19 Mart 2019 Salı

Görüşleri örtüşen AKP ve CHP’li iki siyasetçi - Erol Manisalı

AKP ve CHP liderleri arasında kan gövdeyi götürürken, görüşleri birleşen iki insanın “dış politikada” aynı çizgide buluşmaları bana ilginç geldi. İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti’nin “İktisatçılar Haftası”nda onlarla beraber oldum.

- AKP kurucusu ve eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış AKP’nin Suriye, Rusya ve ABD konusundaki yanlışlarını ortaya koydu. Suriye’de Şam ile beraberlik yerine  Esad  karşıtlığını eleştirdi. AKP’nin (ve Erdoğan’ın) ABD ve Rusya ile ilişkilerinde, “köklü angajmanlar yerine, birine yaslanmadan ve polemikleregirmeden hassas ve yumuşak bir denge politikası izlemesi gerekirdi” diye eleştiride bulundu. 

- CHP’nin bir dönem, dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcılığı görevini üstlenen eski büyükelçi Faruk Loğoğlu da AKP’yi eleştirirken benzer görüşleri savundu. İki önemli AKP’li ve CHP’li insan, dış politikada aynı çizgide birleşmişlerdi. Oysa bugün Erdoğan ve Kılıçdaroğlu dış politikada 180 derece farklı görüşleri, en ağır sözlerle birbirlerini eleştirerek savunuyorlar. 

Bu çelişkinin arkasında yatan, “iç rejim ve siyasal İslam faktörlerinin yarattığı ayrışmayı ortaya koyan bir konuşma yaparak tartışmalarda taraf oldum”. Ulusal politikada, birleşmeyi engelleyen negatiflerin neler olduğunu anlattım. Bu negatifler, Yaşar Yakış’ın görüşlerinin AKP’de uygulanamayacağının esas nedenleridir.
 
15 Mart’ta Sözcü’de Aytunç Erkin yazısında, benim Türkiye’nin dış politikasındaki önerilerime yer vermiş. 7 Mart 2002’deki konuşmamda ve sunduğum tebliğden söz etmiş. Ergenekon ve Balyoz’un ABD tarafından hazırlanmakta olduğunu anlatmıştım. (*) Zaten bir süre sonra da, çok üst düzey bir yetkili tarafından, fakültedeki odamda tehdit bile edilmiştim. (**) Kimi asistanlarım bunun tanığı oldular. 

Anlaşılan FETÖ’cüleri fazla kızdırmıştım. Bu nedenle birkaç yıl sonra, Ergenekon kumpası ile intikamlarını almaya kalktılar.

Şanslıydım... 
Demirel, Ecevit, Özal, Erbakan, Çiller ve Denktaş gibi siyasilerle aynı masada konuşarak ve tartışarak Türkiye’nin dış politikasını değerlendirme şansım oldu. Bir parti ve kurum bağımlılığım bulunmadığı için düşüncelerimi özgürce ortaya koydum, sadece bir akademisyendim. 


Gördüm (ve öğrendim) ki, “iç yapılarında örgütlü ve katılımcı demokrasiye ulaşamamış ülkeler”, dış politikalarında ulusal çıkarlarını koruma olanağına kavuşamazlar: “Dinci” ya da “askerci” yapılanma içindeki ülkelerde, “halkın ulusal çıkarları ve refahı, hep ikinci, üçüncü planda kalıyor”


57 İslam ülkesinin hemen hemen tamamı antidemokratik rejim içindeler ya da göstermelik sandık demokrasisi vitrini süsler.

 
Yazımın başında sözünü ettiğim “iki ayrı cepheden iki makul insanın bugün savunduğu benzer görüşler”, işte bu nedenle uygulamaya sokulamazlar.

 
Meksika’ya bakınız: Uyuşturucu gelirinin büyüklüğünün sürüklediği “mafya örgütlenmeleri”, sistemden bir türlü temizlenemez. Yerel yönetimlerdeki cinayetler bugün bile 1920’lerin Hollywood filmlerinden farksızdır.

 
Son 15 yıldır PKK’yi (ve YPG’yi) besleyen en büyük güç, ABD’nin desteğinin yanında, uyuşturucudan sağlanan geliridir. Hele Ankara, Anadolu’daki devlet kurumlarını özelleştirip tasfiye edince, meydan PKK ve uyuşturucu tacirlerine kalmıştır. 


Suriye’den “ithal edilen” 4 milyon insan da adeta, bunun altyapısını hazırlayacak noktaya yarın gelebilecektir. Devletin tarıma dayalı sanayisinin özelleştirilip tasfiye edilmesi, yalnız patates ithalini değil, çok kritik ve tehlikeli göçmen ithalini (!) de üretmiştir. 

Ekonomiyi ve dış politikayı bu ülkede incelerken olaya Fransa’daki, İsveç’teki gibi bakamazsınız. Onların yaptıklarının bile üzerine, eklemelerde bulunmanız gerekir.
Atatürk devrimleri (ve Atatürkçülük) bunun farkında olduğu için ülkeyi ayakta tutabildi. Bunu unuttuğumuz zaman, sadece Taksim’de namazı konuşmaktan ve tartışmaktan başka bir çaremiz kalmaz. 


Yeni Zelanda mı: Ey dünya liderleri ve Türkiye’nin siyasetçileri, “sizler kutuplaştırmaları ve ötekileştirmeleri konuşmalarınızda sürdürdükçe, yarının yeni terör saldırılarına da ortam hazırladığınızı ne zaman göreceksiniz”? (*) 


“Batı’nın Yeni Türkiye Politikası”, syf. 131, 2007, Cumhuriyet Yayınları 
(**) Prof. Burak Atamtürk“Erol Manisalı ile Nehir Söyleşi”, syf. 49, 2019, Der Yayınları


Erol Manisalı / CUMHURİYET

Metastaz - Zülal Kalkandelen

Menzilci usul gereği, vird çekenlerden biri Polis Akademisi üniformasının içine saklanmış, diğeri üstüne bir örtü örtmüştü. Sağ ellerinde kalplerine yakın tuttukları tespihle, dillerini damaklarına yapıştırarak zikir çekiyorlardı. Kolunnasıl duracağı dahi Menzilcilerin kitabında yazıyordu. Polisler, devletin hatta Allah’ın kurallarının yerine, Gavslarının kanunlarını koyuyorlardı.” 


“Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nin kılcal damarlarında yeniden başka tarikatlar örgütleniyordu. O tarikatların üniforma giymiş müritleri, devletin yeni sahibi olmak için sabırla, sessizce ve gizlice bekliyordu.” 

Bu satırlar, Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu’nun imzasını taşıyan Metastazadlı kitaptan alıntı. 

15 Temmuz darbe girişiminden kısa süre önce, yapısı baştan aşağı değiştirilen Polis Akademisi’nin mescidinde polis adaylarının vird ritüelini (düzenli olarak zikir çekmek) anlatıyor. 

Müritlerin vird yapıp yapmayacaklarına, hangi sayıda ve ne zaman yapacaklarına, mürşit karar veriyor. Arınmak için biat etmeyi şart koşan bir sürecin parçası bu.
Menzil Cemaati’nin Sağlık Bakanlığı’nda nasıl örgütlendiğini belgeleriyle anlatarak başlıyor kitap. İlerleyen bölümlerde FETÖ’nün Bakanlıklar, MİT, Jandarma, Emniyet, Adliye, Diyanet ve aklınıza gelebilecek tüm devlet kurumlarına nasıl sızdığını belgeleriyle kanıtlıyor.

Atatürkçü bilinenlerin Cemaat ile ilişkileriKitapta sadece devlet kurumlarına sızmakla kalmayan bu virüsün dernekler, vakıflar ve sivil toplum örgütleri tarafından nasıl desteklendiği de anlatılıyor. Medyanın ve iş dünyasının çıkar için bu hastalıklı yapıyla kurduğu yakın temas ayrıntısıyla ele alınıyor. 
Hatta o kadar ki Atatürkçü sanılan bazı isimlerin Fethullah Gülen ile ilişkileri ortaya seriliyor. Burada özellikle isim vermiyorum ki kitabı alıp tümünü satır satır okuyun. 
FETÖ konusunda bugüne kadar yazılıp söylenenleri isim isim, olay olayayrıntılandırıp somutlaştırıyor Metastaz. Çok net bir şekilde görülüyor ki, bu terör örgütü, gerçek Atatürkçüler dışında herkes tarafından desteklenmiş... 

FETÖ’ye “Ne istediniz de alamadınız?” diye soran Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 Ağustos 2016’da yaptığı itiraf, durumun özeti gibi: Milletimiz, meşrebi ne olursa olsun, Allah diyen, peygamber diyen, en azından böyle gözüken herkesi desteklemiştir. Rahmetli Özal, Demirel, Ecevit, hatta biz bu yapıya destek olduk. (...) Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Ortak bir yanımız var, dedik.

‘Tarikat devleti’ ile hesaplaşma bitmedi 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk ise, daha 1925’te şunları söyledi: Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,  mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir.” 

Oy için bu yoldan sapılmasaydı, tarikatlara ödün verilmeseydi, biat kültürü pompalanmasaydı, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olmazdı. 

Metastaz’ı okuduktan sonra, Türkiye’yi içten kemiren dış destekli FETÖ belasının net bir röntgen filmini görmüş oluyorsunuz. 
Cumhuriyet ve laiklik düşmanı dinci militanların tasarladığı 15 Temmuz darbe planının başarıya ulaşamamış olması nedeniyle bir kez daha derin nefes alıyorsunuz. 
Ancak son bölümde yazılanlar, içinde bulunduğumuz dönemde tehlikenin geçmediğini hatırlatıyor. 

Okuyucuya önemli sorular sorarak kitabı bitiriyor Pehlivan ve Terkoğlu:  
‘Aynı menzile farklı yollardan gidiyoruz’ inancıyla yeni FETÖ’lere destek olunmuyor mu? 

Hukuk içinde imtiyazlılar düzeni kurulmuyor mu? 

Geçmiş dönem günahlarına en çok bulaşanlar bugün en tepelere çıkmıyor mu?” 

Hesaplaşma bitmedi.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

18 Mart 2019 Pazartesi

Muhalefetten yerli tohum hamlesi - YUSUF YAVUZ

Tohum pazarının yüzde 70’i yabancı firmaların elinde bulunurken yerel tohumlarla üretimin teşvik edilmesi için kanun teklifi hazırlanarak Meclise sunuldu…


Yıllardır uygulanan hatalı tarım politikaları yüzünden dünyada söz sahibi olduğu bir çok üründe net ithalatçı konumuna düşen Türkiye'de tohum sektörünün de yüzde 70'inin yabancıların elinde olduğu ortaya çıktı. 

Hükümet, ithalat ve tanzim satış üniteleriyle tarımdaki yangını söndürmeye çalışarak geçici çözümler uygularken TBMM'ne sunulan yeni bir kanun teklifi, mevcuttaki tohumculuk kanununda köklü değişiklikler öneriyor. İyi Parti Konya Milletvekili Fahrettin Yokuş'un hazırladığı 'Tohum Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Teklifi', küresel tohum tekellerine mahkûm edilen üreticilerin yerel tohum kullanımı konusunda özendirecek düzenlemeler talep ediyor.

YEREL TOHUMLARIN GELECEĞİ İÇİN KANUN TEKLİFİ HAZIRLANDI
İyi Parti Konya Milletvekili Fahrettin Yokuş, Türk tarımının kanayan yaralarından biri olan tohumculuk konusunda yeni bir kanun teklifi hazırlayarak TBMM'ne sundu. Beş maddelik kanun teklifinde, atalık tohumların mevcut kanunun yarattığı piyasa şartlarından istisna tutulması, üretim, denetim ve sertifikasyon konusunda Türkiye Tohumcular Birliği'nin yetkilendirilmesinin önüne geçilmesi ve yerli tohumculuğun desteklenmesi gibi öneriler de yer alıyor.
‘TOHUM PİYASASI KÜRESEL FİRMALARIN KONTROLÜNE BIRAKILDI’
2006 yılında yürürlüğe giren ‘5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’ ile tohum piyasasının küresel tohum tekelleri ile onların denetimindeki yerli temsilcilerin kontrollerine bırakıldığına dikkat çekilen kanun teklifinin gerekçe bölümünde şu ifadelere yer verildi: “Anadolu'nun zengin biyolojik çeşitliliğini yansıtan yerel ata tohumlarının satışı, sertifikalı olma şartı nedeniyle yasaklanmıştır. Kanun, tohum piyasasındaki denetim ve sertifikalandırma yetkisini Türkiye Tohumcular Birliği'ne vermiştir. Küresel endüstriyel yapının 'modern, bilimsel üretim' adına dayattığı bu sistemde hibrit tohumu özendirmesi ve teşvikiyle tohumculuk piyasası ticari firmaların kontrolü ve tahakkümü altına girmiştir.
YEREL TOHUMA YASAK GELDİ, ÜRETİCİLER YASAYA KARŞI TARIMI KORUDU.
Ülkemizde uygulanan tarım politikaları sonucunda ekonomi sürdürülebilir olmaktan çıkmış, arzın talebi karşılayamaması, hibrit tohum dayatmasını getirmiştir. İthal tohumlar, ilaç ve gübreler neticesinde tarımsal girdilerin maliyeti artmıştır. Ürün yetiştirmek için her yıl sertifikalı tohum satın almak zorunda kalan üreticilerin bir kısmı bu çarkın dışına çıkabilmek için, Tohumculuk Kanunu ile üretim dışına itilen, besin değeri yüksek ve sağlıklı atalık tohumları yaşatabilmek adına başta Ege ve Akdeniz bölgeleri olmak üzere birçok kentte tohum takası etkinlikleri yapmaya başlamıştır. Böylece sertifikasız yerel tohumların ticari satışına yasaklama getiren, para ve hapis cezaları yaptırımı öngören tohumculuk kanununun mağdur ettiği üreticiler, binlerce yıllık tarım kültürünü yasaya karşı koruma çabası içine girmiştir.”
YERLİ ÜRETİM DIŞLANDI, PAZAR YÜZDE 70 YABANCILARIN ELİNE GEÇTİ
Yerel ve milli olan binlerce yıllık tarımsal üretim modelinin dışlanarak bunu yerine İsrail, Holanda, İspanya, Fransa, ABD ve Kanada gibi tarımsal teknolojide küresel ölçekte söz sahibi olan ülkelerin tekelindeki, bir kısmı da GDO'lu olan hibrit tohumların ikame edildiği vurgulanan kanun teklifinin gerekçesinde, Türkiye'deki tohumculuk pazarına ilişkin de şu bilgilere yer verildi: “Türkiye’deki tohumculuk pazarının 750 milyon dolarlık bir hacme ulaşmıştır. Bu pazarın 150 milyon doları sebze, 600 milyon doları tarla bitkileri tohumlarından oluşmaktadır. Ülkemizde kullanılan tohumların önemli bir kısmı yabancı menşeilidir. Örneğin mısırda yüzde 95, pamukta yüzde 80, soyada yüzde 80, sebzede yüzde 75, patateste yüzde 95, ayçiçeğinde yüzde 82, buğdayda yüzde 5 oranlarında yabancı menşeili tohum kullanılmaktadır. Netice itibariyle Türkiye’de tohumculuk pazarının yüzde 70’i yabancı firmalara aittir.
YEREL TOHUMLAR DESTEKSİZ BIRAKILDI
Bakanlar Kurulu’nun 2018 yılında yapılacak tarımsal destekler için aldığı karar, 1 Ocak 2018 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 26 Şubat’ta Resmi Gazete’de yayınlarak yürürlüğe girmiştir. Çiftçi Kayıt Sistemine (ÇKS) kayıtlı yaklaşık 2 milyon 700 bin üretici sadece sertifikalı tohumlar tarımsal destekten yararlanabileceği şekilde kapsarken, yerel tohumlar ise destek kapsamı dışında tutulmuştur. Sertifikalı tohum kullanımının desteklenip, sertifikasız tohum kullanmayanların desteklenmemesi doğru bir karar değildir. Bu uygulamalar ve destekler ne yazık ki ülkemizi tarım konusunda dışa bağımlılıktan kurtarmayan ve üretimi teşvik etmekten uzaktır.”
‘YEREL ÇEŞİTLER DOĞAL SERVETTİR, ÖZEL MÜLKİYETE KONU EDİLEMEZ’
Yerel tohumların bir ülkenin hazinesi niteliğinde olduğunun altı çizilen gerekçe bölümünde, biyoçeşitliliği koruma, geliştirme ve kayıt altına alma işinin öncelikle kamunun sorumluluğunda olması gerektiği kaydedilerek şu ifadelere yer verildi: “Tek tip tohumların kullanımı, biyoçeşitliliğin azalması, tarımda hastalık ve zararlıların artması, tarım ilaçlarının daha çok kullanılması anlamına da gelebilmektedir. İklim değişikliğinin etkilerine ve kuraklığa dayanıklı yerel türlerin önemi yadsınamaz. Anayasamızın 168. Maddesine göre tabii servetler ve kaynaklar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Yönetmelikte tanımlanan ‘yerel çeşit’ kavramı Anayasamızda 168. Maddede tanımlandığı biçimiyle tabii servet niteliğindedir. Tabii servetlerin özel mülkiyete konu edilmesi mümkün değildir.
HİBRİT TOHUM YERİNE ATALIK TOHUMLAR ÖZENDİRİLMELİ
Türkiye tarımda kendi kendine yetebilmek ve sağlıklı tohumlar üretebilmek adına, tohum hakkına saygı duymalı, korumalı ve sürdürülebilirliğini sağlamalıdır. Çiftçilerin ata tohum sistemlerini desteklemeli, köylü tohumlarının kullanımı ve tarımsal biyoçeşitliliği teşvik etmelidir. Türk tarımında firmalar, çiftçi ve köylüler hibrit tohum yerine ata tohumu üretimine ve kullanımına özendirilmelidir.”
Yusuf Yavuz / Odatv.com

İpek Yolu’nun iki düğümü: Sincan ve Keşmir - Mehmet Ali Güller

ABD’ye yön veren kurumların iki temel tespiti var: 
1. Çin ve Rusya, ABD’ye karşı ittifak halinde. Örneğin ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Dan Coats, Ocak 2019’da Senato İstihbarat Komisyonu’nu bilgilendirirken şöyle diyor: “Çin ve Rusya, hiç olmadığı kadar ABD’ye karşı birleşmiş durumda.” 

2. ABD, Çin-Rusya ittifakını ancak Hindistan’ı yanına çekerek dengeleyebilir. Çünkü Pentagon adına savaş simülasyonu yapan RAND’ın uzmanı David Ochmanek’in açıkladığı sonuç ortada: “ABD, Rusya ve Çin’le gireceği nükleer olmayan savaştan galip çıkamaz.”


ABD’nin kâbusu: Kuşak ve yol inisiyatifi 
ABD, Çin’in Afrika ve Avrupa’ya uzanan kara ve deniz İpek Yollarını, küresel liderliğine meydan okuyan en önemli proje olarak görüyor. Zira Çin’in “kuşak ve yol inisiyatifi” sadece 2 trilyon hacimli dev bir ekonomi projesi değil,aynı zamanda ABD’nin geleneksel müttefiki Avrupa’yı Asya-Pasifik’e bağlayan bir siyasal hat… 
ABD, “kuşak ve yol inisiyatifi”ni boğmak için planlamalar yapıyor. Hedefi şu: Çin’i bölgesine sıkıştırmak… ABD’nin bu hedefi gerçekleştirmek için izleyeceği strateji, projeyi kesmek için en ileriden geriye doğru belirlediği üç hatta dayanıyor: 
İlk hat, deniz İpek Yolu’nu güney Çin Denizi’nde, kara İpek Yolu’nu Orta Asya’da kesmek

Bu olmadığı takdirde, ikinci hat Ortadoğu, üçüncü hat Balkanlar olacak.

Çin-Pakistan ekonomi koridoru 
Çin’in ABD’nin bu planlamasına karşı geliştirdiği çok önemli bir hamlesi var: Çin-Pakistan ekonomi koridoru. Çin’in İran’dan petrol alan bir tankeri, Basra Körfezi’nden çıktıktan sonra Hint Okyanusu’ndan ve Malaka Boğazı’ndan geçerek Çin’e ulaşacak. Malezya ve Endonezya arasında bulunan Malaka Boğazı ise büyük oranda ABD deniz kuvvetlerinin denetimi altında. Yani olağanüstü bir durumda ABD, Malaka Boğazı’nı kapatarak Çin’e büyük zarar verebilecek. 

Çin, Basra Körfezi’ne çok yakın bir noktada olan Pakistan’ın Gwadar Limanı’nı kiralayarak ve Gwadar’ı karadan Kaşgar eyaletine bağlayarak, hem yolu kısaltmakta hem de engelleri by-pass etmektedir. Çin’in Pakistan’a komşu olan bölgesi Kaşgar, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin batısında bulunmaktadır. 
Keşmir ise Çin, Hindistan ve Pakistan’ı birleştiren bir coğrafyadır. Hem kuzeydeki Pakistan Keşmir’i, hem de güneydeki Hindistan Keşmir’i Çin’in komşusudur; Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi ile Tibet Özerk Bölgesi’ne komşudurlar.

Sincan’da yalan kampanyası, Keşmir’de terör 
Birkaç aydır ABD merkezli kampanyalarla Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde Uygurlara zulüm yaptığı propaganda edilmekte. Sanatçı Abdürrehim Heyit’in Çin’de öldürüldüğü gibi yalan haberlerle Türkiye-Çin ilişkileri dinamitlenmeye  çalışılmakta  ve Çin’in Uygurlara ibadetlerini yasakladığı gibi yalanlarla İslam dünyası Çin’e karşı kışkırtılmaktadır

Tüm bunlar yaşanırken, üstüne Keşmir’de 14 Şubat 2019’da büyük bir kışkırtma oldu: Ceyş-i Muhammed örgütünün üstlendiği saldırıda, 46 Hint askeri öldü. Bu da Hindistan ile Pakistan’ı karşı karşıya getirdi, iki orduyu alarma geçirdi. 

Peki, Sincan ve Keşmir’de ortaya çıkan karışıklıklar kimi etkilemektedir? Sincan’daki ayrılıkçı faaliyet Çin’i zora sokuyor. Keşmir’deki kışkırtma ise Hindistan ile Pakistan’ı karşı karşıya getiriyor ve Pakistan’la stratejik ortaklığı nedeniyle, Çin ile Hindistan ilişkisini de olumsuz etkiliyor.
Peki, Çin’deki karışıklık ve Çin ile Hindistan ilişkisinin bozulması kime yarıyor? 
ABD!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

CHP-İYİ Parti ittifakı - Örsan K. Öymen

31 Mart belediye seçimleri yaklaşırken, AKP iktidarının muhalefete yönelik baskıları, tehditleri ve iftiraları da hız kazanmaya başladı. Genel seçimlerde ve referandumda uygulanan yöntemler yeniden devreye girdi. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı  Recep Tayyip Erdoğan, iktidarda kalabilmek için her yolu kullanmayı alışkanlık haline getirmiş durumda. İzlenen yolun demokratik olup olmadığı, ahlaka uygun olup olmadığı umurunda değil. Çıkarcılık ve iktidarı korumak hırsı, demokrasiyi de, ahlakı da devre dışı bırakmış durumda. 

Medyanın yaklaşık yüzde 80’i iktidarın kontrolü altındadır. İktidarın propaganda mekanizmasına dönüşmüş olan medya kurumları, halkı aydınlatmak ve bilgilendirmek görevlerini ve sorumluluklarını bir kenara bırakıp, iktidara hizmet etmektedirler. 

Televizyon kanalları, Erdoğan’ın yaptığı tüm konuşmalara canlı yayınla bağlanıp olağan yayın akışlarını keserek, medya tarihinde görülmemiş olan utanç verici bir uygulamanın altına imza atmaktadırlar. Medya, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve İYİ Parti’nin liderlerine ve belediye başkan adaylarına ambargo uygulamaktadır. Muhalefet medyada sesini çıkaramaz hale gelmiştir. 

Erdoğan, bu da yetmiyormuş gibi, İYİ Parti’nin Genel Başkanı Meral Akşener’i hapisle tehdit etmiştir. Bir ülkede bir cumhurbaşkanı, bir muhalefet liderini hapisle tehdit ediyorsa, o ülkede diktatörlük rejimi resmen kurulmuş demektir. 

Bu da yetmiyormuş gibi, CHP’nin ve İYİ Parti’nin Ankara belediye başkan adayı  Mansur Yavaş hakkında bir iftira kampanyası başlatıldı. Mansur Yavaş hakkında bazı iddialar ortaya atan bir şahsın görüşleri AKP tarafından en üst seviyede seçim malzemesi haline getirildi, ancak daha sonra bu şahsın evrakta sahtecilik, çocuk istismarı ve dolandırıcılık gibi suçları işlediği ortaya çıktı. AKP bunun üzerine, söz konusu şahsı tanımadıklarını söyleyerek durumu toparlamaya çalıştı. 

Son olarak Erdoğan, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde İstanbul’da bir yürüyüş gerçekleştiren kadınların ezanı protesto etmek için ıslık ve düdük çaldıkları iftirasını ortaya attı. Oysa kadınların eylemi sırasında ezanın başlaması bir tesadüftü ve kadınlar o anda ezanı değil, kadınlara karşı uygulanan baskıları ve eylemi engellemeye çalışan polisi protesto ediyorlardı. Ezan, eylemin gündeminde olan bir şey değildi. 

Aslında bütün bunlar, halkın 31 Mart seçimlerinde Erdoğan’a ve AKP’ye iyi bir ders vermesini daha da zorunlu ve gerekli kılmaktadır. Halk 31 Mart seçimlerinde mutlaka sandığa gitmelidir. İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir, Manisa, Denizli, Antalya, Mersin, Adana, Samsun, Ordu, Trabzon, Artvin gibi kentlerde belediyelerin AKP’nin ve MHP’nin elinden alınması, bu kentlerde CHP-İYİ Parti ittifakının, yani Millet İttifakı’nın desteklenmesi büyük önem taşımaktadır. 

Ancak CHP-İYİ Parti ittifakının buralarda seçimleri kazanması için, bu ittifakın sadece genel merkezler düzeyinde değil, tabanda da gerçekleşmesi ve uygulanması gerekmektedir. İYİ Parti’nin CHP’nin lehine çekildiği ve CHP adayını desteklediği kentlerde ve ilçelerde, İYİ Parti seçmeni ve tabanı mutlaka sandığa gitmeli ve CHP’nin adayına oy vermelidir. CHP’nin İYİ Parti’nin lehine çekildiği ve İYİ Parti adayını desteklediği kentlerde ve ilçelerde, CHP seçmeni ve tabanı mutlaka sandığa gitmeli ve İYİ Parti’nin adayına oy vermelidir. Üst yönetimde sağlanan ittifak tabana yansımazsa, bu seçimlerden AKP yine büyük bir zaferle çıkacaktır.
 
Ayrıca CHP ve İYİ Parti arasında tabanda oluşacak olan bu ittifakın, CHP’nin belediyeleri yönettiği İzmir, Çanakkale, Aydın, Muğla, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Eskişehir, Sinop, Burdur, Giresun, Zonguldak, Yalova, Hatay gibi kentlerde de sağlanması çok önemlidir. Aksi halde, CHP’nin elindeki bu kentlerin ve il merkezlerinin bazıları da AKP’nin eline geçecektir.

Örsan K. Öymen / CUMHURİYET


Kuruluşunun 171. yılında “Öğretmen Okullarının Ruhu” ölümsüzdür! - ŞAHİN AYBEK

Kurulacak Eğitim Üniversiteleri ve Kent Enstitülerinde,Dogmalara Değil Bilime İnanan Bir Öğretmen Profili Yetiştirilmelidir.

Öğretmen Okulundan Köy Enstitüsüne: Türkiye’nin Öğretmen Yetiştirme Serüveni
Öğretmenin eğitimin ne kadar önemli bir unsuru olduğunun tartışmasız kabul edildiği ve bu vesileyle de öğretmen niteliğinin tartışıldığı şu günlerde iyi bir ruha ihtiyacımız var. 

İşte iki gün önce o ruhun doğduğu gün 16 Mart günüydü. Bu ruh günümüzde de bize bir yol gösterici olacaktır. 

Öğretmen adaylarına “Öğretmen Olabilmenin Ruhunu” vermek, öğretmenlik heyecanını canlı tutabilmek, öğretmen adayları arasında birlik ve beraberlik duygularını artırmak amacıyla öğrencilerin seçimi, disiplinli, kurallı, ilkeli eğitimi öğretimi, köy stajı ve yaz çalışmalarıyla “Öğretmen Okulları” çok güzel bir model ve ruh olarak ortada durmaktadır. Ve de bu model fakir binlerce Anadolu çocuğunun kaybolup gitmelerine müsaade etmeden bütün yokluklara ve olumsuzluklara rağmen nice başarılı, aydın, ideal öğretmen yetiştirmiştir. Ülkemizin ilk öğretmen okulu Darülmuallimin (Erkek Orta Öğretmen Okulu) 16 Mart 1848’de açılmıştı. İstedik ki ülkemizin 171 yıllık öğretmen yetiştirme serüvenini ele alalım. Öğretmen yetiştirmenin tarihini kısaca ele almamız günümüz sorunlarını çözebilmemiz adına bize ipuçları verecektir.

Ciddi Bir Öğretmen Yetiştirme Tecrübemiz Vardır
Dünyanın en iyi eğitim sistemini de kurgulasanız bu sistemin başarısı öğretmen kalitenize bağlıdır. Ülkenin tüm alanlarda başarılı olmasını da bu idealist ve nitelikli öğretmenlerin yetiştireceği nesiller sağlayacaktır. İşte öğretmenin öneminin bu kadar kritik olduğu bu noktada, en önemli mesele öğretmen adaylarının en mükemmel kriterlerle seçilmesi ve en üst düzeyde olanaklarla yetiştirilmesi ve sonrasında da toplumdaki hak ettiği saygınlığı alarak görevini en iyi şekilde yerine getirebilmesidir. Yakın tarihimiz içinde dünyanın da örnek aldığı ciddi bir öğretmen yetiştirme tecrübemiz vardır.

Ülkemizde Öğretmenlik Mesleği
Osmanlıda da batıda olduğu gibi 19.yy ortalarına kadar ilköğretim dinsel nitelikteydi ve din adamları tarafından yapılıyordu. Sıbyan ya da mahalle mektebi adı verilen ilkokullar camilere bitişikti ve imamlar öğretmenlik yapmaktaydı. Tanzimatla beraber devlet yönetiminde girişilen düzenlemelerden dolayı katip vb küçük memurlara ihtiyaç vardı. Bu memurları yetiştirmek için rüştiye adı verilen ortaokullar açıldı. İşte rüştiyelere öğretmen yetiştirmek için ilk öğretmen okulumuz 16 Mart 1848’de İstanbul’da Darülmualimin (Erkek Orta Öğretmen Okulu) adıyla orta öğretmen okulu olarak açıldı. Ülkemizin 171 yıllık öğretmen yetiştirme serüveni inişli çıkışlıdır. 1848’den 1908’e kadar olan süre arayış ve çaresizliklerle doludur. Bu 60 yıllık sürede sadece birkaç küçük başarı vardır.

II. Meşrutiyet ülkenin genel eğitim sistemini doğal olarak öğretmen yetiştirme politikalarını da etkilemiştir. İstanbul, İzmir, Eskişehir, Adana ve Bursa gibi illerdeki ilk öğretmen okullarında önemli gelişmeler olmuştur. Bunların en önemlisi 1909’dan sonra Satı Bey yönetimindeki İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’dur. Bu okul dönemin pek çok gelişmiş ülkesindeki okulla yarışır noktaya gelmiştir. Öyle ki Köy Enstitülerinin kuramcısı ve kurucusu İsmail Hakkı Tonguç da 1916-1918 yılları arasında bu okulda eğitim almıştır. II. Meşrutiyet döneminin öğretmen yetiştirme politikalarına en önemli faydası yeni kurulan cumhuriyete düşünce donanımı, iyi yetişmiş eğitimci, öğretmen kadrosu, önemli fiziki donanım, mesleki yayınlar ve uygulama örnekleri bırakmış olmasıdır.

Cumhuriyetin İlk Yılları
Cumhuriyetin ilk 10 yılında Osmanlının bilgi ve birikiminden yararlanarak Mustafa Necati gibi kadrolar aracılığıyla açılan kurumlarla ve yurt dışı eğitimle öğretmenler yetiştirilmiştir. Bu tecrübenin üstüne 2.on yıllık çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu ve Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu (1934,1937), Köy Eğitmen Kursu (1936) ve Köy Enstitüsü (1937) kurulmuştur. 1960’lı yıllara kadar öğretmen yetiştirmede önemli tecrübeler elde edilmiştir. 1950’den sonraki süreçte yurt dışında eğitim almış eğitim bilimciler 1960’lı yıllarda öğretmen okulları yerine akademi ya da eğitim fakültesi olma fikrini ön plana çıkarmaya başladılar.

1930’lu yıllardan sonra öğretmen yetiştirme adına kronolojik olarak şunlar yaşanmıştır: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine bağlı bir Pedagoji Enstitüsünün açılması (1936), Eskişehir Çiftelerde daha sonra Köy Enstitüsüne dönüşecek olan ilk Köy Öğretmen Okulunun açılması (1 Ekim 1937), Yüksek Köy Enstitülerinin açılması (1942), Yüksek Köy Enstitülerinin kapatılması (1947), Köy Enstitülerinde karma eğitime son verilmesi (1950), Köy Enstitülerini İlk Öğretmen Okullarıyla birleştiren (kapatan) 6234 sayılı yasanın çıkarılması (27 Ocak 1954), İlk Öğretmen Okullarını öğrenci kaynağı kabul eden yeni tip bir öğretmen okulunun Ankara’da açılması (1959),Talim ve Terbiye Kurulunun 456 sayılı kararı ile İlk Öğretmen Okullarının Öğretmen Liselerine dönüştürülmesi (25 Ağustos 1973), 191 sayılı bakan oluru ile Sınıf öğretmeni yetiştirmek üzere 2 yıllık Eğitim enstitülerinin açılması (21 Mart 1974), Gazi Eğitim Enstitüsünde ön lisans ve lisans düzeyinde yeni bir program modelinin uygulamaya konması (1974), Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılması (1979), 4 yıllık eğitim enstitülerinin Yüksek Öğretmen Okullarına dönüşmesi (1980), 41 sayılı KHK ile öğretmen yetiştiren yüksekokulların üniversitelere, fakülte ve yüksekokul olarak bağlanması (1982).

Mektupla Öğretim Öğretmenliği Felaketi
1974 yılında öğretmen yetiştiren kurumlarda mektupla öğretim uygulaması başlatılmıştır. Bu uygulama öğretmen yetiştirmeye vurulmuş en büyük darbelerden biridir. İzleri bugün bile hala görülen felaket uygulamaya göre öğrenciler hocalarıyla yılda en fazla 2 ay yüz yüze eğitim görüyorlardı ama buna rağmen matematik, fen bilgisi, Türkçe, sosyal bilgiler ve yabancı dil öğretmeni olabildiler. 1974 yılında öğretmen okulları kapatılıp öğretmen liseleri açıldı ve nihayet 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası 1982 yılında tüm sivil yükseköğretim kurumları gibi öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumları da üniversitelere bağlandı. Bu devir işlemleri öğretmen yetiştirme tecrübesini yerle bir etmiştir.

Yaklaşık 140 Yıllık Öğretmen Yetiştirme Birikimi Çöpe Atıldı
Bu devir işlemleri yaklaşık 140 yıllık öğretmen yetiştirme tecrübesini yerle bir edip tüm deneyim ve kadroları çöpe atmıştır. YÖK öğretmen okullarından yetişmiş öğretmen kökenli akademisyen ve öğretmenlerden yararlanmamıştır. YÖK birkaç gün içinde tecrübesiz elemanlara doktora yaptırarak kendince kadrolar oluşturmuştur. Bu deprem en çok ülkemizin dünya çapındaki sınıf ve branş öğretmeni yetiştirme birikimini yerle bir etmiştir.

Eğitimin Öğretmeni Öğretmenin Eğitimi
Daha makro bir sorun olarak 1982’den günümüze üniversitelere çok az eğitim bilimci rektör olabilmiştir. Ama asıl sıkıntı eğitim fakültelerine de az sayıda eğitim bilimcinin dekan olabilmiş olmasıdır. 90 küsür eğitim fakültemiz bulunmaktadır. Nicelik çok ama fiziki alt yapı ve kadro nitelik açısından doğal olarak düşüktür. Öğretmen okullarını öğretmen okulu yapan ana noktalardan biri yüksek nitelikli öğrencilerdi. Başarılı öğrenciler teşviklerle eğitim fakültelerine çekilmelidir. Gerçekten öğretmen yetiştirmeye inanan akademisyenler eğitim fakültelerinde istihdam edilmelidir. Eğitim fakültelerinde sınıf mevcutları öğretmen okullarında olduğu gibi az olmalıdır. Öğretmenlik formasyonun kazanılmasında staj ve uygulama çok önemli olduğundan gerçekten bir deneme ve uygulama yapılmalıdır. Ayrıca dogmalara değil bilime inanan bir öğretmen profili yetiştirilmelidir. Öğretmenler eğitimin en önemli unsurudur. Bu nedenle eğitimin öğretmenini yetiştirebilmek adına öğretmenin eğitimi çok önemlidir. Öğretmen yetiştirme standartları ve politikaları MEB’in ve YÖK’ün uyumlu çalışmasının yanı sıra diğer tüm paydaşlar da işin içine katılarak yapılmalıdır.

Asıl Mesele Öğretmen Yetiştiren Öğretmenlerin Seçimidir
Büyük illerde eğitim üniversiteleri kurulmalıdır. Buralara başarılı öğrenci yetiştirebilmek adına kent enstitüleri kurulmalıdır. Bu arada şu an sayıları fazla olan eğitim fakültelerinin çoğu kapatılmalıdır. Nitelikli öğrenciler burs barınma gibi farklı teşviklerle Kent Enstitülerine ve Eğitim Üniversitelerine yönlendirilmelidir. Üniversite sınavındaki öğretmenlik tercih başarı baraj sıralaması daha da üstlere çekilmelidir. Başarılı öğrencilerin öğretmenlik mesleğine yönelmeleri adına öğretmen maaşları cazip bir seviyeye çıkarılmalıdır. Asıl mesele öğretmen yetiştiren öğretmenlerin seçimidir. Eğitim fakültelerine kendi akademik kariyerini düşünen değil gerçekten kendini eğitime ve öğretmen yetiştirmeye adayacak akademisyenler alınmalıdır. Eğitim Üniversitesi fikrine karşı çıkanlar niye ekonomi üniversitesi açıldığını da açıklayabilmelidirler. Evet ekonomik alt yapının eğitimde dahil bütün üst yapı kurumlarını etkilediği bir gerçekliktir ama eğitim ve ekonomi yadsınamayacak kadar iç içedir. Tüm bunlarla beraber acilen “Ulusal Öğretmen Strateji Belgesi” yeniden hazırlanmalı ve uygulanmalıdır.

Güçlü Eğitim Sistemi Güçlü Türkiye
Dünya ile yarışmak istiyorsak oluşturacağımız güçlü Türkiye ancak güçlü eğitim sistemiyle mümkündür. Güçlü eğitim sisteminin en önemli unsuru da nitelikli öğretmendir. Ancak biz hala nitelikli öğretmeni tartışıyorken gelişmiş güçlü ülkeler bu tartışmaların ötesinde öğretmen eğiticilerinin niteliğini tartışıyorlar. Bu nedenle derhal öğretmen yetiştirme tarihi serüvenimizin tecrübesiyle öğretmen yetiştirme politikalarımız gözden geçirilerek öğretmen niteliğini artırmaya yönelik somut adımlar atılmalı ve eğitim fakülteleri yeniden yapılandırılmalıdır. Ülkemizin orta ve uzun vadeli hedeflerine ulaşmasının olmazsa olmazlarından biri eğitim, eğitimin olmazsa olmazlarından biri de nitelikli öğretmendir. Sonuç olarak ya öğretmen okulları yeniden açılmalı ya da buna benzer modeller devreye konmalıdır. 

Kuruluşunun 171.yılında öğretmen okullarının ruhu yeniden canlandırılmalıdır. Ülkemizin öğretmen istihdam politikası iyi belirlenmelidir. Ülkemizin ihtiyacı kadar öğretmen adayı alınarak bu okullarda yetiştirilmelidir. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin…

ŞAHİN AYBEK / CUMHURİYET


Yerel yönetimler ve çocukların kent hakkı - NEJLA DOĞAN / BİRGÜN

Okullar, uzun süredir iktidar için piyasacı ve dinci unsurların eğitim süreçlerine dâhil edildiği bir fırsatlar alanına dönüşürken, bu dönüşüm aileler ve öğrenciler için bir kriz durumunu ifade eder hale geldi.


Adil bir kentsel düzen, adalete en çok ihtiyaç duyan ama bunu savunacak güç ve olanaklardan yoksun olan çocukların kent üzerindeki haklarının gözetilmesini, gereksinimlerinin karşılanmasını gerektirir; bu bağlamda yerel yönetimlere önemli sorumluluklar yükler.
Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, temel olarak çocuğun yaşama, gelişme, katılım, ayrımcılığa uğramama, kendini ifade etme, düşüncelerini özgürce açıklama ve çocuğun yüksek yararını gözetme ilkeleri ile kamuya önemli görev ve yükümlülükler getirir. Dolayısıyla çocuğun haklarını ve yaşam koşullarını ailesinin olanaklarıyla sınırlı tutmaz; başta eğitim, sağlık gibi temel haklara ulaşabilmesini ve sağlıklı bir sosyal yaşamın parçası olabilmesini kamusal bir görev olarak tanımlar. 
Ancak son yıllarda temel haklara ulaşabilmek bağlamında en çok zarar gören, eşit yurttaşlık idealinin en çok yara aldığı kesim ne yazık ki çocuklar; özellikle de sınıfsal açıdan gittikçe büyüyen bir yoksullukla mücadele etmek zorunda kalan ailelerin çocukları… Çünkü iktidarın piyasacı bir İslamizasyonu önceleyen tutumu, kamusal hizmetlerin hem alanını daralttı hem de niteliğini değiştirdi. Devletin tüm kurumları yeniden yapılandırılırken, yurttaşlara hizmet sunma amacından gittikçe uzaklaşıldı. Sunulan hizmetler ise toplumun beklenti ve taleplerini karşılamaktan çok, iktidarın ideolojik amaçlarına hizmet etmeye odaklandı. Temel bir kamusal hizmet alanı olan ve çocukların yaşamlarının en önemli parçasını oluşturan eğitim süreçleri de bu dönüşümden en büyük payı aldı. 
Okullar, uzun süredir iktidar için piyasacı ve dinci unsurların eğitim süreçlerine dâhil edildiği bir fırsatlar alanına dönüşürken, bu dönüşüm aileler ve öğrenciler için bir kriz durumunu ifade eder hale geldi. Bu kriz, özellikle çocukların yaşamlarını derinden etkileyen iki soruna yol açıyor. Bunlardan ilki; devlet okullarının büyük kısmının akademik eğitim açısından yetersizleşmesi; laik, bilimsel, nitelikli eğitimin yerini dinselleşmenin alması; veliler tarafından ısrarla talep edilmesine rağmen fen, anadolu, sosyal bilimler gibi okul türlerine yatırımların azaltılıp, imam hatip, din eğitimi ve mesleki eğitim bütçesinin artırılması. İkincisi ise; okulların fiziksel olanaklar ve sosyal ihtiyaçlar bağlamında birer yoksunluk-yoksulluk mekânlarına dönüşmesi; kütüphane, laboratuvar, spor salonu, sosyal etkinlik alanları, oyun alanları ve yeşil alanlar açısından çoraklaşması, çocuklara yönelik sosyal faaliyetlerin MEB’le protokol imzalayan çeşitli dinci dernek ve vakıflara bırakılması. 
Bu tablonun en önemli sonucu ise; özellikle yoksul çocuklar için imam hatipler ve mesleki eğitimin bir zorunluluk haline gelmesi; çocukların sosyal yaşamlarının da dernek ve vakıfların gerici faaliyetleriyle kuşatılıyor olması. Diğer yandan ekonomik durumu elverişli aileler ile banka kredisiyle koşullarını zorlayan orta sınıflar ise hızla özel okullara kaçıyor, çocuklarının kültürel-sosyal ihtiyaçlarını da satın alma yoluna gidiyor. Böylece var olan eğitim sistemi bir yandan çocuklar arasındaki sınıfsal farklılıkları kemikleştiren bir ayrışmanın zeminini oluşturuyor ve özellikle yoksul çocuklar için sosyoekonomik kökenlerinden kaynaklanan dezavantajları sürekli hale getiriyor; diğer yandan eşit, nitelikli, bilimsel, parasız eğitim hakkını ortadan kaldırıyor; sağlıklı sosyalleşme ve kendini gerçekleştirme olanağını da en baştan yok ediyor. 
Çocuğun okul ve ev dışında yaşamını geçirdiği diğer alanlar da, yine ya ailesinin ona sunabildiği koşullar ya da kentin sunduğu olanaklarla sınırlı. Ancak kamusal alandaki piyasacı dönüşüm, kentlerin kullanımını ve yerel yönetimlerin kente dair politikalarını da dönüştürdü; kentlerin halkçı, eşitlikçi ve kamu yararını esas alan niteliği gittikçe yitirildi. Dolayısıyla çocuklar açısından okulda üretilen eşitsizlikler kentsel mekânın örgütlenmesinde de süreklilik gösteriyor ve yeniden üretiliyor. Okulun ortadan kaldırdığı fırsat ve olanak eşitliği, sokakta, mahallede de ulaşılamaz hale geliyor. Böylece yoksul ve varsıl çocukların eğitimden anladıkları, beklentileri ve okula karşı tutumları nasıl farklılaşıyorsa, kente ilişkin tutum ve beklentileri de yaşadıkları çevrenin sosyoekonomik ve kültürel kökenleri bağlamında farklılaşıyor. Semtler ve okullar arasında uçurumlar oluşuyor, gettolar ortaya çıkıyor. Bir imam hatip ya da meslek lisesinde okuyan ve yaşamını neredeyse kendi mahallesinde geçiren öğrenciyle pahalı bir okula gidip, tüm eğitim-öğretim ve sosyalleşme ihtiyaçlarını gerçekleştiren öğrencinin geleceğe bakışı, hayalleri ve umutları bile eşitsiz hale geliyor. 
Bir başka sorun, yerel yönetimlerin temel işlevinin rant yaratmaya dönüşmesi ve kentlerin alış-veriş kültürü üzerine inşa edilmesi. Bu da yine en çok çocukların yaşamlarını olumsuz etkiliyor. Çocukların mahallerinde kolaylıkla ulaşabilecekleri oyun alanları, spor tesisleri, parklar hızla yok olurken, bunların yerini AVM’ler alıyor. Kent merkezlerinde değerli arazilere sahip okullar boşaltılıp, arazileri yandaşlara peşkeş çekilirken, çocuklar bulundukları çevreden sürgün ediliyor. Kentin piyasacı dönüşümü İslamcı dönüşümle bütünleştiriliyor; değerli araziler dinci vakıf ve derneklere veriliyor; bu dernek ve vakıfların belediyelerle imzaladığı protokoller sonucunda kamuya ait tesis ve binalar dinci-gerici faaliyetlerin yürütülmesinde kullanılıyor. Ve bu faaliyetler özellikle de yoksul çocuklar için okul dışı sosyalleşme etkinlikleri olarak sunuluyor. Dolayısıyla zaten okullarda sistematik olarak sürdürülen gerici uygulamalar, bir de okul dışı sosyal etkinlikler bağlamında çocuğun karşısına çıkıyor, çocuğun tüm yaşamını kuşatan alternatifsiz bir gerçekliğe dönüşüyor. 
Maddi olanaksızlıklar nedeniyle, nitelikli eğitim, spor, sanat, bilim vb. alanlardaki ihtiyaçlarını satın alma yoluyla gideremeyen, bunları okulda ya da kentin sunduğu olanaklar kapsamında karşılayamayan çocukların, yakın çevrede oyun oynayabilecekleri açık alanlar da yoksa tamamen evlerine hapsolduğunu görüyoruz. Böylece çocuklar okul dışındaki kamusal alanlarla ilişki kuramaz hale geliyor. Bu da sonuç olarak karşımıza dijital oyun ve sosyal medya bağımlılıklarını çıkarıyor. Genç kuşaklar arasında içe kapanma, toplumdan uzaklaşma, topluma yabancılaşma ve bireyselleşme hızla artıyor. Çoğu aile bu durumdan hoşnutsuz olsa da, çocuklarının ev ortamında bulunmasını tercih ediyor; çünkü sokakları yeterince güvenli ve çocuklarının ihtiyaçlarına cevap verecek alanlar olarak görmüyor. 
Tam da bu nedenlerle parasız, bilimsel ve nitelikli bir eğitim mücadelesi ile birlikte kentleri de çocuklar için dönüştürmek önemli görünüyor. Yerel yönetimlerin yurttaşlar için ama en çok da çocuklar için sosyal adaleti gözeten halkçı-kamucu bir çizgide yeniden örgütlenmesi, meşru bir toplumsal talep ve mücadele alanı olarak önümüzde duruyor. Kentin kullanım hakkı ve yurttaşlık hakları bağlamında, çocuğun üstün yararını gözeten, potansiyelini ortaya çıkaran, kendini gerçekleştirmesine olanak sağlayan yerel yönetimlerin oluşması, son yıllarda ağırlıklı olarak cemaatlerin, tarikatların, özel sermayenin söz sahibi olduğu eğitim alanına ihtiyaç duyulan kamucu bir müdahaleyi de olanaklı kılacaktır. 
Bu bağlamda öncelikle mahallelerin, sokakların çocuklar için daha yaşanılabilir hale getirilmesi gerekiyor. Çocukların temel haklarının gözetildiği, beklenti ve ihtiyaçlarının önemsendiği, bulunduğu çevrede güvenli bir biçimde sosyal yaşama, kültürel etkinliklere katılabildiği, eğitim ihtiyaçlarının yanıt bulduğu, oyun alanlarına ve yeşil alanlara erişebildiği, kirlenmemiş bir çevrede yaşayabildiği, toplumun diğer bireyleriyle kentin eşit bir parçası olduğunu hissedebildiği bir kentsel örgütlenme modeli; inşaata, ranta dayalı, insanları evsiz, mahallesiz bırakan, toplumu ayrıştıran kentsel dönüşüm modellerinin karşısına gerçek bir dönüşüm amacı olarak konulmalıdır. 

Yerel yönetimlerin kamucu bir sorumlulukla kenti çocuklar için dayanışmacı bir bakış açısıyla yeniden örgütlemesi, her mahalleyi, her sokağı çocuklar için bir bayram yerine, umudun yeşerdiği alanlara dönüştürecektir.

Yerel yönetimler için küçük sayılabilecek bütçelerle, kentler çocukların eğitim-öğretim ve sosyal yaşamını destekleyecek, güçlendirecek hale getirilebilir. Başta kent çeperinde ve gettolaşmış mahallerde yaşayan çocuklar olmak üzere, kentin tüm çocukları için sınıfsal farklılıklardan kaynaklanan eşitsizliklerin bir nebze de olsa giderildiği fırsat ve olanak eşitliği yaratılabilir. Bu bağlamda, çocuğun yararını ve gönencini öncelikli tutan, ilerici, aydınlanmacı dernek ve kurumlarla işbirliği içinde faaliyetler yürütülebilir; eğitimciler istihdam edilebilir. 
Çocukların istedikleri zaman kullanabilecekleri ders çalışma alanları, kütüphaneler, spor salonları, oyun alanları, laboratuvarlar, sanat ve teknoloji atölyeleri oluşturulabilir. Sınıfsal bir ayrıcalık olarak görülen ve birçok çocuğun kendi yaşam koşulları içinde karşılaşma olanağı bulamadığı kültür, sanat etkinlikleriyle karşılaşması, bu etkinliklere dâhil olması sağlanabilir. Yine özellikle yoksul çocukların kamp, tatil, gezi vb. ihtiyaçları, yerel yönetimler arasındaki işbirliği ile organize edilebilir; bu alanın da gittikçe tarikatların, cemaatlerin, gerici dernek ve vakıfların egemenlik alanına girmesi engellenebilir. 
Gerekli hallerde öğrencilerin barınma ihtiyaçlarının çocuk pedagojisine ve gelişimine uygun ortamlarda sağlanması için yerel yönetimler sorumluluk üstlenebilir, devletin yurt olanağı sağlamadığı yerlerde çocukların dinci-gerici yapıların yurtlarına mecbur kalması önlenebilir. Benzer şekilde, özellikle çalışmak zorunda olan ama kreş ücreti ödeyemeyen ebeveynlerin ihtiyaç duyduğu kreş hizmetini sıbyan mektebi gibi gerici unsurlara terk etmek yerine, yerel yönetimler çocuk psikolojisine ve gelişimine uygun eğitim alternatifleri oluşturabilir. 
Öğrenciler için ücretsiz ve güvenli ulaşımın sağlanması; ihtiyaç duyan çocuklara günde en az bir öğün sağlıklı yemek olanağı sunulması; sokakta yaşayan, çalışmak zorunda kalan çocukların eğitime ulaşabilmesi için, çocuğun çalışma zorunluluğunu ortadan kaldıracak maddi yardımların yapılması, eğitim, giyim, gıda masraflarının üstlenilmesi, en azından gerçek bir eşitliğin koşulları oluşana dek, çocukların omuzlarına yüklenen eşitsizlik ve adaletsizliklerin yükünü biraz da olsa hafifletecektir. Özellikle gittikçe derinleşen ekonomik kriz koşullarında, yerel yönetimlerin kamucu bir sorumlulukla kenti çocuklar için dayanışmacı bir bakış açısıyla yeniden örgütlemesi, her mahalleyi, her sokağı çocuklar için bir bayram yerine, umudun yeşerdiği alanlara dönüştürecektir.

NEJLA DOĞAN – EĞİTİMCİ / BİRGÜN

Politik asketizm ve eleştirisi - ÖNDER KULAK / BİRGÜN

Birçok örtüşmeye karşın ayırıcı nokta, asketik olanın, sözgelimi “yorgun demokrat”ın olumsuzluk karşısındaki tutumunu belirli bir disiplin altında amaca dönüştürmüş olması ve böylece kendisini saran koşullara dair rahatsızlık hissinden uzaklaşmasıdır.

Asketizm, en genel anlamıyla, insan ve ahlak felsefesine ilişkin konulara temas eden felsefi bir yönelimdir. Köklerini, Türkçe karşılığı temrin olan Antik Yunanca askesis sözcüğünden alır. Farklı kavrayışlara dair çok sayıda içerik ve tanıma sahiptir.

Ortak bir tanım düşünüldüğünde ise, bireyin dünyevi ve bedensel olan her öğe ve etkinlik karşısında, kendisini mümkün olduğunca ayrı ve edilgen kıldığı bir içe yönelme savunusu olarak nitelenebilir. Buradaki içe yönelme hali, inançsal ya da entelektüel bir üretimin zemini olabileceği gibi, yaşanan ya da tanık olunan, cismi veyahut zihni acının ve kimi başka olumsuz duyguların belirli bir derinleşme uyarınca daha yoğun yaşanması istemini de içerebilir. Bu iki biçim asketizmin kendi savunusu içinde nitelikli örnekler olarak değerlendirilebilirler. Ancak asketizm kategorisi altında her dönemde bulunan bayağı bir biçime de rastlamak mümkün. Bu biçim belirli bir bedensel hareketsizlik haline eşlik eden, olumsuz duygulanım hallerinin kutsanmasına kadar varabilecek tekrarlardan oluşur.
Başlıkta asketizm ifadesinin önüne koyulan politik sıfatı, bahsedilen bayağı asketizm biçiminin siyaset alanına bir yansımasıdır. Bu yansıma uyarınca politik asketizm, uğradığı zarar ve yenilgiler sebebiyle kendini bedensel açıdan siyasetten alıkoymayı, yani etken anlamda süreğen bir hareketsizliğe gömülmeyi, söz konusu olumsuzluktan doğan duygulara kutsama derecesinde yoğunlaşmayı içerir. Burada politik asketizm ve melankoli arasında ne gibi bir fark olduğu da sorulabilir. Birçok örtüşmeye karşın ayırıcı nokta, asketik olanın, sözgelimi “yorgun demokrat”ın olumsuzluk karşısındaki tutumunu belirli bir disiplin altında amaca dönüştürmüş olması ve böylece kendisini saran koşullara dair rahatsızlık hissinden uzaklaşmasıdır.

ASKETİZM VE İŞİTİLME YOKSUNLUĞU

Bayağı asketizm ancak ağır baskı ortamlarında yaygınlaşabilir. Birçok insan böylesi ortamların cehennemden farksız olduğunu düşünür. Peki bu cehennem nasıl tasvir edilebilir? Burada pek çok kimsenin aklına elbette o alevlerle dolu klasik tasvirlerden biri gelecektir. Mann’ın Doktor Faust’unda geçen tasvir de bunlardan biridir.1 Bakhtin, Mann’ın bu tasvirinde, cehennemi “mutlak işitilme yoksunluğu”, “üçüncü tarafın mutlak eksikliği” olarak tanımladığını anlatmaktadır.2 Bu tanım Şeytan’ın ağzından şu şekilde ifade edilir:
“hiçbir merhamet, hiçbir isyan, hiçbir atfedişin, ‘bir ruha gerçekten böyle yapamazsın’ diye dile gelen, inanamayan, isyan dolu itiraza hiçbir kulak verişin olmayışıdır cehennem: yapılır, olur, hem de, hesabı sözlerle hiç verilmeden; ses geçirmez yeraltında, Tanrı’nın işitemeyeceği yerde ve ebediyen olur.”3
Bakhtin’e göre, bu satırları yazarken Mann’ın aklında işkence merkezleri, toplama kampları ve o günün ağır baskı toplumu vardır. Bu gibi ortamlar, insanın karşı koymak ya da “yok olmak” dışında başka seçeneği olmayan uğraklardır ve burada politik asketizm, utangaç bir teslim olma halini teşkil eder.
Asketiğin yaşamı da en az herkes kadar zordur. Belki topluma dayatılan olumsuzluğu değiştirme yolunda, pek çok kimse gibi, ama kararlı ama kararsız adımlar da atmıştır. Ne var ki sonuç alamadığı ve toplumsal koşullar daha da olumsuza yöneldiği ölçüde, içinde bulunduğu “cehennem”i mutlakmışçasına kabullenmeye başlamıştır. Asketiğin kabullenme biçimi, olumsuzluğun mutlak olduğu ve karşısında durma olanaklarının bulunmadığı yanılsamasıyla, yakınmalar, iç çekişler ve dertlenmeler eşliğinde hareketsizliğe bürünmek ve akabinde düzenin ördüğü ideolojik duvarların ortasında kalmaktır. Böylece, farkında olmaksızın cehennemin “mutlak işitilme yoksunluğu”na o da katkı sunar. Duvarları kanıksadıkça, yanı başındaki de sesini duyamaz olur. Böylece siyasi sessizlik ve beraberinde gelen toplumsal yalnızlık hissi biraz daha büyür.

CEHENNEM KILIĞINDAKİ KAPİTALİZM

Asketik bilinçli şekilde olumsuz duygulanım hallerini yinelediği ölçüde, düzenin mutlak olduğu yanılsamasını hep daha yoğun biçimde üretir. Böylece “cehennem”in bir mekanizma olduğunu ve yıkılabileceğini kavramaktan da uzaklaşır. Brecht’in cehennem tasviri asketik için burada bir anımsatma niteliği taşır.4 Mann’ın Berlin’de bulduğu cehennemi, Brecht Los Angeles’ta bulur.
Brecht, Cehennemi Düşünmek5 şiirinde, cehennem kavramının ve işaret ettiği koşulların meta bağımlı sınıflı toplumların gerçeğine uygun düştüğünü savunarak, alternatif bir betimleme sunar. Örneğin cehennemde suyun çok pahalı olduğunu, içinde görkemli çiçeklerin açtığı süslü bahçelerin ve tadını epeydir kaybetmiş meyvelerle dolu marketlerin bulunduğunu dile getirir. Bunlara bir an durmak bilmeyen araba konvoylarını ve içinde kimsenin yaşamadığı boş evleri de ekler. Brecht’e göre cehennem, sokakta kalanlara karşılık gösteriş içinde yaşayanların fink attığı, kardeşi Shelly için muhtemel ki Londra ve kendisi için daha çok Los Angeles misali bir yerdir. Belki cehennem bir başkası için de…
Asketik “cehennem”in işlerliğinin, işçinin ürettiği artı-değere sürekli daha fazla el koyulmasına, eşdeyişle sömürü oranının arttırılmasına bağlı olduğunu aklından çıkarmıştır. Kendisi gibi emeğine dayanan kimselere karşı da bir güvensizlik içerisindedir. İçinde bulunduğu koşulları sadece kendisi nezdinde değerlendirir. Kendini yalnızlaştırmıştır. Lakin her sabah işe giderken ve işten dönerken kullandığı aynı otobüslerde, kendisiyle yerleşik sorunlardan şikayet eden ve yine aynı güvensizliği deneyimleyen birçok insana rastlaması işten bile değildir. Tüm bu bireyler, aksini savunacak olsalar da, aslında birbirlerinden çok da farklı değillerdir. Her biri adeta bir başkasının ona bunu anımsatmasını beklemektedir.
ÖNDER KULAK / BİRGÜN
  1. Bir diğeri de Dante’nin İlahi Komedya’sında yer alır.
  2. Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, ss. 364.
  3. A.g.e., s. 364.
  4. Brecht’in tasviri, Mann’ın tanımıyla buluştuğunda, bugünle örtüşen iyi bir anlatı sunduğu söylenebilir.
  5. “Nachdenkend Über die Hölle”


Diyarbakır'daki o baba! - REMZİ ÖZDEMİR

Ağla Türkiye. Çünkü Diyarbakır'da bir baba süpermarketten bir kutu mama çalarken yakalandı.

Market görevlisi tarafından yakalanan baba mamayı vermemek için direndi. Market sahibi ve çevredekiler tarafından etkisiz hale getirilen baba gözaltına alındı.

Mama çalan babayı polisin karakola götürdüğü saatlerde TÜİK işsizlik verilerini açıkladı.

Türkiye'deki işsizlik oranı geçen yılın aralık ayına oranla yüzde 3,1 puan daha arttı ve yüzde 13,5 seviyesine ulaştı. Böylece resmî işsiz sayısında yeni bir rekor daha kırıldı ve dört milyon barajı aşıldı. 2018 yılı Aralık ayı verilerine göre, kayıtlı işsiz sayısı dört milyon 302 bin kişi oldu.
TÜİK işsizlik rakamlarını açıkladığı akşam İstanbul'daki pazarlarda insanlar çöpe atılan sebzeleri toplamak için adeta çarpındılar.
Türkiye'yi yönetenler bu görüntüleri inkâr edip, "pazar atığı sebzelerin hayvanlar için toplandığını" iddia ettiler.
Oysa onlar da biliyor ki, o fotoğrafın yoksulluğun belgesi olduğunu.
Tüm bunların yaşandığı Türkiye'de BDDK Şubat ayında bankaların kanuni takipteki alacaklarının 100 milyar liraya ulaştığını açıkladı.
Kart borcunu ödeyemediği için intihar eden, intihara teşebbüs eden ve evine maaşına icra gelen on binlerce insan.

Türkiye, tarihinin en ağır krizini yaşıyor.
Krizin boyutunun 31 Mart'tan sonra daha da büyümesi bekleniyor. Türkiye'nin çaresiz, IMF'nin kapısını çalacağı neredeyse tüm ekonomistler tarafından dile getiriliyor.
Seçim sonrası ister IMF gelsin isterse gelmesin, Türkiye'yi gerçekten oldukça sıkıntılı günler bekliyor.
Daha fazla enflasyon daha fazla işsizlik.
Bu iki gösterge en çok çalışanı ve dar gelirliyi vuracak.
İcralar artacak, işyerleri kapanacak ve binlerce yeni işsiz TÜİK verilerine girecek. Oysa TÜİK verisinde her rakam aslında dramı ifade ediyor.
Babanın çocuğu için marketten mama çalarken yakalanması basit bir olay değil. Bu krizin sosyal bir faciaya dönüştüğünün en önemli ispatı.
Türkiye'yi sıkıntılı günler bekliyor.
Bunun halen farkında olmayan ve bu tehlikeyi görmeyen yüzbinlerce insan.
Komşusu aç iken, bunu görmeyen ve yaşanan olaya politik gözlükle bakan büyük bir kitle.
Bu kez olay çok farklı.
Türkiye'nin içinde bulunduğu durum gerçekten vahim. Bırakın soğanı ve samanı artık ekmeğin ununu bile ithal eden bir ülkede yaşıyoruz. Elin ülkesinin çölde bile yetiştirdiği patatesi, dünyanın öbür ucundan alan bir ülke oldu Türkiye.
Bu ithal ürünler senin için değil, parası olan için.
İthalat, sen millî bir göreve çağrılır gibi koşarak cebindeki 100 doları bile 3 liradan bozdururken, tam tersi döviz istifleyenler için. Çünkü 1 doların 5.500 sınırında olduğu bir ortamda ithalat ucuzluk getirmez. Sadece parası olana lüks sağlar.
Türkiye yavaş yavaş değil hızla açlığa gidiyor.
Tarım arazilerini inşaatlarla betona dönüştürdüğümüzü bizzat Türkiye'yi yönetenler itiraf etti.
Bu itiraf ne getirdi?
Tam tersi batan fabrika ve insanları kurtarmak yerine inşaat şirketlerine destek çıktı. Fabrikaları kapatıp yerine lüks konut ve AVM yapan ülkenin bu hale gelmesine neden olan bir iktidar, halen müteahhitleri kurtarmak için çaba harcıyor.

Vatandaş olarak ne yapmalıyız?

Son 2 yıldır söylediğim şeyi tekrar ediyorum. Harcamayın! Daha önce cebinizdeki 20 lirayı bile harcamayın diyordum. Şimdi eğer kaldıysa 1 lirayı bile saklayın.
Kredi kartlarına güvenip harcama yapmayın.
Çünkü gerçekten çok ama çok sıkıntılı günler bizi bekliyor. Rakamlar verip sizi boğmak istemiyorum. Sadece gözünüzün önüne bebeğine mama alamadığı için çalmak zorunda kalan o babanın markette düştüğü durumu getirin.

Diyarbakır'daki o baba aslında sizsiniz...


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ