu ve saldırı başladı! Kimi yeniden çevirtti eserleri, kimiyse işi iyice utanmazlığa vurup çeviri hırsızlığına girişti. Pazarda satılan kitaplarda inanılmaz fiyat farkları doğdu. İşini iyi yapanlarla korsanlık edenler arasındaki ayrımı bilemeyen okur için tuzaklarla dolu süreç yaşanmaya devam ediyor. Başka türlü söylersek, belki de Zweig okuduğunu sanan birçok kimse, bütünlüksüz, niteliksiz ve yazarla ilgisi olmayan metinlerle boğuşuyor. 


Şimdi bu talihsiz durum Sabahattin Ali için geçerli. Yetmiş yıl bitti ve teliften düştü eserler, fuarlarda şöyle dolaşın, her yayıncı kendi meşrebine uygun kapaklarla basmış büyük yazarın yapıtlarını. 
Faili meçhuller tarihinin ilk kurbanı olan büyük Sabahattin Ali, devrimci yazar, piyasanın eline düşmüş durumda. “Filiz hiç üzülmesin” diye yazdığı kızı Filiz Ali hayatta ve muhtemelen bu tabloyu acıyla izliyor. Madem her birimiz Sabahattin Ali’ye saygılıyız, 
o halde hatırasına neden sahip çıkmıyoruz? 
Bu vahşi saldırı utandırıcı değil mi? 
Yaşamı boyunca türlü bedeller ödemiş Sabahattin Ali’ye hiç mi borcumuz yok? 
Ali’nin kitapları yıllarca yok sayıldı, kavgasından vazgeçmedi mahpus yattı, iş verilmedi kamyonculuk bile yaptı Sabahattin Ali! Sonunda, gizini koruyan biçimde öldürüldü. Hunharca vahşice! 

Yayıncılar bu utançtan kurtulmalıdır. Filiz Ali’nin hakkını hukuku öne sürerek gasp etmemelidirler. Hukuk her zaman doğruyu, haklıyı belgelemez. Dünyada halen miras denen bir saçmalık varsa, iki yüz sene önce dedeleri tarafından alınan yalıda oturarak keyif çatan birileri süre doldu diye nasıl orayı boşaltmıyorsa, kitaplar için de böyle bir tutum takınılamaz. 

Devlet eliyle zengin olan onca aile var, hangisinin torunu malını kamuya veriyor? Haksız elde edilen kazanç kuşaktan kuşağa devam ediyor. Açık yanlıştır bu. Soyluluk iddiası kadar adaletsiz, saçmadır. İş fikir ürününe gelince, gerekçesi tartışmalı bir anlaşmanın arkasına saklanıp birileri zengin oluyor. Sabahattin Ali üstünden kâr elde ediliyor. Hani Ali’nin eserlerini beş liradan satsalar maliyetine, diyeceğim yok. Ortada bir rezalet var. Ne yapmalı? 
Buradan tüm yayıncılara sesleniyorum “Sabahattin Ali Kültür Sanat Vakfı” adı altında edebiyat ve müziği öncelemesi muhtemel bir yapı kurulmalı. Bunun için Filiz Ali’den destek alınmalı, tartışmaya açık olmayan isimlerle yönetim oluşmalı ve burası yaşatılmalı. Her yayıncı bastığı kitap adedinin fiyat üzerinden yüzde on beşini düzenli ödemeli. Hatta bana kalırsa kâr payı alınmamalı, maliyet dışında tüm gelir bırakılmalı vakfa. 
Hani AKP’ye karşı örgütlü mücadele edilmiyor diye şikâyet ediyoruz ya her yerde, buyurun hodri meydan işte! Örgütlenelim Sabahattin Ali için! 
Yaptığım çağrıya olumlu yanıt veren yayıncıları buradan açıklayacağım. Önerimi Filiz Ali’ye de ulaştıracağım. Bu vakıf bağış da alacaktır mutlaka. Belki buradan yeni yazarlar, müzisyenler yetişir, biz de RTE’ye kültür yaşamına dair özgün ve iyi bir örnek veririz.

Enver Aysever / CUMHURİYET

Ahmet Say: Aydınlar tarih boyunca hiç bu kadar sinmemişti - ENVER AYSEVER

Müzik eğitimcisi, yazar Ahmet Say, Cumhuriyet kazanımlarının aşındırılmasına karşı umutlu: "Düşünce ve akıl yeniden yeşerecek"



Dünyanın hangi ülkesinde gündem bizdeki kadar hızlı değişir, bilemiyorum. Mozart ve Beethoven tartışması henüz başlamamışken aramıştım Ahmet Say’ı. Anılarını yazdığı “Ağaçlar Çiçekteydi”yi ders alarak okumuş, çağın meselelerine kafa patlatan değerli düşün, kültür adamını yakından tanımıştım. Say, günün birinde bu türden tartışmaların olacağın öngörür gibi, çok çalışmış.


Elbet “Fazıl Say” ismini işitmeyen yoktur memleketimizde. Bu söyleşide oğul Fazıl’ı değil, baba Fazıl’ı andık. Kuşaklarca devam eden aydınlanma kavgasına tanıklık ettim. Bir de Ahmet Say’ın, baba olarak nasıl büyük fedakârlıklarla bir sanatçı yetiştirdiğini okudum anılarında. Yaşamı dirençle, sanatla, yazmakla geçen bilgeyle, Ahmet Say’la buluşturuyorum sizi.
_____________________________________________________________________________
“Kimi zaman patavatsız derecede ileri gidiyor, insanların yüzüne düşündüğümü söylüyorum” diyorsunuz. İkiyüzlülük çağında aydın görevi değil midir bu? Bugünün aydını görevini yapıyor mu?
Tabii ki... Aydının görevi hesapsız kitapsız davranarak çevresini aydınlatmaktır. Almanya yıllarımda büyük şairimiz Nâzım Hikmet’le ilgili bir anım var. Berlin, savaşı kazanan ulusların büyük ölçüde uğradığı bir yerdi. Bu kent, Fransa, İngiltere, Sovyetler gibi galip devletler tarafından bölüşülmüştü. Genel olarak ikiye ayrılmıştı. Sovyetler Birliği denetimindeki Doğu Berlin ile müttefiklerin bulunduğu Batı Berlin. Bu iki tarafı ayıran ünlü Berlin duvarı birçok şeyin simgesiydi. Sosyalist Alman Gençlik Derneği’nden bir arkadaş bana birkaç aydan beri Nâzım’ın Doğu Berlin’de bulunduğunu söyledi. Çocukluktan başlayarak hayranı olduğum Nâzım’la tanışmak istedim ve onu görmeye gittim. Nâzım bir işçi lojmanında oturuyordu. Bir Türk genci olarak beni görünce çok sevindi. Uzunca bir sohbetin ardından, “Önümüzdeki yıllarda ne yapacaksın bakalım? Neler planlıyorsun gelecek için?” diye sordu. Gerine gerine cevap verdim: “Bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e gitmek istiyorum.” Nâzım biraz durakladı, sonra da patladı: “Olamaz yanlış!” diye bağırdı. Şaşırmıştım. “Neden?” diye sordum.
____________________________________________________________________________
Nâzım’ın cevabı
“Sen” dedi, “Sen, cephenin ön saflarına gitmelisin!” Anlamamıştım. Bakıp duruyordum yüzüne, açıklama bekliyordum. Şöyle devam etti: “Senin mücadele yerin yurdundur! Görmüyor musun yurdun halini? Emperyalizmi kapıdan kovduk, herifler bacadan girdi. Gitmelisin. Cephenin ön saflarına gitmelisin!” Bu sefer de ben yutkundum. Nâzım’a bir cevap vermem gerekiyordu. Ayağa kalkıp, “Tamam,” dedim. “Cephenin ön saflarına gideceğim!” Sarıldı bana Nâzım. Bu kucaklaşma, hem anlaştığımız hem de artık vedalaştığımız anlamına geliyordu. Böylece aydın sorumluluğu anlamında ilk dersimi Nâzım’dan almış oldum. Öğüdünü yerine getirdim, yurduma döndüm, Anadolu’nun ücra bir köşesine gidip halkı eğitimci olarak aydınlatmayı görev edindim.
_____________________________________________________________________________
Eğitimci saygın bir aileden geliyorsunuz. İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel desem ne söylersiniz?
Ülkemizin temel sorunu, “aydınlanma”dır. Köy Enstitüleri kırsal kesimdeki insanlarımızın aydınlanması amacıyla köy çocuklarını iş eğitimi kavrayışı içinde yetiştirip sonra kendi köyüne öğretmen olarak gönderiyor ve onların köy kalkınmasına öncülük etmesini sağlıyordu. Ne yazık ki, bu eğitim hareketinin önü kesildi. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç dönemlerinin aydınlanma neferidir. Babam, Almanya’da eğitim gören ve orada sosyalist harekete katılmış Fazıl Say da matematik öğretmeniydi. Annemse felsefe öğretmeni... Onlar, cumhuriyetin ilk yıllarında aydınlanmaya bağlı insanlardı. Çocukluğum, annem ve babamın bana sunduğu özgürlük ortamında geçtiği için şanslıyım. Kendim gibi pek çok gencin yetişmesini istedim. Süreç içinde cumhuriyetin temel değerleri budandığından yeni kuşaklar böyle fırsatlar yakalayamadı.
____________________________________________________________________________
Atatürk’ün değeri...
Mustafa Kemal ne anlama gelir halkımız için? Sosyalistler Mustafa Kemal’e nasıl bakmalı?
Sosyalist olsun olmasın bir yurttaşın Atatürk’ü öncelikle emperyalist kuvvetleri yenen ve bu sayede halkın ulusal kimliğini kazandıran bir önder olduğunu anlaması gerekir. Atatürk’ün değeri, kendisinden sonra Türkiye’yi yöneten devlet adamlarıyla karşılaştırılınca daha net ortaya çıkar. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yapılan atılımlar bütün dünyada takdirle karşılanmıştır. Bu uluslararası bir değerlendirme ölçütüdür.
___________________________________________________________________________
Sosyalist mücadeleye girdiniz. Bugün dönüp baktığınızda ricat eden cumhuriyeti hangi tarihten başlatır ve eleştirirsiniz?
Çok açık: Demokrat Parti dönemi ilk adımlardır. 27 Mayıs bunu durdurmuş olmakla birlikte toplumsal yapının genelde gerici ellerde olması, toprak ağaları, kasaba mütegallibeleri siyasal yapıyı da olumsuz yönde etkiledi. 27 Mayıs’tan hemen sonra halkın aydınlatılması amacıyla askerlik hizmeti özellikle Doğu illerinde yapılıyordu. Ben de Bingöl’de üç yıl öğretmenlik yaptım. Bu arada lisede Almanca derslerine giriyordum. Bingöl Valisi’yle orada tanıştım. Sonra Erzincan Valisi olunca halk eğitim merkezinde görevlendirmek üzere çağırdı beni. Sevinçle gittim; ancak kasaba mütegallibesini işte o zaman tanıdım: Halkın aydınlanması, uyandırılması yönünde adım atılmasını engelliyorlardı. Siyasi açıdan mütegallibe, kendi ilinde en gerici düzeni kurmak amacını taşıyordu. Halk ne kadar geri bırakılırsa o denli kolay yönetilir. Bu gerçeği yaşayınca İstanbul’daki evime döndüm.
__________________________________________________________________________
Artık saray ve saray sanatçıları var. Oradan sağlıklı yaratı çıkar mı?
Her zaman iktidara yaslanan sanatçılar olmuştur. Bu konuda iktidarın daha çok sanatsal kavrayışı önemlidir. Öte yandan sanata değer vermeyen ya da yalnızca kendi isterleri doğrultusunda sanat anlayışı kurmaya çalıştıran devlet adamları da çıkmış, fakat insanlık bütün sanatları kendi bildiği yolda geliştirmeyi başarmıştır. Tarihte bu gerçeğin örnekleri çoktur. Bir sanat eserinin değeri insanlığı geniş şekilde kucaklamasıyla ölçülür.
_______________________________________________________________________
Karamsarlık bir yere kadar Cumhuriyet yüzüncü yıla gidiyor, “yenildik” duygusuna kapılıyor musunuz? Yoksa bu maya tuttu der misiniz?
Yazık oldu Cumhuriyet mayasına. Cumhuriyet zaten öngörüldüğü gibi tamamlanamamış bir projeydi. 1950’lerden sonra elimizdekileri bir bir kaybettik. Yenildik duygusuna kapılmayı kimse istemez. Şu an gördüğümüz tablo iç açıcı olmamakla birlikte bu topraklarda düşünce ve aklın yeniden yeşereceği umudunu taşıyorum. Karamsarlık da bir yere kadar..
________________________________________________________________________
Aydınlar Cumhuriyet boyunca bu kadar sinmemişti.
Toplum, aydınlar, sanatçılar sizce Saray’a teslim oldu mu? Direnç nerede başlar?
1960’ta Almanya’daki öğrenimimden sonra ülkeye döndüm. O dönemde benim taşıdığım ilerici ve devrimci görüşler az sayıda insanda vardı. Yine de birbirimizi buluyorduk, dayanışma içinde yeni hareketler yaratabiliyorduk. Mesela haftalık çıkardığımız “Türk Solu” dergisi vardı. 70’li yılların sonlarında ise aylık “Türkiye Yazıları” dergisini çıkardık. Dergi çıkarmak kafadar aydınların kendini ifade etmesi demektir. Bu yönden bakılırsa kendimden memnunum. Çünkü böyle bir tavır direnç kaynağıdır. O dönemde her şeye hatta ölümlere rağmen daha fazla müsaade edilen bir özgürlük alanı vardı. Tabii gençtim, kendimi dev gibi hissediyordum. Şimdiki ortamda açık eleştiri getirebilmek bile imkânsız hale geldi. Uzun sözün kısası bir bütün olarak Saray’a teslimiyet elbette söz konusu değil ama Türkiye’nin aydınları Cumhuriyet tarihi boyunca hiç bu kadar sinmemişti. Bunun tek bir nedeni var, korku atmosferinin her şeyi sarması...
___________________________________________________________________________
Çökmeye mahkûm Kapitalizmin sonu geliyor mu?
Almanya’da Sosyalist Öğrenciler Birliği’nin üyesiydim. Burada Hans Backhaus gibi örgüt ideologları, bütün üyeleri siyasal konularda aydınlatmak amacıyla küçük birimler halinde eğitsel örgütler içinde yetiştiriyordu. Neredeyse siyasal açıdan her şeyi orada öğrendim. Türkiye’ye döndükten sonra öğrendiklerimi uygulayabilme şansımın hemen hiç olmadığını gördüm. Avrupa’da tam demokratik uygulamalar söz konusuydu. Bizde ise bu doğal olanaklar yoktu. Kapitalist sistemin içindeki çözümsüz kalan sorunlar ve zaaflar yüzünden toplumsal huzursuzluğun arttığını söyleyebiliriz. Bu gerçek de teoriyi doğrular: Sistem, önünde sonunda çökmeye mahkûmdur.
______________________________________________________________________________
Atılımcı ruhu Atatürk hazırladı.RTE, “Beethoven ve Mozart dayatması faşizmdir” dedi. 
Bu iki isim insanlık tarihi için ne anlam taşır? 
Bir kere insana zorla hiçbir müzik dinletilemez. Ama bir müzik yazar ve eleştirmeni olarak 
vurgulayabilirim ki, bütün insanlığı temsil ederek, onların beğenilerini göz önünde tutan Mozart 
ve Beethoven gibi büyük besteciler genelde aydınlanma felsefesinden yana, ileri bir kültür 
kavrayışını sergiledi. Mozart ve Beethoven, evrensel bir kavrayışla halk kültürlerini yaratıcı biçimde kaynaştırmış, dış etkenleri dönüşüme uğratarak tüm dünya halklarına ulaşmayı başarmıştır. 
Bu iki büyük bestecinin sentezci anlayışı, zekâ, sevinç, espri, coşku ve zarifliği yüksek bir sanatsal 
mantıkla insancıl duyarlılığın müziksel ürünleri haline getirmiştir.
______________________________________________________________________________
İslam devletlerinin sanatsal, felsefi durumu ortada, buna karşın Türkiye Cumhuriyeti’nin 
her dönem küresel sanatçılar çıkarmasını nasıl yorumlarsınız? 
Bu atılımcı ruh, Atatürk döneminde hazırlanmaya başladı. Laik sistem sayesinde önce müzik 

sanatı alanında Musiki Muallim Mektebi, sonra da geniş kadrolarla tiyatro ailesi içindeki öteki 
sanat dallarının, operanın, balenin temelleri atıldı.
Başkentteki konservatuvarı, İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi ve diğer kentlerdeki sanat 

okullarının kuruluşu izledi. Buralarda eğitim gören üstün yetenekli öğrenciler Avrupa ülkelerine 
gönderildi. Orada yaratıcılığı ileri düzeyde ülkemize taşımak için yeni kadrolar oluşturuldu. Birkaç 
büyük kentimizde tiyatro, opera, bale gibi sanatların serpilmesi sağlandı. Ne var ki, bu sanat 
dallarında eğitsel açıdan Cumhuriyetin ilk yıllarındaki coşku sönmeye başladı. Bu gerileyişin nedeni kuruluştaki temel ilkelerin bir bir tırpalanmasıdır. Kurumsallaşmış sanat eğitimine verilen önem 
yerini sadece bireysel çabalara bırakmış görünüyor. Örneğin uluslararası düzeydeki keman 
sanatçımız Cihat Aşkın Anadolu kentlerini dolaşıp potansiyeli olan genç müzisyenleri seçiyor. 
Özetle devletin yapması gereken görevi tek başına üstleniyor. Ama nereye kadar?

Enver Ayseven / CUMHURİYET

Yazar Ayla Kutlu; 'Acıları barış siler, kötülüğü insanlık yener' - ENVER AYSEVER

Yazar Ayla Kutlu, kalemin onuruna inandı ve korudu, umutla yanıt veriyor.
Elbette yapıtlarıyla tanıyordum Ayla Kutlu’yu. Ankara’da hırstan, sığ kavgadan uzak geçen günlerini işitirdim dostlarından. Kendini sakınan biri değildi. Akademisyenlere baskı başladığında ayağa kalktı, kavgaya en önde girdi. Kutlu, kalemin onuruna inandı, korudu. Yaygın kültüre yüz vermedi, bize yapıtıyla anılmanın ne demek olduğunu gösterdi.

Aydın olma sorunuyla girdim söyleşiye, ölçünün yittiği günlerde nasıl davranmalı anlamak istedim doğrusu. Dileğim romanlarının geniş okur kitlesine ulaşması elbette. Son konuşmamızda: “7 Bilge söyleşisinin başlangıcı bir kadınla oldu, kapanış da bir kadınla oluyor” dediğimde, “Erkekleri iki kadın parantezine almışsın Aysever” dedi. Karşınızda son bilge Ayla Kutlu...
_____________________________________________________________________________
Cumhuriyet devriminin altını kimler, nasıl oydu? Bu süreçte aydınlar başarılı sınav veriyor mu?
Doğrusu ben kişilerin kendilerinin “aydın” olma savlarından rahatsızım. İnsan kendini toplum için geliştirir. Niteliklerini yönlendirdiğinde toplumda ses getirir, yeniliklere, doğruya, geleceğe yönelik fikir bütünlüğü, çabası, katkısı vardır: Bu sıfat onun kimliğine zaten eklenir. Sen ne yaptın, toplumun gelişmesine, yönlenmesine yahut bilgilenmesine katkın var mı? Soruların yanıtı olumlu olmadan, iki kitap, üç toplantı, ya da nasıl elde edildiği belli olmayan toplumsal unvanlar, kimseyi aydın yapmaz. Sözcüğün anlamı, bireysel kimlik ve bir veya birkaç dalda yetişmişlik bile, toplumda yankı yaratmıyorsa “aydın” kavramını içermez. Kısaca, “aydın olma, yalnızca fikri üreten bireyin niteliklerinden değil, o niteliklerin yüceltici bir hareketlilik yaratacak biçimde toplumu dinamikleştirmesinden gelir. Burada, sözcüğün anlamını, toplum önderliği ile de karıştırmamak gerekir. Toplum önderliği çok önemlidir. Can ve canlılık hareketten, çoğunluğun çabasından gelir. Ancak bu iki sıfat bazen birleşse bile çoklukla, ayrı kimliklerin işlevlerini içerir.
_____________________________________________________________________________
Bizde bu tarife uygun aydın oluşması için koşullar uygun mu?
Biz ve bizim benzerimiz olan toplumlarda, insana özgü olarak var edilen, görülür ve anlaşılır olan her edimin ardında, harekete geçmeyi sağlayan bir felsefe olup olmadığına aldırılmaz. Bizim felsefeye gereksinmemiz yok sanırız. Vardır. Toplumsal değerlerin köklenmesini sağlayan topraktır felsefe. Aydın ise bu toprakta oluşturur fikirlerini. Aydın olmanın akılla ilgisi var, eğitimle, kültürle, yüreklilikle, içtenlikle, sorumluluk duygusuyla, çözüm yeteneğiyle ve yeni kuşakları geliştirmekle sağlam bağlarının olması zorunlu. Zorlamaya dayalı dönemlerin her tekrarında – ki ülkemizdeki 1960’dan beri, her on yılda okka altına giden, gitmeleri doğal kabullenilen- acılar çeken aydınlar var.
_____________________________________________________________________________
Devrime karşı koyanlar
Aydın ve yarı aydın farkına geldik dayandık değil mi?
Devrimlerin altını oyanlar, kuşkusuz onlara karşı koyan tutucular. Altı yüz yıla yakın hâkimiyeti yalnızca toprak kazanmak onurunu taşımaya güdümlü bir ortaçağ değerlerini sürdüren devletten geliyoruz. Osmanlı, 1711 tarihinden, yani 18. yüzyıldan beri her alanda gerileyerek yaşamaya sarılan bir imparatorluğun yalnızca parlak dönemlerini gören yarı aydınlanmış kişilerin etkisinde. O kişilerin, ihmal edilmiş, görmezden gelinmiş halkla kurduğu yakın ilişki, yeni her şeyi huzursuzluk kaynağı olarak görmelerine neden olmuş.
Yazık, devrimler tam özümletilemeden yarım kaldı. Atatürk’ün hastalığı ve ölümü engeldi. İkinci Dünya Savaşı engeldi. Faşizme yakın duran yöneticiler engeldi. Yazık, bir süre sinen eski düzenin haksız zenginleri; toprak reformu çalışmaları yüzünden tehdit ve engeldi. Demokrasi, uzak, tenha ışıksız, - her anlamda karanlıkta kalanların sözünü ediyorum – yerleşimlere girmekte zorlanırken, değişen iktidarla uzaklara kadar ulaştırılan basit popülist sunumlar, dini siyasal güç için araç olarak kullanma (ki bu politika, günümüze kadar daha da güçlenecektir) büyük değişimleri aşıp, aydınlanmanın önüne geçti. Bu ülke sorununun ağırlaşmasında aydınların günahı var mıdır? Sorunuz bu kısımda henüz cevaplanamıyor. Elbette, ardılların irdelenmesi bizleri bir değerlendirmeye ulaştıracaktır.
_____________________________________________________________________________
Abdülhamit ile ortak yanımız
Devrimci kadrolara karşı bunca duyarsız kalan toplumun da kusuru yok mu? 
Olmaz olur mu? Elbette toplumumuz bir Rönesans bir Reform üretecek toplum değil. Biraz kolaycı. Çokça kuşkulu. Ürkek. Osmanlı torunu. Kan dökmeyi iyi bilen Osmanlı’nın :
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Eken de yok, biçen de yok
Yiyen de ortak Osmanlı
Bu dörtlük bana ait değil. Osmanlı köylüsünün yakınması!
Unutmayalım ki toplumların kaderini büyük ölçüde bulunduğu enlem ve boylam belirliyor. Bu da, eskil çağlarda bu topraklardan yetişen dünyadaki ilk coğrafyacı Amasyalı Strabon’un saptaması. Bu coğrafyadan bir Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren Mustafa Kemal de çıkıyor, toplum mühendisliği yapmayı görev sayanlar da. Günümüz üst yöneticilerinin pek bir gözdeleri olan padişah 2. Abdülhamit’in çalışma odasının duvarında değerli bir yazı asılı dururmuş: “Bu da geçer Ya Hu!”
Sultan 2. Abdülhamit ile benim ortak bir tek ortak felsefemiz var: “Bu geçer ya hu!”
_____________________________________________________________________________
Dekanımızın sözleri
Cumhuriyetin kaybettiğini düşünüyor musunuz, yoksa diyalektik işler ve ilerleme kazanır der misiniz? 
Cumhuriyeti kaybettiğimizi hiç düşünmüyorum. Zaman kaybediyor muyuz? Evet, hem de yetmiş yıldan beri. Demokrat Parti’nin özgürlük getireceğiz savları ile süren 10 yıllık iktidarı 27 Mayıs’ta sona erdirildiğinde sonuçlar mahkemede karara bağlandı. Her son insanlara trajik gelir. Hele ölümler varsa. Siyasi yaşamın ölümle sonlandırılmasına kesinlikle karşıyım.
1956 yılında öğrencilerine “nabza göre şerbet vermeyin” diyen dekanımızın bu sözlerini, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne o yıl başlamış birinci sınıf öğrencileri olarak karakterimize mıhladık. 27 Mayıs Devrimi (devrim olduğuna hâlâ içtenlikle inanırım) son sınıfta iken gerçekleştiğinde, özgür ve bağımsız bir ülkenin hizmetine koşarak gitmeye hazırdık. Bu devrimin olağanüstü sonucu, uzun süre yaşatılmasından çekinilen özgürlükçü anayasa oldu.
O anayasa, bütün kesip biçmelere karşın, ülkede öyle büyük bir aydınlanma etkisi yarattı ki, 12 Mart karanlığına giden günlerde, dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, silinmez acılara neden olacak edimlere de kapı açan şöyle bir açıklama yaptı: “1961 Anayasası ile bu ülkede siyasal ve sosyal bilinç ekonomik gelişimin çok ötesine geçmiştir.”
Devlet Planlama Teşkilatı’nı yok edecek karşı çıkışların başlama nedeni budur. Şimdilerde planlama örgütü olmaksızın bireysel tercihlere dayalı planlarla yönetiliyoruz. Evet, diyalektik işler ve ilerleme (!) kazanır.
_____________________________________________________________________________
Benim kahramanlarım
Bilici değilsiniz elbette, ancak romancı sezgisiyle önümüze nasıl bir gelecek tablosu koyarsınız?
Öncülerin görevi önde gitmeyi, çıkan her alıkoyma, engelleme nedenini (doğal veya toplumsal olmasının farkı yoktur) gidermek, bu sırada toplumdan kopmamak, araya engel konmasına izin vermeksizin önde yürümektir. Birey, sınıf, kitle, kahramanlık, yılgınlık kavramlarının tümü öncülük görevine nasıl bakıldığına göre anlam kazanır. Kanım şudur ki; çıktığınız yolda ayakkabınız yırtılmışsa ya da özellikle konan çiviler ayağınıza batıyorsa, bu hedeften uzaklaşma nedeni olmamalı. Korkunun bile korkutulması öncünün basiretine bağlıdır. Benim hayran olduğum öncüler Mustafa Kemal Atatürk’tür. İsmail Hakkı Tonguç’tur. Bir tuz kristali ile üstüne güneş batmayan Britanya Devleti’ni dize getiren Mahatma Gandhi’dir. Amerika Birleşik Devletleri’nin kumarhane ve fuhuş yuvası olarak kullandığı Küba Cumhuriyeti’ni bugünkü saygın yerine ulaştıran Fidel Castro’dur.
____________________________________________________________________________
Gezi, anlamlı ve büyüktü
Gezi’yi nasıl yorumladınız?
Toplumlarda değişen koşullar her zaman olacak. Halkla bütünleşememeyi sadece topluma yüklemek ne derecede doğru? Değişik davranış ve eylemler gerekiyor demek ki. Örneğin bir Adalet Yürüyüşü... Ben çok kişide bir silkinme, doğrulma tavrı gördüğüme inanıyorum. Ama, büyük ve anlamlı protesto olarak tek kaldı. O tür eylemlerin kansız olaysız tamamlanmasının çok zor olduğunu biliyorum. Burada, toplum önderliği yapma savında olanların çok yaratıcı ve nitelikli olmaları gerektiğine inanırım. Gezi’de, güncel katı ve sert yaşam gerçeklerine karşı kendiliğinden başlayıp gelişen, örgütsüz bir çıkış görüyoruz. Halkın orta ve orta üst sınıfından insanlar; haksız rant üretilmesine, çevre katliamına, güvenlik güçlerinin özellikle gençlere yönelik sert ve cezalandırıcı tavrına karşı durdular. Gitgide ağırlaşan baskıları sineye çekip sinmediler. Mizahla, dayanışmayla, imtiyazsız ve sınıfsız olarak ama toplumdaki tüm renklerle farklı tavır koydular. Baştan sona barışçılardı. Heyecanlılardı. Hoşnutsuzluğun ilk kez belirgin biçimde yaygın halk hareketi olarak gösterilmesiydi. Siyasal güdülenmelere kapalı toplu hareketti. Uzadı. Sonunda, iktidarın sertlikten ödün vermeyen, sorunları kabul etmeye ve çözümlere yaklaşmaya karşı duruşu yüzünden devletin yaşatması gereken güven duygusu incitildi.
____________________________________________________________________________
Şaşı bakışla ab’ye girmemize karşıyım
Sizin gözünüzle İslamcı kim, neden liberal Avrupa hep gericilerle yan yana?
Ben fikir olarak o devletlerin ülkeme özgü olarak oluşturdukları şaşı bakış açısıyla Avrupa Birliği’ne girmemize her zaman karşı oldum.
Avrupa Birliği’ni demokratlar ve tümüyle demokratlaşmış ülkeler mi oluşturuyor? Bu birliğin amacı dünya çapında demokrasiyi yaymak, geliştirmek mi? Başlangıçtan beri amaç, -ellili yılların başını kastediyorum- birlik ülkelerinin pazar ilişkilerini düzenlemekti. Zaman zaman bize yakın, zaman zaman da alaycı ve uzak duruşlarının nedeni kendi ticari çıkarlarına bağlı. O yüzden oradan ne insan hakları yönünden yardım gelecektir, ne de ülkemizi gerçek demokrasiye ulaştırma çabası. Türkiye’de şu ya da bu görüşteki iktidar sahiplerinin bulunması onların kaygısı değil. Suçlamıyorum. Bu bizim sorumluluğumuz, bizim işimiz.

_______________________________________________________________________
Kemalizm nedir, nereden bakmak gerekir? 
Kanımca Kemalizm; anti-emperyalistlik, yurtseverlik, halkçılık, devletçilik ve toplum yararına yenilikçiliktir. Bunlar Cumhuriyetin kuruluş değerleridir ve hâlâ geçerlidir. Aşırıya kaçış insan topluluklarında her zaman var olmuştur, olacaktır. Acıları barış siler. Kötülüğü insanlık yener. Yaşam da ölümü. Aklın galip geleceğine insan olduğum için inanıyorum. Akut olaylar, zorluklar, akıl yürütmeler, değişen dünya değerleri ve tümünden önemli olarak dünyadaki fiziksel olumsuzluklar; üstünde çok daha fazla durulması gereken sorunumuzdur.


Enver Aysever / CUMHURİYET

ABD’nin küstahlığının sebepleri neler? - Barış Doster

ABD Başkanı Trump, önceki gün sosyal medyada şöyle yazdı: “Kürtlere saldırırlarsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvedeceğiz. 20 millik güvenli bölge kuracağız. Aynı şekilde Kürtlerin de Türkiye’yi provoke etmesini istemiyoruz”. 

Trump’a Türkiye’den ilk yanıtlar sözcü, danışman ve bakanlardan geldi. Düşük tondaydılar. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan Trump’la telefonda görüştü. Gayet müspet bir görüşme olduğunu söyleyen Erdoğan, partisinin grup toplantısında ise “Trump’ın sosyal medya hesabından verilen kimi mesajlar bizi üzdü” diye konuştu.
Öncelikle şunu belirtelim: Trump’ın Türkiyeye yönelik ifadesi kabadır, küstahtır. Kabul edilemez. Diplomatik nezaketle, Türkiye - ABD arasındaki görüş ayrılıklarıyla açıklanamaz. Üslubun yanında, öz olarak da yanlıştır. Trump’ın hatası şudur: PKK - PYD - YPG terör örgütünü Kürtlerin temsilcisi olarak görmektedir. Türkiye’nin 35 yıldır teröre karşı verdiği haklı ve meşru mücadeleyi, Kürt karşıtlığı olarak yorumlamaktadır.
Meselenin şu yönü de önemlidir: Trump Rusya’yla ilişkileri nedeniyle ciddi sorunlar yaşamaktadır. Ağır suçlamalarla karşılaşmaktadır. Pek çok yakın çalışma arkadaşı istifa etmiş, birçok ismi de Trump görevden almıştır. Böyle bir dönemde, dikkatleri başka tarafa çekmek istemektedir. Hem dış politikada başarı aramakta, hem bir dış sorun yaratmaktadır. Dikkati iç siyasetten dış siyasete yönlendirmektedir.

Şu noktayı da atlamamak gerekir: Trump, Suriye’den ABD askerlerini çekmeye karar verdiği için, ülkesinde ve dünyada çok eleştirilmektedir. Avrupalı müttefikleri ve İsrail karara tepkilidir. ABD’de müesses nizamın, asker - sivil bürokrasinin pek çok ismi Trump’a karşı çıkmıştır. Kararın ardından, Savunma Bakanı James Mattis ve IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk istifa etmiştir. O nedenle, bu son sözleriyle Trump, Türkiye’nin sınır ötesi harekât hazırlığını bahane ederek, ABD’nin Suriye’den asker çekme kararını rafa kaldırmanın, en azından kısa vadede uygulamamanın altyapısını oluşturmak istemiş olabilir.

Türkiye tavrını netleştirmeli
Gelelim yazının başlığındaki sorunun yanıtına. ABD Başkanı’nın bu küstah tutumu, sadece onun kişilik özellikleriyle, kabalığıyla, şımarıklığıyla, cehaletiyle, patavatsızlığıyla açıklanamaz. Oturduğu koltukla da izah edilemez. Johnson’dan Trump’a dek ABD başkanlarının bu küstahlığının birinci sebebi, Türk muhataplarının aldığı korkak, çekingen, edilgen tavırdır. 

Bu konuda, Atatürk sonrasında sicilimiz, birkaç istisna hariç, maalesef parlak değildir. “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyenler, ABD adına Orta Asya’da, Ortadoğu’da taşeronluğa heves edenler, Irak ve Suriye’ye ABD nam ve hesabına müdahale etmek isteyenler, “Bir koyup üç alacağız” diye hesap yapanlar, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde (BOP) eşbaşkanlık üstlenenler vardır. 


ABD gibi emperyalist bir devletin seçilmişlerine -atanmışlarına, sivillerine- askerlerine karşı Türkiye’yi temsil edenler; onurlu bir devletin, köklü bir milletin temsilcisi olarak değil de, ABD hayranı, konumunu ABD’ye borçlu, ABD’nin bölgede uzantısı, kuryesi, Truva Atı olmaya meraklı, kariyer heveslisi politikacılar olarak davranırlarsa, ABD’yi yönetenlerin Türkiye’ye karşı tavrı değişmez. 

Kıssadan Hisse: Dış politika dahil her alanda dik durabilmenin yolu, öncelikle Atatürk gibi, “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir” demekten geçer.

Barış Doster / CUMHURİYET

Sanayi korkuttu, kredi kartı rahatlatmadı - HAYRİ KOZANOĞLU

Sanayi üretim verileri ekonominin yaşadığı daralma sürecinin ne denli derin olduğunu gösterdi. Öte yandan cari işlemler hesabı verilerine göre Türkiye net dış borç ödeyicisi konumunda, kredi kartında ise cevap bekleyen sorular bulunuyor.

Dün açıklanan Kasım ayı sanayi üretim rakamları ekonominin yaşadığı daralma sürecinin ne denli derin olduğunu bir kez daha hatırlattı. Sanayi üretimi 2017’nin aynı ayına göre %6.5 azaldı. Ekim ayında ise bu daralma %5.7’ydi. 2018 son çeyrek büyüme rakamını belirleyecek olan tam da bu oranlar. İmalat sanayi bilindiği gibi tüm ekonominin motor gücüdür. Bu sektördeki üretim kaybı ise %7.1’e kadar yükseldi.
Ara malı üretiminde %11.9, sermaye malı üretiminde %8.3’lük düşüşler, ithalattaki keskin daralmanın yansımaları. Diğer bir ifadeyle, ithalatı yurtiçinde ikame edecek üretim yapıldığı için değil, bizzat imalat sanayi üretiminde havlu attığımız için dış ticaret açığı geriliyor. Sermaye malı üretiminin keskin biçimde çakılması kapasitenin artmadığını, önümüzdeki dönemde de sanayide istihdam artışı bekleyemeyeceğimizi gösteriyor.
Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi de Kasım’da Ekim’e göre %0.3 azaldı. Böylelikle dört ay arka arkaya sanayi üretimi düşmüş oldu. 2018’in bütününe baktığımızda ise, sanayinin 11 ayın ikisi (Nisan ve Temmuz) hariç yılın tümüne yayılan bir gerilemeyle karşı karşıya bulunduğu ortaya çıkıyor.

VARSA YOKSA NET HATA NOKSAN

Geçen hafta açıklanan Kasım ayı ödemeler dengesi istatistikleri, 986 milyon dolar cari işlemler fazlasına işaret ediyor. Son 12 aylık kümülatif verilere göre de cari açık 33.9 milyar dolar oldu.
Sanayi üretimi nasıl peş peşe 4 ay daraldıysa, ödemeler dengesi de aynı dönemde sürekli fazla verdi. Çünkü talep durduğu için üretim duruyor, ithalata da gerek kalmıyor. Önümüzdeki aylarda ihracatın da artış ivmesini kaybetmesi beklenebilir. Çünkü iç talebin sönmesiyle, eldeki stokları dış âleme yönelik üretimde kullanan firmalar, aynı tempoyu sürdürebilmek için artık ithalata hız vermek zorunda. İhracatın dış dünyadaki, özellikle Avrupa’daki talebin zayıflamasıyla nedeniyle de duraklaması büyümeyi iyice aşağı çekebilir.
Bir ülkenin cari açık vermesinin diğer bir anlamı da, yatırımların bir bölümünün yabancıların tasarruflarıyla gerçekleşmesidir. Türkiye uzun süredir yetersiz tasarruflarına dış borçlanmayı ekleyerek yatırımlarını finanse ediyordu. Kriz ortamında cari fazla vererek, bu kez zaten iyice gerileyen tasarruflarının bir bölümüyle dış borç ödemeye başladı. Bu manzara yatırımların nasıl durduğunun, 2018’deki sorunların 2019’a ağırlaşarak taşındığının bir başka göstergesi.
Ocak-Kasım 2018 döneminde ekonomide 53.6 milyar dolar dış borç ödemesi gerçekleşirken, 50.9 milyar dolar kaynak bulunmuş. Diğer bir ifadeyle Türkiye dış borçlarını yenilemede büyük güçlük yaşamış. Uzun bir aradan sonra net dış borç ödeyicisi konumuna düşmüş.
Merkez Bankası aynı dönemde rezervlerinin 10.8 milyar dolarını tüketmek zorunda kalmış. Cari açık büyük ölçüde net hata ve noksan kaleminden gelen 19.5 milyar dolar kaynağını bilemediğimiz dövizle finanse edilmiş. Tüm bu rakamlar ödemeler dengesinin ne denli kaygan bir zeminde seyrettiğini kanıtlıyor.

KREDİ KARTLARINDAN CEVAPSIZ SORULAR

Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı geçen hafta “müjdeli” haberi vermiş, kredi kartlarının Ziraat Bankası eliyle yeniden yapılandırılacağını açıklamıştı. Uygulamanın nasıl gerçekleşeceği belirsizliğini koruyor. İsterseniz bu noktada aklımıza gelen kritik soruları bir bir sıralayalım:
1 Bilindiği gibi kredi kartlarının bir ödeme bir de kredilendirme fonksiyonu vardır. Gelir düzeyi yeterli olanlar ödeme imkânından yararlanır, genellikle bir sonraki aya bakiye bırakmazlar. Kredi borcu takanlar da çoğunlukla dar gelirlilerdir. İhtiyaç kredileri de büyük ölçüde aynı kesim tarafından kullanılır. Kriz ortamında niye ihtiyaç kredileri için de yeniden yapılandırma uygulanmıyor? Örneğin kredi kartı borcunu ihtiyaç kredisiyle kapatanlara haksızlık yapılmış olmuyor mu?
2 Ziraat Bankası’nın uygulayacağı faizler piyasa faizlerinden düşük de olsa, eğer ödeyememe nedeni işsizlik veya yetersiz gelir ise, bu şartlarda borçlar ödenebilecek midir? Yoksa borcu borçla kapatarak ailelerin çektiği acıların uzatılması ile mi karşılaşılacaktır ?
3 Bireylerin başta maaşları, nakit akışları kredi kartını kullandıkları bankadan gerçekleşiyorsa, kartın Ziraat Bankası’na aktarılmasının işleri iyice karıştırmak, işlem maliyetlerini artırmak riski yok mudur?
4 Ziraat Bankası’nın mevduat faizlerinin altında bir oranla kredi kartlarını yeniden yapılandırmasından doğacak görev zararı ne kadardır? Bunun ödeneği bütçede nerededir?
5 Kredi kartlarının yeniden yapılandırılmasında 31 Aralık tarihi esas alınacak. Bu tarihte 55 milyar TL civarında taksitli alımlardan kaynaklanan kredi kartı bakiyesi bulunmaktaydı. Ödeme güçlüğü bulunmayan, taksitli alım yapmış kişi ve şirketler de bu fırsattan yararlanmak istemeyecek midir?
6 Bu uygulama; varlık barışı, ÖTV-KDV istisnalarının uzatılması benzeri uygulamanın tekrarı /kapsamın genişletilmesi beklentisi yaratırsa bazı kişilerin daha fazla açılması, kredi kartı limitlerini zorlaması sonucunu doğurmayacak mıdır?
7 Cumhurbaşkanı geçmişte kredi kartları hava atmak için kullanılıyor dememiş miydi? Faiz bütün kötülüklerin anası değil miydi? Şimdi bu kredi kartı yeniden yapılandırması kart kullanıcılarına bir avantaj getiriyorsa, kendisinin verdiği mesajlar doğrultusunda faizden kaçınıp kredi kartı kullanmayan vatandaşa haksızlık yapılmış olmuyor mu?
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN