5 Nisan 2019 Cuma

Akseki'de neler oluyor?..- AHMET TAKAN

Toroslar'dan, Antalya'nın güzel ilçesi Akseki'den yayılan kötü kokular Ankara'ya kadar ulaştı. Çok ciddi iddialar var. Bölge insanı çok huzursuz... Bölgede  mermer ocaklarının açılması için yapılan planlamalar ve baskılar halkı iyice germiş. Akseki ve çevresine fiziki olarak mermer ocaklarının açılmasının mümkün olmadığı belirtiliyor.  Çevredeki  tarihi yerlerin talan edilmesinden, doğal güzelliklerin yok edilmesinden endişe ediliyor...


Aksekililer seslerini duyurmak için kapı kapı dolaşıp birçok ilgili yere müracaatta bulunmuşlar. Doğayı,tarihi ve tarımı yok edecek mermer ocaklarının açılmasını önlemek için kritik eşikteler. Güzelsu Kültür ve Dayanışma  Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığı, belgelerle ekli kapsamlı resmi bir dilekçe hazırlayıp 1 Nisan'da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na gönderdi. Aynen yer vereceğim bu dilekçeyle herhalde  fazla lafa gerek kalmayacak!..

***

"Antalya ili, Akseki ilçesi, Güzelsu Mah. (Güzelsu, Pınarbaşı, Çaltılıçukur, Çukurköy, Taşlıca Mah.) Mevkiinde, Tcknomer Turizm Tanm Madencilik İnşaat Tic. Ltd. Şti. ("Teknomer") tarafından 201800575 (97.83 ha) ve 201800638 (49,92 ha) ruhsat nolu sahaların "2-b Grubu Maden (Mermer)"' projesi ("Proje") altında ÇED 1-2 izni (beraberce "ÇED İzni") İstenmektedir.

11 Nisan 2019 günü Proje ile ilgili ikinci IDK toplantısının yapılacağını öğrendik. Yöre halkının Projeye ÇED izninin kesinlikle verilmemesi talebini tekrar iletir, aşağıdaki hususları ÇED izni verilmemesi yönünde bilginize sunarız:
l. Teknomer'in ruhsatlan ve istediği iki ÇED alanı dört mahallenin ortasında ve bu mahallelerin yaşam alanı içindedir. Bu nedenle yöre halkı "ÇED izni verilmemesi" yönünde 728 imza verdi. Ekte bu konuyu özetleyen bir sunumu ilginize sunuyoruz. Ek-1
a. Bozulmamış ve çok özel bir doğaya sahip olan bu dört mahalle, meşhur düğmeli evleriyle alternatif turizm için oldukça uygundur. Açılacak olan bir mermer ocağı (ilk mermer ocağı olacak ki bu da konunun önemini artırıyor) tüm bu güzelliği ve değerleri geri dönüşü olmamak üzere bozacaktır.
b. ÇED2 alanı dört mahalleye ortalama 1.5 km mesafededir (ikisine yaklaşık 930 metre) ve ortalama 460 m mesafede çevresinde 12 ev bulunmaktadır. Zeytin, üzüm, meyve ve sebze yetişen tarlalara çok yakındır.
2. Teknomer'in bölgedeki ruhsatlarının içinde ve yakınlarında 17 nokta arkeolojik alan olarak Temmuz 20l8'den bu yana korumaya alınmıştır. Bu sayı daha da artacak. Çünkü bölgede araştırmalar henüz çok yeni.
a. Akseki Belediyesi bölgeyi 1. Derece Arkeolojik SİT Alanını Etkileme Geçiş
Planı altında korumaya almak için 22 Mart 2019 günü resmi işlemleri başlatmıştır. Bu resmi süreç tamamlanmadan olumlu ÇED kararı ALINMAMALIDIR. (Ek-2)
b. Birinci İDK'dan sonra; i-) ÇEDI alanında bir tane 1. Derece ve bir tane koruma olmak üzere iki yer arkeolojik alan olarak tescillendi, ve ii-) Eski ÇED4 alanında bulunan ana kayaç üzerinde bulunan "AO" antik yerleşke sınır işareti yazıtı nedeniyle de bu ana kayaç koruma altına alındı (2019-22 sayılı dilekçemizin ekinde ayrıntılı bilgi size sunuldu). Bu durumda Teknomerin Temmuz 2018'de talep ettiği 5 ÇED alanının üçünde 1. Derece Arkeolojik Sit alanları ve tüm beşinde de Arkeolojik Koruma alanları tespit edilmiş oldu. Teknomerin elemanları ve danışmanları bu tarihi eserleri görmediler mi? Bu tarihi eserleri neden ÇED raporunda işleyip ÇED Komisyonunun dikkatine sunmadılar?
3. Akseki İlçe tarım ve Orman Müdürlüğü söz konusu dört mahallede 11500'e yakın yetişkin ve verimli zeytin ağacı tespit etmiştir. Bölgenin özel mikro kliması zeytin için elverişli bir ortam sunmaktadır. Bu zeytinlerin hemen hemen hepsi de Teknomer'in istediği ÇED alanlarına 3 km'den daha yakındır.
a. Antalya il Tarım ve Onman Müdürlüğü, tüm ısrarlarımıza rağmen (Ek-3 GÜZDER avukatının ilgili başvurusu), bölgenin zeytin varlığını tespit ve tescil etmediği için, Akseki Mahkemesine zeytinlerin tespiti için başvuruldu. Bu resmi süreç tamamlanmadan olumlu ÇED kararı ALINMAMALIDIR. (Ek-4)
b . Zeytinler, endemik bitkiler, arkeolojik alanlar vb nedenlerle mahkemeye gideceği kesin olan bir ÇED kararı neden alınsın? Mahkeme sonuçlanıncaya kadar yapılacak olan tahribat nasıl tekili edilecek?
4. Bölge çok özel bir mikro klimaya sahiptir. Tespit edilen yüzlerce endemik bitki ve endemik fauna risk altındadır.
a. ÇED 2 (önceden ÇED 5) alanı içinde Aralık 2018'de 24 endemik bitki tespit edilmiştir ve bunlardan 8'i korunması zorunlu kırmızı listededir.  2019-08 sayılı dilekçemizde bu raporu ilginize sunduk. Teknomer söz konusu 24 endemik bitkiyi tespit ettirmek ve nasıl koruyacağını açıklamak durumundadır. Dar yayılımlı bu kadar endemik bitkinin olduğu bir alana ÇED izni verilmemelidir.
b. Bölge Türkiye'de bulunan 7 endemik memeliden 4'ünü barındıran tek yerdir. Aynı şekilde Türkiye'de 7 endemik omurgalıyı barındıran tek yerdir. Prof. Dr. Mustafa Sözen'in ilgili raporu ektedir. (Ek-5)
c. Bölgenin doğal ve kültürel varlıklarını korumak üzere 21 Şubat 2019'da Akseki Belediyesi söz konusu bölgeyi de kapsayan bir alan için resmi Doğal Sit başvurusunu yapmıştır. Bu resmî süreç tamamlanmadan olumlu ÇED kararı ALINMAMALIDIR. (Ek-6)
5. Teknomer ASAT'a sulu kesim için günlük 50 m3 suya ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. Söylenenin aksine ASAT su temini için bir protokolün olmadığını bildirdi (2019-22 sayılı dilekçemizde ASAT'ın ilgili cevabını size sunduk). l.İDK komisyonu neden yanlış bilgilendirildi? Bu durumda; Teknomer 50 m3/gün suyu nereden temin edecek? Hangi yolu kullanarak taşıyacak.Köy yolları blok taşıyan kamyonlar ve su taşıyan tankerleri kaldıracak durumda değildir. Vatandaşın mal ve can güvenliği söz konusudur)? ASAT'ın yazılı cevabı açıkça ancak "insanı amaçlar" için su temin edebileceğini ve Teknomer ile herhangi bir anlaşmasının olmadığını söylemektedir, "Sulu Kesim" yapacağını söyleyerek zeytinlere ve çevreye zarar vermeyeceğini belirten Teknomer, günlük su ihtiyacını nasıl temin edeceğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklamalıdır. ASAT'ın cevabını ve yolların durumunu ekte tekrar ilginize sunuyoruz. (Ek-7)
6. İstenen ÇED alanları dere yataklarına ve pek çok tatlı su kaynağına çok yakın. Bu nedenle dere yatakları ve çok hassas su kaynakları tehdit altında olacak. DSİ 13. Bölge Müdürlüğü ÇED 2 alanına koyduğu şerhi neden kaldırdı? Teknomer 1. İDK'da sadece 4 yıl için plan sunmuştu. Ama 1.İDK'da muhtemelen 30-50 yıl sürecek reservden söz etti. Bu durumda 30-50 yıllık işletmenin pasasını dere yataklarına zarar vermeden nereye atacağını açıklamalıdır. ÇED 2 alanına yakın dereleri ve tatlı su kaynaklarını gösteren şemayı ekte ilginize sunuyoruz. (Ek-8)
7. Söz konusu ÇED alanlarını Akseki-Manavgat ana yoluna bağlayan köy yolları dar (yer yer 4-5 metre), keskin virajlı ve rampadır. Bu yollarda su taşıyan tankerler ve blok taşıyan kamyonlar can ve mal güvenliğine ciddi risk oluşturacaktır. Yine söylenenin aksine bu yol Eski Murtiçi denen yerleşim alanından geçmektedir. Ek-5'te yolların durumu tekrar ilginize sunulmuştur.
8. 08 Nisan 2019 tarihinde bu konuyu ele alan bir çalıştay Antalya'da yapılacak, İlgili kurum ve kuruluşlar davet edilecek. Çalıştay Bildirgesini 2.İDK toplantısında ilginize sunacağız.

Yukarıda açıklandığı üzere ÇED 1 ve 2 alanı çok özel bir bölgede bulunmakta ve ÇED izni verilmemesi yönünde çok geçerli nedenleri bulunmakta. O halde burada ÇED izni için ısrar etmenin nedeni nedir? Yukarıda açıklanan nedenlerden ötürü geri dönüşü olmayacak bir hataya yol açmamak adına Projeye kesinlikle ÇED İzni verilmemesi hususunda.

Gereğini arz ederim."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

4 Nisan 2019 Perşembe

Nanköristan! - NAZIM ALPMAN

GEÇEN Pazar günü yapılan 31 Mart 2019 Mahalli İdareler Seçimleri sonuçlandı. En baştan söylemek gerekirse  “tam bir vefasızlık” olarak tarihe geçecek derecede,  “örnek” bir seçim oldu.

Olmasına oldu da, ister istemez insan’ın durup bakıp 

şöyle diyesi geliyor:
-Oldu mu ya?
Özellikle de İstanbul’da ve Ankara’da… Sonra Adana’da, Antalya’da, Mersin’de, Bolu’da, Artvin’de, Kars’ta, Diyarbakır’da, Batman’da, Mardin’de, Siirt’te, Van’da seçmenler çok ama çok ayıp ettiler!
İzmir, Eskişehir, Aydın, Muğla, Çanakkale, Edirne, Tekirdağ’ı hiç saymaya bile gerek yok. Onlar yıllardır iflah olmaz bir muhalefet etme hastalığına tutulmuş gidiyorlar. Allah onların şifasını versin deyip geçilebilir.
Ama o İstanbul ile Ankara seçmenlerine söylenecek iki lafı olmalı taa 1994’ten bu yana kesintisiz 25 yıl hizmet veren bu iktidarın:
-Yazıklar olsun!..
Bunu söyleyip, iktidara büyük bir sadakatle bağlı olan değerli sanatçı Orhan Gencebay’ı 27 kanalda birden canlı yayına alıp sazı ve sözü ona bırakmalı:
“Yazıklar olsun/ Yazıklar Olsun/ Seçmenin böylesine/ Yazıklar olsuuunnn!..”
İstanbul iktidarın hizmetlerinden en fazla istifade eden şehrimizdir. Marmaralar, raylar, havaalanları, köprüler, yaya kaldırımları, tüneller, plazalar, kuleler, yatay tarlalarda tavşan gider ekine, kupon arsalarda mimariler dikine… Neler yapıldı neler?
Bu cehape zihniyeti gözleri, kör kulakları sağır ediyor. Yapılanları görmediği gibi anlatılanları da duymuyor. O kadar bağırarak söylendi:
-Bu seçim bir bekâ meselesidir!..
Dinlemediler…
Anlamadılar…
Anlayanlar da yanlış anladılar!
İktidarın elindeki belediyeler sahiplerinden(!) alınıp muhalefet partilerine teslim edilirse ülkenin bağımsızlığı kaybolur. Bir daha koydunsa bul. Tıpkı demokrasi gibi. Bir kere kaldırmaya gör, artık zor bulursun. Ama demokrasisiz kalmanın bir mahzuru yok. Tanrı lidersiz bırakmasın. Liderin varlığı da belediye seçimlerine bağlı. Eğer çok istediği şehirleri alamazsa lider, kızar ve çeker gider!..
Yoo öyle hemen “nerede o günler?” falan denilmesin. Yüz yılda bir gelir böylesi liderler. Tıpkı Büyük İstanbul Depremi gibi… Büyük liderlerle büyük felaketler arasında tarihi bağlar vardır. Bir lider gelir ülkesini felaketlerin içinden çekip çıkarır. Bazen de tersi olur. Alır götürür felaketleri ortasına bırakır. Bunlar yüz yılda bir olur.   
Peki ya Ankara seçmenine ne demeli? Ankara’ya yapılan iyiliklerinin başında “Melih Gökçeksiz hava sahası” yaratılması gelir.  
Ankara’da her renkten solun asla yerinden indiremeyecekleri Melih Gökçek, çek-çek biçiminde, “metal yorgunu” bir siyasetçi yapıldı, çektirip makamından ittirildi.
Ankara bu iyiliği de anlamadı…
2019 Mahalli İdareler Seçimlerine besteleriyle damga vuran Kayahan’dan gelsin bu durumun şarkısı o zaman:
“Beni anlamadın ya… Ben ona yanıyorum!”
Yazının sonunda ben yine başa dönüyorum. İktidar en büyük hizmetleri verdiği, en parlak başarıları sergilediği, en çok betonu döktüğü, en yüksek binaları diktiği, altgeçitlerle üstgeçitlerin sel suları arasında dans ettiği şehirlerde belediye başkanlıklarını kaybetti. Bu iyilikler kişiye özel olsaydı “nankör” denilip geçilirdi. Bu vefasızlık ülke sathına yayılmışsa -kimse kusura bakmasın- topunun ağzına öpücük kondurmak şart olur:
“Nanköristan!” 
Nazım Alpman / BİRGÜN

Seçimsiz değil örgütsüz 4,5 yıl istiyorlar - Alpaslan Savaş

İstanbul'un ve Ankara’nın kaybedilmesini es geçtiği balkon konuşmasında hatırlattı Erdoğan: “4,5 yıl cumhurbaşkanıyım, aynı süre boyunca ittifak parlamentoda, partim iktidarda.”

Kolay yenilgi kabullenmeyen biri için bu alışılmadık rıza durumunu “demokrasiye sadakat” olarak niteleyen çıkacağını sanmam.

Açık ki Türkiye burjuvazisi ve uluslararası sermaye, ülkenin en büyük iki kentinin artık iktidar partisi tarafından yönetilmeyecek olmasının memlekette yeni bir kriz başlığına çevrilmesini istemiyor. Erdoğan’ın balkondan hatırlattığı, kendisine hatırlatılanlardır. İstanbul’dan havalanıp Ankara’da balkona çıkana kadar geçen sürede birilerinin arayıp bu yüzden kulağını çekmesi gerekmiyor. Temsil ettiği sınıfın gözetilmesi gereken çıkarları olduğunu Erdoğan iyi bilir. Balkonda “önümüze bakıyoruz” demesi bu çıkarlar doğrultusunda hareket etmesini bilmesindendir.

Sandıklara itirazlar ya da köprülere asılan teşekkür pankartları bu tabloyu bozmuyor. 20 yıllık suçun delillerinin temizlenmesi için iki günden fazlasına ihtiyaç duymak, kazananı şaibe altında bırakmak ve her şeye rağmen şansını sonuna kadar zorlamak beklenen davranışlardır. O kadar gürültü elbette çıkacak.

"Kazan kazan" ilkesi işliyor. Şimdi Erdoğan, kendisine yönelik meşruiyet tartışmasında, rejimle uyumu tescillenen muhalefetin güçlü kabulünü bir kez daha cebine koymuş oldu. Sermaye sınıfı ise daha kolay yönetilebilir bir Erdoğan’ı… Aydemir’in (Güler) geçen günkü yazısında “Tek adamsız başkanlık” diye adını koyduğu durum bu işte.

Patron örgütlerinin ardı ardına “seçim bitti, şimdi ekonomiye odaklanalım” açıklamaları ile Erdoğan’ın “4,5 yıl seçim yok, ben de başkanım” sözleri aynı doğrultuya işaret ediyor. “İşimize bakalım” diyorlar; kazanmaya devam etmeliler.
Patronlar “yapısal reform” talebini koro halinde henüz seçim akşamı bu nedenle gündeme getirdi.

Duyan, seçim dönemi iktidarın patronları değil geniş halk kesimlerini gözeten ekonomi politikaları uyguladığını zanneder.

Krizin kendini hissettirdiği ve seçim sathına girilen son 6-8 ay içinde yaşananlara bakın. Reel ücretler düştü, fiyatlar artı. İstihdam azaldı, işsizlik rekor düzeye ulaştı. Patronlar ise ne istediyse fazlasıyla aldı.

Şimdi “yapısal reform zamanı” diyorlarsa işçi sınıfı yeni bir saldırı dalgasıyla daha karşı karşıya kalacak demektir.

Türkiye ekonomisinin dışarıya teknolojik ve mali bağımlılığı, “yapısal reformlar” için emekçi halkın cebinden oluşturulacak yeni kaynak havuzlarından ötesine izin vermiyor. Konya’da üretilen robotumsuyla mı ülke sanayileşecek? Sadece kaynakların halkın çıkarları doğrultusunda kullanımını temel alan bir merkezi planlama ile çözülebilecek bu sorunun serbest piyasa ekonomisi içinde çözümü bulunmuyor.

Yapabilecekleri tek şey ortaya çıkan maliyeti işçi sınıfına yüklemeye devam etmektir.

Bu nedenle “yapısal reform” dediklerinde anlaşılması gereken kıdem tazminatının tasfiyesidir. Amaç patronların yükümlülüğünü azaltıp, atıl duran parayı piyasaya çıkarmak. Al sana patronlar için, işçinin sonradan ödenecek ücretinden oluşturulacak yeni bir fon, yeni bir kaynak havuzu.

Yapısal reform dedikleri, ellerinde patlayan zorunlu bireysel emeklilik sisteminin yeniden yapılandırılmasıdır. Boyacı küpü hesabı, milyonlardan yeniden zorunlu kesintiler yapılacak. 

Yapısal reform işsizlik sigortası fonundan patronların daha fazla yararlanmasıdır. Yatırımlar için istisnalar sağlamak, vergi indirimleri getirmek, neredeyse ayda bir teşvik sistemini güncellemek, borç yapılandırmak, borçlanmayı kolaylaştırmaktır.

Faturayı emekçilere kesecekler.

Tek koşulla. Seçimsiz 4,5 yıl, örgütsüz 4,5 yıl anlamına gelirse…

Alpaslan Savaş / SOL

Bu bir başarı ama... - Ergin Yıldızoğlu

Yerel seçimlerin sonuçları muhalefet açısından geleceğe ilişkin umut veren bir başarı ama, duruma bakarken soğukkanlı olmak gerekir. Uluslararası basında yankılanan, içeride sevinçle karşılanan “Sonun başlangıcı” yorumları oldukça yüzeysel. İktidarın gü­cünü, medyanın durumunu, karşımızda da “seçimler üzerinden darbe yapıldı” diyebilen hastalıklı ruhların olduğunu unutmamakta yarar var.

Genel manzara
Muhalefet üç büyük kenti aldı ama, oyların ülke çapında, coğrafi, sınıfsal da­ğılımında 2014 yerel seçimlerine kıyasla önemli bir kayma göremiyorum. Bu kez AKP, ya “nasıl olsa iktidarız, risk almaya değmez” diye düşündü, ya “oyları çal­maya” gücü yetmedi. 
AKP 2014’te toplam oyların yüzde 43.16’sını, 2018 genel seçimlerinde de yüzde 42.56’sını almıştı. Bugün oylarını yüzde 44.42’ye yükseltmiş görünüyor, hem de bir ekonomik kriz ortamında. CHP’nin oy oranları aynı dönemlerde sırasıyla 26.6, 22.64 ve 30.07 olmuş. Bu HDP’den gelen oylardan arındırıl­dığında 3-4 puan azalacağı düşünülse bile önemli bir artışa işaret ediyor. Buna karşılık toplumdaki bölünmüşlük, kutup­laşma da devam ediyor.

Oyların coğrafi dağılımında da kay­da değer bir değişiklik yok.  

İstanbul’u İmamoğlu kazandı ama, ilçeler bazında AKP’nin konumunda bir gerileme 
gö­rülmüyor. Ankara ve İstanbul’u kazanan adayların, CHP ya da sosyal demokrasi geleneğinden gelmediğini unutmayalım. 

Haritaya bakınca, ülkede küresel kapitalizmin dünyasıyla (sermayenin uygarlığıyla) ekonomik ve kültürel olarak en fazla bütünleşmiş bölgelerin, bu kez İstanbul’u ve Ankara’yı da içine alarak yine kırmızıya boyanmış olduğunu görü­yoruz. AKP’nin oy tabanını, yine ağırlıklı olarak, ekonomik açıdan görece zayıf ve kültürel olarak içine kapanık bölgeler oluşturuyor. HDP’nin sayısal olarak oyu­nun azaldığını düşündüren bir gelişme söz konusu ama, bunun özel koşullar­dan kaynaklandığını, seçmeninin HDP’yi terk etmemiş olduğunu düşünüyorum.

Oyların sınıfsal dağılımına bakınca, İstanbul’u, Bursa, Sakarya, Kocaeli gibi sanayi merkezlerini örnek alırsak, işçi sınıfı, vasıfsız emekçiler, orta sınıflar (“yeni” ve geleneksel) gibi kategorilerin yoğunlaştığı ilçelerdeki tercihlerin dağı­lımı, 2014 seçimlerinden bu yana değiş­miş gibi durmuyor: İşçi sınıfının, emekçi­lerin, “yoksul-dar gelirli” kategorisine so­kabileceğimiz seçmenin, derin ekonomik krize karşın AKP’ye terk etmemiş olduğu söylenebilir.

Balkon konuşması
Erdoğan balkon konuşmasında kendi tabanına, kapitalist sınıflara ve muha­lefete yönelik mesajlarla dolu bir resim sundu. Kendi tabanına: Moralinizi boz­mayın, korkmayın, ben ve partim iktidar­dayız; boynunuzu eğdirmeyeceğiz (aç bırakmayacağız, refahınızı arttıracağız değil), milleti küçümsetmeyeceğiz; ulaştığınızı düşündüğünüz toplumsal  statüyü kaybetmeyeceksiniz. Sermaye sınıfına ve liberal entelijansiyaya: Dört yıllık seçimsiz dönem, serbest piyasa, yapısal reformlar. Ulusalcı entelijansiya­ya: Kürt sorunu tehlike olmaktan çıktı.

Ne ki AKP’nin bu resmi koruması son derecede zor. Ekonomik “reform” lafını duyunca aklına neo-liberalizm gelenlerin de bir kez daha düşünmesi gerekecek. Resesyon, işsizlik, sermaye kaçışı, borç yükü, devalüasyon ortamında, serbest­leştirme, serbest piyasa, bütçe disip­lini, krizi aşmaya yardımcı olmaz; kay­nak sorununu aşacak düzeyde özelleş­tirme nesnesi de kalmadı. Dahası, bu tür “reformlar”, zaten daralmakta olan bir ekonomide AKP açısından siyasi, dolayısıyla ekonomik intihar anlamına gelir. 

Bütçe disiplininin de bir neo-liberal programın parçası olarak değil, muhalif belediyelerin “yönetemediklerini” kanıtla­makta kullanılacağını düşünüyorum. 

Müdahaleci, rant yaratılmasına, pay­laşımına, yandaşları kayırıcı ekonomi politikalarına öncelik verilmesinin yanı sıra, kaynak yaratmak amacıyla, büyük sermayeyi hedef alan önlemler de söz konusu olabilir. Siyasal İslamın egemen sınıfı, destek burjuvazisi kendilerini bir ölçüde koruyabilirler ama, kriz içinde kaynak sorunu derinleştikçe, “pasta iyice küçüldükçe” 4 yıllık istikrarlı dönem beklentisi de buhar olup uçar. Orta dö­neme,  pazartesi yazımda vurguladığım biçimde hazırlanmak gerekiyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Pelikancılar neden saldırıyor - Barış Terkoğlu

Siyaset, bir grubun meselesini herkesin haline getirme sanatıdır. Sınıf siyaseti, bir sınıfın çıkarını herkesin çıkarıymış gibi göstermedir. 

Eskiden Türkiye’de “asıl mesele” diye söze başlayan, koltuk altı kitaplı, çoğu posbıyıklı abiler vardı. Sandık çevresinde pek dolaşmaz, “işin aslı”nı anlatırlardı. Sonra onlar bıyıkları kestiler, kitapları bıraktılar. Neo-liberalizmin dilini öğrendiler. Etnik ve mezhep politikalarından kafalarını kaldıramaz oldular. Biz de demirin tuncuna kaldık.

31 Mart’tan beri en çok İstanbul’u konuşuyoruz. Gerçekten konuşuyor muyuz? Pazartesi akşamı bunu düşündüm. 

Pazar gecesi tablo netleştikten sonra iktidarın açıklamalarını dinleyip “herhalde kaos olmayacak” diyenler çoğunluktaydı. Pazartesi akşamı bir anda iktidar içinde  “Pelikancılar” olarak bilinen “yeni paralel yapılanma”ortaya çıktı. Hani şu muhtıra gibi bir bildiri yayımlayıp Ahmet Davutoğlu’nu deviren ekip. Albayrak’ı “ikinci ve üçüncü adam” kabul eden grup. Kimi savcılardan polislere, bürokratlardan gazetecilere adeta “parti içinde parti” gibi hareket eden hizip. Karşıtlarının telefonlarını bile dinleyebildikleri, gerektiğinde yargı eliyle ya da medya araçlarıyla tasfiye edebildikleri herkesin bildiği sır. 

AKP içinde dertleştiğiniz dostlarınız var mı? Biraz eşeleyin bunlardan nasıl yaka silktiklerini görün. “Bizden” lafının onlar için ne ifade ettiğini size anlatsınlar. 

Sakın önemsiz sanmayın... 

Sahi Binali Yıldırım İstanbul Belediyesi başkan adayı oldu da ilçe belediyelerinin adayları nasıl belirlendi? Yıldırım’ın çevresinin seçim döneminde il başkanını değiştirmek istediğini herkes anlatıyordu da neden olmadı? CHP’nin İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nu günlerce tartıştık da AKP İl Başkanı’nı ortalıkta gören oldu mu? Sahi sabah akşam “28 Şubat” diyenler şu bildiriyle hükümet devirme işleri hakkında ne düşünüyor? Gerektiğinde provokasyonla sandığa el koymaya nasıl bakıyor?

Devlet içinde çatışma
Cumhurbaşkanı’na bile “eski dostları” tarafından şikâyet edilen, gizli anayasalarını kimsenin bilmediği Pelikancılar’dan bahsediyordum... 

Pazartesi gecesi önce “YSK tüm oyların yeniden sayılmasına karar verdi”diye “Pelikan gelini” ortaya çıktı. Devlet yalanladı. Ardından İstanbul’da 30 sandık başkanının operasyonla gözaltına alındığını duyurdular. Hem Valilik hem Emniyet Müdürlüğü yine yalanladı. “Gaziosmanpaşa’da şokgörüntüler! CHP’liler polise saldırdı” diye bir kez daha şanslarını denediler. Bu kez Kaymakamlık devreye girdi yalanladı. Yine düğmeye basılmış gibi bazı yerlerde güruhları devreye girdi, CHP’lilere saldırdı. Polis havaya ateş açtı, durdurdu. 

Sanki devletin içinde devlet, devletin bir başka kanadıyla kavga ediyordu. Yaptıklarını muhalif biri yapsa muhtemelen ertesi gün “darbe girişimi” suçlamasıyla soluğu hapishanede alırdı. Neyse ki yargı kime dokunabileceğini kime dokunulmayacağını iyi biliyordu! 

Sahi nedir bu “yeni paralel devlet”e İstanbul için silah çektiren? 

Bu grubun merkezindeki Sabah Grubu’nun patronunu bilmeyen kaldı mı? 

17-25 Aralık operasyonlarından sonra Sabah-ATV, Kalyon İnşaat’ın oldu. Grubun içinde olduğu Zirve Holding’in satıştan kısa süre önce, 23 Ağustos 2013’te, İstanbul Ticaret Odası’na kaydettirildiği ortaya çıkınca kafalar karıştı. Sanki şirket gazete almıyordu da gazete kendisini alacak şirketi seçiyordu!

Kalyon’un İstanbul sırları 
Peki Kalyon İnşaat’ın İstanbul’daki işlerine bakan oldu mu?
Belki de sır oradadır! 

-Mecidiyeköy-Mahmutbey metro hattını onlar yapıyor. Hasköy’deki tünel işini de. 
-Asya bölgesi içme suyu projesinde de varlar. 
-Başakşehir Stadyumu’nun inşasında da. 
-Ataköy Atık Su Arıtma Tesisi de Kalyon’a verildi. 
-Meşhur Tavukçu Deresi ıslahı da. 
-Taksim Meydanı Projesi’ni mi hatırlatayım? 
-Terkos-İkitelli İçme Suyu Hattı’nı mı? 
-Beykoz Dereseki’de yeşil alan talanıyla inşa edilecek 553 villa projesini yapacak şirketin Kalyon iştiraki olduğunu biliyor musunuz? 
-Çağlayan Meydanı’ndaki otopark ihalesi bile Kalyon’da. Fikirtepe’nin yol altyapı işleri ihalesi de onların. 

Yaptıkları ev inşaatları bir yana, İstanbul’da doğal olarak belediye ile çalıştıkları, 3. havalimanı gibi merkezi hükümetin dağıttığı onlarca ihale var. 

Belediyenin kafelerinden çalışma alanlarına kadar sattıkları binlerce gazeteden, aldıkları '6 Milyonluk reklamlardan bahsetmiyorum bile. 

Haliyle Kalyon için İstanbul milyon değil milyarlarca kazanç demek. Küçük bir ülkeye yetecek kadar rant demek. Sahi Sabah-ATV bu paralarla alınmadı mı? Bütün motivasyon kaynakları, ellerinde tuttukları bu ekonominin yönetiminde inisiyatifi kaybetmek olmasın? 

En bayağı çıkarlar en yüce söylemlerin ardına gizleniyor... 

Günlerdir “beka”“terörle mücadele”“istiklal savaşı” diye çırpınanların heybelerindeki asıl mesele anlaşılıyor mu? Ellerindeki rantı, “herkesin davası” haline getirmek için ülkeyi ateşe atmaktan çekinmiyorlar.

Zaman Gazetesi’nin patronuna Taksim Meydanı’ndaki ihaleyi verince AKP kampanyalarını yöneten 15 Temmuz şehidinin eşi Nihal Olçok isyan etmişti ya. Keşke bugün kışkırtılan yoksul halk çocukları da bir an “kimin çıkarı için” diye düşünse.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

27 Mart 2019 Çarşamba

‘Kürtçe konuşan kardeşlerimizin alayının…’ - FATİH YAŞLI


Devlet Bahçeli önce cumartesi günü bir televizyon yayınında “Kürtler”in değilse de “Kürtçe konuşan kardeşlerimizin alayının” oyuna talip olduklarını söyledi, ardından ise pazar günkü Yenikapı mitinginde yine “Kürtlere” değil ama “Kürt kökenli kardeşlerimize” seslenerek “sizi bizden çok seven olamaz” dedi.
Aynı gün havuz medyası devletin fişleme kayıtlarını sayfa sayfa yayınlarken, “tüpçü”ye hibe edilerek artık ana akım olmaktan bütünüyle çıkan Hürriyet gazetesi bunu “CHP, Saadet ve İYİ Parti’nin PKK ile bağlantılı adayları” diye haberleştiriyordu.
Pazartesi günü Anadolu Ajansı’nın “Editör Masası” programına konuk olan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, daha önce “Allah korusun, evine su parasını getiren tahsildarın militan olduğunu bir düşünün” diyen Mehmet Özhaseki’ye nazire yaparcasına “Mansur kazanırsa Ankara’yı HDP yönetecek” dedi.
“Reis” ise eskisinden farklı olarak HDP’den “terör örgütünün uzantısı” diye değil doğrudan “terör örgütü” diye bahsetmeye başladı. Örneğin “Büyük Sivaslılar Buluşması”nda yaptığı konuşmada HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli için “Bu adam terörist” ifadesini kullandıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi işi saptırdılar ne diyorlar; ‘Cumhurbaşkanı HDP’ye oy verenlere terörist diyor.’ Ya bunlar sahtekâr. Ben HDP’ye oy verenlere bugüne kadar terörist demedim, oy verilenlere terörist diyorum.”
Örnekler çoğaltılabilir ama yeterli olmalı, Cumhur İttifakı’nın ana gündeminde HDP seçmeni var. HDP’nin batıda aday çıkarmaması ve böylelikle tabanını “demokrasi güçleri” olarak adlandırdığı Millet İttifakı’nın adaylarına oy vermeye yönlendirmesinin seçimlerin kaderini belirleyecek ana faktör olduğu fark edilmiş durumda çünkü.
Eğer HDP tabanı blok halinde ya da az bir fireyle sandığa gider ve AKP karşısındaki adaylara destek verirse, birçok ilde sandıktan kimin çıkacağını belirleyecek olan şey tam olarak bu olacak.
Kullanılan dil de tam olarak bununla ilgili. Beka ve terörle işbirliği söyleminin krizin üzerini de örtecek bir şekilde Cumhur İttifakı’nın tabanını kemikleştirmesi, özellikle MHP tabanından İyi Parti’ye kayabilecek oyları engellemesi hesaplanıyor. Aynı şekilde AKP seçmenine de “bu seçim ders verme seçimi” değil denilerek, sandığa gitmeme ya da başka bir partiye oy verme ihtimali ortadan kaldırılmak isteniyor.
Öte yandan, HDP tabanının Millet İttifakı’nın adaylarını destekleyip desteklemeyeceğine dair tartışmaların, Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden gönderdiği “Gerekirse bağrınıza taş basın, mutlaka sandığa gidip ‘Faşizme hayır’ anlamına gelecek oyunuzu kullanın” mesajıyla birlikte büyük ölçüde sona erdiği görülebiliyor, çünkü tabanın bu çağrıya uyacağı tahmin ediliyor.
Kürt siyasi hareketinin, zayıflamış bir AKP’nin içeride yeniden çözüm masasına oturabileceğine, HDP’li belediyelere kayyum atamakta zorlanabileceğine, Suriye’de ise hareket alanının daralacağına dair hesaplar yaptığı ve böyle bir hamle yaptığı anlaşılabiliyor.
Aynı şekilde, zayıflamış bir AKP’nin içerisinden yeni bir merkez sağ parti çıkması ve ülkeyi yeniden Atlantik eksenine oturtması, Batıyla ilişkileri iyileştirmesi ve hem Türkiye’de hem Suriye’de bir uzlaşı siyaseti izlemesi ihtimali de hesaba katılmış olmalı.
Seçim sonuçları başka birçok şey üzerinde olduğu gibi Kürt sorununun gidişatı üzerinde de belirleyici etkiler yaratacak. HDP’nin hamlesinin işe yarayıp yaramayacağını ve iktidarın seçim sonrası Kürt sorunundaki pozisyonunu yenileyip yenilemeyeceğini, eğer yenilerse bunun nasıl bir doğrultuda olacağını izleyerek göreceğiz.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İflas - ALİ SİRMEN

15 Temmuz darbe girişimi sırasında, eşi ve oğlu FETÖ’cüler tarafından öldürülen Nihal Olçok’un isyanını gazetelerde okumuşsunuzdur. 

Nihal Hanım’ın, AKP’nin reklamcısı olarak anılan ve 2016’ya kadar elde edilen seçim başarılarında çok büyük payı olduğu bizzat hareketin önde gelenleri tarafından da kabul edilen kocası Erol Olçok, partinin kuruluş aşamasından itibaren AKP hareketi içinde yer almış bir kişi. Öncü kadro içinde bulunan Erol Bey ile eşi Nihal Hanım’ın en büyük çocuklarına Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’dan esinlenerek, Abdullah Tayyip adını vermeleri kurucu kadro içindeki ilişkilerini anlatmaya yeter. 

Mutekit bir insan olan Nihal Hanım, 15 Temmuz 2016’da eşi ve oğlunu kaybetmesini “Ne mutlu onlara ki şehadet mertebesine eriştiler” diyerek tevekkülle karşılayarak insanların önünde acısını vekarla bastırdığında kamuoyunun takdirini kazanmıştı. 
Aynı Nihal Hanım şimdi ise isyanını haykırmakta.

***
Nihal Olçok, aralarında cumhuriyet savcısı İsmet Bozkurt’un da olduğu bazı savcıların FETÖ dosyalarında para karşılığında karar verdikleri iddiaları üzerine, tavrını ilk kez şöyle ortaya koymuştu: 
- Kaça sattınız 250 şehidi? Değdi mi aldığınız verdiklerinize? 

Tayyip Bey ile olduğu kadar, Fethullah Gülen ile yakın ilişkileri, Zaman ve Bank Asya’daki özel konumu herkesçe bilinen Rixos zincirinin sahibi Fettah Tamince hakkında da takipsizlik kararı çıkması ve yeni yapılacak Atatürk Kültür Merkezi’nin ihalesinin de yine ona verilmesi üzerine, bu kez şu tepkiyi göstermişti Nihal Hanım: 
- İhale verildi... Bu mudur... Neyle neyi takas ettiniz? 

Nihal Hanım, son olarak da ByLock yazılımcısı Mesut Yılmazer’in serbest bırakılması üzerine haykırdı isyanını: 
- Dünyanın en büyük ortaklığı, günah ortaklığı! 
Bütün bu olaylar olurken, 15 Temmuz şehidi ilan edilen, Abdullah Tayyip Olçok’un isim babalarından Abdullah Gül, köşesinde bütün olup biteni sessizce izliyor, Tayyip Erdoğan ise Türkiye’nin bütün erklerinin tek egemeni olarak ülkenin dizginlerini elinde tutuyordu. 
Nihal Hanım’ın açıkça haykırdığı isyanı, iktidarın da, gizlenemez iflasıdır. 
İflas yalnızca, kimilerinin gerçekliğine inanmadığı için kınanamayacakları ve bir süredir iktidarın ana hedefi olduğunu iddia ettiği FETÖ ile mücadele konusuyla da sınırlı değildir.
***


İflas her alanda açıkça sırıtıyor. FETÖ dışındaki terör ile mücadelede de, PYDYPG karşısında eli kolu bağlı biçare tavır da iflasın göstergesidir. 

Ürettiğinden çok üreme ve tüketme ilkesine dayalı ekonomi çoktan iflas etmiştir. 
Yüksek faizle dışardan hazır gelen sıcak paraya, konut balonunun şişirilmesine dayalı sürdürülemez kalkınma modeli iflas etmiştir.
 
Komşuda, bize de bulaşması kaçınılmaz istikrarsızlığı tahrik etmek üzere, silah, militan, paralı asker sevkıyatına ön ayak olmaya dayalı, Esad’a düşman ama PYD- YPG’ye karşı laf dışında hiçbir somut tepki göstermeyen Suriye politikası iflas etmiştir. 
Koalisyonları ortadan kaldırma savındayken, koalisyonları, seçim sonrasından seçim öncesi ittifaklara dönüştüren başkanlık etiketli tek adam politikası iflas etmiştir. 
Ülkenin simgesi haline gelmiş kişi ağzını açtığında ya bütün dünyada ortak tepkilerin oluştuğu ya da TL’nin serbest düşüşe geçtiği her şeye kadir tek adam rejiminin dış politikası iflas etmiştir. 

Muhalif siyasi parti liderlerinin hapiste bulunduğu, serbest olanların da tehditlerle sindirilmeye çalışıldığı, hapisteki gazeteci rekorunun sahibi demokratik sistem iflas etmiştir. 

TL’nin bir türlü durdurulamayan serbest düşüşü karşısında, Damat Bey’in derde deva olduğunu anlatmaya beyhude uğraştığı ekonomik önlemler paketi iflas etmiştir. 
Ve bütün bu iflasların birbiri üzerine bindiği ortamda Türkiye, kendinden başka herkesi hain gören zihniyetin sultasında seçim sandığına gitmekte. 
Hepimizin durumu zor, hem de çok zor!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bir mahkeme başkanı bunu nasıl söyler ? - Murat AĞIREL

Siz hiç sessiz çığlık attınız mı?
Ya da nefes alamadığınız bir an en son ne zaman oldu?
Gözlerinizden yaş gelmeden kuru kuru hiç ağladınız mı?
Ben bunları yaşadım…

12 yaşında istismar edilen bir çocuğun davasını daha önce köşemde ve katıldığım TV programlarında duyurmuştum. Şu anda 15 yaşında olan kardeşime aylar öncesinden söz verdim ve davada hazır olarak bulundum.

UCİM Başkanı Saadet öğretmen ve yönetim kurulu üyeleri, Mersin Barosu Avukatları, davada gönüllü olan avukatlar, Aile ve Sosyal Politikalar vekili ve Sivil Toplum Kuruluşu temsilcileri de duruşmada hazır bulundu.
Dava başladı, yaşı küçük ama yüreği dev gibi büyük olan kardeşim E. S.'ye beyanı soruldu;
Ayağa kalktı ve şunları söyledi: "Ben halen psikolojik sorunlar yaşamaktayım. Yaşıtlarım şuanda okulunda sınava girerken ben adliye salonlarında adalet arıyorum, eğer adaletin tecelli etmesi için benim ölmem gerekiyor ise biri bana açıkça söylesin, adaletin tecelli etmesi için canımı bile vermeye hazırım. Korkudan evden çıkamıyorum, aramızda bir sapık dolaşmaktadır. Ailemden birisi ya da diğer çocuklar için sapık her zaman sapıktır. Hapsedilmesi lazımdır, hiçbir çocuk, hiçbir canlı bunu hak etmiyor."

Sadece bakabildim...
Bağırıyordum aslında Yüce mahkemenin başkanına.
E.S. ye baktım.
Koşup boynuna sarılmak istedim.
Yapamadım.
Savcı söz aldı ve mütalaasını verdi. Sanık için tutuklama talep etti. Salonda bulunan avukatlar da bu mütalaaya katıldı.

Hakim; gereği düşünüldü dedi ve açıkladı: "Sanık M.D.'nın tutuklulukta geçirmiş olduğu süre, delillerin toplanmış olması, tutuklamanın bir tedbir olması ve iddia makamı tarafından mütalaada bulunulması hususları göz önüne alınarak sanığın tutuklanması yönündeki taleplerin reddine…
Duruşmanın 29 Mart 2019 günü saat 13.30'a bırakılmasına oy birliği ile karar verilmiştir.''
Salonda ben dahil herkes adeta şok içerisindeydi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken celseyi kapatan Mahkeme Başkanı konuşmasına devam etti ve "Sanığın beraat etmesi onun suçsuz olduğu anlamını taşımaz, bir üst mahkeme var oraya başvurulur" dedi.

Evet aynen bunu söyledi.
Bir mahkeme başkanı bunu nasıl söyler?
Bu İhsası Rey değil midir?
Hukukçular yanlışım var ise beni uyarsınlar. Bu sözler sonraki davada beraat vereceğim demek değil midir?
Davayı izlemek için ayakta duruyordum bu sözleri duyunca tutunacak yer aradım ve duvara yaslandım.

Salondan çıkarken o küçük kız çocuğunun adliye koridorlarında yere düştüğü anı, annesinin "Adalet yok, adalet yok, adalet yok, Yeteeer, Yeteeerr" haykırışları tüm Tarsus adliyesini inletiyordu.

Dava çıkışında UCİM Başkanı Saadet Öğretmen herkese seslendi;
"İçeride çok vahim tablo izledik. Bu Gerçeğin tam kendisiydi. Koridorda Adalete inancı sarsılmış bir çocuğun yere düştüğünü hüngür hüngür ağladığını gördüm. Biz çocukların gözyaşlarını engelleyelim diyoruz hepimiz yine ağladık yine ağladık. Çocuğun annesinin feryadını da duyduk biz köylüyüz diye mi başımıza bunlar geliyor dedi. Hayır gelmeyecek, biz mücadeleden vazgeçmeyeceğiz, bu ülkemizde çocuklar için verdiğimiz bir kurtuluş mücadelesidir. Bu mücadelede çocukların üstün yararı ilkesinin dikkate alınmasını, mahkeme heyetleri tarafından örselenmemesini, aynı İzmir'de ki davada çocukların karşısında cübbesini çıkarıp onların yanında dizlerin üstünde çöken merhametli Mahkeme Başkanlarına sesleniyorum, hepimiz bu çocuklara yardım edelim, bu yürek yangınını söndürelim. Lütfen bu davalara gelin, görün izleyin. Biz birlikte çocuklarımızı koruyalım. Pes etmeyenler yenilmez, kaybetmekten korkanlar değil mücadele edenler kazanırlar. Biz mücadeleyi hep birlikte çocukların kurtuluşu olarak gördük ve kazanacağız."

Böylesine yüreği büyük, mücadele azmi hat safhada biri ile tanıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Davaya ait çok fazla nokta var. Sanığın mesleği, üye olduğu yerler inanın zerre umurumuzda da değil. Olay neresinden bakarsanız bakın bir utanç vesikasıdır.
Şimdi siz değerli okuyucuların vicdanlarına, adalet duygularına sesleniyorum…
Çocuklarının tek saç teline zarar gelmemesi için üzerlerine titreyen anne ve babalara sesleniyorum.

29 Mart Cuma günü saat 13:30'da görülecek bu davaya gelip katılın, çocuğun ve ailesinin sesi olun.

Davaya katılamıyorsanız dahi bu yaşananları duyurun ve herkesi davaya davet edin. Artık suç işleyenler cezasını bulsun, bulsun ki diğer suç işleme düşüncesinde olanlar aklından dahi geçirmesin. Yapanın yanın kar kalmasın. Güçlülerin haklı olmadığını, haklıların güçlü olduğunu hep beraber ispatlayalım.
Ne demişti Saadet öğretmen; "Pes etmeyenler yenilmez, kaybetmekten korkanlar değil mücadele edenler kazanırlar"


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

26 Mart 2019 Salı

Yerel seçimlerde uğraklar: 1989, 2009, 2019 - OĞUZ OYAN

Yerel seçimlere beş gün kala bazı karşılaştırma ve saptamalar yapmanın zamanı olabilir. 2019 yerel seçimlerini şimdiden 1989 ve/veya 2009 yerel seçim sonuçlarıyla karşılaştıran ve bunu CHP ekseninden bakarak yapan birçok yorumla karşılaşıyoruz. Peki, bu tür karşılaştırmalar ne ölçüde anlamlı?
Öncelikle bazı uyarılar: 1989 ve 2009 yerel seçim sonuçları, benzerlikten çok benzemezlikler içermektedir. 2019 seçim sonuçlarının bu iki benzemezden hangisine daha çok benzeyeceği veya CHP tarafından kazanılacak önemli büyükşehir ve il belediyeleri bakımından ikisinin arasında bir durumun mu  ortaya çıkacağı soruları sorulabilir.


İkincisi, siyasete üstten müdahaleler çok sık olduğu Türkiye'de, 30 yıllık bir zaman dilimi karşılaştırma için fazla uzundur; aynı siyasi tüzel kişiliklerin izin sürmek bile olanaksız gibidir. Siyasi akımlar olarak (örneğin SHP>>CHP) izlenebilirse de, orada da güçlükler vardır: Bugünkü AKP'yi salt Refah Partisi (RP)'nin devamı olarak izleyemeyiz; çünkü AKP, büyük ölçüde merkez sağı kendi dinci ekseninde eriterek varlık göstermektedir.

1989 seçimleri, 1980 yılında içine girilmiş olan askeri baskı rejimine ve onun türevi olan siyasi partiye bir tepkiyi de içermişti. 1980'ler Türkiye'de sermayenin askeri rejim desteğini arkasına alarak emeğin hak ve kazanımlarına açık saldırıya geçtiği bir dönemdi. 1988 sonrasında başlayan işçi hareketleri (bahar eylemleri), ANAP ve Özal'da simgeleşen (ve "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" sloganıyla da zihinlere kazınan) işçi düşmanlığına sert bir yanıttı. Tarıma dönük desteklerdeki köklü daralma da köylüyü yeni arayışlara itmişti. Bu tepkinin aktığı ana kanallar o dönem SHP ve DYP olmuş, SHP seçimlerden (İl Genel Meclisi-İGM oy dağılımına göre) yüzde 28,7'le birinci, DYP de yüzde 25,1'le ikinci çıkmıştı. İktidardaki ANAP, 1984 yerel seçimlerindeki yüzde 41,5 oranından yüzde 21,8'e gerileyerek ancak üçüncü parti olabilmişti. (Bu seçimlerde RP yüzde 9,8, DSP ise yüzde 9 oy almıştı. İstanbul'da RP'nin belediye başkan adayı RTE idi).
1989 seçimlerinde SHP aldığı oyu çok aşan bir temsil düzeyine ulaşabilmişti. Bunun birinci nedeni SHP'nin oyunun kent merkezlerinde daha fazla yoğunlaşmasıydı. Nitekim belediye başkanları için kullanılan oyların dağılımına bakıldığında SHP'nin ağırlığı  yüzde 33'e çıkıyor, ANAP yüzde 24'le ikinci parti oluyor, DYP yüzde 23'le üçüncülüğe geriliyordu. Büyükşehir belediyelerine gelince henüz 8 büyükşehir vardı ve onlar da sadece merkez ilçeleri kapsamaktaydı; bu nedenle SHP'nin oyu büyükşehirlerde yüzde 38'e tırmanıyor, ANAP yüzde 24'te kalırken daha köylü partisi olan DYP'nin oyu yüzde 18'e düşüyordu. İkinci neden, oyların üç önemli parti arasında bölünmesinin birçok kent merkezinde birinci parti çıkan SHP lehine çalışmasıydı. Üçüncü neden, 1980'lerde henüz etkili bir siyasi örgütlenmesi olmayan Kürt siyasi hareketinin SHP'ye destek vermeyi tercih etmesiydi.

İşte bu nedenlerle 1989'da mevcut 67 il merkezinin 39'u SHP adaylarınca kazanılmıştı. SHP'nin büyükşehir ve il belediye başkanlıklarında başarı oranı (39:67=) yüzde 58 idi. Yalnızca 8 büyükşehiri alırsak,  bunların 6'sı (yani yüzde 75'i) SHP tarafından kazanılmıştı. Büyükşehirlerden Kayseri bile (evet!) SHP yönetimine geçmişti. Doğu ve Güneydoğu'da Diyarbakır, Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Kars, Mardin, Siirt (Batman ve Şırnak'ı da kapsıyordu o zaman) gibi illeri SHP almıştı. Bugün hayali bile kurulamayacak olan Çorum, Kastamonu, Kırşehir, Sakarya, Samsun gibi il merkezleri de SHP'ye yönelmişti.
Demek ki, 2019'un olası sonuçlarını 1989 ile karşılaştırmanın yukarıda sayılan nedenlerle olanaksız olduğunu kabul etmek gerekir. Aynı tarihi/siyasi koşullar tekrarlanamaz. Bugünkü siyasi koşullar da 30 yıl öncesiyle kıyaslanamaz.

***
Gelelim 2009 yerel seçimlerine.  Hem 2009 hem de 2019 seçimlerinin aynı siyasi iktidarın hegemonyası altında yapılıyor olması karşılaştırmayı kuşkusuz daha mümkün kılmaktadır. Ama asıl neden, 2009 seçimlerinin de ekonomik kriz koşullarında yapılmış olması ve bunun da etkisiyle 2004 yerel seçimlerine kıyasla AKP'nin oy oranlarında ciddi bir gerilemeye ve bazı önemli illeri kaybetmesine yol açmasıdır. Şimdi akıllara takılan soru, benzer ekonomik sorunların benzer siyasi sonuçlara yol açıp açmayacağı ve açacaksa etkisinin benzer olup olmayacağıdır. Mutlak deterministik sonuçlar çıkarmamak kaydıyla bu ekonomik konjonktür benzerliğinin karşılaştırmayı ilginç kıldığı söylenebilir.

2004 yerel seçimlerinde yüzde 41,7 olan AKP oyu 2009'da yüzde 38,8'e gerilemişti. Ama yaklaşık 4 puanlık bu gerilemeden daha önemlisi, 2007 genel seçimlerinde aldığı yüzde 46,5'luk oy oranına kıyasla 2009'da 7,7 puanlık bir düşüş göstermesiydi.

Kazanılan/kaybedilen belediye başkanlıkları bakımından bakılırsa, AKP, 2004 yerel seçimlerinde aldığı oyun ötesinde bir temsil imkanı elde etmiş, Antalya ve Tekirdağ gibi illeri dahi kazanabilmişti. Bunda, gene İGM verilerine göre yüzde 18,2'de kalan anamuhalefetin kötü performansı da etkili olmuştu. CHP, 2004 seçimlerinde İzmir ve Mersin büyükşehirleri dışında sadece beş il merkezini alabilmişti. 2009 seçimlerinde ise, oyunu yüzde 23,1'e çıkarmış, 6'sı büyükşehir olmak üzere 13 ili kazanabilmişti. (CHP, Belediye başkanları oy dağılımında İGM oylarının biraz daha fazlasını almıştı). Ama buna rağmen, 1989'la kıyaslanabilecek bir durum ortada yoktu. Hem oyu daha düşüktü, hem karşısında bloklaşmış ve sandık ahlakından uzaklaşmış bir sağ parti vardı, hem de 1989 konjonktürü yoktu.

2009'daki ekonomik küçülmenin şimdilik bugünkünden daha derin bir biçimde seyrettiği de söylenebilir. Ancak bugünkü AKP'nin siyasi yıpranmışlığı da 2009'a kıyasla daha derindir. Nitekim siyasi bakımdan da aşınan bir AKP tasviri gerçekliğe aykırı değildir; çünkü ekonomik kriz koşullarının tam algılanmadığı bir süreçte yapılan Haziran 2015 ve Haziran 2018 seçimleri AKP açısından yüzde 49 eşiğinden yüzde 41-42 eşiğine doğru bir gerilemeye tekabül etmektedir. Zaten AKP de bu nedenle 2017'den itibaren açık siyasi ittifaklara ihtiyaç duymaktadır.
Yukarıdaki analizin şimdiden bize söylediği, 2019'da beklenebilecek en iyi senaryonun, CHP-İYİ parti ittifakının ve bu ittifaka dışardan verilen desteğin toplam etkisinin 2009 seçimlerinden daha iyi bir sonuç verebileceğidir. Ama "millet ittifakının" 1989'un SHP'si ile karşılaştırması doğru olmayacaktır. Kaldı ki, oy oranı olarak değil ama kazanılan belediye başkanlığı sayısı bakımından da 1989'un gerisinde kalınması beklenmelidir. Buna karşın, İstanbul ve Ankara'nın AKP'den geri alınabilmesi olasılığının yükselmesi, bu seçimlerin atar damarı durumuna gelmiştir.

AKP liderliğinin bu denli esip gürlemesi, faullü dövüşmeye meyletmesi, seçim sonuçlarını tanımamayı dahi ima edebilmesi sadece kritik belediyeleri kaybetme korkusundan değildir. Bu denli büyük kayıplar sonrasında inşa etmeye uğraştığı teokratik otokrasi projesinin çökmesi bir yana ülkeyi yönetme kapasitesi dahi sorgulanabilecektir.

Bu seçimlerin tâli gibi gözüken ama aslında sosyalist solun yeni bir belediyecilik umutlarını besleyen adaylıkları da vardır: TKP'nin Tunceli Merkez BB Adayı Fatih Mehmet Maçoğlu ile Hacıbektaş İlçesi BB adayı Ali Haydar Can Sümer'in ve CHP'nin Beyoğlu BB adayı (ÖDP Genel Başkanı) Alper Taş'ın adaylıkları... Hepsine özel başarı dileklerimizi iletmek istiyoruz.

Oğuz Oyan / SOL

‘Nâzım Hikmet bir savaşçı’ - (Öznur Oğraş Çolak-CUMHURİYET)

Julien Allouf’un anlatımıyla “Bir Garip Yolculuk” yarın saat 19.00’da Fransız Kültür Merkezi’nde yapılacak. Allouf ile Nâzım Hikmet’in şiirlerine yaptığı yolculuğu konuştuk.

Fransız Kültür Merkezi’nde yarın müzikal bir yolculuk yaşanacak. Bu müzikalin adı “Bir Garip Yolculuk”... Nâzım Hikmet’in şiirini Fransız oyuncu Julien Allouf seslendirecek. Macar müzisyen Csaba Palotai ise giratıyla eşlik edecek bu yolculuğa... “Bir Garip Yolculuk” ile Nâzım Hikmet kendi hayatının içinden bizi geçmeye davet ediyor; arzuları, başarısızlıkları, zaferleri, çelişkileri ve onu asla terk etmeyen heves ve daha iyi bir yarın olduğuna inancıyla. Müzikal, yarın saat 19.00’da Fransız Kültür Merkezi’nde yapılacak.

‘Saman Sarısı’...
... “büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin...”
“Bir Garip Yolculuk” Nâzım Hikmet’in bildiğimiz “Saman Sarısı” şiiri... Bu uzun aşk şiiri, savaş sonrasında, bir yolculukta sevdiği kadına Vera’ya yazılmış...
İlk kez böyle bir etkinlik yapacak olan Allouf’un ise Türkiye’ye ilk gelişi... Bu benim için Türkiye’yi keşfetme fırsatı aynı zamanda diyen oyuncu, “Nâzım Hikmet’i okumak için burada bulunmaktan daha iyi ne olabilir ki! Bir süredir yazılarını derinlemesine inceliyoruz ve bugün İstanbul’a, topraklarına, “Bir Garip Yolculuk” eserini sahnelemek üzere gelebildiğimiz için çok mutluyuz” diyor.
Allouf ile Nâzım Hikmet’in şiirlerine yaptığı yolculuğu konuştuk.

Nâzım Hikmet’i nasıl keşfettiniz ve nasıl bir şair olarak tanımlıyorsunuz?
Blaise Cendrars’ın Sibirya Ekspresi düzyazı metinleri üzerinde çalışırken “Bir Garip Yolculuk” ve Nâzım Hikmet’i keşfettim. Bu iki şairin, hafıza egzersiziyle yazdığı ve tren seyahatini anlatan bu iki metin arasında bariz bir çağrışım vardı. Bir taraftan yüzyılın başında, Rusya’yı kateden genç Cendrars, diğer tarafta ise daha yaşlı bir adamın, İstanbul’da başlayan, savaş sonrası Avrupa, Moskova ve 1961’de Küba’ya kadar uzanan göçebeliğinin öyküsünü keşfettim. Bu şekilde onun yazısının muazzam duygusallığını, ve aynı zamanda adalet ve özgürlük için yaşamı boyunca sürdürdüğü mücadelenin inanılmaz gücünü keşfettim. Mücadele konulu şiirlerden çok bahsediyor, ben de ilk defa böyle serbest yazım, bu denli kararlılığından ve bunu hayatıyla ödeyen bir şairden bu kadar etkilendim. Sorunuzu, kısaca, yanıtlamak gerekirse, Nâzım Hikmet’i bir savaşçı olarak görüyorum.

Keşfetmek...
Nâzım Hikmet’in şiirlerinin hepsini bilir misiniz? Yani bu projeden önce de okur muydunuz?
Hayır. Muhtemelen bütün şiirlerini bilmiyorum ve “Bir Garip Yolculuk” onun okuduğum ilk eseri. Beni çalışmalarının geri kalanını keşfetmeye yönlendiren de o oldu.

Peki bu proje nasıl oluştu? Neden Nâzım Hikmet?
Bu metni, ilk defa bir müzisyen ile üzerinde çalıştığım, Blaise Cendrars’ın Sibirya Ekspresi düzyazı metinlerinin yansıması olarak keşfettim. O dönemde beraber çalıştığım gitarist, bir gün provaya geldiğinde “Bunu oku, inanılmaz olduğunu göreceksin! Mutlaka bir şey yapmalıyız!” dedi. Bu konu uzun süre kafama takıldı ama geçen yıla kadar tamamen başka bir şeye yoğunlaştım. Bu kez fotografik alanda, başka bir projeye aksettirmeye karar verdik. Dört yıl boyunca, gitgide daha fazla artan endişe iklimini ve parçalanmayı fotoğraflamak için Avrupa’nın 28 başkentine seyahat ettim. 

Bu proje, 1929 krizi ile 1945’e kadar Avrupa’yı sarsan tarihi olayları ile 2008’in ekonomik krizi ve bugün tüm Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişi arasında bir paralellik görme endişesinden doğdu. Bütün bunları adlandırmak için mücadele ediyordum ve bu nedenle, bu 28 başkentin günlük hayatını ve sokaklarını kendim algıladığım biçimiyle fotoğraflamaya karar verdim. Bu EUROPIA sergi projesini geçen sezon La Comédie de Reims’de hayata geçirdik ve birden “Bir Garip Yolculuk” projesi yeniden gündeme geldi. Bu proje hakkında ne söyleyeceğimi, karşılaşacağım sorunlarla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum ama bu şiirin anısı hep belleğimdeydi. Taşıdığı serbest nefes. Bugün bizde eksik olan mücadele azmi. Ve proje çok hızlı bir şekilde kendiliğinden oluştu. Müzikle eşlik etmeye karar verdik. Ve kendimizi ona teslim etmeye. Bir çeşit rehber olarak gördüm. Her durumda tutkulu ve umut dolu bir önermeye ihtiyacım vardı.
‘MERAK DUYGUSUNA HAYRAN KALIYORSUN’
Nâzım Hikmet’in şiirini okurken neler hissediyorsunuz? Tutkulu, umutlu...
Ah! Sanırım bu soruyu biraz öngörmüştüm !!. Özetlemek gerekirse, ekibin diğer üyeleriyle, ne zaman yazılarına tekrar dalsak, yaşadıklarından çok etkilenmiş, hapiste geçirdiği senelere rağmen hayata karşı hep muhafaza ettiği merak duygusuna hayran kalıyoruz, her seferinde daha tazelenmiş ve mutlu hissediyoruz.
- ‘Bir Garip Yolculuk’ta ne anlatacaksınız seyirciye...
Bunu öğrenmek için gelip bizi seyretmelisiniz ...
- Müzikalde “Bir Garip Yolculuk” dışında başka şiirine yer verecek misiniz?
“... sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.”
Doğu Berlin, Eylül 1961


(Öznur Oğraş Çolak-CUMHURİYET)

25 Mart 2019 Pazartesi

Seçimden sonra - FATİH YAŞLI

24 Haziran seçimleri öncesi veriler, ekonominin halen büyüdüğünü, toplumun borçlanarak da olsa tüketime devam ettiğini gösteriyordu, enflasyon ve işsizlik ise henüz bugünkü seviyede değildi.

Muharrem İnce rüzgârıyla birlikte muhalif kesimlerde seçime dair çok ciddi bir iyimserlik havası ortaya çıktığında, ekonomik verilere bakıp gerçekçi bir şekilde yorum yapanlar “umutsuzluk yaymak”la suçlanıyordu, oysa 24 Haziran seçimlerine giden Türkiye’de AKP seçmeni açısından oy verme tercihlerini keskin bir şekilde değiştirmesine yol açacak herhangi bir neden yoktu.
Nitekim bir neden olmadığı 24 Haziran akşamında görüldü, muhalif kesimlerdeki hayal kırıklığı ise içi boş bir şekilde pompalanan umutla paraleldi, yani son derece yüksekti.
“Seçim manyağı” yapılmış ve her yıla neredeyse ortalama bir seçimin düştüğü Türkiye’de 24 Haziran’dan sonra yine bir seçime gidiyoruz, ancak bu sefer şartlar 24 Haziran’dan son derece farklı.
Üzeri hiçbir şekilde örtülemeyen bir kriz yaşıyoruz ve “beka”nın yenilen içilen bir şey olmadığı, karın doyurmadığı, hamaset edebiyatının işsizliğe, enflasyona, hayat pahalılığına çare bulmadığı toplumun geniş kesimlerince görülebiliyor.
Bunun sandığa yansımaması mümkün değil, ekonomik krizin halkın yaşamında yarattığı büyük tahribatın oy verme tercihleri üzerinde değişiklik yapması, seçmen davranışının değişmesi kaçınılmaz.
Zaten iktidar partisi de bunun farkında. Miting meydanlarındaki o saldırgan dilin, havada uçuşan tehditlerin, dünyanın öte ucundaki Yeni Zelanda ile kriz çıkarma pahasına edilen cümlelerin, verilen mesajların, yalanın bu kadar pervasızlaşmasının, havuz medyasının haysiyet cellatlığında sınır tanımamasının, istismar edilmemiş hiçbir şey bırakılmamasının nedeni bu.
İktidar partisinin seçimden gerileyerek çıkması, oylarının düşmesi, bazı büyük şehirleri kaybetmesi hayli güçlü bir ihtimal olarak karşımızda duruyor ve elbette ki bunun artçı sarsıntıları da olacaktır.

Şu anki tabloya bakıldığında, yeni bir merkez sağ parti kurulma sürecinin hızlanmasından tutun da, ABD ile Rusya’yı aynı anda idare etmeye dayalı dış politikanın artık sürdürülemez noktaya gelmesine uzanan bir genişlikte, iktidarın ve dolayısıyla Türkiye’nin kaderi üzerinde belirleyici olacak birtakım gelişmelere seçimin hemen sonrasında tanıklık edeceğimiz görülebiliyor.
Öte yandan esas mesele, yani ekonomik kriz, seçimlerden sonra da devam edecek ve ABD’yle yaşanacak S-400 krizi başta olmak üzere, kimi muhtemel siyasi gelişmelere bağlı olarak çok daha derinleşecektir.
Ayrıca teslim bayrağının çekilip IMF’ye gidilmesi olasılığını da gözardı etmemek gerekiyor ki bu durumda da uygulanacak istikrar tedbirleriyle krizin faturası yine halka, emekçilere, çalışanlara kesilecektir.
Velhasıl, seçimden sonra Türkiye’nin uzunca bir süre seçime gitmeyeceği, istikrara kavuşacağı, ekonomik krizin atlatılacağı gibi iddiaların hiçbir gerçekliği yoktur, bilakis seçim sonuçlarına bağlı olarak ekonomik ve siyasi krizin çok daha derinleşeceği anlaşılmaktadır.
Tam da bu nedenle seçim sonrasını ve seçim sonrası ortaya çıkacak tabloyu gözeten, uzun vadeli bir perspektife sahip, ekonomik krizin ve giderek artan hayat pahalılığının, yoksullaşmanın, işsizliğin yaratacağı öfkeyi siyasal alana taşımayı hedefleyen bir sol siyasete duyulan ihtiyaç açıktır.
“Ekmeği neden böyle bölüşüyoruz, aslında nasıl bölüşmeliyiz” sorusunun daha sık sorulacağı bir döneme girilirken, hem sorunun hem de cevabının çoğaltılması, güçlendirilmesi, duyulur hale getirilmesi gerekmektedir, görevimiz budur.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Suriye'de zafer hediye edilen PKK'nın 2019 planı. - Cahit Armağan Dilek

Trump, 19 Aralık 2018'de "IŞİD'i yendik, Suriye'den askerlerimizi çekiyorum" dedi. Sızdırılan haberlerde saatlerden günlerden bahsediliyordu. Biz de daha o ilk saatlerde "bu bir yalan, psikolojik operasyon, çekilme yok olsa olsa bir sonraki safhaya yönelik yeniden konuşlanma yapacaklar" dedik.

Rusya da temkinliydi. "İzleyeceğiz ama çekilecek havası yok daha önce de böyle şeyler söylediler" dedi.

Ama uluslararası kamuoyu sarsıldı, beklenti içine girdi. Türkiye'deki iktidar en büyük beklentiye girenlerdi. "Trump iyi, çevresi kötü. Trump'ı biz ikna ettik, bizim dediğimize geldi, çekiliyor, yerini de bize bırakacaklar" dediler.

Günler haftalar geçti. ABD bilinmezliğe büründü. Derken 19 Şubat 2019 günü Trump, "IŞİD'in elindeki toprakların tamamı alındı, teyit edilmesini bekliyorum, 24 saat içinde açıklama yapacağım" dedi. Yaklaşık bir hafta geçti. Şubat sonunda ABD kaynaklı sızdırılan haberlerde, "IŞİD'in elindeki toprakların yüzde yüzü alındı" dediler. Ama bunu Trump'tan duyamadık.

ABD takvimiyle 20 Mart günü Trump eline aldığı, göreve geldiğindeki durum ile güncel durumu gösteren Suriye haritalarıyla ortaya çıktı, IŞİD'in işinin bittiğini söylüyordu. Beyaz saray sözcüsü de, ertesi gece IŞİD'in Suriye'de kontrol ettiği toprak kalınmayacağının açıklanacağını bildirdi.

Sonuçta ertesi gün YPG kontrolündeki SDG, Suriye'de IŞİD'e karşı zaferini ilan etti, IŞİD'in kontrol ettiği toprak parçası kalmadığını açıkladı.

Trump'ın zafer ilan edip asker çekeceğiz dedikten sonra ha bu gün ha yarın diye üç ay uzata uzata Nevruz'a denk getirilen bir zafer açıklaması yaptırıldı. Nevruz'a denk getirilmesinin özellikle PKK/YPG için anlamlı olduğunu söylemeye gerek yok. Yeniden canlanma, yeni safhaya geçiş, çifte bayram.

Nitekim YPG de öyle yaptı. Hem de zaferlerini askeri bando ile kutladılar. Askeri bando gösterisi aynı zamanda ben düzenli orduyum mesajıdır.

Nevruz günü PKK/YPG'ye IŞİD zaferi ilan ettirip onları Batı nezdinde kahraman yapıyorlar. Ama oyun planı gereği peşinden IŞİD tehdidi halen geçmedi, Irak ve Suriye'de binlerce IŞİD'li var diyorlar.

IŞİD lideri Bağdadi halen ortada yok. Muhtemelen yeni terör türevleri için örneğin IŞİD 2.0 için hazırlıyorlar. Hal böyleyken bu nasıl zafer derseniz SANAL ZAFER derim.

YPG'nin zafer açıklamasına ilişkin ABD'den Dışişleri, Pentagon, CENTCOM vs'den gelen açıklamalar Suriye'deki oyunu deşifre ediyor.

PYD/YPG'nin IŞİD'e karşı zaferini takdir edip, hayranlıklarını şükranlarını ifade eden, zaferin ana aktörünün PKK/YPG olduğunu öne çıkaran açıklamalar bunlar. Benzer açıklamalar Fransa ve İngiltere'den de geldi.

Şimdi sırada Batı'nın sözde kahramanı PYD/YPG'nin Suriye siyasi sürecine sokulması, işgal ettikleri yerlerin özerkliğinin yeni Suriye anayasasına yazdırılması var. Bunun için de Suriye'nin kuzeyinde Türkiye'nin Suriye'ye adım atmasını önleyecek ABD güdümünde Fransa-İngiltere-Almanya'nın kontrol edeceği Körfez ülkelerinin asker-lojistik desteğinde güvenli bölge tesisi gerekiyor.
Ekonomik krizdeki Türkiye'nin elindeki kozların bertaraf edildiği bir dönemde gündeme gelen güvenli bölgenin alt yapısının oluştuğu ve 31 Mart seçimleri sonrasında hayata geçirileceği artık gün gibi ortada.

Suriye'de bunlar olurken, PKK'nın Türkiye'de de yeniden harekete geçtiğini görüyoruz. Yetkililer "Türkiye'de PKK'nın eylem yapamaz hale geldiğini, nefes almadığını, teröristlerin başını inlerinden çıkaramadığını" söylüyor. Türkiye içinde manzara böyle olsa da bu PKK'nın gerçek durumunu yansıtmıyor. Yansıtmadığı gibi PKK'nın sahada yaptıklarının görülmesi de engellenmiş olunuyor.

PKK 2012 sonlarından itibaren ağırlık merkezini Suriye kuzeyine kaydırdı. Müzakere sürecini de bunun için ortaya attığı görüldü. PKK'lı elebaşlarının 2018 yılı değerlendirmeleri ve 2019 yılı stratejilerine ilişkin açıklamaları PKK'nın 2019 yılını yeniden yapılanma, teknoloji ve havacılık yılı ilan ettiğini gösteriyor.

Bu ne demek? Sahadaki gelişmeler, teknolojik gelişmeler dikkate alınarak teşkilat, eğitim, konuşlanmalarını değiştirmek demek. Suriye'de elde ettiği kazanımları anayasal garantiye aldıktan sonra yeniden Türkiye'ye yönelmek demek.
İşte önceki gün IŞİD'e karşı ilan edilen sanal zaferi, bunun ABD-Batı tarafından kutsanmasına bu açıdan bakın.

Teknolojiyi kendi amaçları doğrultusunda en hızlı biçimde kullananlardan biri de terör örgütleridir. IŞİD buna örnek. PKK'nın da ondan aşağı kalır yanı yok. Zaten birbirlerine öğretiyorlar, aktarıyorlar da. 2019'da teknoloji ve havacılığı öne çıkaracağım diyen PKK'nın birçoğu kamuoyuna yansımayan Hakkari ağırlıklı sınıra yakın yerlerde askeri birliklere drone saldırıları yaptığı görülüyor. Son haftalarda da bu saldırılar sıklaştı.

Hatta daha önce bu köşede yazdığımız gibi sürü drone saldırıları bile yaptı. Bunlar yüksek teknoloji gerektiren terör örgütlerinin yeteneklerini aşan işler. Hal böyle olunca, PKK'nın bu saldırılarının ardında kimin olduğunu söylemek hiç de zor olmayacaktır.

Türkiye'yi yönetenler seçim kazanma adına karşı seçim ittifaklarını terörle bağlantılı göstermeye uğraşacaklarına gayretlerini PKK'nın sinsi planlarını çökertmeye yöneltsinler.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ