4 Ocak 2020 Cumartesi

Sovyetlerde hüzün ve umut: Yalnız Akordeon - Levent Özübek

Levent Özübek, Sovyet kültürünün tarihte yerini almış bir parçasını, Yalnız Akordeon şarkısını yazdı. Emperyalist Nazi saldırganlığının, büyük savaşın acılarını kahramanca göğüslemiş Sovyet halklarının hüzün ve umudu birlikte yaşadığı bir devrin şarkısı Yalnız Akordeon.


"Sanki için için bekliyorum seni, gelmeyeceğini bilsem de..." diye başlamıştı şair Mihail İsakovski şiirine. 1945 ilkbaharı başlarında, Büyük Yurtsever Savaşı'nın sonuna doğru gelindiği o günlerde yazdığı bu ünlü şiir on yıllar boyunca unutulmazlar arasına girecek, başka sanatçılara da ilham verecek, çevresinde sosyal olaylar yaratacaktı.

Gece kırlarda akordeon çalarak tek başına dolaşan bir genç, akordeonunun uzaktan duyulan sesiyle, bir başka insana, genç bir kıza acı vermektedir o anda. Onun sevgilisi cepheden köyüne dönememiştir çünkü. O günlerde çok kişiyi etkisi altına alan ortak bir acıdır bu. Akordeon sesi halkın kulağında cepheden dönemeyen sevgililerin, kardeşlerin, oğulların, babaların hatırlatıcısı, değişmez simgesi olmuştur artık. Savaşın sonu yaklaştıkça, dönemeyenlerin acısı daha da fazla çökmektedir yüreklere. Gece yalnız gezinen genç akordeoncunun acısı da başkadır ama, sevgilisi cepheden dönemeyen o kızın uykusunu kaçırmaktadır.

Daha sonra şair, şiirinin ilk dizesini değiştirmek istiyor. "Sanki için için bekliyorum seni, gelmeyeceğini bilsem de..." dizesi içine sinmiyor. Umutsuzluğa, karamsarlığa yer yoktur o günlerde. Devir umut devridir, yeniden yaşama dönme devridir. Şaire nasıl bir ilham gelmiş bilinmez, ilk dizeyi şöyle değiştiriyor: "Her şey dondu yine şafağa kadar..." İşte bunda bir umut var; boşuna olmayan, dolu bir bekleyiş var.

her şey dondu yine şafağa kadar,
ne kapı gıcırdıyor ne bir ateş parlıyor
yolda bir yerlerde sadece,
yalnız gezinen bir akordeon duyuluyor.
kapıdan çıkıp kırlara gidiyor
sonra yine geri geliyor
karanlıkta sanki birini
arıyor ama bulamıyor.
gecenin serinliği esiyor kırlardan,
çiçekler uçuşuyor elma ağaçlarından
açıl, söyle genç akordeoncu,
kimdir gereken sana?
belki mutluluk uzak değil senden
evet, o bilemez ki eğer sen beklersen,
gece boyu yalnız, neden dolaşıyorsun
neden kıza uyku vermiyorsun?
(Çeviri Levent Özübek)

Yaşamı boyunca Sovyetler Birliği'ne bağlılık duymuş olan şair Mihail İsakovski önce bir çocuk komünistti. Gençliğe adım atar atmaz Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne üye oldu. Yazdığı şiirlerinin ve şarkı sözlerinin arasında en ünlüsü tartışmasız, Katyuşa oldu. Birçok şiirleri şarkı yapılarak Pyatnitski Korosu  tarafından seslendiriliyordu. Bu koronun kazandığı ünde o şarkıların payı vardı. 

İsakovski iki kez SSCB Devlet Nişanı ile onurlandırıldı, kendisine Sosyalist Emek Kahramanı unvanı verildi. Daha sonra Lenin Nişanı'na da lâyık görüldü.

Şairin 1945 yılında cephede yaşamını yitirenleri düşünerek yazdığı Yalnız Akordeon şiiri aynı yıl besteci Vladimir Zaharov tarafından bestelendi. Besteyi sipariş eden Hudsovyet (Hudojestvenniy Sovyet - Sanat Konseyi) zafer kutlamalarına bu şiiri ve şarkısını da katmak istiyordu. Bestelendikten sonra şarkı Pyatnitski Korosu tarafından seslendirildi. Ne var ki, bir başarı sağlanamadı. Şarkı ve sözleri halkın dikkatini çekmedi.

1946 yılında şiir Oktyabr (Ekim) gazetesinde yayınlanınca ilgili çevrelerde dikkat çekti. Moskova'nın Savunucuları şarkısının ünlü bestecisi Boris Mokrousov da şiirden etkilenmişti. Bu içli sözleri bestelemeye karar verdi. Beste o zamanlar "Cephe Valsi" ya da "Sovyet Valsi" olarak adlandırılan tarzda olacak, Mavi Eşarp ve Siperde şarkıları gibi ağır ritimli, dinleyende biraz hüzün de uyandıran bir vals olacaktı. (*)

Mokrousov'un bestesi beğeniyle karşılandı. Aynı yıl SSSR Muzfond kuruluşu şiiri ve bestenin notalarını bir broşürde birlikte yayınladı. Baskı beş yüz adet yapılmıştı ama broşür ülkenin her yanına dağıtıldı. Bu, şarkının tüm ülke çapında tanınmasına yetmişti. O günlerde ses sanatçısı Georgi Abramov'un Tüm Sovyetler Radyo Orkestrası ile birlikte yaptığı icra ile Melodiya kuruluşu tarafından şarkının plâk kaydı da yapıldı.

Yalnız Akordeon 1948 yılında o devrin ünlü şarkıcısı Sergey Lemeşev tarafından Stalin'in de izleyiciler arasında bulunduğu bir konserde söylenince, besteci Mokrousov 1948 yılı Stalin Ödülü'nü kazandı. Birçoklarına göre bestecinin bu ödülü kazanmasında, şarkıcı Lemeşev'in güzel icrasının da önemli payı vardı. (Anlatılara göre Mokrousov bu ödülle birlikte kendisine verilen ikramiyeyi alarak, doğruca memleketi olan ilçeye gitmiş, orada bir bara girerek, tüm parasını tanıdığı, tanımadığı bütün hemşehrilerine içki ısmarlayarak bitirmişti.) 

1950 yılından sonra Yalnız Akordeon unutulmaya başladı.O yıl Ekim ayında Komsomolskaya Pravda gazetesi Mokrousov'un yeni bir şarkısını yayınlamıştı: Rusya - Vatanımız. Bu şarkısıyla besteci eleştirilerin hedefi oldu. Sovyet Besteciler Birliği'nin toplantısında sert eleştirilere tutuldu.  
Yalnız Akordeon 1948 yılında o devrin ünlü şarkıcısı Sergey Lemeşev  tarafından Stalin'in de izleyiciler arasında bulunduğu bir konserde söylenince, besteci Mokrousov 1948 yılı Stalin Ödülü'nü kazandı. Birçoklarına göre bestecinin bu ödülü kazanmasında, şarkıcı Lemeşev'in güzel icrasının da önemli payı vardı. (Anlatılara göre Mokrousov bu ödülle birlikte kendisine verilen ikramiyeyi alarak, doğruca memleketi olan ilçeye gitmiş, orada bir bara girerek, tüm parasını tanıdığı, tanımadığı bütün hemşehrilerine içki ısmarlayarak bitirmişti.)

Yapılan eleştirilerin konusu, şarkıda "vatan" olarak Rusya'dan bahsedilmesiydi. Şimdi dünyada bir Sovyetler Birliği vardı ve şarkıda vatan olarak yalnızca Rusya'dan bahsetmek eski devirlere bir özentiydi, arkaizmdi. Dinlerken bir beyaz Rus göçmen şarkısı duygusu uyandırıyordu. Şarkının sözlerinde aynı zamanda Lenin'in adının geçmesi ise Kozmopolitizmdi. Ünlü besteci Lev Knipper böyle söylemişti. Besteci İsaak Dunayevski de eleştirilere katılıyordu. Böylece Mokrousov bir kenara çekilmeyi tercih etti.

Ancak o sıralarda şarkının ünü yurtdışına da yayılmıştı. Fransız şarkıcı Yves Montand şarkıyı Fransızca sözlerle seslendirince, tüm Avrupa'da duyuldu. 1956 yılında resmi davetle, konser vermek üzere Moskova'ya gelen Sovyetler Birliği dostu Yves Montand, o akşam Çaykovski Salonu'ndaki konserden önce yaptığı konuşmada uluslararası komünist hareketin Sovyetler Birliği'nden 1945 ruhuna dönmesini istediğini söyledi. Bu, önemli bir çıkıştı. Salonda, dinleyiciler arasında bulunan Hruşçev ise buna gülümseyerek ve hafifçe başını sallayarak zekice bir karşılık verdi. Yves Montant ise güzel intibalarla ülkesine döndü.

Fransız şarkıcı yine resmi bir davet üzerine 1963 yılında Moskova'ya tekrar geldi. Orada söylediği şarkılar arasında yine Yalnız Akordeon vardı. Fakat bu kez Fransızca sözler bambaşka şeylerden, aşktan, doğadan bahsediyordu.

Birçoklarına göre bunun mutlaka politik bir mesajı vardı. Ama Sovyet insanı onu seviyordu, şarkılarını beğenerek dinliyordu.

Besteci Mokrousov 1968 yılında, şair İsakovski ise 1973 yılında yaşamlarını noktaladılar. Bıraktıkları eserler, büyük Sovyet kültürünün bir parçası olarak tarihteki yerini aldı, unutulmadı. Bugün Yalnız Akordeon'u yeni kuşak Rus şarkıcılarından birçoğu seslendiriyor, şarkı en beğenilenler arasındaki yerini koruyor. Böylece, yaşamdaki her şey gibi, her olgu gibi, o da Sovyetler Birliği anılarını her zaman canlı tutuyor.

Levent Özübek / SOL

(*) İlgilenenler için:
-Moskova Savunucuları (защитников Москвы) Beste Boris Mokrousov.
-Mavi Eşarp (Синий платочек)
-Siperde (В землянке)

3 Ocak 2020 Cuma

2019’da dünya: Sermayenin tahakkümü ve halk ayaklanmaları - KORKUT BORATAV

Başlıktaki ifade eksik kalıyor; açayım: Uluslararası burjuvazinin yaratıcılığı tükenmiştir. Sermayenin dünya çapındaki sınırsız tahakkümü (“neoliberalizm”) yıpranmış; zedelenmiştir. Telafi çabası yeni yıkımlar getirmektedir. Sonuç halk sınıflarının ayaklanmasıdır…


Halk ayaklanmalarının ortak özlemi, “yeter artık!” çığlığında saklıdır; daha fazla “vermek” istenmiyor. Ayaklanmalar bu çığlığın ötesinde bir programdan, öncü örgütlerden yoksundur. Bu nedenle geçici ödünler, direnme saflarını dağıtabiliyor. Sermaye, bu yöntemlerde ustadır.

Halk ayaklanmalarının siyasete taşındığı durumlar da var. Sermaye iktidarları dağılabilir; solcu hareketler iktidara gelebilir veya sermaye tahakkümünü tehdit eden güce ulaşabilir.

Tehlikeli dönüşümler hızla önlenmelidir. Neo-faşizmle ittifak aranacak; halk sınıfları parçalanacak; karşı-devrimci kalabalıklar “özgürlük, demokrasi” sloganları altında sokaklara salınacaktır. “Aykırı”, teslim alınmamış iktidarlar, sivil, askerî darbelerle ve “rejim değiştirme operasyonları” ile alaşağı edilmelidir. 
2019’da hepsini yaşadık. Öne çıkanlara göz atalım. 

Fransa
2019’a Fransa, iki ay önceki akaryakıt zammının tetiklediği “sarı yelekliler” kalkışması içinde girdi. Taşranın emekçileri, küçük burjuvazisi, “unutulmuş Fransa”, yoksulluğa, pahalılığa, birikmiş ihmallere karşı ayaklandı. Çoğunun parti, sendika bağları yoktu. Onları birleştiren, kibirli kimliği ve sınıfsal sicili ile egemen düzeni temsil eden Cumhurbaşkanı Macron’a karşı duydukları nefret oldu.  
Macron, eylemcilere karşı sert yöntemleri ihmal etmedi. Bir dizi geçici ödüne de başvurdu; sosyal sorunları ihmal ettiğini itiraf etti; göz-boyayıcı iletişim kanalları açtı. Taşra Fransa’sının göçmen karşıtlığını kaşıdı. Hafta sonları büyük kentlere akan sarı yeleklilerin sayısı azaldı; yine de yıl boyunca sürdü.
  
Ne var ki Macron, sınıfsal (“neoliberal”) doğasının tutsağıdır; boş duramaz. Aralık’ta örgütlü işçi sınıfına karşı yeni bir saldırı başlattı: Emeklilik sisteminde kazanılmış haklar, neoliberal bir reformla önemli boyutlarda eritilecek… 
Sendikaların tepkisi sert oldu. Metro, demiryolu gibi kilit sektörlerde ve kamu hizmetlerinde toplu grevler Fransa’yı felce uğrattı. Noel, yılbaşı tatillerini de etkileyen grevler, geniş kamuoyu desteği kazandı. 

Sosyalist Parti neoliberalizme tam teslim olmuş; çökmüş; iktidar koltuğunu iki yıl önce Macron’a adeta ikram etmişti. Sermayenin tahakkümü daha da katmerlenmiş ve halk ayaklanmasını tetiklemişti. Ne var ki ayaklananlar, iktidarı biçimlendirecek örgütlenmeden yoksundur.

Latin Amerika
Latin Amerika 2019’u neoliberalizme karşı halk kalkışmaları ve sermaye blokunun karşı saldırıları içinde yaşadı.

2019’a girerken Brezilya’da iktidarı devralan Jair Bolsonaro, Başkanlık andından sonra, ülkesinin “sosyalizmden kurtulduğunu” ilan etti. Açıkça faşist bir siyasetçidir ve iktidara gelmesi, iki aşamalı bir “sivil darbe” sonunda gerçekleşmiştir. 

Donald Trump, Bolsonaro’ya başkanlık töreninden hemen sonra “ABD sizinledir…” mesajını attı. Ardından Venezuela’ya karşı bir askerî darbe tezgâhladı. Muhalif bir siyasetçi (Juan Guaido) kendini “Başkan” olarak ilan etti; ABD tarafından tanındı. Askerî operasyonun başlatılacağı açık-seçik duyuruldu; ama Venezuela ordusu Maduro’ya bağlılığını ilan etti. 2019’un ortalarında darbe girişiminin başarısızlığı ABD yönetimince de kabul edilecekti. 

Venezuela darbe girişiminin iflasını, Latin Amerika’da sermaye tahakkümünü zayıflatan başka gelişmeler izledi. Meydanlarda, hatta sandıklarda halk sınıflarının “yeter artık!” tepkileri ağır bastı.

2019’un son üç ayında yoğunlaşan gelişmeleri sıralayalım: 
  • Ekvador’da ABD-yanlısı Başkan Moreno, IMF anlaşması gereği, Ekim başında akaryakıt fiyatlarına yüzde 50’yi aşkın bir dizi zam yaptı; halk ve emek örgütlerinin yaygın kalkışmasını tetikledi. Hükümet, başkent Quito’dan ayrılmak zorunda kaldı. İki hafta sonra, ayaklanmanın temsilcileri ile hükümet arasındaki görüşmeler sonuçlandı; “kemer sıkma” önlemleri iptal edildi.  
  • Neoliberallerin “gözde ülkesi” Şili, Ekim’de benzer bir dalgaya sürüklendi: Santiago’da metro fiyatlarına yapılan zam, ülke çapında bir dizi gösteriyi tetikledi. Güvenlik güçlerinin silah kullanması, gösterileri kalkışmaya dönüştürdü. Pinochet döneminin eseri olan neoliberal modelin (örneğin kırk küsur yıl önce özelleştirilen emeklilik sisteminin) mağdurları topluca ayaklandı. Zamların iptali, kalkışmayı dindirmedi; askerî faşizmin kalıntısı olan Anayasa’nın tümüyle değiştirilmesi ana talep oldu. 2019 son bulurken Başkan Pinera, bir kararname yayımladı: Yeni anayasanın hazırlanması ve yöntemi Nisan 2020’de referanduma sunulacak; onaylanan yönteme göre oluşacak “anayasa meclisi” Ekim 2020’de seçilecektir.
  • Latin Amerika’nın en tutucu rejimlerinden Kolombiya da Kasım 2019’da bir halk kalkışmasıyla karşılaştı. Bir dizi birikim söz konusuydu: Başkan Duque’nin katı neoliberal politikaları; muhalif örgütlere, liderlerine uygulanan ağır baskı, siyasî cinayetler; iç savaşı sonlandıran barış anlaşmasının aksaması… 21 Kasım’da ilan edilen genel grevi örgütleyen, destekleyen geniş bir muhalefet cephesinden söz ediliyor: “Sendika, köylü, Afrika kökenli ve yerli halk örgütleri, feminist/LGBTİ kuruluşlar, futbol taraftar grupları, varoş dernekleri, hatta güzellik kraliçeleri…” (Peoples Dispatch, 21 Kasım). Grev dalgası Aralık ortalarında hâlâ sürmekteydi. Sonuç, şimdilik belirsizdir.
  • Sermaye tahakkümüne karşı halk muhalefetinin siyasete (sandığa) yansıması, 28 Ekim 2019’da Arjantin’de gerçekleşti: Sol Peronist Alberto Fernandez yüzde 45’lik eşiği geçerek ilk turda başkan seçildi. Seçim, sembolik bir önem de taşıdı: Yenilgiye uğrayan, neoliberallerin bir başka gözdesi Mauricio Macri’dir ve bir IMF anlaşması içinde (nedeniyle) patlak veren krizi temizleme işlevini solcu iktidara devretmiştir. 
  • Halk sınıflarının sermayeye ve emperyalizme karşı bir başka seçim zaferi Bolivya’da gerçekleşti: Solcu başkan Evo Morales’in seçimi kazandığı Yüksek Seçim Kurulu tarafından 20 Ekim’de ilan edildi: Önceki seçimlere göre seçmen desteği gerilemiştir; ama rakibine karşı gerekli yüzde 10’luk oy farkını aşmış; başkanlığı kazanmıştır. Ne var ki, sermaye-faşizm ittifakı sonunda askerî bir darbe gerçekleşti. Seçim geçersiz kılındı. Morales ülkeyi terk etti; halk direnmesi şiddet yoluyla bastırıldı. Karşı devrim (şimdilik) galiptir.
Orta Doğu
2011’in Tunus ve Mısır halk ayaklanmalarını hatırlatan iki dalga, 2019’da Sudan ve Cezayir’de tekrarlandı; siyasete taşındı:
Sudan’da solcu parti ve meslek örgütlerinin, laik kadınların, “orta sınıf demokratları”nın sürüklediği bir ayaklanma, Ocak 2019’da patlak verdi. İhvan’cı-şeriatçı El Beşir rejimi devrildi; ama çok sayıda direnişçinin hayatı pahasına… Temmuz’da silahlı kuvvetler ile muhalefet temsilcileri, üç yıllık bir geçiş süreci için anlaşmaya ulaştı. Emperyalist ve İslamcı çevreler dönüşüme hâkim olma çabası içindedir; ama, halk muhalefetinin örgütlenme ve bilinç düzeyinin güçlü olduğu da anlaşılmaktadır. 

Cezayir halkı ise, Başkan Buteflika’nın yeniden aday olmasına karşı ayaklandı. Meydanlarda, yolsuzluğa batmış, yozlaşmış yönetimin iktidarı terk etmesi talep edildi. İlk sonuç, Buteflika’nın adaylıktan çekilmesi; sicilleri fazlasıyla bozuk bazı bakanların tutuklanması oldu. Yönetim, başkanlık seçiminin bu yıl yapılmasını kararlaştırdı; “sokağın” tepkisiyle karşılaştı. Halk muhalefeti, eski yönetimin denetlediği bir seçime karşı çıkmakta; siyasî örgütlenme için zaman istemekteydi. Yönetim umursamadı; Aralık’ta seçimi eski yönetimde görev almış beş aday arasında gerçekleştirdi. Büyük çoğunluğun katılmadığı seçimi, eski başbakanlardan Abdülmecit Tebbun kazandı. Protestolar sürmektedir. 

***

Dünya haritasına yayılmış 2019’daki sınıf mücadelelerinin bazılarına değinemedim.

Neo-faşist Narendra Modi Mayıs 2019 seçiminde iktidarını pekiştirdi; ama yıl sonunda ırkçı bir yasaya karşı beklemediği bir halk tepkisi ile karşılaştı.
Bir de emperyalizmin umut bağladığı sokak, kitle hareketleri var. Finans sermayesinin bir sözcüsü bunlara, “özgürlük özleminin daha güçlü parladığı Hong Kong, Tahran, Beyrut, Bağdat” diye işaret ediyor (Financial Times, 25 Aralık). 

İleride belki gözden geçiririz.

Korkut Boratav / SOL

Yerli otomobil masalı ve gerçekler - SOL

Türkiye yerli otomobil meselesini tartışıyor. Konunun uzmanı mühendisler ayrıntılı bir arka plan da çizerek girişimi çeşitli boyutlarıyla soL'a değerlendirdi.


Geçtiğimiz Cuma günü, 27 Aralık 2019’da, Türkiye'nin Otomobili Girişim Grubu (TOGG) tarafından üstlenilen "yerli otomobil"in tanıtım toplantısı yapıldı. Konunun uzmanı mühendisler Patronların Ensesindeyiz ağına verdikleri röportajda yerli otomobil hamlesinin dünü ve bugünü ele alırken, meselenin emekçi sınıflar nezdinde ne anlama geldiğini de değerlendirdiler.

27 Aralık günü şaşalı bir törenle TOGG adı altında Türkiye’nin yerli otomobili tanıtımı oldu, siz bu projenin hayata geçebileceğini düşünüyor musunuz?
Konu aslında bir otomobilin ya da elektrikli bir otomobilin yapılıp yapılamayacağı değil. Projenin kendisinin ve aracın lansman şovunun daha anlaşılabilir bir açıklamaya kavuşabilmesi için meselenin ekonomi politik açısından ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Aynı durum, Kanal İstanbul için de geçerli.
Dünya kapitalizmin gelişimine baktığımızda bir meta olarak otomobil ve bir imalat sektörü olarak otomotivin çok önemli yer tuttuğunu görüyoruz. Otomobil ilk günden beri üzerine birçok ideolojik anlamın yüklendiği bir meta iken; otomotiv de özellikle kapitalist üretime seviye atlatacak tekniklerinin tasarlandığı ve ilk olarak uygulamaya alındığı sektör olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye kapitalizmi ve imalat sermayesinin gelişiminde de otomobil ve otomotiv sektörünün önemli bir yeri var. Örneğin Türkiye sermayesinin başat unsuru Koç’un uluslararası tekellerle bağlantısının bu sektör üzerinden derinleştiğini biliyoruz. Buradan hareketle, bakılması gereken nokta yapılmak istenen proje olarak kalamaz, aynı zamanda yapılmak istenen projenin Türkiye kapitalizminin hangi tercihleri ve eğilimleri ile ilişkili olduğu ve bu eğilimlerin ve tercihlerin emperyalist rekabette hangi çatışma ve eğilimler ile etkileştiğini incelemeliyiz. Ancak bu inceleme yapılırsa yapılmak istenenin hayatımıza etkilerini anlayabiliriz.

Nedir bu tercihler?
Türkiye kapitalizminin sermaye birikimi sürecinde, patron sınıfının sürekli olarak devlet, yani halkın kaynakları ile sermaye birikimi elde ettiğini görüyoruz. 1963-1976 yılları arası ithal ikameci dönemde otomotiv montaj tesisi sayısı 7’den 20’ye çıkıyor. Döneme damgasını vuran Anadol aracı olsa da, bu projede Koç ailesinin devlet teşvikleriyle ikna edilmesi sayesinde hayata geçirilebiliyor ve araç, kaportası hariç diğer tüm parçaları dış tedarikçilerden sağlanarak üretiliyor. Aynı süreçte her ne kadar sosyalizmden öğrenilmiş merkezi planlama örneklerine rastlasak da, dönemin özü devlet destekli sermaye genişlemesi olarak karşımıza çıkıyor.

1990’larda tüketici kredilerinin yaygınlaşması ile iç piyasa canlı tutuluyor ve ciddi bir büyüme elde ediliyor. İnsanların kazandıklarından çok tüketmelerini sağlayan krediler, sömürü oranının yani kârın yüksek tutulmasını sağlamak için önemli bir rol oynuyor. Ayrıca dış sermayenin ülkeye girişini hızlandırmak için yine devlet teşviklerinin devreye sokulduğunu görüyoruz ve 1990’da OPEL firması Torbalı’da üretime başlıyor. 

1994 dönemindeki ekonomik krizi 1996 gümrük birliği anlaşması takip ediyor ve Türkiye’ye yabancı sermayenin girişi hızlanıyor. Oyak Renault, Tofaş ve Ford Otosan gibi firmalar da yabancı ortaklıklarını arttırıp, yabancı ortaklarının güncel modellerini üretmeye başlıyor. Burada Türkiye sermaye sınıfının, Koç öncülüğünde, uluslararası sermaye ile bağlarının güçlendiğini görüyoruz. Örneğin bu işbirliği içinde, yüksek karlılık oranı aranan ürünlerde, yani emek sömürüsü oranı yüksek olan ürünlerde -ki bu ticari araç sektörü oluyor- Türkiye’nin bir görev alması var. Buna karşın diğer alanlarda otomotiv ithalatının son sürat devam etmesiyle, Türkiye tamamen yabancı sermaye belirlenimli serbest pazar haline gelirken aynı zamanda yerli sermaye ve yabancı sermaye ortaklığı ile düşük ücret cennetine dönüşüyor. 

Bu iş bölümünü mümkün kılan yine teşvikler ve vergi indirimleri oluyor. Yerli sermaye bir anlamda yabancı sermayeye Türkiye’nin ucuz emek gücünün ürettiği artı değerin paylaşımını pazarlayan bir strateji ile uluslararası tekellere bir “kazan kazan” hikayesi satmış oluyor. Bu hikayede ise sömürü sabit yani emekçiler kaybediyor. Üstüne üstlük bugün Otomotiv Sanayicileri Derneği üyesi firmaların vergi teşvikleri ile yıl sonlarında neredeyse hiç vergi ödemediğini de biliyoruz. Her fırsatta serbest piyasayı kutsayan Türkiye sermayesi yatırım ve proje finansmanında devlet teşviklerine yaslanıp, yatırım ortaklıkları için de yabancı sermaye ile işbirliği yapıyor. Sonuç olarak Türkiye’nin dışa bağımlılığı pekiştirilmiş oluyor. Aslında bugün de bundan farklı bir senaryo yok karşımızda.

 Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde öngörülen 22 milyar TL’nin –bu tabii ki kağıt üzerindeki rakam, proje sırasında ne kadar paranın aktarılacağını göreceğiz- başka kamu bankalarının verdiği kredilerden sağlansa da dahi bu kredilerin finansmanının pekâlâ yurt dışı kaynaklı olacağını biliyoruz. Daha ilk adımda bu bağımlılığı biraz da karikatür bir şekilde gördük zaten. Önce SAAB’dan alınan araçlar sonra da İtalyan tasarım firması tarafından 2018 yılında Çin’de sergilenmiş bir modelin 2019 sonunda Türkiye’nin yerli otomobili lansmanında kullanılması. 

Türkiye sermayesinin tercihlerin en berrak olduğu sektör hep otomotiv oldu. Otomotiv sektör olarak Türkiye kapitalizminin izini sürmemize olanak sağlarken, otomobil de ideolojik propaganda aygıtı olarak rol aldı. Herkese iki anahtar, köprüden otomobili ile geçen tonton (Turgut Özal), refahın kaynağı gibi gösterilen otomobil sahipliği... Bu propaganda, demiryolu gibi toplumsal alanlara yatırım yerine, karayollarına yatırımın meşru görülmesine de aracılık etti. Artık kötü bir şakaya dönüşmüş olan “ama yol yapıyorlar” sözü de bunun bir parçası olarak görülebilir. Bu propaganda sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyle işliyor ve karşımızda kentlerde kontrol edilemez boyuta gelmiş trafik sorunu ve sera gazı emisyonları var.

Peki son açıklanan proje için bahsettiğiniz devlet teşvikleri ile ilgili detaylar var mı elimizde? 
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi adeta bir itiraf belgesi. 22 milyar TL’lik bir yatırım öngörülüyor ve bu yatırım gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası ve iadesi, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği, personel maaşları ödemesi, yatırım finansmanına faiz ve/veya kar payı desteği, yatırım yeri tahsisi, alım garantisi gibi başlıklar ile tümüyle devlet garantörlüğüne alınıyor. Kararnamenin detaylarına soL’da da yer verildi: https://haber.sol.org.tr/turkiye/yerli-otomobil-icin-patronlara-milyarlarca-lira-aktarilacak-277151

Bu tam da en başta söylediğimiz konunun ekonomi politiğinin ortaya döküldüğü bir kararname. Bu kararnamenin öncesinde SETA’nın yayınladığı raporda da projenin teknik yönünden öte, devlet garantisinde olması vurgulanıyor. Rapor teknik gerçek ve gereklerden  çok otomotiv sermayesinin sınıfsal ihtiyaçlarına atıfta bulunan bir nitelik taşıyor. Raporda dünya otomotiv sektöründeki ARGE yatırımlarının yüksek olması nedeniyle yerli sermayenin uluslararası pazarda rekabetçi olabilmesi için, bu ARGE yatırımlarının “Girişimci Devlet” tarafından karşılanması gerektiği belirtiliyor. Ayrıca otomobil üretiminin Türkiye için bir refah kaynağı olacağı gibi temelsiz bir tezle tüm kamunun sabırla bu projenin arkasında olması gerektiği ve yine devletin alım garantisinin şart olduğu, aksi durumda özel sektörün buna gönüllü olmayacağı belirtiliyor: https://setav.org/assets/uploads/2019/02/R127_Otomotiv.pdf

Başka hangi noktalara değiniyor bu rapor?
Rapor otomotiv piyasasının bir kırılımın, dönüşümün eşiğinde olduğunu ve bunun fırsata dönüştürülmesi gerektiği ile başlıyor. Bir yandan da bu fırsatın büyüklüğünden de emin olmadıklarını dile getiriyorlar. Tüm araç üretiminde elektrikli araç payı ile ön görüleri 2040 yılı için 26% ile 8% arasında dalgalanıyor.  Bu Türkiye patron sınıfının son yıllarda her olaydaki bakışının bir özeti... Suriye, Kanal İstanbul, mega projeler gibi projeler devlet tarafından fonlanıyor, fırsat da devlet tarafından zorlamayla yaratılıyor. Hatta bu bazen sınır ötesi askeri operasyon yapmaya kadar gidebiliyor. En son Libya’da da bunu gördük. 

Otomotiv piyasasında gerçekten bazı kırılımlar yaşanıyor. Karlılıklar uzun zamandır düşüyor, sermaye yoğun bir sektör haline geliyor otomotiv. Bu sermaye yoğunluğu, teknolojik gelişmeler ile beraber karlılığı artıracak bir dönüşümü gerçekleştiremiyor. Tıpkı Türkiye sermayesi gibi diğer ülkelerin sermaye sınıfları da önlerinde duran bu zorunlu dönüşümü ve kârlılık koruma hedeflerini kamu kaynaklarının kendilerine aktarılması talep ederek sağlamaya çalışıyorlar.  Tabii bu talep, Türkiye’deki kadar doğrudan değil. Yıllardır serbest piyasanın ve onun görünmez elinin, ilerlemenin dinamosu olduğu tezini reddedemezler ama bu dönüşüm hala bir zorunluluk ve kamusal kaynakları bu dönüşüme aktarmak için hem Avrupa Birliğinde hem de ABD’de siyaset yapıyorlar. Hatta SETA raporu bu gerçeğe de kendince değiniyor: Fransız devletinin Renault’daki ortaklığını ve ABD‘nin Tesla’daki teşviklerini örnek veriyor.

Bu noktada Çin için de bir parantez açmak gerekiyor. Çin’in otomotiv dahil tüm imalat sektörlerinde ABD ve AB ülkelerinin sermaye grupları üzerine de bir basınç oluşturduğunu biliyoruz. Bu basınç karşısında dev otomotiv firmaları ne kadar büyük olurlarsa olsunlar gerekli dönüşümleri gerçekleştiremedikleri için birleşmeler yoluyla tekelleşmeyi hızlandırıyor. AB ve ABD merkezli firmalar yıllık 10 milyon adet üretimli devlere dönüşürlerken, Çin’de ise birçok firma kuruluyor. Otomotiv pazarının büyüyen alanı olan Çin, kendi firmaları ile bu büyümeden pay almaya çalışırken bir yandan da otomotivde olması beklenen dönüşümde öne geçmeye çalışıyor. Bu konuda Çin’in birçok avantajı var, en büyük avantajı da lityum ve kobalt madenlerine erişimi. SETA raporu bu konulara da değinmiş. Lansmanda kullanılan araçların 2018’de Çin’de bir fuarda sergilenen modeller olması bir tesadüf değil. Biz de bu konuya en son Bolivya’da lityum madenlerinin kamulaştırma planının hemen sonrasında gerçekleşen ABD destekli askeri darbede rastladık: https://haber.sol.org.tr/dunya/darbeye-bir-de-bu-gozle-bakin-bolivya-darbesi-hangi-sirketlerin-hisselerini-yukseltti-274152

Rapor bu rekabette Türkiye patron sınıfının yukarıya çıkma arzusunu çok net dile getiriyor. Bu arzuyu biz Suriye’de, Kıbrıs’da, Libya’da da görüyoruz. Rapor ayrıca şimdiye kadar otomotiv sektöründe yapılan tercihleri, “Devrim” arabaları sürecini üstü kapalı şekilde eleştiriyor. Halbuki  geçmişteki bu tercihler bugünkü güncel tercihlerin bütünleyen bir parçası. Devrim arabalarını boğan, Türkiye sermayesinin büyüme stratejisinin koşulsuz şartsız emperyalist ülkelerle el birliği ile Türkiye’deki emek gücünü sömürmesi olmasıydı. Rapor bu kısmı tabii ki itiraf edemiyor ancak  Türkiye’nin otomobil piyasasındaki en güçlü yanının düşük emek ücreti olduğunu belirtmeden de geçemiyor. 

Raporda aynı zamanda, know-how için yurtdışı ile ortaklıkların aranması da öneriliyor. Bu da yerli otomobil masalındaki diğer bir çelişki, Türkiye’de dünya otomotiv sermayesinin izni dışında kullanılabilecek bir teknoloji üretimi yok diyemiyor tabii ki. Yani rapor hem dünya hem de Türkiye ölçeğinde kapitalizmin çıkışsızlığını gösteriyor, bu çıkışsızlık içerisinde Türkiye sermayesine bir yön vermeye çalışıyor ve bu yön kamusal kaynakların sermaye sınıfına aktarımından öte bir şey değil. Basit ve yalın bir servet transferi… Tekrar olacak ama benzer servet transferlerinin otomotiv sektörü özelinde, farklı modellerle, Türkiye kapitalizminin tüm durak noktalarında gerçekleştiğini biliyoruz, bu projeye baktığımızda derin emek sömürüsünden başka bir şey görmemiz mümkün değil. 
Bu servet transferinin üstünü örtmenin en etkili yolu her zamanki gibi, milliyetçilik olacak. “Türkiye’nin otomobili” söylemi, yerli ve milli vurgusunun bu kadar yoğun olmasının tek nedeni budur. Lansmanda, RTE’nin “Made in Turkey” değil “Made in Türkiye” demesi projenin bir özeti gibi. Emperyalizmden kopamayan ancak o rekabette yukarı tırmanmak isteyen Türkiye sermayesi. “Made in” ama “Türkiye”. Proje yurtdışı kaynakları ile finanse edilerek dış bağımlılık arttırılacak, Türkiye’deki ucuz emek gücü sömürüsü artacak, yetmiyormuş gibi devlet teşvikleri ile emekçi sınıfların yarattığı kaynaklar sermayeye aktarılacak, finansman boyutu ile yurtdışı sermayesi kazanırken, yerli sermaye de bu işin Türkiye taşeronluğunu yapacak ama araç yerli ve milli.

Bir yandan DİSK-AR’ın asgari ücret raporuna bakıyoruz, bir yandan da TİS sürecindeki metal sektöründeki ücretleri inceliyoruz, gördüğümüz tek şey sömürünün derinleşiyor olduğu. Orta sınıf tuzağı diye bir kavram ile sanki hayali bir eşiğin Türkiye tarafından aşılamadığı algısı yaratılarak, sabırla sermaye sınıfının zenginleşmesine göz yummamız bekleniyor. Türkiye’de bu sektörün içindeki mühendisler ve işçilerin bu bakışa mahkûm olmamamız gerekli, hâlbuki bizler birebir günlük hayatlarımızda tuzağın bir orta sınıf tuzağı değil Türkiye patron sınıfının tuzağı olduğunu tecrübe ediyoruz, sektörde ortalama maaş hem mühendisler hem de kol emekçileri için gün ve gün asgari ücrete yaklaşıyor.  İşin bir çarpıcı boyutu da, belki de Türkiye otomotiv piyasasında büyümenin zirve yaptığı son yıllarda, hak ve ücret kayıpları konusunda ciddi yara alan mühendisler bu propagandaya kanıyoruz. 

Madem kentlerimiz için sera gazı emisyonları bir problem, TOGG’un önerdiği elektrikli otomobil bir çözüm değil mi?
Elektrikli ulaşım çözümleri tabii bir çözümün parçası olabilir ancak salt elektrikli otomobil problemin çözümü olamaz. Böyle toplumsal bir problem ancak ve ancak enerji eldesi, hammadde mümkünlüğü, üretim teknolojileri bütünlüğünde ve sorunun bireysel değil toplumsal olduğu kavrayışıyla ele alınabilir. Yani çözüm otomobilde olamaz, çözüm toplumsal bir ulaşım aracı ve onun tüm enerji zincirinin planlanmasıyla mümkün olabilir. Otomobil, bireysel tüketimi teşvik etmesi ile ancak kapitalizmin çözümü olabilir, bu noktada onun elektrikli olması bir şey ifade etmez. Kapitalizmin aşırı üretim eğilimi düşünüldüğüne ve konu elektrikli otomobil olduğunda bu serüven doğal kaynakların israfı, lityum ve kobalt gibi madenlerinin talanı ile son bulacaktır. Bu madenlerin yer aldığı ülkelerde, Güney Amerika ve Çin, maden işletmelerinin neden olduğu çevresel felaketler şimdiden haberlere konu oluyor. Aynı şekilde, elektrik bataryalarının geri dönüşümü de ciddi bir problem olacak. Bu bataryalar sadece otomobiller için değil, elektrifikasyonun artması ile elektrik hatlarının düzenlenmesi için gerekli olacak mega batarya tesisleri ile de ciddi çevresel riskler barındıracak. Bildiğiniz gibi Elon Musk da bu amaçla hem elektrikli araçlara hem de mega batarya tesislerine yatırım yapıyor ve yetmiyormuş gibi tüneller ile daha fazla yol yapmayı öneriyor. Halbuki tüm veriler, daha fazla yol yapmanın daha fazla trafiğe neden olduğunu gösteriyor. Elon Musk sosyal medyada kendisine bunu hatırlatan ulaşım ve kent konusunda uzman bir akademisyene hakaret etmişti.

Bizler şunu sormalıyız, dünyada hayat koşulları bizler için sürekli zorlaşırken, bu kadar enerji tüketimi gerekliliği neden? Neden bu kadar fazla üretim var? Neden bireysel tüketim bu kadar kutsanıyor? Biz bu soruları sormalıyız ve şunu görmeliyiz, ABD ve Çin gibi emperyalist hegemonyanın üstünde yer alan ülkeler sera gazı emisyonları ile ilgili somut adımlar atmayı reddediyor çünkü bunun rekabette kendilerini geriye düşüreceğini söylüyorlar. Yani elektrikli araç sera gazı emisyonları ile ilgili bir çözüm değil aksine rekabet için, kârlılık için yeni bir meta. Bu rekabet ve kârlılık odaklı üretim bizi doğal felaketlere sürüklüyor. Burada bir teknolojik devrim yok, sadece rekabet ve kârlılık için daha fazla üretmek, tüketimi bireyselleştirmek ve bunun üzerinden otomobil ile beraber hizmetler de satmak var. TOGG’da da hizmet satmak çok vurgulanan bir alandı.

Ne demek bu "enerji zinciri"?
Sadece otomobilin tükettiği enerji ve ürettiği sera gazı emisyonuna bakmaktan ziyade, otomobilin ve otomobilde kullanılan enerji kaynağının üretiminde tüketilen enerji ve üretilen sera gazları ile otomobilin kendisinin enerji çevrimindeki tüketilen enerji ve üretilen sera gazları toplamına bakmamız lazım. Hatta bunu bir adım öteye götürüp konuyu otomobil değil, ulaşım boyutunda ele almamız gerekiyor. Bu bütünlükle ele alınmış bir ulaşım sorunu tarifinde ise bırakın elektriklisini, otomobilin kendisi bile bir çözüm olarak karşımıza çıkamıyor.

Enerji ihtiyacının sürekli yeni enerji arzı ile karşılanması yerine hem üretimde hem tüketimde verimlilik gözetilerek, planlama yapılmalı. Verimliliğin ölçüsü olarak enerji üretimi ve tüketimi bütünlüklü bir enerji zinciri olarak ele alınmalı ve sera gazı emisyonları enerji zincirinde değerlendirilirken, bir yandan da alternatiflerin kaynaklara, maden, deniz ve tatlı su kaynaklarına etkisi, atık miktarları ile değerlendirilmeli.

Bazı örnekler vermek gerekirse, elektrik üretimini %70 yenilenebilir kaynaklardan sağlayan bir ülkede, elektrik üretiminden otomobil tekerleğine kadar bir değerlendirme yaptığımızda elektrikli araçların muhtemel biz çözüm olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Türkiye gibi elektrik üretimi doğalgaz ve fosil yakıt kaynaklı olan ülkelerde ise, bu faydanın marjinal seviyede kaldığı, hatta ve hatta otomobilin kendisinin üretimindeki sera gazı ve çevresel etmenler de işin içine katıldığında, daha kötü bir senaryo karşımıza çıkıyor.  Önümüzdeki yıllarda yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretiminin artacağı kabulü ile konuyu tekrar değerlendirdiğimizde, elektrikli araçların üretimindeki gerekli enerji miktarı ve elektrikli araç üretiminin diğer çevresel etkileri hala bir problem. Enerji ihtiyacının sürekli yeni enerji arzı ile karşılanması yerine, otomobil ve otomobil üretimi gibi enerji ihtiyacını arttıran ulaşım çözümlerinden uzaklaşmayı değerlendirmeliyiz.

Şu an böyle bir bakış olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Evet, yok ve olamaz. Çünkü bu bakış “kâr” kutsalını kenara koyan bir bakış ancak sermaye sınıfının bu kutsalı bir kenara koyması mümkün değil, bunu yapmayacağı için de konuya bütünlükle bakmaz, bakamaz. Bunu itiraf da ediyorlar,  mesela rekabet gerekçesi ile Çin ve ABD somut adımlar atmayı reddediyor. 

Gerek SETA raporunda gerekse sektördeki dönüşümün izlerini takip ettiğimizde bir teknolojik devrim zorunluluk ancak bu zorunluluğu yapamayacak bir sistem kapitalizm ve kapitalizmin yaratacağı tek sonuç üretici güçlerin (emekçi sınıfların) baskılanması olabilir. Bundan dolayı karşımıza çıkan daha fazla üretim ve tüketim amaçlı elektrikli araçlar, bir yandan hız kazanan tekelleşme oluyor. Sonucu ücretlerin daha çok baskılanması ve çalışma saatlerinin uzaması. 

Bu yetmiyormuş gibi, düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri bir avantaj gibi önümüze konuyor. Bu avantajdan yararlanmak isteyen yerli patronların, yabancı patronlar tarafından finanse edilen projeleri de, çözüm. Burada bir yerlilik ve millilikten öte, bir iş bölümü var. Yerli patronlar, devlet eliyle sömürüyü tesis ediyor, yabancı patronlar da finanse ediyor. Bizim gibi ülkelerde de bu daha doğrudan devlet eliyle yapılıyor. 

Madem öyle, teknolojik devrimi gerçekleştiremeyen bir sınıfsal hegemonya var ve bunun baskı aygıtı olarak devlet karlılıkların devam ettirilmesi için merkeze konuyor, o zaman planlı ekonomiyi neden konuşmuyoruz? Neden Türkiye’yi her hamlesinde daha dışa bağımlı hale getiren yerli ve milli hamleler ve ortaklıklar yerine, bu bağımlılıkların komple ortadan kaldırılmasını konuşmuyoruz? 

Türkiye sermaye sınıfı ve onun izlerini sürebildiğimiz otomotiv imalat sektörü, ilk günden itibaren dışa bağımlı ve buradaki tüm hamleler bu bağımlılık ilişkisinde yerli ve yabancı sermayenin yeni bir ortaklık modeli ile Türkiye’de emek sömürüsü oranını arttırması olarak gerçekleşiyor. Bu ortaklığın nasıl olacağı da emperyalist hiyerarşideki çelişkilerden yerli sermayenin kendine bir yol arayışı ve yabancı sermaye ile bu yol arayışında karşı karşıya gelişlerinde şekilleniyor. Suriye’de sınır ötesi operasyona kalkışan Türkiye bir yandan Türkiye sermayesinin çıkarına bir hamle yaparken bir yandan da ABD ve Rus sermayesinin de çıkarı ile ters düşmemeye hatta onların çıkarına da hizmet etmeye çalışıyor. Kaybeden Suriye halkı oluyor. Kıbrıs’ta doğal gaz aramalarında Libya ile ortaklık arayıp askeri desteğe kadar işi ilerleten Türkiye bir yandan da bu alanda elde edeceği doğalgaz bölgelerini yabancı sermayeye ihale etmenin peşinden koşuyor.  Kaybeden Libya halkı ve Kıbrıs halkı oluyor. Silah ve mühimmat sektöründe genişlemeye çalışan Türkiye sermayesi bir yandan da Katar ile ortaklıklar arıyor. Kanal İstanbul’da da aynı durum söz konusu. TOGG’da da aynı şekilde devletin yol açıcılığında, Türkiye sermayesine bir servet transferi sağlanıyor. Bir yandan da finansman yoluyla yabancı sermayeye bağımlılık arttırılıyor. Milli ve yerli projelerimiz hem bizlerin emeğini sömürmek hem de çevre halkların emeğini sömürmek için yerli sermaye ile yabancı sermayenin ortaklıklarından başka bir şey değil.

Teknoloji ve toplumsal refah konusunda duyarlı her yurttaşımızın sermaye sınıfının kendi karlılığı için ürettiği projelerden “bu sefer acaba mı?” aramasından öteye geçerek, arzu ettiği toplumsal refahı merkeze koyan kendi projesini üretmesine ihtiyaç var. Bunun tek yolu planlı ekonomi. Bilim ve Aydınlanma Akademisi bu bilinçle bu sene Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu düzenledi: http://bilimveaydinlanma.org/sosyalist-gelecek-ve-planlama-sempozyumu-tamamlandi/

Türkiye’nin bir çözümü olacaksa, patronların kârlılığı bu çözümün içerisinde olamaz. Bu çözümün parçası olmak isteyen herkesi bu konuda bizlerle beraber üretmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz. Gelin Türkiye’nin çözümünü üretelim ve bunu üretmek için Türkiye kapitalizminin çözümsüzlüğü ile de mücadele edelim. Patronların ensesindeyiz metal sektörü dayanışma ağı parçası mühendisler olarak bizlerle mücadeleye çağırıyoruz.

SOL


Patronların Ensesindeyiz Ağı’na aşağıdaki e-posta ve sosyal medya hesapları üzerinden ya da 0541 940 0514 numaralı telefondan ulaşılabilir.

2 Ocak 2020 Perşembe

Küba Devrimi 61 yaşında - SOL

1 Ocak 1959'da mutlak zafere ulaşan Küba Devrimi, 61. yaşında.


Küba'da Fidel Castro öncülüğünde zafere ulaşan devrimin üzerinden 61 yıl geçti.
ABD'nin tüm saldırganlığına karşı inatla ayakta kalan ve insanlığa umut olmayı sürdüren Küba devrimini bir kez daha selamlıyoruz.

Devrimin 61. yılında Fidel ve yoldaşlarının zafere yolculuğunu bir kez daha hatırlatıyoruz...

FİDEL YOLA ÇIKIYOR
3 erkek, 4 kız toplam 7 kardeşin üçüncüsü olan Fidel Castro, 13 Ağustos 1926’da eski Oriente (Bugünkü Holguin) eyaletinin Mayari beldesinde doğdu. Santiago ve Havana’da iyi Katolik okullarında eğitim gören Fidel, 1945’te Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Siyasi faaliyetleri öğrenci delegesi seçilmesiyle arttı.
Küba'da siyasi atmosfer çok gergindi ve öğrenciler üzerinde büyük baskı vardı.

BATİSTA DARBESİ
Okulu bitirdikten sonra avukatlığa başlayan Fidel, 1952’de yolsuzluk karşıtı konumuyla tanınan Ortodoks Partinin seçimlerinde aday oldu. Fakat seçimler yapılmadan Batista'nın darbesi yaşandı. Darbeden sonra tüm siyasi partiler kapatıldı ve anayasal haklar askıya alındı, üniversiteler kapatıldı. Fakat öğrenci eylemleri devam etti.

ABD destekli darbeyle iktidara el koyan Fulgencio Batista hakkında suç duyurusunda bulunan Fidel, başvurusu reddedilince kardeşi Raul’un da aralarında bulunduğu arkadaşlarıyla Movimento (Hareket) adlı yeraltı örgütünü kurdu.

26 TEMMUZ HAREKETİ
Movimento’nun tarihe geçen eylemi Moncada baskını olarak bilinen kışla baskınıdır.

Baskının düzenlendiği kışlanın konumu kritikti. Santiago de Cuba, etrafı dağlarla çevrili izole bir bölgede yer alıyordu. Ayrıca Havana’ya olan uzaklığı sebebiyle Batista tarafından gönderilecek destek kuvvetlerinin zamanında ulaşması güçtü. Kışla zapt edildiği takdirde, coğrafyanın avantajı kullanılıp savunma açısından üstün konuma geçilecekti. 1953 yılında Moncada Kışlası “Antonio Maceo” alayının merkezi konumundaydı. Öneminden dolayı ülkedeki ikinci büyük kışla idi ve bin kadar asker barındırmaktaydı.

Saldırının gerçekleştirileceği gün bir karnaval Pazar’ıydı. Dolayısıyla geleneksel olarak adanın dört bir tarafından pek çok gencin kentte olduğu varsayımıyla savaşçılar dikkat çekmeyecekti.

25 Temmuz akşamı Fidel Castro yoldaşlarına çok kısa bir direktif mesajı gönderdi. Mesajında tıpkı 1868 ve 1895 yıllarında filizlenen Küba kurtuluş mücadelelerinde olduğu gibi, yine ülkenin doğusundan başlayan bir mücadelenin haberciliğini yaptıklarını, bu saldırıda ölümün de zaferin de olabileceğini, ama tıpkı ataları gibi “Ya özgürlük ya ölüm!” yakarışıyla hareket edeceklerini yazmıştı. Sloganlarının öldürmek değil, ancak mümkün olduğunca hayatta kalmak olduğunu eklemişti. Mesaj açıkça devrime giden yolda Moncada baskınının önemini vurgulamaktaydı.
Saldırı günü 135 devrimci arasından dördü hareket noktası olan çiftlikte beklemiş, 131 devrimci sabah 4.00 sularında araçlarla Santiago’ya doğru yola çıkmıştı. Abel ve Raúl önderliğindeki bölükler hedeflerine ulaştı. Sivil Hastane ve işitme merkezine vardılar. Fidel komutasındaki esas grup planlandığı gibi silahsız bir biçimde kontrol noktasına kadar gelmişti ancak 3 numaralı postaya kadar. O sırada beklenmedik şekilde bir devriye belirmiş ve kenar sokakların birinden çıkan bir çavuşun zamansız ateş etmesi ile kışladaki tümen uyarılmış ve birliğin hızlıca mobilizasyonu sağlanmıştı. Bu sürpriz karşısında çatışma kışla dışında ve savaş konumunda gerçekleşti. Koşulların güçlüğü dolayısıyla bu savaşın sürdürülmesinin toplu intihar olacağını düşünen Fidel Castro çekilme emri verdi. Ve Moncada Kışlası baskını başarısızlıkla sonuçlandı.

Fidel’in daha sonra bu baskının adıyla anılacak olan 26 Temmuz Hareketi’nden yoldaşlarına “Bugün yenildik, ama mutlaka geri döneceğiz” dediği söyleniyor. Nitekim bu tarihten sonra Batista diktatörlüğüne karşı mücadelenin halk içinde de önemli karşılıkları yaratılmaya başlanmıştır. Askeri olarak büyük bir yenilgiyle sonuçlansa da, Moncada baskını Havana’da çok büyük bir siyasi etki yarattı. Karşılığında Batista yönetimi ağır bir baskı dönemini başlattı, Komünist Parti yasaklandı.

'TARİH BENİ AKLAYACAKTIR'
Batista, tutsak aldığı Fidel'i çeşitli biçimlerde öldürmeye kalktı fakat başarılı olamadı. 

Fidel'in yargılanmasına başlanmasıyla birlikte Küba tarihinin en ünlü davası başlamış oldu. Fidel duruşma sırasında elini masaya vurarak, “Beni mahkum edin, önemli değil. Tarih beni aklayacaktır” dedi.

Fidel, “Tarih Beni Aklayacaktır” ismini taşıyan bir manifesto kaleme aldı ve bu manifesto devrimde büyük rol oynadı.

Fidel savunmasında, Batista rejimine saldırırken, 26 Temmuz Hareketi’nin programını şöyle açıklıyordu; toprak yoksul köylülere dağıtılacak, fabrikalarda karın yüzde otuzu işçilere verilecek, haksız kazanç ürünü zenginliklere el konacaktı. 15 yıl ceza alan Fidel, üç yıl sonra genel af sayesinde serbest kaldı.





















CHE'NİN DEVRİME DAHİL OLUŞU
Fidel, hapisten çıktıktan altı hafta sonra Meksika’ya gitti. Orada taraftarlarıyla Batista’ya karşı yeni bir hareket planladı. ABD’deki Kübalı toplulukları dolaşarak destek aradı. Bir yıl sonra 1956’da gerilla gücünün çekirdeği oluşmuştu. Genç bir Arjantinli doktor olan Ernesto Che Guevara da artık onunla birlikteydi.
Che dahil 82 kişi Granma (“Büyükanne”) adlı tekneyle Meksika’dan yola çıktılar. Onların inişiyle Santiago’da bir ayaklanma olmasını planlıyorlardı.

Granma’nın karaya varmasından önce gerillalardan biri denize düştü. Diğerleri onu aramaya başladılar. Umutsuz arayış sırasında Fidel’in tavrı çok netti: “Onu bulana kadar hiçbir yere gitmeyeceğiz”. Bu durum harekat planını etkiledi ancak, gerillaların Fidel’e bağlılığını çok güçlendirdi. Herkes onun kimseyi arkada bırakmayacağını gördü ve ona güvenleri katlandı.

Granma düşünülenden iki gün geç karaya çıktı, Batista’nın askerleri şehirdeki isyanı bastırdı. Savaşçılar bir bataklığı geçerek karaya çıktı ve araziye dağıldılar. Batista’nın askerlerinin saldırıları sonucu 82 kişiden yalnızca 21’i Sierra Maestra’da bir araya gelmeyi başardı.

Fidel Sierra’da “En iyi eğitimliniz o, en iyi stratejist o” dediği Che’yi komutan yaptı. Daha sonra Camilo, Raul ve başka komutanlar da atandı. Gerillalar en büyük desteği çevredeki çiftçilerden gördüler. Bunların bir bölümü gerillalara katıldı ve komutan oldular. Hareketin içinde erkekler kadar, kadınlar da vardı. Hatta bir kadınlar taburu dahi oluşturulmuştu.

KÜBA DEVRİMİ'NİN ZAFERİ
Kısa sürede yürüttükleri çalışmalar sayesinde çevredeki köyleri yanlarına aldılar, kentlerde de muhalif güçlerle bağlarını sağlamlaştırdılar.
Hareket kentlerde hem yeraltında örgütleniyor, hem de diğer örgütlerle ittifak ilişkileri kuruyordu. Baskıların bir diğer sonucu halkın Batista’ya tepkisinin artması oldu. İsyancılar bir dizi kitapçık, gazete ve 1958’den itibaren de radyo aracılığıyla yayın yaptılar.

26 Temmuz Hareketi’ne yönelik şiddet uygulamaları ise tam aksi sonuçlar veriyor, baskılar mücadele gücünü artırıyordu. Bu dönemde 20 bin kişinin yönetim tarafından katledildiği tahmin ediliyor.

Nihayet 25 aylık zorlu bir mücadelenin sonucunda Ocak 1959’da 26 Temmuz Hareketi zafere ulaştı.

1959 yılının 1 Ocak’ında Batista önce Dominik Cumhuriyetine ardından da İspanya’da Francis Franco’nun faşist yönetimine sığındı. Fidel ve arkadaşları Havana’ya girdiler. Büyük bir halk desteği ve coşkusuyla karşılanan devrimciler, çiçeklere, sloganlara, sevgi ve kucaklaşmalara boğuldular.

'PARA İSTEMEK İÇİN ABD'YE GELİNMESİNE ALIŞKINSINIZ'
Fidel, iktidara geldiği andan itibaren bir dizi Latin Amerika ülkesini ziyaret ederek birlik çağrısı yaptı. Bir Latin Amerika pazarı yaratılmasını önerdi. 1959’da ABD’yi ziyaret eden Fidel, gazetecilerin “Mali yardım isteyecek misiniz” sorusuna”, “Hayır para istemek için ABD’ye gelinmesine alışkınsınız. Ben iyi ilişkiler ve anlaşma için geldim. Biz zengin bir ülkede yaşayan fakir bir halkız. Şimdi ülkemizin zenginliklerinden yararlanmak istiyoruz” diye yanıt vermişti.

Devrimin ilk yılı, bağımsızlık isteyen bir ülkenin kendi yolunu çizmek için attığı adımlara sahne oluyordu. Batista iktidarı döneminde tarım arazilerinin yaklaşık yüzde 70’i yabancıların elindeydi. Şeker sanayii ABD’nin elindeydi. Başlangıçta kendi ailesi olmak üzere Fidel bir istimlak programını yürürlüğe koydu. “Oğlum avukat olup haklarımızı savunacak” diyen babası için bu değişik bir sürpriz olacaktı. Tarım reformu ABD şirketlerinin çıkarlarını olumsuz etkileyince gerilimler başladı. ABD’ye ait petrol rafinerileriyle ilgili anlaşmazlık üzerine Küba yönetimi şirketleri kamulaştırma kararı aldı. ABD Küba’nın şeker kotasını kıstı. Küba ise tüm ABD mülklerini kamulaştırdı. 1960 Ekimi’nde ABD’nin Küba’ya dönük ambargosu gündeme geldi.

'ABD'NİN DİBİNDEYİZ VE BİR SOSYALİST DEVRİM YAPTIK'
Eğitim reformu çerçevesinde büyük bir okuma-yazma kampayası başlatıldı. Parasız eğitimin bir hak olduğu fikirnin yeşerdiği yeni okullar, devrimin toplumsal yapıda önemli bir mevzi elde etmesini sağladı.

1961’de CIA’in desteklediği Domuzlar Körfezi harekatı 3 gün süren çatışmaların ardından başarısız oldu. 16 Nisan 1961'de, bir önceki gün gerçekleşen saldırılarda hayatını kaybeden Kübalılar için Havana'da düzenlenen cenaze töreninde Fidel, ilk defa devrimin sosyalist karakterini ilan ederek şunları söyledi:
“Bu sıradan insanların sıradan insanlarla birlikte sıradan insanlar için yaptığı ve uğruna hayatlarımızı vereceğimiz sosyalist ve demokratik bir devrimdir. Bu nedenle bizi asla affetmeyecekler, ABD'nin burnunun dibindeyiz ve sosyalist bir devrim yaptık.”

Fidel, konuşmasında yaptıkları reformlara “sosyalist devrim” dendiğini ve bunu “tüfekleriyle savunacaklarını” söyledi. 

SOL

1 Ocak 2020 Çarşamba

KİT’lerin yıllık zararı yüzde 91 arttı - Nurcan Gökdemir

KİT’lerin bir yıllık zararı yüzde 91’lik artışla 11 milyara fırladı. 2018’de zarar eden 18 kamu işletmesi arasında TCDD ilk sırada.

İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda kurulan Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) büyük bölümü AKP iktidarlarının siyasi tercihlerinin sonucunda yok oluyor. Yıllardır izlenen bilinçli politikalar ve kötü yönetim nedeniyle KİT’lerin bilançoları 2018 sonunda tarihi zarar yazdı. 2018’de KİT’lerin zararı yüzde 91 artarak 11 milyar TL oldu.

Sayıştay, TBMM adına KİT’lerde yaptığı denetime ilişkin genel raporunu hazırladı. 2018 yılında, 17 iktisadi devlet teşekkülü, beş müessese ve dört bağlı ortaklık ve 2 kamu iktisadi kuruluşu olmak üzere 28 KİT Sayıştay tarafından denetlendi.

KİT’lerin faaliyetleri sonucu ortaya çıkan zararda tarihi rekor kırıldı. 2016’da 3.8 milyar TL olan dönem zararı 2017’de yüzde 48.9’luk artışla 5.7 milyar TL’ye çıktı, 2018 sonunda ise 11 milyar 93 milyon TL’ye fırladı. Zarardaki bir yıllık artışın oranı yüzde 91 oldu.

Denetlenen kamu iktisadi teşebbüslerinden zarar edenlerin sayısı da geçen yıla göre arttı. 2017’de 16 olan zarar eden kuruluş sayısı 2018’de 18’e çıktı. 

2.5 milyar TL ile TCDD en fazla zarar eden KİT olurken bu kurumu 2.4 milyar TL ile BOTAŞ, 1.6 milyar TL ile de EÜAŞ izledi. En çok kâr elde eden kuruluşlar ise sırasıyla TOKİ (7,1 milyar TL), TPAO (5,7 milyar TL) ve Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü (3,3 milyar TL) oldu.

KİT’lerin zarar tutarları (TL)

>>TCDD: 2,5 milyar
>>BOTAŞ: 2,4 milyar
>>EÜAŞ: 1,6 milyar
>>Türk Şeker: 1,3 milyar
>>TCDD Taşımacılık: 9 milyon
>>Çaykur: 657 milyon
>>Et ve Süt Kurumu: 491 milyon
>>TTK Karadon: 321 milyon
>>TTK Kozlu: 211 milyon
>>TTK Üzülmez: 187 milyon
>>TTK Armutçuk: 105 milyon
>>TTK Amasra: 71 milyon
>>TEDAŞ: 41 milyon
>>Sümer Holding: 10 milyon
>>TİGEM: 9 milyon
>>Arıcak Turizm: 583 bin
>>TTK Genel Müdürlüğü: 213 bin

Nurcan Gökdemir / BİRGÜN