19 Ocak 2019 Cumartesi

Adnan Gerger: İyi insanlar daha çok üretmeli - Özkan Öztaş

'Bu sözde entelektüeller, insanların itiraz etme kanallarını tıkıyorlar. Şirin görünen bir dizi tuhaflık onların sayesinde hayatımıza giriyor. Ama umutsuz da değilim. Evet belki yazdıklarım bu karamsarlığı ve kötülüğü resmediyor ama tüm bunlar aynı zamanda çıkış yolunu da gösteriyor.'




Adnan Gerger'in Ses ve Sus romanı kısa bir süre önce okurlarla buluştu. Gerger'in bir önceki romanı Yüzsüz Hayat'tan sonra yayımlanan Ses ve Sus, gerek biçim gerekse içerik olarak Gerger'in diğer çalışmalarından ayrılıyor.
________________________________________________________
Uzunca süren bir çalışma oldu demiştiniz geçtiğimiz yıllarda kitap yayınlanmadan önce. Nasıl bir süreç geçti? İçinize sinen bir çalışma oldu mu?
Evet 4 yıl süren etütsel bir çalışmanın çıktısı oldu Ses ve Sus romanı. Yorucu, keyifli bir süreçti benim için. Onca çabaya ve emeğe değdi dersem okuyucular kızmaz sanırım bana. Geri dönüşler de iyi. Pek çok okuyucu okuduktan sonra olumlu geri dönüş yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Umarım onlar için de iyi olmuştur.
_________________________________________________________
Kitabın hikayesini dilerseniz sizden dinleyelim. Adnan Gerger neyi anlatmak istedi bu romanında? Ne aktarmak istedi okuyuculara?
Toprak, beden ve ölüm. Bu üç kavram ile aktarmaya çalıştım anlatmak istediklerimi. Yıllardır anlatmaya çalıştığım şeylerin hem bir devamı hem de farklı bir biçimi var bu çalışmada. Bu topraklarda yaşanan acıları, faili meçhulleri, devletin bireyler üzerinde kurduğu baskı ve otoriteyi, insanların yarım kalan umutlarını anlatmaya çalıştım. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce. 
Edebiyatın derdi eni konu estetik bir ifadenin biçimi. "Siz bu estetik ifadeyi kim için ya da neyi anlatmak için kullanıyorsunuz?" sorusu benim için öncelik konusudur. 
Yani önce "kimi anlatıyor bu hikaye" sorusu, nasıl anlatıldığından belki de daha önemli. Sahte yaşamların, popüler konuların harikulade anlatılmasının ne gibi bir önemi olabilir ki?
Gerçek hayatı, gerçek yaşamları, dertleri ve umutları anlatmak daha kıymetli bu nedenle. 
Toprak, beden ve ölüm temaları ile bu topraklarda yaşanan bir süreci aktarmaya çalıştım. 
________________________________________________________
Yazım süreci nasıl geçti? Bir dizi araştırmaların, dinlemelerin, bazı hayatların incelendiği bir kitap çıktı ortaya. 
Yazım süreci beni zorladı desem yalan olmaz. İki nedenle . İlki mevcut bir hikayeyi farklı bir anlatım tarzı ile aktarmak, ikincisi de çalışmanın uzun soluklu oluşu. Yani başladığım yer ile ulaşmak istediğim yer arasında bir açı oluştu. Bu açı olumsuz bir açı değil. Yola çıkarken tasarladığım sonuçtan çok daha hoş çok daha kıymetli bir yere evrildi hikaye. Biraz da hikaye kendisini yazdırdı bana desem yanlış olmaz.
____________________________________________________
Farklı anlatım derken romandaki masalsı anlatım ile gerçeklik arasında kurulan bağı ve arasındaki geçişleri kastediyorsunuz sanırım. Bu nasıl bir tercihin sonucu oldu?
Roman bazı bölümlerden oluşuyor. Ben anlatıcı zaman zaman değişiyor. Bu yaygın olmasa da bilindik bir yöntem. Ancak ben buna hem kendimi, hem okuyucuyu hem de roman karakterlerini dahil ederek herkesin muhatap olduğu bir biçimi zorladım. Zira yaşanan her acının ya da kederin muhatabıyız bu topraklarda. Görmezden gelebilirsiniz. Ama bu muhatap olduğunuz ya da sorumlu olduğunuz gerçeğini değiştirmeyecektir.
____________________________________________________ 
Bu geçişler, yani masal ile gerçek arasındaki geçişler sizce de sert değil mi? Yani masalsı bir hikayede, bir destanın izinde ilerlerken bir anda kendimizi bir elektrik faturasının özetinde ya da bir hastanın hastane raporunda bulabiliyoruz. Bu bir tercih miydi? Yoksa giderilememiş bir anlatım sorunu mu?
Şimdi buna bir tercih demek sanırım, varsa anlatım sorunu açısından kolaya kaçmak oluyor değil mi? (Gülümsüyor)
Evet bu bir tercih. Bu aslında okuyucular açısından çok geri dönüşü olan bir yorum değil. Ya okuyucuların gözünden kaçan bir ayrıntı ya da rahatsız olmadıkları bir durum.  Her ikisi de olabilir tabi.
Ben buna masalsı anlatım yerine "mesel dili" demeyi tercih ediyorum. Bu dili bu şekilde kurmamın bir kaç nedeni var. 
İlki, hayat aslında bu meseller gibi hep iyilerin kazandığı bir yer değil. İyilerin kazanması için bazı şeylerin gerçekleşmesi gerekiyor. Ama bir yanıyla da hayat mesellerden de bu kadar uzak değil. Yani aslında hayatı mesellerdeki kadar güzel yapabilmek biraz da bizim ellerimizde. Bunu anlatma çabasının biçimsel bir ifadesi bu. Acı ve tatlının iç içe ilerleyen iki şey olmadı gibi bu hayatta.
__________________________________________________
Kitapta bir çok isim kent ve ülke farklı şekilde tarif ediliyor. Romanın tanıtımında da "herkesin bildiği herkese uzak bir ülke" tarifi var. İsimleri değiştirmenizin nedeni nedir? 
Çok somut ifadeler düşüncenin yaratıcılığını çoğu zaman öldürebiliyor. İstanbul, Ankara, Diyarbakır demektense buraları çağrıştıran ifadeler kullandım. Herkes kendi kentini kendi soyutlaması ile tarif etsin diye. Okuyucuya "bu kenti de şöyle düşünün bakalım" demektense "şimdi bir kent düşünün, içinde şöyle acılar böyle umutlar var" demek daha sahici geliyor bana. Bu benim açımdan okuru metne dahil etmenin de bir çabası tabi. 
Tüm bunları çalışırken aklımda olan en temel şey, edebiyatı dar kalıplarından çıkaran, estetik dili kuran bir biçim nasıl inşa edilir sorusuydu. Bunu düşünerek ilerlemeye çalıştım. 
_________________________________________________
Başarılı olduğunuz düşünüyor musunuz bu konuda?
İçime sinen çok emek verilmiş bir çalışma oldu.
Başarıp başaramadığım ise okuyucunun muhatap olduğu bir soru. Bunu kendi açımdan cevaplamam doğru olmaz. Okuyucuların geri dönüşleri olumu. Benim ise vicdanım rahat.
__________________________________________________ 
İçinden geçtiğimiz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz peki? Bu sorunun muhatabı olduğu konusunda ısrarcı "yazarların", çok satılan kitapların, kitabın yazılış sürecinde verilen ödüllerin olduğu bir dönemdeyiz. Hep böyle miydi sizce?
Şu an cümleleri tam ifade edemeyebilirim ama Gramsci'nin "eğer bir kişiyi beyninden-düşüncesinden yakalarsanız, kolları ve bacakları da ardı sıra gelir" benzeri bir ifadesi vardı. 
Ben bu cümleyi çok önemsiyorum. Bugüne değin egemenlerin bu konudaki ciddiyetlerini toplumsal muhalefete kıyasla daha tutarlı buluyorum. Yani bizim cenah bu konuda daha çok üretmek zorunda bugün. Çünkü insan aklını kuşatan ya da teslim alan şeyler genellendiği gibi estetikten yoksun, kötü ve vasat üretimler olmuyor her zaman. Evet çürütüyor belki ama çürüten her şey çürük değildir. Yani çürüten edebi ürünler ne yazık ki tezgahta çürük duran ürünlere benzemiyorlar. Ayırt etmek için bilgi gerekiyor, deneyim gerekiyor. Bizim işimiz belki de bu deneyimi ve bilgiyi ilerletmek, iletmek. O romanlar ışıltılılar ve hatta tezgahta "oku beni" diye yanıp sönen minik ışıklara sahipler. 

Ama o kadar. En nihayetinde hepsi tezgahta satış için duruyor. Okunsun diye kaleme alınmıyorlar. Aldıkları ödüller de bunu belirlemiyor bence her zaman. 
Hep böyle miydi sorusunu bir kenara bırakalım. Belki hep vardı bu durum ve belki bugün daha yaygın. Ama bunun az mı çok mu, iyi mi kötü mü olduğunu biz belirleyebiliriz. Daha çok üreterek daha iyisini üreterek. Piyasa koşullarına hazırlanmış kitapların karşısına bunları alt edecek kitaplar ile çıkmak zorundayız. 
Çünkü o kitaplar bütünlüklü olarak kötü olmadıkları için okuyucunun aklına sızabiliyorlar. Aklına sızınca da denildiği gibi kolu ve bacakları da ardından geliyor. Bu sözde entelektüeller, insanların itiraz etme kanallarını tıkıyorlar. Şirin görünen bir dizi tuhaflık onların sayesinde hayatımıza giriyor. 

Ama umutsuz da değilim. Evet belki yazdıklarım bu karamsarlığı ve kötülüğü resmediyor ama tüm bunlar aynı zamanda çıkış yolunu da gösteriyor.

Özkan Öztaş / SOL

Ekonomik bunalım nasıl seyrediyor? - KORKUT BORATAV

İlk etken, dış kaynak girişlerinde yavaşlama ile Mart’ta başladı. Mayıs’ta Cumhurbaşkanı, finans sermayesini güven kaybına sürükleyen bir söylem tutturdu. Döviz krizi tetiklendi; Ağustos-Eylül’de zirveye tırmandı. Reel ekonomi ise Eylül’de daralmaya başladı… 

Türkiye ekonomisinin 2018 bunalımının aşamalarından söz ediyorum. Yabancı sermaye girişlerinde ani bir durma ile başlayan ve “Güney” coğrafyasına özgü bir kriz türü söz konusudur. 

2019’da nasıl seyredecek?

Bir kriz senaryosu
Kendi haline bırakılırsa bu tür krizler nasıl seyreder? Bu soruya ilişkin bir senaryoyu, Türkiye gözlemlerinden hareket eden Paul Krugman Ağustos 2018’de bir yazısında ortaya koydu. Yazıyı, geçen hafta bu köşede tartıştım.
Krugman’ın senaryosu özgün değildir; bilinenleri özetliyor; döviz piyasalarından dış borçlara, giderek üretime taşınan bir “girdap” betimliyor: 
Güven kaybı TL değerini düşürür; dövizli borçların ödenmesi güçleşir; reel ekonomi küçülür; güven yeniden zedelenir; dövizin daha da pahalılaşması, dış borçların millî gelire oranını tırmandırır; dış borcun TL karşılığı öylesine şişer ki, iflas edebilen herkes batar. 
Krizin bir dip noktası vardır: “İflas edebilen herkesin batması”… Sonrası? 
Paranın değer kaybı ihracatta sıçramaya yol açar; ekonomi yüksek dış ticaret fazlaları sayesinde canlanmaya başlar.  
Türkiye ekonomisinin Ağustos sonrasındaki verileri, yukarıdaki tasarımın hangi aşamasına denk geliyor? Gözden geçirelim. 

Döviz krizinin gelişimi     
Bu tür krizlerin ivmesini, döviz fiyatlarında tırmanma besler. Kimler etkilenir? Başta döviz borçlusu şirketler… Öncelikle cirolarında TL ağırlık aşıyorsa… 
Kritik gösterge şirketlerin net döviz pozisyonudur ve Mart 2018’de eksi 222 milyar dolar ile zirveye  (“en kötü” konuma) çıkmıştır. 2018 dolarlı millî gelir tahmininin yüzde 31’i…

On iki ay içinde vadesi gelecek olan dış borçların toplamı da önemlidir. Zirveye Nisan 2018’de ulaşılmıştır: 183 milyar dolar;  millî gelirin yüzde 26’sı…
2018’e döviz fiyatları artarak girdik. Ağustos’ta ivme yükseldi ve “Krugman’ın girdabı” ağırlaştı: Dövizli borçların ödenmesi daha da güçleşti.

Döviz fiyatlarına göz atalım. Bank of International Settlements (BIS) ve TCMB  verilerini kullanıyorum. Aylık ortalama dolar fiyatı Eylül 2018’de zirveye  6,334 TL ile ulaştı. Aralık 2017 ortalama dolar fiyatına göre yüzde 73,6 sıçrama…    
Dolarla birlikte dış ticarette kullanılan tüm dövizleri dikkate alalım ve iç fiyatlarla karşılaştıralım. Bu hesap, reel efektif döviz kurunu verir.

Amaç, “TL reel olarak ne kadar değer yitirmiştir?” sorusunu yanıtlamaktır.  Veya aynı sorunun farklı ifadesi: “Döviz reel olarak ne kadar pahalılaşmıştır?”  
Döviz krizinin reel efektif kurlara göre ölçülen zirvesi de (“en kötü” noktası) Eylül 2018’dir. Dokuz ayda TL reel olarak yüzde 26,4 oranında değer yitirmiştir. Farklı ifade edelim: Aralık 2017-Eylül 2018 arasında döviz reel olarak yüzde 36,0 oranında pahalılaşmıştır.

İç fiyatların yükselişi (enflasyon) sayesinde borçları döviz, kazançları TL olan kapitalistlerin “reel şoku” biraz hafiflemektedir.  Yukarıdaki sayılara dönün ve dokuz ayda doların ve reel döviz fiyatının artışını karşılaştırın:%73,6 → %36,0…  
Ücretlerin enflasyonun gerisinde seyretmesi, burjuvazinin döviz krizini biraz daha hafifletecektir.  Bu tür krizlerde kısa vadeli “eşel mobil”, işçi sınıfı için bu nedenle önem taşır.

“Krugman’ın girdabı” geçerlidir: Döviz fiyatları  nominal ve reel olarak tırmanmakta; döviz borçlarının ödenmesi kredi faizlerindeki artışın da katkısıyla güçleşmektedir. Kredilerin pahalılaşması, hacminin düşmesi, iç talebi küçültmektedir. Üretim, millî gelir, istihdam göstergelerinin (reel ekonominin) bozulması da 2018’in üçüncü çeyreğinde başlamıştır. 

Eylül 2018’i izleyen aylarda hem nominal dolar, hem de reel döviz ucuzlamıştır. Ne var ki, bu etken 2018’in tümündeki  tabloyu sadece hafifletmektedir: Aralık 2017-2018 arasında da dolar yüzde 46, dövizin reel fiyatı yüzde 14 artmıştır.  Böylece, döviz krizinin reel ekonomi üzerindeki sözü edilen olumsuz etkileri 2019’a taşınmıştır. 

Döviz niçin ucuzladı?
Eylül sonrasında reel ekonomi krize girerken döviz fiyatları niçin ucuzladı?    Döviz fiyatlarını tırmandıran ana etkenler ikilidir: Dış kaynaklarda daralma ve cari işlem açıklarının döviz talebi üzerindeki ek baskısı…  

2018’in büyük bölümünde yabancı sermaye girişleri geriledi; hatta Ağustos-Ekim aylarında Türkiye ekonomisi net dış borç ödemeye başladı: Dış borç stoku 8 milyar dolar aşağı çekildi; şirketlerin döviz açıkları biraz hafifledi. 

Bu olgular, “düzelme” değil, tam aksine krizin dışsal yansımasıdır: Ekonomi yoksullaşarak dış borç ödemektedir; döviz arzı bu nedenle de daralmaktadır.
Her süreç, kendi karşıtını da geliştirir; telâfi edici etkenler ortaya çıkar: Döviz fiyatları yükselirken TL’li hisse senetleri, tahviller ucuzlar; spekülatif yabancı sermaye iştahlanır. İktidar, Eylül’de finans kapitale tavizler verdi: TCMB faizleri yükseltildi  ve “kemer sıkmacı” Yeni Ekonomi Politikası (YEP) ilan edildi. Sıcak para girişleri kıpırdadı. Örneğin Kasım’da 12 ay öncesine göre toplam sermaye girişleri net 3 milyar dolar arttı. Büyük bir sayı değil; ama döviz fiyatlarının aşağı çekilmesine onun da katkısı oldu.

İkinci etken daha önemlidir.

Nisan-Temmuz 2018’in toplam cari işlem açığı 17,3 milyar dolardır. Sonraki dört ayda (Ağustos-Kasım’da) ise,  Türkiye ekonomisi için istisnaî bir durum gerçekleşti:Dört ayda 7,4 milyar dolarlık cari işlem fazlası… Sekiz aylık bir dönemde dış açıkların fazlaya dönüşmesinden kaynaklanan döviz tasarrufu 24, 7 milyar dolardır.  

Bu büyüklükte bir olumlu şok, döviz piyasalarını rahatlatacak; Eylül sonrasında döviz fiyatlarının düşmesine katkıda bulunacaktır.

Cari fazla: Hayra alamet değil…
Krugman’ın tasarımı, bir finansal krizin son bulmasını ihracat artışlarına bağlıyor: “TL’nin değer kaybı ihracatta sıçramaya yol açar; ekonomi yüksek dış ticaret fazlaları sayesinde canlanmaya başlar.”   
Ne yazık ki, Türkiye’nin son dört aydaki dış ticaret bilançosuna göre Türkiye’nin krizi “dip noktaya” ulaşmamıştır. Zira, cari fazla, ihracat artışından değil, ithalattaki daralmadan kaynaklanmıştır. 

2017 ve 2018’in Ağustos-Kasım aylarında mal ve hizmetleri kapsayan  dış ticaret verilerini karşılaştırınız: Son dört ayda ithalatın küçülme oranı yüzde 20,3, ihracatın  büyüme hızı ise sadece yüzde 5,9’tir. Demek oluyor ki, yukarıda hesapladığım 25 milyar dolarlık döviz tasarrufu,  esas olarak iç talebin çökmesinin yarattığı ithalat daralmasından kaynaklanmıştır. 

İhracata veya ithalat ikamesine dönük üretim artışı söz konusu değildir. Zira, bu tür artışların kaynağını oluşturan sanayi sektörü PMI endekslerine göre Nisan’dan itibaren, TÜİK’e göre Haziran-Kasım döneminde daralmıştır. 

Aynı noktaya geri döndük: Dış göstergelerdeki düzelme, yoksullaşmanın, krizin reel ekonomiye yansımasının sonucudur. 

Finansal çöküntü???
Ocak 2019’da reel ekonomideki bunalımın başlangıcındayız. Üretim, istihdam verileri hızlanarak bozuluyor. Süreci daha ağırlaştıracak finansal bir çöküntü, yani bankalar dahil döviz borçlusu herkesin battığı  bir felaket senaryosu gündemde midir? 

Türkiye, son yirmi beş yılda dış kaynak hareketlerinin durması ile başlayan dört ekonomik bunalımdan geçti. İkisinde (1994 ve 2001’de) bunalım, banka iflaslarını da içeren finansal krizlere dönüştü. Diğer  ikisinde (1998-99 ve 2008-2009’da) ise, bunalım reel ekonomide yaşandı; finansal çöküntülere yol açmadı. 

Bugünkü (beşinci) bunalımın 2019’daki seyrine ilişkin ilk işaretler olumlu değildir.
Bir kere, Kasım’da sermaye girişlerindeki artışın süreceği söylenemez.  Son beş haftada yabancıların portföy yatırımlarından çıkışı (747 milyon dolar), Kasım’daki girişi (603 milyon doları) aşmıştır. Spekülatörlerin Türkiye’ye dönük “risk iştahı”nı coşturan bir ortamda değiliz. Döviz piyasaları da Ocak’ta baskı altına girmiş görünmektedir. 

Daha da önemli soru, yabancı banka kredilerinin döndürülme temposu ve maliyetleri ile ilgilidir. Ön-bilgiler, bankalarımızı ferahlatacak doğrultuda değildir. 
Ticaret Bakanı, Aralık ortasında konkordato ilan eden şirket sayısını 846 olarak açıkladı. Emin Çapa’ya göre gerçek sayı birkaç misli daha yüksekmiş. Konkordato uygulamaları bu krizde olağan-dışı boyutta yaygınlaşmıştır. Bankalara yansıyabilecek büyük iflaslar, yapay olarak ertelenmekte midir? 

2019 bütçesi, hortlayan  “seçim ekonomisi”  ile uygulanmaya başladı. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, bütçe disiplini iddiasıyla sunulan Yeni Ekonomi Programı’nın şimdiden “kadük olduğu” teşhisine ulaştılar mı?

Üretim, istihdam, işsizlik istatistiklerinde ve günlük gözlemlerimizde ekonomik bunalımı algılıyoruz. Finansal sisteme  bulaşma derecesi, bunalımın kapsamını, süresini, derinliğini de belirleyecektir.

Korkut Boratav / SOL

''Erdoğan'ın Challenge yaşattığı aileler '' - Murat AĞIREL

Son günlerde sosyal medyada bir akım var. ''#10YearsChallenge'' adında bir etiket altında milyonlarca insan paylaşım yapıyor. Paylaşımların içeriği ise kişilerin 10 yıl içerisinde gösterdikleri değişimi eski ve yeni iki fotoğrafla ortaya koymak.
O zaman gelin biz de AKP iktidarı döneminde 10 yıllık değişimi dudak uçuklatan bir ismi ''Challenge'' yapalım.

Adı: Ethem Sancak.
Hani...
Sancak ailesinin en meşhuru, üniversite yıllarında Türkiye İşçi Köylü Partisi'nin (TİKP) Diyarbakır İl Başkanlığı'nı yapan, Soros destekli TESEV'in kurucusu, AKP dönemindeki aldığı destekler ile FORBES'in açıkladığı Türkiye'nin en zengin yüz ailesinden biri olan kişi.

Hani...

Sabah Gazetesi'nden Şelale Kadak'a yaptığı açıklamada "Ben Türk değilim, ben Arabım. Türk vatandaşıyım ve onur duyuyorum ama ben aslen Arabım. Ben Türk olmaktan mutluluk duymam, üzülürüm. Aslımı niye inkâr edeyim ki? Aslını inkâr eden haramzadedir" demişti.

Hani...

Cumhurbaşkanı Erdoğan'la ilgili olarak "Bir Arap atasözü der ki 'Sana anam babam feda olsun' ben de Erdoğan için diyorum ki ona; anam, babam, çocuklarım feda olsun" demişti.

Hani...

"Erdoğan'ın dürüstlüğünü, yiğitliğini gördüm, gördükçe aşık oldum. Doğrusu solculuk dönemimde Mevlânâ ile Şems'in arasındaki aşka anlam veremiyordum. Tanıdıktan sonra gördüm ki, böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor" demişti.

Hatırladınız mı?

Hadi canım nasıl olur hatırlayamazsınız?

O zaman tanıtımı biraz daha detaylandıralım!
1987 yılında Es Ecza Deposu'nu, 1989'da ise kozmetikte faaliyet gösteren Esko Itriyat'ı ve 1993 yılında Hedef Ecza Deposu'nu kurdu.Kurduğu Hedef Ecza Deposu'nu Alliance Boots'la birleştirerek Hedef Alliance adlı bir ilaç dağıtım tekeli kuran Sancak, AKP iktidarı büyüdükçe ailesini de "büyütmeyi" başardı.

Hatta 2005 yılında bu büyüme gözlerden kaçmadı ve 2005'te "Yılın Girişimcisi", 2007'de Bülent Arınç'ın başkanlığı döneminde "TBMM Millî Egemenlik Üstün Hizmet ve Onur Ödülü"(!) verildi.

TMSF tarafından Çukurova Grubu'na ait Interbank'tan kaynaklanan borçlarından dolayı el konulan Akşam gazetesi ve SkyTürk 360 Televizyonu, 2013 Kasımda 62 milyon dolar bedel üzerinden Ethem Sancak'a satıldı.Ethem Sancak, böylece, Skyturk 360 televizyonu ve bünyesinde 2 ulusal gazete; 1'i haftalık, 4'ü aylık olmak üzere 5 dergi ve 1'i ulusal, 1'i bölgesel olmak üzere 2 radyo kanalı sahibi oldu.

Ethem Sancak, AKP MKYK üyeliğine seçildiği zaman, Star, Akşam ve Güneş gazeteleri ile 24 ve 360 televizyonlarının bünyesinde bulunduğu Es Medya'yı kime sattı dersiniz.

Hasan Yeşildağ.

Hani...
Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında verilen hapis cezasının ardından bilerek küçük bir suç işleyerek ondan önce Pınarhisar Cezaevi'ne giren, Erdoğan'ı cezaevinde bizzat karşılayan ve 4 ay boyunca bütün görüşmelerini düzenleyen Hasan Yeşildağ.

Ethem Sancak, TMSF'nin 985 milyon lira muhammen bedelle satışa çıkardığı BMC'yi 751 milyon liraya satın aldı. Alınan sadece BMC markası değildi tabii ki. Bu alım işlemi ile BMC'nin Bornova'da kurulu fabrikanın 220 dönümlük arazisinin de sahibi oldu.

21 Nisan günü Resmî Gazete'de yayınlanan Sağlık Uygulama Tebliği ile bel ve boyun fıtıkları üzerine yapıştırılıp sökülen "Yakı" benzeri bir banda devletin para ödeyeceği hükme bağlanmış ve bant başına 350 lira ödenmeside kararlaştırılmıştı Bu bandı tek bir firma, Artcure markası ile satıyor. Tebliğ çıkmadan önce 125 lira bedel ile satıyordu bu tebliğden sonra 350 TL'ye satmaya başladı.

Firma kimindi?

Sancak ailesinin...

Sancak ailesinin AKP iktidarı zamanındaki yükselişi hayvancılık, tarım, inşaat gibi sektörlerde yaptıkları yatırımlar ile devam etti, ediyor. Bu ailenin aldığı ihaleleri, aileye sağlanan destekleri yazmak için köşe değil kitap lazım.

Ancak en son Sakarya'da 'Tank Palet Fabrikası' olarak bilinen 1,8 milyon metrekare üzerine kurulu 1. Ana Bakım Fabrika Müdürlüğü'nün özelleştirme kapsamına alınması tüm Türkiye'de deyim yerinde ise deprem etkisi yarattı.
Tepkiler çığ gibi büyüdü ve TBMM'de tartışmaya açıldı.

Bu sayede bizler de fabrikanın Ethem Sancak ve Katar ortaklığına devredildiğini öğrenmiş olduk. Gerçi Cumhurbaşkanı "özelleştirme değil belli kısıtlamalar çerçevesinde BMC'ye devir edilmesidir" dedi.

Ama geçmiş tecrübeler ile sabit olduğundan herkes ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Nasıl olur diye herkes düşünürken Odatv Perşembe akşamı Cumhurbaşkanlığı himayesinde, Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB) tarafından ilk kez düzenlenen Türk Savunma Sanayii Zirvesi, 12-13 Aralık 2018 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi'nde yapılan toplantıya ait konuşmalardan bir bölüm yayınladı.

Konuşmalar arasında BMC'nin patronu Ethem Sancak'ın sözleri dikkat çekti.
Aynen şunları söylüyordu:
"Liderimiz bana dedi ki; 'Sen o otomotiv şirketinin altından kalkabilir misin?' Valla ne emrederseniz onu yaparım. Ama buna gücüm yetmeyebilir. Elimdeki varidatım bu. Savunma sanayine girmek o gün için bir macera. Ben de eski bir sosyalist yeni bir Müslüman olarak kardeşlerim arasında adil bölüşmüştüm serveti. 16'da bir parçası kalmıştı. Dedim; 'Bu para var. Bununla alınabiliyorsa ihaleye gireyim. Ama diyelim ki aldım. Bunu emrettiğiniz gibi güçlü bir sanayi şirketi haline getirebilmem için güçlü bir fon olması lazım arkamda. 'Ne yaparız' dedi. Sizin büyük ferasetinizle Arapların onurlu bir bölümünü kendine getirttiniz. Katar'la neredeyse tek millet iki devlet haline geldik. Allah da gani gani para vermiş Katar'a. Emir de sizi kırmaz. Katar devletini ve silahlı kuvvetlerini bana ortak ederseniz bu işin altından kalkarız. Sağ olsun sayın Emir'i aradı o da kırmadı. BMC'nin yüzde 50 eksi birini Katar ordusuna sattım. Tek başına yapmak istemiyordum. Benim gibi deli bir Laz ortak da önerdi bana Sayın Cumhurbaşkanım. Onu da yanıma aldım; Talip Öztürk, eşit bölüştük."

İnanılır gibi değil!

Türkiye'nin dev markalarından biri olan BMC bu şekilde satılmış. Sayın Cumhurbaşkanı al demiş, almış kafasına göre satmış Cumhurbaşkanı şunu da yanına al demiş onu da almış. Bu arada bahsi geçen Talip Öztürk, Metro Turizm'in sahibi yargılandığı bir davada "cinayetin azmettiricisi" iddiasıyla müebbet hapis cezası alan ve yurt dışına kaçan Metro Holding'in patronu Galip Öztürk'ün kardeşi.

Türkiye'nin hali budur değerli dostlar.

Kurumlar yandaş iş adamlarına bu kadar hoyratça ve bu kadar fütursuzca peşkeş çekilmektedir.

Bunun adı YAĞMA'dır. Bunun adı TALAN'dır.


Murat AĞIREL  / YENİÇAĞ

18 Ocak 2019 Cuma

Rusya’yı kuşatma politikasında gaz kartı masada: ABD Katar’da 'sondaj' yapıyor - SOL

ABD, Katar’daki görüşmelerde Katar’ı yanına alıp Rusya ve İran’la ilişkilerine son vermek istiyor. ABD, Katar’ı bölgedeki siyasi gerilimlerde ABD’nin yanında tereddütsüz bir tutum almaya zorluyor. Ama bu tutum Rusya ve İran’la karşı karşıya gelmek anlamına gelecek.

Reuters’e göre, "ABD, ihtiyacının yüzde 60'ını Moskova'dan karşılayan Almanya dâhil, Avrupa'ya gaz ihracatında Rusya'nın yerini alması için Katar ile görüşmeler gerçekleştiriyor." ABD, Katar gazını devreye sokup Rus gazının Avrupa’ya akışını engelleyebilirse Rusya karşısından önemli bir zafer kazanmış olacak.
Ancak ABD geçen yıl da bu yönde adımlar atmış, 2018 yazında bir araya gelen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Almanya Başbakanı Angela Merkel, görüşmeden sonra gaz ticaretinin devamı yönünde karar aldıklarını açıklamıştı.

ABD, hem sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatını artırarak uluslararası piyasalarda hâkimiyet kurmak hem de Avrupa ile Rusya'nın yakınlaşmasını önlemek için Avrupa'nın enerji politikalarına siyasi müdahalede bulunmayı hedefliyor. Washington'un Rus doğal gazını Baltık Denizi'nden Almanya'ya taşıması planlanan Kuzey Akım-2 doğal gaz projesine yönelik ikincil yaptırımlara hazırlandığına yönelik işaretler ise hem Moskova’da hem de Berlin'de endişe oluşturuyor.

ABD İLE RUSYA ARASINDA GAZ SAVAŞLARI
ABD Başkanı Donald Trump, Temmuz 2018’de NATO Zirvesi için bulunduğu Brüksel'de Almanya'nın Rusya ile petrol ve doğal gaz anlaşmaları yapmasını yakışıksız olarak niteleyerek, "Almanya enerji için Rusya'ya yüksek düzeyde ödemeler yapıyor. Bu nedenle Almanya, Rusya'nın esiri" değerlendirmesinde bulunmuştu. ABD Enerji Bakanı Rick Perry de geçen yıl kasımda Washington'un, Kuzey Akım-2 boru hattında yer alan şirketlere yaptırım uygulama seçeneğini elinde tuttuğunu açıklamıştı. ABD Temsilciler Meclisi ise geçen yılın Aralık ayında proje nedeniyle çeşitli şirket, kuruluş ve şahıslara yaptırım uygulanmasını öngören kararı kabul etmişti.

Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ise ABD'nin Avrupa'nın enerji politikalarına müdahalede bulunmaması gerektiğini belirterek, "Avrupa'nın enerji sorunları ABD'de değil, Avrupa'da çözülmeli. Yaptırımlar hedef değil, politik araçtır" ifadesini kullanmıştı.

Amerikan yaptırımların amacı Kuzey Akım-2 boru hattının inşasında Gazprom'u yalnız bırakmak. Baltık denizinden geçerek Avrupa'ya gaz sağlayacak Kuzey Akım-2 doğal gaz projesinin toplam uzunluğu bin 220 kilometre olarak hesaplanıyor. Bu yılın sonunda bitirilmesi planlanan projede bugüne kadar sadece 400 kilometrelik boru hattı döşendi.

Almanya, ABD'nin söz konusu doğal gaz projesini üç nedenle sonlandırmak istediğini belirtiyor. Washington'da Rusya ile bütün ilişkileri kesmek isteyen çevreler var ve Avrupa'daki ortaklarla olan ilişkilere zarar verse bile bu hedefe ulaşmak istiyorlar. Trump da projeyi daha büyük bir ticaret anlaşmasında Almanya ile pazarlık için kullanıyor. Ayrıca ABD, Avrupa'ya gaz satmak istiyor ve burada Rusya'yı bir rakip olarak görüyor.

Global danışmanlık şirketi CF International'a göre, ABD LNG ihracat terminallerinden elde edilen toplam kümülatif değer 2050'ye kadar 716 milyar dolara ulaşacak. ABD'nin ürettiği LNG, boru hatları üzerinden aktarılan Rus doğal gazına göre daha pahalıya mal oluyor.

SUUDİ ARABİSTAN VE KATAR İLE KARŞI KARŞIYA
Kavganın diğer ayağında ise Suudi Arabistan ve Katar var. Bu kavganın uzantısı olarak 2017 yılında bazı Arap ülkeleri “teröre destek verdiği” gerekçesiyle Katar’la diplomatik ilişkileri askıya almış, ABD de bu ülkelere destek vermişti.

Suudi Arabistan ve Katar arasındaki gerilim 1995’te başladı. Katar’ın bugünkü Emiri olan Şeyh Tamim bin Hamad el Thani, Suudi Arabistan yanlısı babasını devirerek iktidara geldi. Katar sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatına da aynı yıl başladı. 2.5 milyon nüfusu bulunan Katar, bugün dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatçısı ve dünyada en büyük kişi başı Gayrisafi Milli Hasıla’ya sahip ülke. Yıllık ortalama gelir 130 bin doları buluyor. Ülke en büyük doğalgaz rezervine sahip kuzey bölgesini, Suudi Arabistan’ın başlıca rakibi olan İran’la paylaşıyor.

1990’lı yıllarda diğer Körfez ülkeleri LNG’nin enerji alanındaki rolünü fazla önemsememişti ancak Katar’ın Dolphin boru hattıyla doğalgazı Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’a göndermesi, bölgede dengeleri değiştirdi. Katar daha sonra Asya ve Avrupa’ya da doğalgaz satmaya başladı. Doha’nın 2005’te kuzeydeki doğalgaz sahasını genişletme planı da komşularını kızdıracak bir adım oldu.

Katar'da 2000 yılında düzenlenen darbe girişiminin arkasında da, Katar’ın enerji alanındaki yükselişinden rahatsız olan Suudi Arabistan ve Bahreyn'in olduğu iddia edilmişti.

Enerji alanında Suudi Arabistan’la yarışan Katar, diplomatik alanda da diğer Körfez ülkelerinden bağımsız bir politika izliyor. Bir ABD üssüne ev sahipliği yapan Katar, Rusya, İran ve ABD ile ilişkilerde Suudi Arabistan öncülüğündeki Körfez ittifakı dışında politikalar izlediği için komşuları tarafından sık sık eleştiriliyor.

ABD, Katar’daki görüşmelerde Katar’ın yanına alıp Rusya ve İran’la ilişkilerine son vermek istiyor.

Aslında ABD ile Katar arasında görüşmeler 2018 Kasımında başlamıştı. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile Katar Savunma Bakanı Halid Bin Muhammed el-Atiyye arasında Washington'da yapılan görüşmede ikili ve bölgesel ilişkilerin ele alındığı bildirilmişti. Görüşmede, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) uhdesinde bir Orta Doğu ittifakına ulaşabilmek için çalışmanın önemine vurgu yapıldığı da belirtilmişti. Görüşmede ayrıca ABD'nin Katar’daki El-Udeyd Hava Üssünü genişletme çalışmaları ve ABD’nin Katar’daki askeri varlığını arttırması görüşülmüştü.

ABD, Katar’ı bölgedeki siyasi gerilimlerde ABD’nin yanında tereddütsüz bir tutum almaya zorluyor. Ama bu tutum Rusya ve İran’la karşı karşıya gelmek anlamına gelecek.

SOL

İşte Başakşehir'in para kaynakları: 8 maddede iktidar ve sponsor gerçekleri - SOL

İktidarın kendilerine destek verdiği, transferleri de bu sayede yaptığı belirtilen Başakşehir'in Başkanı Göksel Gümüşdağ, bu iddiaları reddetmiş, hiçbir destek almadıklarını ileri sürmüştü. İşte Gümüşdağ'ın yalanladığı Başakşehir gerçeği ve arkasındaki iktidar ve sponsor desteğinin ayrıntıları...




Süper Lig'de lider durumunda bulunan Medipol Başakşehir'in Başkanı Göksel Gümüşdağ, dün teknik direktörleri Abdullah Avcı ile sözleşme yeniledikleri törende, "Siyasetin sizi şampiyon yapmak istediği gibi bir söylenti var. Ayrıca, Arda Turan'ın transferinin de İstanbul Halk Ekmek'in sponsorluğunda yapıldığı söyleniyor. Ne söylersiniz?" sorusuna yanıt verirken, iddiaların tamamına tepki gösterip yalanladı.

Peki, İstanbul Büyükşehir Belediye Futbol Kulübü olarak yola çıkan, sonra AKP'nin "sembol" ilçelerinden Başakşehir olarak adını değiştiren takım, "iktidar" desteği olmadan kısa süre içinde yüzyıllık kulüpleri geride bırakmayı nasıl başardı? 

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor gibi köklü kulüpler transfer yapmakta bile zorlanırken, Başakşehir milyonlarca euro ödeyerek Adebayor, Robinho, Arda Turan, Elia, Clichy ve daha birçok ismi kadrosuna katmayı nasıl becerdi? 

Milyonlarca taraftara sahip olan kulüpler taraftarlarının verdiği desteğe rağmen mali olarak çöküş yaşarken, neredeyse hiç taraftarı olmayan bir kulüp, Göksel  Gümüşdağ'ın söylediği gibi "iktidarın" desteği olmadan bu kadar sponsoru, parayı nereden buldu?

İşte sadece 8 maddede soruların yanıtları...

8 MADDEDE BAŞAKŞEHİR'İN ARKASINDAKİ İKTİDAR
1) Kulübün arkasında iktidarın olmadığını söyleyen Başakşehir Başkanı Göksel Gümüşdağ'dan başlayalım. 2002 yılında AKP İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyeliği Mali ve İdari İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı olarak göreve başlayan Göksel Gümüşdağ, 2004 yılında Küçükçekmece ilçesi Belediye Meclis Üyeliği, Grup Başkan Vekilliği görevlerini üstlendi aynı zamanda Istanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyeliğine ve Eğitim, Gençlik, Spor ve Kültür Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulundu. 2007, 2009 ve 2014 yıllarında ise Istanbul Büyükşehir Belediye Meclisi 2. Başkan vekilliğine seçildi ve halen bu görevi yürütüyor..Gümüşdağ belediyenin Spor A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı, Türkiye Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı olarak da görevlerine devam ediyor.
Gümüşdağ aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yakın aile dostu olarak biliniyor.

2) Gümüşdağ'ın AKP'li kimliği takımın sponsor ve iktidar bağının da anahtarı aslında. Takımın resmi sitesinden de duyurduğu sponsorları şöyle: Deco-Vita, Medipol, 3. İstanbul, THY, Doğa, Ziraat Katılım, İntercity, Macron, Fakir, İntermega Güvenlik, Kalyon, Sırma, Turex, Nef, Vodafone, Sunny, Kiğılı, Denizbank, Burger King.

3) Başakşehir takımına adını da veren sponsor iktidar desteğinin de baş kanıtlarından biri: Medipol...
Yıllarca Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın ortaklarından olduğu ileri sürülen Medipol Hastaneleri'nin sahibi Sağlık Bakanı Fahrettin Koca.

4) Başakşehir'de yaptığı binlerce konutla adını duyuran Makro İnşaat, Başakşehir'in en büyük destekçilerinden. Geçtiğimiz yıl kulübün hem forma sponsoru hem de çok konuşulan Arda Turan transferinin sponsorlarından olan  Makro İnşaat, yeni kurduğu "Decovita" adlı seramik firmasıyla Başakşehir'in yeni sponsorlarından da oldu. Makro İnşaat ve Decovita'nın sahibi Ercan Uyan, bir dönem Göksel Gümüşdağ gibi Küçükçekmece Belediyesi’nin AKP’li Meclis Üyeliğini yaparken, aynı zamanda AKP Küçükçekmece Gençlik Kolları Kurucu Başkanı.

5) Başakşehir'in dikkat çeken sponsorlarından bir diğeri ise Kalyon. AKP'nin İstanbul'daki proje takımı Başakşehir'e sponsor olan Kalyon, DSİ, İSKİ ve belediyelerden yüksek tutarlarda altyapı projesi alan bir firma olarak dikkat çekiyor. AKP'ye yakınlığıyla bilinen Kalyon’un 2017 cirosu 1 milyar doların üzerinde.

6) Başakşehir'in iktidar bağının en net örneklerinden biri de Turizm Bakanı Mehmet Ersoy. Ersoy, Başakşehir'in önceki yönetim kurulunda yer alan ve kulübün basın sözcülüğü de yapan isimdi. Şimdi bakanlık görevinde bulunan Ersoy, kulübün sözcülüğü şimdilik "resmi" olarak bırakmış durumda.

7) Başakşehir'in forma sırt sponsoru olan "3. İstanbul" ise AKP'li Başakşehir Belediyesi'nin "ASAF iş ortaklığıyla" birlikte hazırlığı konut projesinin adı. Yani Başakşehir hem Büyükşehir'in hem de AKP'li belediyelerin desteğinden mahrum kalmıyor.

8) Arda Turan transferine Halk Ekmek'in de destek olduğu iddiaları basının gündemine gelmiş, Başakşehir bu iddiaları yalanlamıştı. Oysa kulüp yıllarca tüm altyapısını İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle kurmuş, transferleri Belediye ve bağlı kurumlarının desteğiyle yapmıştı. Belediye'nin "görünmez" eli desteğini hala devam ederken, görünür destekler de sürüyor. Belediye'nin kurucusu olduğu İGDAŞ, Başakşehir'in alt yaş takımlarının forma sponsorluğunu yapıyor.

SOL

Cumhurbaşkanı Sezer Cumhuriyeti korudu - ÖZDEMİR İNCE

 Cumhuriyet gazetesine gelince “alet çantamı” tekrar açtığıma göre, zaman zaman “zula”ya başvurmam gerekiyor. Demokrasiyi koruyan kişi, anayasa alerjisiyle maruf R.T. Erdoğan değil kuşkusuz. Görev süresince Cumhuriyet ve demokrasi için ciddi mücadele veren Ahmet Necdet Sezer. Ne yazık ki değer ve önemi bilinmedi. Görev süresi 16 Mayıs 2007’de biten Sezer,  sonuncusu “Nükleer Yasası” olmak üzere AKP hükümeti tarafından çıkarılan 22 yasayı veto etti. Orman vasfını yitirmiş arazilerin satışıyla ilgili anayasa değişikliğine ve imam-hatiplilerin üniversiteye girişini kolaylaştıran yasaya karşı çıktı. 

Okuyacağınız yazıyı (Hürriyet, 24 Aralık 2002) zuladan çıkarıyorum:
***
[Cumhurbaşkanı Sezer, Türkiye’nin siyasal ahlak ve kimliğinin uğradığı sistemli yozlaştırma saldırısına “Dur!” diyerek, Erdoğan’ı milletvekili yapmak için sahnelenen alicengiz oyununu veto etti. Sezer’in üç sayfalık veto gerekçesinin ruhunu şu cümle özetliyor: “Her üç düzenleme birlikte ele alındığında yapılmak istenilen Anayasa değişikliğinin ‘öznel, somut ve kişisel’ amaçla gerçekleştirildiği ortaya çıkmaktadır.” Elini saygı ile öptüğüm “hukuk” kendisine ve Cumhuriyet’e karşı hazırlanan komployu nasıl da boşa çıkarıyor. Bunun anlamı şu: Sezer, anayasanın milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen 76. maddesindeki değişikliği, ara seçimi kolaylaştıran ve süresini de 60 günden 90 güne çıkaran maddeyi hukuk etiğine uygun bulmuyor.
***  
14 Mayıs 1950’de, demokrasi icabı, İstiklal Caddesi’nde tramvay raylarının üzerine uzunkös yatan berduşu andıran sürdemokratlar (“sürrealistler” gibi düşünelim!) şimdi Sezer’e karşı saldırıya geçerler artık!.. 

Aklıma tuhaf sorular geliyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, başbakanı, hükümeti, Meclis başkanı mı yok?.. Hepsi var, güvenoyu almış hükümet de güya işbaşında... Peki, bu sabırsızlık niçin? Daha dün “Benim referansım İslamdır” diye haykıran bir yeminlinin önce milletvekili, sonra başbakan olması için mi? İyi de, Türkiye’nin huzurundan, demokrasiden ve hukuk devletinin ilkelerinden daha mı öncelikli bu kimsenin kişisel sorunu? 

Üstelik bu yordamsızlık, bu patavatsızlık, demokrasi, hukuk ve yurtseverlik adına yapılmakta! Şu anda başbakanlık yapan kişi ve AKP milletvekilleri nice yeteneksiz ve beceriksizler ki amigolar “Tayyip Erdoğan da Tayyip Erdoğan!” diye tutturuyorlar. 

İtiraf etmem gerekir ki Tayyip Erdoğan konusunda izlenen bıktırma ve bunaltma politikası etkili oldu. Demokrasi ve hukuku acizleştiren sürdemokratlar, “Ne olur canım, adamcağız haksızlığa uğramıştı, değişsin anayasa, herkesin gönlü olsun!” diye icazet vermişlerdi. Dayanak, “Anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz!” diyen (Turgut) Özal mantığıydı. Bu mantığın oyunlarını Türkiye yuttu ama AB yutmadı; Cumhurbaşkanı dışında herkesi uyuttular. Sürdemokratlar, şimdi, Cumhurbaşkanı’nın kamu vicdanına (!), halkın iradesine (!) ters düştüğünü ileri sürecekler. Bunların hepsi safsata! Cumhurbaşkanı Cumhuriyetin ilkelerinin, demokrasinin, hukuk devletinin onurunu kurtarmıştır. Ama iş burada bitmiyor: Referandumsa referandum! Türkiye bu sınava girmeli artık!
                                                        ***
 Seçim yenilgisinin başarı olduğu yanılsamasına kapılan CHP, genel başkanının* bir fantezisi uğruna, hukuk devletinin ve demokrasinin iğfal edilmesine bir kez daha göz yumacak mı? CHP’nin, sonu referanduma varacak bir süreçte, Cumhurbaşkanı’yla birlikte Türkiye’yi savunmaktan başka bir şansı yok... Tarihin çöplüğünde yer ayırtmak istemiyorsa tabii... Son söz: Başbakan Abdullah Gül’ün AKP Genel Başkanı olması Türkiye’nin hayrına olur! (Hürriyet, 24 Aralık 2002)]


ÖZDEMİR İNCE / CUMHURİYET

*Deniz Baykal

Birleşik Krallık ne kadar birleşik? - İBRAHİM SİRKECİ

Brexit taslak anlaşmasının Pazartesi akşamı Avam Kamarasında büyük bir çoğunluk tarafından reddedilmesi bir anlamda kartların yeniden karılması anlamına geliyor. 634 milletvekilinin 432’si Başbakan Theresa May’in anlaşma taslağına red oyu verdi. Oylamanın ardından İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn hükümet için güven oyu çağrısında bulundu ve Salı akşamı güven oylamasına karar verildi.
May Brexit oylaması sonrasında yenilgiyi kabul edip ilk kez parlamentoyu dinleyeceğini ifade etti. Brexit oylaması varolan parlamento matematiği içerisinde uzlaşma olasılığının çok düşük olduğu görüldü.
Tarafsız bir gözle bakıldığında İşçi Partisi ve diğer partilerin destekleyebileceği bir Gümrük Birliği seçeneğinin kabul edilebileceği görünüyor. Böyle bir anlaşma parlamentoda geçebilir ama üç seçenekli referandumda kabul edilmesi mümkün değil.
Ancak parlamento içindeki olasılıklarda şimdiye dek siyasi ‘kabileler’ arası uzlaşmanın reddediliyor olması. Muhafazakarlar ekseriyetle Corbyn’le asla işbirliği yapılmayacağı kanaatinde. Başbakan May de parlamentodaki taraflarla görüşeceğim derken Corbyn’le görüşmeyeceğini hissettirdiği için böyle bir uzlaşma şimdilik mümkün değil. Brexit işi partilerin dışında, belki bazı ılımlı muhaliflerin ittifakı üzerinden bir komisyona havale edilirse belki bir uzlaşma planı ortaya çıkabilir.
Parlamento içinde uzlaşma arayışları yoluna da gidilse erken seçim veya referandum yoluna da gidilse gerekli olan ilk hareket AB’den çıkış sürecini başlatan ‘50. Madde’ sürecinin uzatılması olacaktır. 50. Madde AB’den çıkış sürecinin çıkış başvurusundan sonraki iki yıl içerisinde tamamlanmasını öngörüyor. Uzatma kararı ise AB Parlamentosu’ndan çıkmak durumunda.
Dolayısıyla Brexit sürecinde Birleşik Krallık’ın ne yapacağı konsunda AB’nin rolü ve ağırlığı bundan sonra artacaktır. Salı sabahı Avam Kamarasındaki Brexit oylamasını tartışmak üzere toplandı ve bu oturumda kastettiğim türden bir ağırlığın ipuçlarını gördük.
Avrupa Konseyi’nden Melania Ciot, Avrupa Komisyonu Başkanı Frans Timmermans ve Birleşik Krallık ile çıkış müzakerelerini yürüten Michel Barnier durumdan duydukları üzüntüyü ifade ederken, konuşmalarında iki ton göze çarptı: Birincisi ‘bu kadar zamandır vaktimizi harcadık, ayıp olmadı mı şimdi’ manasında bir yakınma, ikincisi ise bundan sonra aynı iyi niyetle görüşmelerimizi sürdüreceğiz mesajıydı.
Onlardan sonra kürsüye çıkan Manfred Waber, Guy Verhofstad, Kamal Syed, Roberto Gualtieri gibi AB Parlamentosundaki grupların liderleri ve temsilcilerinin konuşmalarında da iki vurgunun öne çıktığını söyleyebiliriz. Hemen herkesin ihtirasla dile getirdiği ilk mesele AB ve İngiliz vatandaşlarının haklarının ve çıkarlarının her ne pahasına olursa olsun korunacağı oldu. İkinci mesaj ise Birleşik Krallık’a bu süreçte bundan sonra da destek olunacağı yönünde.
Bu durumda Theresa May ve Muhafazakar hükümet dolaylı olarak AB’nin desteğini almış gibi görünebilir. Ancak AB Parlamentosunda konuşan sol grup temsilcileri ve liberallerin paylaştığı bir nokta da Birleşik Krallık’ın ne yapmak istediğine kesin olarak bir an önce karar vermesi gerektiği oldu. Bununla birlikte şimdiye dek olmadığı kadar bir açıklıkla yeni bir referandum yapılması gerektiği de vurgulandı. Bunların doğal olarak İngiltere’deki Brexitçiler tarafından içişlerine müdahale olarak görülüp aleyhte kullanılacağı kesin. Ayrıca AB parlamenterlerinin gönderdiği net mesajlardan biri de anlamlı bir gerekçe ve plan sunulursa 50. Madde’nin süresinin uzatılacağı.
Hem hükümetin hem de muhalefetin varolan parlamento matematiği çerçevesinde bu uzatmaya gereksinim duyacağı kesin. Bundan sonra İşçi Partisi’nden hükümetin düşürülmesi ve erken seçim yönünde daha fazla baskı ve May’den ise çeşitli manevralar bekleyebiliriz.
İbrahim Sirkeci / BİRGÜN

Çağ atlama seçimi - NAZIM ALPMAN

Ülkemiz 31 Mart 2019 tarihinde yapılacak yerel seçimlere doğru hızla ilerliyor. Geride kalan bütün seçimlerden yine/yeniden daha farklı bir sandık mücadelesi olacağı kesinleşti.
İktidarı elinde bulunduran AKP bu kez biraz “arızalı” görüntüsü veriyor. Çünkü daha önceleri sandıklara yönelik ulvi düşünceleri hep sonradan ortaya çıkardı. Oy verme tamamlanır, sandıklar açılır, oy pusulaları sayılır, seçimler sonuçlanır doğal olarak AKP kazanırdı.
Aradan kısa bir zaman geçince birtakım uygunsuzluklar -buna yasa dışılıklar da denilebilir- ortaya çıkardı. O zaman Üsküdar ilkesi devreye girerdi:
-Atı alan Üsküdar’ı geçti!
Bu sefer at daha Üsküdar’da tökezledi!
Dudullu da hileli seçmen kayıtları ortaya çıktı. Bu durum açık olarak gösteriyor ki, AKP eski formunda değildir. Atlar yorgun. Atı alacak olanlar acemi seyisler arasından seçilmiş.
Sadece Üsküdar’da değil ülkenin her yerinde bu yorgunluk kendini hissettiriyor. Başkaları da bunu görebiliyor. Mesela CHP Bilgi ve İletişim Teknolojilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel çok güzel şekilde gördü.
Kayseri Melekgazi’de Ayşe Ekinci adlı seçmenin 1854 yılında doğduğu, 165 yaşında olduğu ve ilk kez 31 Mart Seçimlerinde oy kullanacağı tespit edildi. Bu görkemli yaşanmamışlık Yüksek Seçim Kurulu kayıtlarına geçmiş bulunuyor.
Bir de 149 yaşındaki Zülfü adlı (soyadı henüz verilememiş) delikanlı seçmen yer alıyor. Zülfü kardeş Urfa’da, 148 yaşındaki Ayşe kızımız da Aydın’da İLK KEZ seçimlere katılacak. Her ikisi de arkası mühürlü olmayan oy pusularından en yüksek oy alan partiyi tercih edecekler.
Bu muhteşem tabloyu beğenmeyenler var. Demokrasinin ırzına geçildiğini, hatta okunun çıkartıldığını düşünenler de eksik değil.
Neyse ki sağduyulu bir medya ağırlığı var. Ağır işitiyorlar. Ağırdan alıyorlar. Ağır ağır hareket edip sağırlığa varıyorlar. Bu yüzden sağır sultanlarım duyduklarını onlar duymuyorlar. Duymadıkları için de yazmıyorlar. Sadece duymadıklarını değil gördüklerini de yazmıyorlar.
Herkesin her şeyi bilmesi insanları mutsuz eder. Devlet büyükleri eskiden beri böyle düşünürler. Medya da böyledir. Şimdi daha bir böyle!..
Seçimler her zaman sadece seçim olmayabilir. Hatta siyasi faaliyet bile sayılmayabilir. Halk biraz hareket etsin de, obaziteye karşı bir başkaldırı olsun, sportif etkinlik hanesine yazılsın da denilebilir.
Hepsi demokrasiden umudun kesilmediğinin göstergesidir. İktidar, demokrasinin sandıklama bölümüne bağlı kalmayı seçiyor. Eğer sandıktan umudunu tamamen keserse, “ülkenin içinde bulunduğu durum” diyerek seçimleri erteleyebilir. Sonra da seçim isteyen herkesi “sandık teröristi” ilan edebilir. Üstün demokrasi kültürü buna elveriyor. Yaygın medya da böylesi tespitleri beş dakikada kavrayıp, tarihsel örneklerini dizi yazılar halinde yayınlayabilir.
O yüzden iktidarın seçmen devşirme devrimini iyi değerlendirip 31 Mart için olumlu düşünelim:
-Çağ atlama seçimi!
Nazım Alpman / BİRGÜN

17 Ocak 2019 Perşembe

İran’la ilgili bir şeyler mi pişiyor? - Ergin Yıldızoğlu

Geçtiğimiz aralıkta, Irak’ta Şii milisler “yeşil bölge”ye üç havan topu mermisi attılar. Wall Street Journal’ın aktardığına göre, olayın ardından, Trump’ın Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı John Bolton Pentagon’dan, İran’a yönelik bir askeri müdahale olasılığına ilişkin bir değerlendirme talep etmiş. Böylece İran’la ilgili tartışmalar yine yoğunlaştı. 

‘Gerçek erkekler İran’a…’ 
II. Irak savaşı başlarken, Bolton’un Herkes Irak’a gidiyor, gerçek erkekler İran’a gider” dediği söylenir. O zaman birçok neo-con analist, Ortadoğu’da ABD ve İsrail’in güvenliği için İran’ın daha önemli olduğunu savunuyordu.
 
ABD’de, 1992’de hazırlanan, hâlâ geçerliliğini koruyan “ABD Savunma Planlama Rehberi” (11/9 sonrasında hazırlanan Yeni Savunma Stratejisi de bu rehbere dayanıyordu) “düşman bir devletin, kaynakları zengin bir bölgede egemenlik kurarak, bu kaynaklarla, küresel büyük güç düzeyine yükselmesini engellemeyi”  amaçlıyordu.
 
Bu tarife uygun kritik bir bölge olan Ortadoğu’da, ABD ve İsrail’in yönetimlerinin tehlike olarak gördüğü dört ülkeden (Irak, Libya, Suriye ve İran) üçünün devletleri ya yıkıldı ya da işlemez hale getirildi, toprak bütünlükleri büyük ölçüde çözüldü; geride bir tek İran kaldı. 

Aradan geçen sürede İran, Rusya ve Çin gibi, ABD’nin rakibi iki büyük güçle ilişkilerini geliştirdi, Suriye iç savaşına girdi, ülkede büyük bir yıkım yaşanmış, toprak bütünlüğü zedelenmiş olmasına karşın, rejim değişikliğini, Rusya ile birlikte önledi; Suriye’de kalıcı bir varlık haline geldi.
 
Bunlar olurken, İran, nükleer enerji üretme kapasitesini, füze teknolojisini geliştiriyordu; İran füzelerinin menzili uzuyordu. İran’ın yakın zamanda nükleer silahlar üretebilecek düzeye geleceği düşünülüyor, özellikle İsrail ve ABD’nin kaygıları artıyordu. İran, 2015’de Viyana’da, Birleşik Kapsamlı Eylem Planı (JCPAO) bağlamında, Çin, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve AB ile nükleer silah programını durdurma konusunda denetlenebilir bir anlaşma imzaladı.
 
Ancak Trump, ABD’yi tek taraflı olarak JCPAO’dan çıkardı, İran’a yeni çok daha güçlü yaptırımlar koydu, İran’a yönelik saldırgan bir dil geliştirmeye başladı. Karşıt bir tepki olarak İran’da da anlaşmaya karşı muhafazakâr kesimlerin sesi yükselmeye başladı. Bu süreç, “neo-con”ların en “şahinlerinden”, JINSA (ABD’nin Güvenliği için Yahudi Enstitüsü) yönetim kurulunda Dick Chaney ile birlikte yer almış olan Bolton’un Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanlığı’na atanmasıyla hızlandı.

Bolton atandıktan kısa bir süre sonra, ABD’nin en önemli havacılık - silah üreticilerinden Boeing ve Lockheed’de üst düzey görevlerde bulunmuş Charles Kupperman’ı Ulusal Güvenlik Konseyi Danışman Yardımcılığı’na, aynı çizgideki  Richard Goldberg’i de Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesindeki İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını engelleme grubunun başına atadı. 

Bu gelişmelere ek olarak, Bolton’un Pentagon’dan, İran’a yönelik bir askeri müdahale olasılığına ilişkin bir değerlendirme talep etmesiyle birlikte, “Bolton ABD dış politikasını belli bir yönünde maniple mi ediyor” sorusu son günlerde sıkça sorulmaya başlandı. 

Kimi yorumcular, Bolton’un son Türkiye ziyaretinde, YPG’ye ilişkin, AKP hükümetini çileden çıkaran talepleri, Erdoğan’ı sert tepki vermeye zorlamak için gündeme getirdiğini düşünüyorlar. Deneyimli bir politikacı olan Bolton’un Frank Gaffney Junior’un yetiştirmesi olduğunu da tam burada anımsamak yararlı olabilir: FGJ, neo-con düşüncenin kurucularındandır; “İslamofaşizm” kavramının isim babasıdır, AKP’yi de İslamofaşist olarak nitelemiştir. Bolton yalnız değil. ABD Savunma Bakanı, eski CIA Başkanı Mike Pompeo da İran’ı bölge güvenliğine yönelik en büyük tehlike olarak gördüğünü sık sık dile getiriyor. 

Yukarıda aktardığım gelişmeler İran’la ilgili bir şeylerin “pişmekte” olduğunu  düşündürüyor. ABD’nin YPG’yi dost ve yardımcı bir güç olarak korumakta neden bu kadar kararlı göründüğü de anlaşılır olmaya başlıyor.
 
Bunlar, Türkiye, Suriye ve İran halkları ve de Kürtler için hiç iyi işaretler değil.


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET