7 Ocak 2020 Salı

Kapitalizmin geleceği - HAYRİ KOZANOĞLU

‘Köpeğin insanı ısırması haber değildir’ önermesindeki gibi sosyalistlerin kapitalizmin geleceğini tartışması fazla haber değeri taşımayabilir. Ancak ‘Foreign Affairs’ dergisi 2020’nin ilk sayısının kapağına ‘Kapitalizmin Geleceği’ konusunu yerleştiriyorsa kendileri açısından durum ciddi demektir.

“Köpeğin insanı ısırması haber değildir” önermesindeki gibi sosyalistlerin kapitalizmin geleceğini tartışması fazla haber değeri taşımayabilir. Ancak ABD’nin “derin” düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) “Foreign Affairs” dergisi 2020’nin ilk sayısının kapağına “Kapitalizmin Geleceği” konusunu yerleştiriyorsa kendileri açısından durum ciddi demektir.

Kapitalizm kendinden önce gelen üretim biçimlerinin görece durağan, bu nedenle dini düşüncelerin damgasını vurduğu, tevekkülün egemen olduğu kültürel ortamının aksine hep “daha iyi bir gelecek” vaadi üzerinde yükselmiştir. Gelgelelim geride bıraktığımız 2010’lu yılları, büyümenin zayıf seyrettiği, gelir ve servet dağılımının giderek bozulduğu, küresel iklim değişikliğinin endişe verici etkilerinin hissedilmeye başladığı bir “karamsarlık dönemi” olarak hatırlıyoruz.

Belki de en önemlisi, genç kuşaklar gelecek kaygısı taşırken, anne ve babaları da çocuklarının kendilerinden daha yüksek bir refah düzeyine ulaşacağına artık inanmıyor. Yapay zeka, robot teknolojisi, dijitalleşme söylemleri sade yurttaşta geleceğe yönelik güven duygusu yerine tam tersine tedirginlik, güvensizlik, endişe yaratıyor. Kapitalizm tılsımını, cazibesini yitiriyor; insanlar sağ popülist, tepkici, yerlici ideolojilere savrulmaktan; kurtuluşu sosyalizmde aramaya kadar siyasi yelpazenin farklı uçlarında çıkış yollarına yöneliyor.

İsterseniz böyle kritik bir kavşakta, tartışmalarımıza ışık tutması açısından, kapitalizmin bugünkü çehresine ciddi eleştiriler yöneltilen Foreign Affairs`in ilgili dosyasını özetleyelim.

Kapitalizmlerin Çatışması

“Kapitalizmin geleceği” konulu dosyadaki “Kapitalizmlerin Çatışması” başlıklı yazı Dünya Bankası eski uzmanlarından Branko Milanoviç’in kaleminden çıkmış. Milanoviç incelemesine, yerküre üzerinde küçük istisnalar dışında ekonomik üretimin aynı yöntemle organize edildiği saptamasıyla başlıyor: Emek gönüllülük temelinde arz ediliyor, sermaye büyük ölçüde özel ellerde toplanmış durumda, üretim adem-i merkeziyetçi biçimde koordine ediliyor ve kâr motivasyonuna dayanıyor.

Dünyada başlıca iki tip kapitalizm bulunuyor; ABD’nin başını çektiği Avrupa, Japonya, Hindistan gibi ülkelerde geçerli “liberal kapitalizm” ve Çin’in öncülük ettiği Rusya, Singapur, Vietnam, Cezayir gibi farklı coğrafyalarda egemen “politik kapitalizm.”

Liberal kapitalizm, halkın onayını almayı gerektirir; düşen ekonomik büyüme hızı, çevre kirliliği, ortalama yaşam süresinin gerilemesi gibi bir sorunla karşılaştığı zaman demokratik iradeyle hatayı düzeltme özelliği taşır. Politik kapitalizm ise ekonominin daha yetkin yönetilmesi sonucu daha yüksek ekonomik büyüme temposu yakalamak avantajına sahiptir.

Milanoviç’e göre tehlike, liberal kapitalizmin giderek artan gelir ve servet eşitsizliklerinin derinleşmesiyle politik kapitalizme yakınsamasıdır. Ekonomik ve politik güç aynı ellerde toplandıkça plütokrasi, yani zenginlerin yönetimi devreye girecektir. Liyakate dayanma iddiasındaki liberal kapitalizmde ekonomik güç politik alanı fethedecektir. Politik kapitalizm ise, politik konumun ekonomik yararlar sağlamasına dayanır. Böylelikle iki sistem aynılaşacaktır: ayrıcalıklı azınlığın safları sıklaştırması ve elitlerin konumlarını gelecekte de koruması durumu ortaya çıkacaktır.



Yoksulluk Nasıl Biter?

“Yoksulluk Nasıl Biter?” makalesi 2019 Nobel ekonomi ödülü sahibi Abhijit Banerjee ve Esther Duflo’nın çözüm önerilerini yansıtıyor. Yazarlar 1990’dan sonra, dünyadaki “aşırı yoksul” sayısının 2 milyardan 700 milyona düştüğünü, ancak bu umut veren tablonun büyük ölçüde Çin ve Hindistan’ın son dönemlerdeki yüksek büyüme hızlarından kaynaklandığını söylüyorlar. Böyle bir büyüme temposunun yakalanmasının kanıtlanmış bir formülü bulunmadığından hareketle, yoksulluğu azaltma programlarına sarfedilen kaynakların er veya geç o ülkenin gelecek performansını olumlu etkileyeceği savını öne sürüyorlar.

Çocukları önlenebilir hastalıklardan ölen, okullarında öğretmen bulunmayan, mahkemeleri yığılmış davaları bir türlü karara bağlayamayan ülkelerin tüm enerjilerini bu sorunların çözümüne yoğunlaştırmaları gereğinde ısrar ediyorlar. Büyüme hızına fazla takılmadan, bir ülkenin yurttaşlarının refahını artıracak adımlara öncelik vermesinin önemini vurguluyorlar.

Böylelikle bir ekonomide büyüme lokomotifi bir kez harekete geçince ancak nüfusu daha eğitimli, daha sağlıklı, daha geniş bir ufka sahip ulusların atılım gerçekleştirebileceğini düşünüyorlar. Küreselleşme sürecinin galipleri arasında ideolojik nedenlerle insan kaynağına yatırım yapan Çin ve Vietnam ile komünizm korkusuyla benzer politikalara başvuran G.Kore ve Tayvan’ın bulunmasının rastlantı sayılamayacağını belirtiyorlar.

Stiglitz’den vergi açılımları

Joseph Stiglitz, Todd Tucker ve Gabriel Zucman’ın “Neden Kapitalizm Kurtuluşu Vergilemeye Bağlı ?” makalesi başlıktan da anlaşılacağı gibi aslında küresel piyasa ekonomisi içerisinde bir arayışa denk geliyor. Bilindiği gibi Stiglitz Nobel ödüllü bir isim; Zucman ise Thomas Piketty ekolünden “servet dağılımı bozukluğu” üzerine çalışan genç bir ekonomist. Yazıda kamunun yollar, limanlar inşa etmek; eğitim ve sağlık gibi temel sosyal hizmetler sağlamak; temel araştırmaları fonlamak gibi asli fonksiyonlarını icra etmesinin sağlıklı gelir kaynakları gerektirdiği hatırlatıldıktan sonra, çok uluslu şirketlerin vergi yükümlülüğünden kaçınma için karlarını nasıl vergi cennetlerine park ettikleri örnekleniyor. Cayman adaları, Panama, İsviçre gibi yerlerin Apple benzeri teknoloji şirketlerinin de vergi kaçırmak için gözdesi olduğu gözler önüne seriliyor. Trump dönemi vergi indirimlerinin iddia edildiği gibi büyümeyi, dolayısıyla gelirleri artırmak, yatırımları canlandırmak yerine şirketleri kendi hisselerini satın almaya, bu yolla borsalarda köpük yaratmaya hizmet ettiğininn altı çiziliyor.

Çözüm olarak da temettüleri, sermaye kazançlarını, emlaktaki değer artışlarını vergi muafiyetinden yararlandıran, buna karşın sade çalışanların ücret gelirlerine daha yüksek vergi oranları uygulayan sistemin tümden değişmesi öneriliyor. Demokratik Parti başkan adayı Elizabeth Warren’ın serveti vergilendirme planı destekleniyor. Servet ve gelir vergisinden kaçınma eğilimine karşı hükümetlerarası işbirliği yapması yanında, ticaret uyuşmazlıklarının çözümü misyonunda işlevsizleşen Dünya Ticaret Örgütü’nün küresel vergi sisteminin reformu konusunda devreye sokulması teklif ediliyor.

Neoliberal Çöküş

Yeni Ekonomi Vakfı’nın (New Economics Foundation) yöneticisi Miatta Fahnbulleh’in “Neoliberal Çöküş” başlıklı makalesi, serbest piyasalara, kuralsızlaştırmaya, küçük hükümetlere dayanan ve 40 yıldır hüküm süren neoliberal itikatın artık sınırlarına dayandığı saptamasıyla başlıyor.

Fahnbulleh giderek tırmanan eşitsizlikler ve adaletsizlikler sonucu kapitalizmin cazibesini yitirdiğini, sosyalizmin onaylanma oranının yükselişe geçtiğini örnekledikten sonra, demiryolları, elektrik ve su dağıtımı gibi özelleştirilen temel hizmetlerin tekrar kamu mülkiyetine alınmasının hızla taraftar bulduğunun altını çiziyor.

Yazara göre, merkezi otorite ve devlet mülkiyetine dayanan modelin yerine kaynakların yerel ve kolektif kontrolü temelinde dağıtıldığı alternatiflerin tartışılması gerekiyor. Ayrıca büyük ölçüde kapitalist üretim sisteminin bir sonucu olan küresel iklim değişikliğine karşı, canlı ve sağlıklı bir doğal çevreyi hedefleyen bir ekonomik modele gereksinim duyuluyor.

Fahmbulleh`in önerdiği tasarım, kamusal mallar üretimi ve temel altyapının kamunun sorumluluğunda bulunması, kooperatiflerin ve kolektif mülkiyete dayalı işletmelerin yaygınlaşması, özel işletmelerde çalışanların mülkiyet ortaklığı yanında karar süreçlerinde söz sahibi olmasını da içeriyor.

Kısacası solun günümüzde temel hareket noktalarının ipuçlarını vermek açısından çok yararlı metinle karşı karşıyayız.

Kapitalizm güzellemesi
Dosyanın son makalesi bin dereden su getirerek kapitalizmin erdemlerini sayıp döken Jerry Z. Müller’in güzellemesi. Yazar Demokratik Parti başkan adayları Bernie Sanders ve Elizabeth Warren’ın “servet vergisi” önerilerinin aslında ekonomiyi boğacağı, yenilikçiliği körelteceği varsayımından yola çıkıyor. Eşitsizlikleri azaltayım derken uygulanacak vergilerin, getirilecek düzenlemelerin ekonomik büyümeye, teknolojik atılımlara, bireysel özgürlüklere ket vuracağını öne sürüyor.

Servet vergisinin yürürlüğe girmesi halinde şirketlerin yatırım yapmak yerine ellerindeki nakiti vergiye akıtacağını, borsadaki hisse senetlerini satmak zorunda kalacağını söylüyor. Kişilerin servetinin vergi matrahına temel olmasının “mahremiyete müdahale” anlamı taşıyacağını iddia ediyor. Ancak Trump döneminde tüm vergi indirimlerine karşın yatırımların, verimliliğin neden belirgin biçimde artmadığını gündeme getirmiyor.

Apple, Amazon, Facebook, Google, Microsoft benzerlerinin vergi için yakasına yapışmak yerine hayatımıza kattıkları için şükran duymamız gerektiğini vazediyor. İklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarına karşı çözümler bulmak için şirketlerin nasıl canla başla çalıştığı tezini ortaya atıyor (İster istemez insana yalanın kuyruklusu bu olmalı dedirtiyor).

Kısacası, “kapitalizm cephesinde yeni bir şey yok”, bayat tezleri yeni teknolojiler ışığında güncellemenin ötesinde…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

'Ödülünüzü alın, tanrıya ve menajerinize teşekkür edin ve s... olup gidin' - SOL

İngiliz komedyen ve oyuncu Ricky Gervais, 77. Altın Küre Ödülleri’ndeki açılış konuşmasında ABD'nin sinema sektörü ile alay etti.


Altın Küre Ödülleri’nin sunuculuğunu yapan İngiliz komedyen ve oyuncu Ricky Gervais 77. Altın Küre Ödülleri’nin açılış konuşmasını yaptı.

Gervais, konuşmasında ABD'nin sinema sektörü ile alay etti.

'ÇALIŞTIĞINIZ ŞİRKETLERE BİR BAKIN. BURADA HALKA DERS VERECEK POZİSYONDA DEĞİLSİNİZ'
Gervais'nin oyuncuları, filmleri ve şirketleri diline doladığı konuşmasının en çarpıcı bölümü, "sektörün" ekonomik temelleri ve sanatçıların politik kisveleri arasındaki çelişkiye işaret ettiği şu cümlelerdi:

-Apple, The Morning Show'la televizyon işine girdi, Çin'de çalışma koşulları kötü işletmeleri olan bir şirketten haysiyet ve doğru iş yapmanın önemi üzerine müthiş bir dram. Yani, uyanık olduğunuzu söylüyorsunuz, ama iş yaptığınız şirket Çin'de. 
-Çalıştığınız şirketler inanılmaz. Apple, Amazon, Disney... IŞİD çevrimiçi bir platform kursa görüşmeler için hemen menajerinizi ararsınız değil mi? O yüzden bu akşam bir ödül kazanırsanız, bunu siyasi bir konuşma yapmak için bir platform olarak kullanmayın, tamam mı? Halka ders verecek pozisyonda değilsiniz. Gerçek dünya hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. Çoğunuz okulda Greta Thunberg’den daha az zaman geçirdiniz. Eğer kazanırsanız, gelin, küçük ödülünüzü kabul edin, menajerinize ve tanrınıza teşekkür edin ve s…ir olup gidin.

KESKİN HİCİV Mİ, SARAY SOYTARILIĞI MI?
Gervais 2009 yılından bu yana birkaç yıl dışında Altın Küre ödül törenlerinin sivri dilli sunucusu olarak sahne alıyor. Salonda bulunanlara soğuk terler döktüren, bir kısmı oldukça müstehcen sivri şakalarıyla kendinden söz ettiren Gervais'nin hemen her yıl tekrarladığı bir şakaysa sivri dilliliği yüzünden bir sonraki yıl kendisine sunuculuk teklif edilmeyeceği esprisine dayanıyor.

Gerçekten de Gervais'nin 12 yıldır süren Altın Küre macerasında boş geçilmiş yıllar da var.
Bu "Gervais, sinema dünyasının asi ve sivri dilli fırlamalığını mı yapıyor, yoksa bir saray soytarısı mı" sorusunu haklı kılıyor. Altın Küre törenlerinde sert hicivlerden her zaman pay alan kurum Hollywood Yabancı Basın Birliği. Kurum, belli ki Gervais'nin hicivlerinden memnun: Gervais'nin skandalların dozunu kaçırdığı birkaç dönem dışında sunuculuğu ondan istiyor.

EURONEWS: BİR GRETA BİN AYIP ÖRTER
Gervais'nin Altın Küre'deki sunuş konuşmasının dünya basınına yansımaları içinde bir örnek özel olarak değinilmeyi hak ediyor. Euronews Türkiye, törenle ilgili "YORUMSUZ" video twitinde Gervais'nin şu sözlerini öne çıkardı:
"Ödül alırken politik mesaj vermeyin. Kimseye ders verecek durumda değilsiniz. Birçoğunuz Greta Thunberg kadar bile okula gitmedi" 

GERVAİS'DEN ZOR LOKMALAR
Gervais'in konuşmasından başka bazı başlıklarsa şöyle:

-Bu gece limuzinle geldim ve plaka Felicity Huffman tarafından yapılmıştı… Kızı için üzgünüm, tamam mı? Bu onun başına gelmiş olan en utanç verici şey olmalı. Babası da Wild Hogs filmindeydi.
-Bu gece burada birçok büyük ünlü var. Yani, efsaneler, ikonlar… Şu masada Al Pacino, Robert de Niro, Bebek Yoda – Oh, hayır bu Joe Pesci.
-Sapkınlardan bahsetmişken, pedofili filmler için büyük bir yıldı -‘Surviving R. Kelly,’ ‘Leaving Neverland’… ‘Two Popes’?
-Herkes Netflix’i izliyor. Bu törene sadece benim çıkıyor olmam gerekiyordu. ‘Her şeyi kazanırsın, Netflix, iyi geceler. ‘Hayır, üç saat boyunca buradayız. Bu şovu izlemek yerine ‘After Life’ı izleyebilirsin. After Life, eşi kanserden öldüğü için kendini öldürmek isteyen bir adam hakkında bir dizi ve hâlâ bundan daha eğlenceli. 
-Once Upon a Time… in Hollywood, yaklaşık üç saat uzunluğunda. Leonardo Di Caprio prömiyere katıldı ve film sona erdiğinde sevgilisi artık onun için fazla yaşlıydı.
-Dünya James Corden’i şişman bir kedi olarak görmeli. Ayrıca ‘Cats’ filmindeydi ama kimse bunu görmedi. 
-Dame Judi Dench, Cats’de oynadığı rolü bunun için doğmuşum diyerek savundu – bir sonraki şakayı yapamam…

SOL

6 Ocak 2020 Pazartesi

Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar - BURAK ABATAY

Tüccarlık yaparken Varlık Vergisi’ni ödeyemeyip Aşkale kampına sürgün edilen Leon Bahar’ın hayatı kitaplaştı. Nurten Yalçın Erüs’ün ‘Şair, Edip, Dürüst Tüccar Leon Bahar’ı Takdimimdir’ isimli kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflardaki yerini aldı.


‘Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ 
 Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar’

Turgut Uyar’ın Yokuş Yol’a şiiri coğrafyanın acılarını bir bir aktarır okuruna. Kürtlerin yaşadıkları, Ermenilerin, yoksul Türklerin, kadınların… Başka bir şiirde Edip Cansever şöyle der:

“Ne çıkar siz bizi anlamasanız da/ 
 evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar/ 
 eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da” Ne çıkar ki? 

Ama söz ve müziği Hüsnü Arkan’a ait bir Signomi isimli Ezginin Günlüğü şarkısında ise şöyle bir söz geçer: 

“Düşünüze hiç girmez mi İstanbul.../… 
 Bugün vapurdan indim yürüdüm/ 
 Adımı çağırdı sesim/ 
 Sabahı ettim aradım durdum/ 
 Cebimde eski bir resim” 6-7 Eylül olayları, soykırım, katliamlar, tecavüzler, yağmalar, acılar… 
Ne çok şey! “Anılara hiç sığar mı İstanbul?”

Bu coğrafya çok şey yaşamıştır. Onlardan birisi de Varlık Vergisi ile sürgün yiyen gayrimüslim azınlığın yaşadıkları. Kasım 1942'de kanunlaşan ve İkinci Dünya Savaşı süresince ekonomik buhranı aşmak isteyen Türkiye, edinilmiş servet ve kârlara yönelik bir defalığına vergi çıkarır. Vergiyi belirleyen komisyonların keyfi uygulamaları, servetin el değiştirmesini amaçlar ve gayrimüslim azınlığın, tüccar ve işadamlarının büyük darbe indirmesine sebep olur ve çoğunun izleyen yıllarda ülkeyi terk etmesine yol açar.

Ödemeler için verilen müddet ise 15 gündü. Eğer ödeme yapılmazsa bir 15 günlük daha müddet verildi. Eğer hâlâ ödeme yapılmadıysa insanlar çalışma kamplarına gönderiliyordu. Türkiye çapında 114 bin 368 kişiye bu vergi uygulandı. Vergiyi ödeyemeyen 2 bin 57 kişi ise çeşitli kamplara gönderildi ve orada borçlarını beden güçleriyle ödemeleri istendi. Kamplara gönderilen bin 229 kişi İstanbul’dan gönderildi. 21 kişi ise bu kamplarda hayatını kaybetti.


Erzurum’un Aşkale ilçesi. Ocak 1943. İlk kafile trenle Aşkale’ye doğru yola çıkar. Sonrasında Erzurum’a giden kafileler olur. Borcunu ödeyemeyen gayrimüslimlere yollar süpürttürülmüş, Erzurum karayolunda biriken karlar temizletilmiştir. Buraya gelen isimlerden birisi de Leon Bahar. Şair, edip, dürüst tüccar… Ankaralı bir Yahudi olan Yuda Leon Bahar, İstanbul Sultanhamam’da tüccarlık yaparken Varlık Vergisi’ni ödeyemeyip Aşkale’deki çalışma kampına sürgün edilmişti.


Bugün Leon Bahar hakkında pek çok şey biliyoruz. Bunun tek sebebi ise gazeteci-yazar Nurten Yalçın Erüs. Kendisi tesadüfi sayılabilecek ama altında büyük bir azim ve kararlılığın da yattığı bir çalışmayla Leon Bahar hakkında, “Şair, Edip, Dürüst Tüccar – Leon Bahar’ı Tadimimdir” isimli biyografi romanı kaleme aldı.


Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle çıkan kitap için Nurten Hanım’la bir araya geldik. Kitabın hikâyesini ve Leon Bahar’ı biraz da ondan dinledim.

“Nasıl gelişti her şey?” diye sordum ilkin. 
Varlık Vergisi uygulamasını ilk kez Sorbonne’da yüksek lisansı esnasında duyduğunu söyledi. Ardından İstanbul’da bir yayın grubunda ekonomi gazetecisi olarak işe başlayan Nurten Hanım, hemen ardından da iş insanı Üzeyir Garih ile bir röportaja gidiyor. Bir süre önce izlediği ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ filminden hareketle Garih’e soruyor, “Sizin aileden kimse var mı kamplara gönderilen?” “Kendi ailemde yok ama kuzenimin eşi var” diyor. Müsaade isteyip odadan bir evrak getiriyor. Bir dilekçe. Kampta Leon Bahar tarafından yazılan bu dilekçeyi Nurten Hanım’a veriyor Garih. Leon Bahar’ın kızının bunu kendisine verdiğini söylüyor. Nurten Hanım da o dönem bir makale yazıyor bu dilekçe üzerinden. Ardından da Leon Bahar’ın kızı Tamar, kendisini teşekkür etmek için çağırıyor. Hikâye dikkat çekici. Üzerine gidiyor. Çeşitli kurumlarla, kurumdan insanlarla konuşuyor. Hatta birisi de Hrant Dink. Başka evrak arıyor. Ama bulamıyor. Bunu bir yemek masasında Tamar Hanım’a itiraf ediyor. O da Nurten Hanım’ın inancına ikna olup bir sandık getiriyor. İçerisinde babasının annesine yazdığı mektuplar ile birlikte devlete yazdığı dilekçeler. “Al” diyor, “Bu senindir. İstersen filmini çek, istersen kitabını yaz. Ama karıştırma hiçbir şeyi. Babam Türkiye’yi ve Atatürk’ü seven birisiydi. Yanlış gösterme onu.”

Bu mektuplarla bir makale daha yazıyor. Birçok dergi ve gazete haber yapıyor bu makaleyi. Aklında olan roman için ise 15 yıl bekliyor Nurten Hanım. 15 yıl beklemenin ardından 8 ay içinde romanı tamamlamış. “Fikri olarak istediğim olgunlukta kendimi gördüğüm gün başladım” diye anlatıyor. Bu kadar beklemenin endişe verip vermediğini soruyorum. “Elbette” diyor ve “Büyük eziyet. Keşke daha kuvvetli bir romancı geçmişim olsaydı da daha güzel cümlelerle anlatsam. Hayatımdaki en büyük sorumluluk olarak gördüm hep. Netameli bir konu. Gereken özeni ve vakti ona ayırmam lazımdı” diye anlatıyor.
BİR DRAM OLARAK AŞKALE

Aşkale’nin nasıl bir dram olduğundan bahsediyoruz. “Büyük bir travma. En basit haliyle Varlık Vergisi’ni şöyle anlatmak mümkün: Türkiye’deki azınlık karşıtı politikaların simge uygulamalarından birisi. Leon’u okuduktan sonra da fikrim değişmedi. Hak temelli bir toplumda olmaması gereken bir şey. Hak ve adaletin garantörü olan devletin asla ‘alet’ olmaması gereken bir şey. Vergi, uygulaması ve yaptırımları açısından örneği olmayan bir vergi. Dönemin şartları içinde konuşacağımız şeyler var ama devleti devlet yapan şey hukuk ve adalet temeli ise, temelin yerinden sarsıldığı bir uygulama bu. Bir kere vergide oran yok. Oran olmayınca ne tarif edilecek? Neyi ödemekle yükümlü tutacaksın? Her ilde afaki kurulan servet tespit komisyonları var. İkinci Dünya Savaşı zamanları. Genç bir Cumhuriyet. Ama Maliye tamtakır. Savaşa girilmeyecek ama hazırlıklı olmak gerek. Piyasalar çok kötü. Karaborsa hâkim her yere. Ve bunun tek suçlusu olarak ticaret hayatını elinde tutan gayrimüslimler gösteriliyor. Ve sonrasında da olanlar oluyor…”

Belki burada tam da Uyar’ın Yokuş Yol’a şiirinde dediğini bir kez daha hatırlamalı: 

“Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ 
 Eşkiyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar”
Kitapta Leon Bahar’ın tanıklıklarını, aşkını, sevgisini ve en önemlisi de her şeye rağmen umudunu görüyoruz. Nurten Yalçın Erüs’ün de ilk romanı olmasına rağmen kullandığı şahane dil de cabası. Umarız çok daha fazla şey okuruz yazardan.





Burak Abatay / BİRGÜN


5 Ocak 2020 Pazar

'Meyhane'siz Kumkapı ve son merametçi kadın...- Berken Döner

Çirozluk uskumruların, Kumkapı’dan Yeşilköy’e kadar balıkçı evlerinin balkonlarını süslediğini düşünelim. Marmara’dan torik çıkıyor, istavritin, tekirin kimse yüzüne bakmıyor. Kumkapı’nın herhangi bir kıyısından elini soksan midye tutuyorsun. Tavadaki balık kokusu tüm Kumkapı’yı kaplıyor. Deniz küsmemiş daha. Sabah çaylarını en güzel balıkçı kahveleri demliyor. Merametçiler de yanı başımızda...


Eski bir Kumkapılı olan Nazaret Davityan ile Kumkapı’yı dolaşıp, onun Kumkapısı hakkında konuşmak için sözleştiğimiz saatten biraz erken Kumkapı Meydanı’na geldim. Öğle saatleri olduğundan meydandaki meyhaneler boştu ve akşama hazırlanıyorlardı. Nazaret bey ile buluşmadan bir şeyler atıştırmak için uygun bir yer aradım. Ördekli Bakkal Sokak’taki süt ürünleri ile ünlü Boris’in Yeri’ne gittim. Bir bardak süt aldım ve oradaki çalışan kişiye Nazaret Davityan ile buluşacağımızı, onu tanıyıp tanımadığını sordum. “Nazaret ağabey az önce buradaydı” dedi. Kumkapı’da herkesin büyük bir saygıyla söz ettiği Nazaret Davityan ile biraz sonra buluştuk.

Sıra sıra dizilmiş cumbalı evlerin olduğu bir sokaktan geçiyoruz. Evlerinin rengi solmuş, pencereleri eskimiş, kapılarının önünde şen kahkahalar atan, pencere önlerinde sohbet eden kimse kalmamış, çocukların bile yüz vermediği bir sokaktayız şimdi. Oysa zamanında çok ince bir zevkle yapıldığı belli olan evler bize geçmişin tüm görkemini anlatmaya hazır duruyor. İşte tam o sırada bir kapı açılıyor. Son Kumkapılı’lardan bir hanımefendi evine davet ediyor. Her yer öylesine temiz, öylesine düzenli ki “Az önceki terk edilmiş sokakta değil miyim?” diyorsunuz. Hiç misafir beklenmediği halde her an misafire hazır bir ev burası. Ev sahibi hanımefendi yaşına aldırmadan servis yapıyor. O gün, kahvelerin yanında, özenle hazırladığı kabak tatlısından da ikram ediyor. İşte o an anlıyorsunuz, daha tüm sandıklar açılmamış, kokular gökyüzüne karışmamış, Kumkapı’nın hikayesi son bulmamış. Gelin Kumkapı’yı Nazaret Davityan ile birlikte gezelim.

‘MÜTHİŞ BİR ÇOKKÜLTÜRLÜ ORTAMIN İÇİNDEYDİK’
Nazaret Davityan doğma büyüme Kumkapılı. Kumkapı, Kapalıçarşı’ya yakın olduğu için komşu çocukları gibi kendisi de mesleğine çırak olarak Kapalıçarşı’da başlamış. Şu an Çuhacı Han’ın önde gelen mücevher ustalarından. Artık Kumkapı’da yaşamasa da yüreği Kumkapı ile çarpıyor. Sosyal medya yoluyla tüm Kumkapılıları buluşturduğu bir sayfanın da yöneticisi. Bu sayfa, süreç içinde öylesine bir hal alıyor ki eşsiz bir fotoğraf albümüne, belgelere sahip oluyor. Nazaret Bey , “Kumkapıya Özlem” sayfasının hikayesini şöyle anlatıyor: “Kumkapı’nın insanları birbirinden koptu, dağıldı. Fakat hepsinin aklı Kumkapı’da kaldı. Sürekli bize Kumkapı’yı soruyorlardı. Ben ve arkadaşım Hayk Durmaz da bu insanların özlemini dindirmek için fotoğraflar çekip, mail yoluyla onlara yollamaya başladık. İnsanlar çok mutlu oldular. Sonra da bu fotoğrafları ‘Kumkapı’ya Özlem’ sayfasında yayınlamaya başladık ve bir anda çok büyük bir ilgiyle karşılaştık. İnsanlar kendi fotoğraf albümlerini paylaşıp, izlerini kaybettikleri çocukluk arkadaşlarını, komşularını bu sayfa aracılığıyla buldular.”
Bakımsız, zamana yenilmiş, yıpranmış evlerin sıralandığı kaldırımda oynayan çocukların bakışlarındaki yabancılık ve güvensizliği fark ettiğimde Nazaret Bey’e burada geçen çocukluğunu soruyorum. “Benim zamanımda Kumkapı’da hep aileler otururdu. Pencereler, kapı önleri çiçeklerle bezenirdi. Akşamları kapı önlerinde insanlar hep birlikte oturur, kahve içer, sohbet ederdi. Sabahları da mutlaka herkes kapısının önünü temizler, pırıl pırıl olurdu sokaklar. Evler hep cumbalıydı. Kumkapı dışı dediğimiz yerde de daha çok balıkçı aileleri otururdu. Müthiş bir çokkültürlü ortamın içindeydik. Rumlar da çok yoğundu Kumkapı’da. Nişanca’da Kastamonu ve Yozgat çevresinden gelen aileler otururdu” diye anlatıyor.
İSTANBUL’UN EN ESKİ YERLEŞİM YERLERİNDEN KUMKAPI… 









Kumkapı, İstanbul’un en eski yerleşim bölgelerinden. Bizans döneminde Kumkapı, küçük iskele anlamındaki Kontoskalion olarak anıldı. Bu bölge Kumkapı adını Osmanlı döneminde aldı. Semte adını veren Kumkapı, Marmara Denizi kıyısındaki surlarda yer alan beşinci kapıdır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra Rumların yoğun olarak yaşadığı bu bölgenin nüfusunu dengelemek için Anadolu’dan Ermenileri getirterek yerleştirdi. Tarihi çok eskiye dayanan patrikhane semtin tam kalbinde yer alarak semti şekillendirdi. Fatih Sultan Mehmet, ilk önce Samatya’daki Sulu Manastır’ı patrikhane ilan etti. 1461-1641 yılları arasında patrikhane Samatya’da hizmet verdi. 1641 yılında ise Türkiye Ermenileri Patrikhanesi Samatya’dan Kumkapı’ya taşındı. Patrikhane’nin tam karşısındaki kapı Meryem Ana Kilisesi’ne açılır. Nazaret Bey ise bizleri daha da eskiye, Bizans’a kadar götürerek, kilitli kapıları açtı, Bizans mahzenleri ve ayazmalarıyla buluşturdu. Meryem Ana Kilisesi’nin altında bir ayazma vardır ve aslında burası Bizans’tan kalma eski bir Rum Ortodoks Kilisesi’dir. Patrikhane Kumkapı’ya taşınınca bu kilise Ermenilere verildi ve Patriklik Kilisesi mertebesine yükseldi. Gök Gürlemesinin Oğulları anlamındaki Vortvots Vorodman Kilisesi ise Anadolu’dan gelen Ermeniler için ayrı bir değere sahiptir. Varto ve Lice depremleri sonrasında Varto, Muş, Siirt ve Bitlis’ten İstanbul’a göç eden evsiz Ermenilere kucak açtı. Günümüzde Vortvots Vorodman Kilisesi , aslına uygun olarak restore edilip ,yeniden hizmete açıldı. İbadete açık olan kilise aynı zamanda Patrik Mesrop Mutafyan Kültür Merkezi adıyla kültürel etkinliklerin de mekanı konumundadır. Semtin en önemli mekanlarından biri de Bezciyan Okulu’dur. Semtin hafızasında çok değerli bir yere sahip olan bu okul, kendi adına bir okul yaptırmayı çok isteyen Harutyun Amira Bezciyan’ın büyük desteğiyle yapıldı.
Kendisi de Bezciyan Okulu mezunlarından olan Nazaret Bey öğrencilik yıllarını şöyle anlatıyor: “Çocukluğumda Bezciyan Okulu çok aktifti, üç yüz elli öğrencisi vardı. Şimdilerde ise yaklaşık yüz otuz öğrencisi var. Oysa biz çocukken bir sınıfta kırk kişiydik. Günümüzde temel derslere ek olarak konservatuvara yönelik de bir çalışma yapılıyor. Öğrencilere ud, keman ve piyano çalması öğretiliyor. Okulumuzun derneği de oldukça aktif. Örneğin masa tenisi ekibi, yaklaşık yirmi senedir derneklerarası tüm yarışmalarda birinci oluyor. Bizim zamanımızla şimdiki arasındaki en büyük fark, öğrencilerin Kumkapı’dan değil, İstanbul’un çeşitli semtlerinden geliyor olması. Çünkü Kumkapı’da maalesef artık çok az sayıda kaldık.”
‘KUMKAPI’DA MEYHANE KALMADI’
Kumkapı günümüzde artık sadece meyhaneleriyle biliniyor. Meyhanelere kimsenin yüz vermediği bu saatlerde eski meyhanecileri hatırlıyoruz. Nazaret Bey ilk gençliğinin meyhanelerini keyifle anlatıyor; “Kumkapı’da meyhane kalmadı. Günümüzdekilere restaurant demek daha doğru olur. Eskiden üç beş meyhane vardı. Şimdiki gibi tüm meydan tıklım tıklım dolmamıştı. Örneğin Kör Agop namlı Agop İnciyan ilk meyhanesini denizin kenarında açtı. Tekneden bozma bir yerde balık çorbası yapardı arkadaşlarına, kırlangıç çorbası çok ünlüydü. İnsanların hoşuna gittiğini görünce işini büyüttü. Sonra bir meyhane açtı. Agop’un bu kadar ünlü olmasında eşi Marta’nın yaptığı mezelerin payı çok büyüktür. Kör Agop’a kör denmesinin sebebi gerçekten bir gözünün kör olmasıydı. İlginç olan ise eşinin ve çok sevdiği kurt köpeği Zalim’in de bir gözünün kör olmasıydı. Hemen onun yanında Minas Misisyan’a ait Minas’ın Kıraathanesi’ni vardı. Minas, Kör Agop’un meyhanesine rağbet olduğunu görünce kıraathanesini meyhaneye dönüştürdü. Sonra Yorgo’nun Yeri, Beşiktaşlı Çamur Şevket’in Kartallar Meyhanesi, açıldı. Başka da meyhane yoktu. Kumkapı’nın lakerdacıları da çok ünlüydü ve Kör Agop’un ağabeyi Jirayr da köşede lakerda satardı. Bu meyhanelerin en önemli özelliği pencerelerinde perde olmasıydı. İçerisi gözükmezdi sokaktan. Meyhanenin böyle bir kültürü vardı. Üç dört çeşit meze vardı ama hepsi çok özenilerek yapılırdı. Bunlar arasında en çok kalamar dolma, pilaki, karides salatası ve lakerdayı hatırlıyorum. Lakerdayı her meyhane kendi yapardı. Daha doğrusu tüm Kumkapı’nın evlerinde lakerda kurulurdu. Dışarıdan almak ayıp karşılanırdı. Çocukken tüm evlerden tütsülenmiş, tuzlanmış balık kokusu gelirdi.”
İyot ve balık kokusu gelen Kumkapı’dan bir zamanlar doğuş yortusu öncesinde “melkon, kaspar yev bağdasar” şarkısını söyleyen çocukların sesleri de gelirmiş. Kumkapı’nın çocukları ellerindeki fenerlerle tüm kapıları çalar, karşılığında büyüklerden şeker ve para alırlarmış. Nazaret Bey geçmiş bayramları şöyle anlatıyor: “Bayramlarımız neşe içinde kutlanırdı. Paskalyada kiliseden çıkan tüm cemaat Kumkapı’nın çevresini dolaşarak ayinlerini yapardı. Komşularımızla büyük bir dostluk içindeydik. Müslüman komşularımızın kendi bayramlarında kurduğu sofralar, bizim bayramlarımızda ise çöreklerimiz ve dolmalarımız meşhurdu. Din ve ırk ayrımı kesinlikle yapılmazdı.”
Bayramlar bittiğinde de Kumkapılılar beraber ve neşe içinde yaşamanın yollarını bulmuşlar. Akşam yemekleri çabucak yendikten sonra doğruca sinemaların yolu tutulurmuş. Kumkapı bir zamanlar yazlık sinemalar semtiymiş. Sekiz tane yazlık sinemaya ev sahipliği yapmış bu küçük semt. Her ne kadar hiçbir filmi sonuna kadar bitiremeden, annelerinin kucağında evlerine götürülen çocuklardan birisi olsa da, Nazaret Bey yazlık sinema günlerini hiç unutmamış: “Kumkapı’da sekiz tane sinema vardı. Kadırga Işık Sineması, İncirdibi İnci Sineması, Azak yazlık-kışlık Sineması, Nişanca Nil yazlık-kışlık sineması, Hisardibi Akçınar Sineması, Langa Başar Sineması, Yenikapı Gar ve Ulus Sinemaları. Nil Sineması’nı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü çok şıktı. Balkonlu ve localıydı. Akşamları her zaman sinemaya giderdik. Evlerimiz de çok yakındı. Ertesi gün de toplanır dün geceki film hakkında konuşurduk.”
KUMKAPILILAR’IN MEŞHUR PİKNİKLERİ… 
Kumkapı’nın eğlenceleri sadece yazlık sinemayla kalmamış. Birbirinden ünlü kalender meyhaneleri, sinemaları, renkli bayram günleri yaşayan Kumkapılılar’ın piknikleri de meşhurmuş. Hiçbir pikniği kaçırmayan Nazaret Bey anlatıyor: “Bezciyan Okulu’nun ve Gençlergücü futbol takımımızın yararına olurdu pikniklerimiz. Annelerimiz dolmalar, börekler hazırlar Florya’ya, Polonezköy’e giderdik. Ama mutlaka her on beş günde bir tüm Kumkapılı’lar Ereğli’ye pikniğe giderdik. Tabii Ereğli Kumkapı’ya çok uzak fakat yolun nasıl geçtiğini anlamazdık. Birimizin elinde tef, diğerinin elinde darbuka şarkılar söyleyerek giderdik. Şimdilerde bu piknikleri ve adetlerini Kınalıada’da sürdürmeye çalışıyoruz.
Çirozluk uskumruların, Kumkapı’dan Yeşilköy’e kadar balıkçı evlerinin balkonlarını süslediğini düşünelim. Marmara’dan torik çıkıyor, istavritin, tekirin kimse yüzüne bakmıyor. Kumkapı’nın herhangi bir kıyısından elini soksan midye tutuyorsun. Tavadaki balık kokusu tüm Kumkapı’yı kaplıyor. Deniz küsmemiş daha. Sabah çaylarını en güzel balıkçı kahveleri demliyor. Merametçiler de yanı başımızda. Ucundan kıyısından yetiştiği o günleri şöyle anlatıyor Nazaret Davityan, “Balıkçıların ağlarının kazanlarda boyanıp, yırtık ağların onarılması işine ‘merametçilik’ denir. Kumkapı’nın Ermeni balıkçıları da bu işi yapardı, balıkçıların eşleri de.1928 doğumlu Agavni Demirciyan o günlerden kalan son merametçilerdendi. Yakın zaman önce kendisini kaybettik. Balık çok tükettiği için uzun yaşadığını söylerdi. Yaşadıkları, gördükleri ve anlatımı ile tam bir Kumkapılı’ydı. Mesela biz Arbo Reis derdik, “Yooo, ona köylünün Arbo denir.” diye düzeltirdi. Reislerin hepsinin bir lakabı olduğunu söylerdi. Kalafat yerinde doğmuş ve sonrasında Kömürcü Sokak’ta oturmuş. On yedi yaşında “meramet” ile tanışmış ve yirmi yıl ağlarla yaşamış. Maalesef evlenmek kısmet olmamış. Eniştesinin denizin üzerinde Çöplük Palas adlı bir meyhanesinden bahsederdi. O anlatırken sanki ben yaşıyordum, çünkü ben ne Kalafat yerini ve ne de o günleri görmüştüm. Kumkapı’nın son kadın merametçisi ise Alis Zurikyan’dır. O da çok yaşlandı.”
Kumkapı’da bugünlerde güzel bir hareketlilik var. Patrikhaneye bağlı Papaz Evleri restore edilmiş ve otel olarak hizmet vermeye başlamış. Bezciyan Okulu çağdaş bir okul görünümünü almış, okulun derneği eksiklerini tamamlamış. Bütün bunlara rağmen, Kumkapı kendine özgü o insanlarını yitirmiş. Kumkapı’yı hüzünlü bir sis içinde geride bırakıp uzaklaşırken, bu görüntünün saatlerce Kumkapı sokaklarında dolaştığımız Nazaret Bey’in yüzüne, davranışlarına hatta ses tonuna nasıl da yansıdığını düşünüyorum. Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri adlı şiirindeki şu dizeleri geliyor aklıma:
“…İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine benzer…”
Berken Döner / duvaR.

'Mahsus mahal' Sansaryan - GÜRAY ÖZ

Sansaryan Han’da toplam 36 hücre vardı o günlerde. Bu hücrelerden 6’sı küçük de olsa bir penceresi bulunduğundan, diğerlerine oranla daha havadardı. İkisi dışında, öteki hücreler penceresizdi, hava alacak bir delik bile yoktu. Hücrelerden lağım ve zehirli su akıtıldığı da sır değil. Bodrum katta ve 8'inci kattaki tabutlukları ise oralara tıkılan sağdan soldan her tutuklunun anılarında vardır.

Kolumu sıkı sıkı tutan bıyıkları yeni terlemiş er kapının önündeki nöbetçiye “bu yeni” dedi. 1971’in Haziran’ıydı, gününü unuttum, dile kolay 49 yıl öncesini anlatıyorum. Hava sıcaktı, Nâzım’ın “sapı kanlı demiri kör bıçaktı sıcak” dediği türden, büyük avluda askerler talimdeydi. Kapı açıldı, hafif göbek bağlamış beyaz üniformalı deniz subayı, rütbesi neydi, kaç yıldızı vardı onu da unuttum, “birisi daha var komutanım” dedi içeriye doğru. Geniş masanın üzeri dosyalarla doluydu; şöyle bir baktı komutan, adımı sordu, “kim getirdi bunu?” dedi sonra. 
“Afiştekilerdenmiş" dedi er, siyasiden öyle geldi.” “Dosyası nerde peki?” Bilmiyordu zavallı er, “öyle teslim edip gittiler komutanım.” Bir küfür salladı subay, önündeki boş dosyalardan birinin üstüne adımı yazdı.

“Bunu dedi mevcutlu emniyete götürün baksınlar, ifadesini alsınlar dosyasıyla birlikte getirsinler.” “Emredersiniz komutanım” dedi rütbesi küçük olan subay. Dışarı çıktık. Sanki biraz acıyarak baktı yüzüme, “burada kalsan iyiydi ya” dedi, “irtibat memurunu çağırın” dedi sonra bir başka ere. “Bunu şubeye götürün dosyasıyla ifadesiyle birlikte getireceksiniz”.

Polis “Olur komutanım dedi, biri daha var, beş dakikaya çıkarız.”
Beş dakikaya çıktık.

Saçları uzundu cipte bekleyen gencin, elleri kelepçeliydi. 20 dakikada geçtik Avrupa yakasına... Uzun saçlı sordu; “Nereye gidiyoruz?” sırıttı memur, öteki memura, şoför olana, “bak nereye diye soruyor dedi, “cehenneme” dedi öteki.
İstanbul’da o günlerde tek bir cehennem vardı benim bildiğim; okuduğum kitaplarda, arkadaşların anlattığı hikâyelerde adı hep geçerdi. Sansaryan derlerdi adına.

CEHENNEMİN ÖTEKI ADI
Bizim Sarkis Usta'nın Çerkezyan’ın dediğine göre Sanasaryan’dı gerçek adı ama zaman içinde konuşma dilinin tasarruf kuralına göre “a” düşmüş, Sansaryan olmuştu. Bir cehennem olarak şöhrete kavuşmasının tarihi de epeyce eskiydi, 1930’larda 40’larda sık sık, kimi zaman da “ihtiyat tedbiri” olarak gözaltına alınan komünistler ve Kürtler burada “ağırlanırlardı”; kısa sürede bırakılan da olurdu, sorguları uzun süren de. Hitler’in savaşı yitirdiğinin anlaşıldığı aylarda toplanan Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız gibi ırkçılar da buradaki tabutluklarda, anlatırım biraz sonra o tabutlukları, misafir edilmişlerdi. Ama sürekli “misafirler”, “müdavimler” solcular, komünistlerdi. 46’da 51’de, 71’de... Şefik Hüsnüler, sonra Zeki Baştımar, Mihri Belli, Ahmed Arif, öteki komünistler, sonra 68’in gençleri…

Hikâyemizi bitirelim artık. Kapıda bizi teslim alan izbandut “yürüyün bakalım” dedi. 
Nereye? 
Çatıya, siyasi şube oradadır; Birinci Şube yani. Çıktık kâgir merdivenlerden, kayıt kabul kısa sürdü, sonra kırk- elli kişinin neredeyse üst üste yığıldığı bir yere attılar bizi.

Sevindim doğrusu, ne çok tanıdık vardı.

Benim hikâyem burada biter; çok önemli de değildir, beş ya da altı gün sonra bir arkadaşla birlikte bizi Kışla’ya geri götürdüler, Selimiye’de 10 gün daha kaldık sonra dosdoğru Maltepe Askeri Tutukevi’ne. Ama pek çok devrimci genç, pek çok gençlik lideri uzun süreler, 90 güne kadar uzatılabiliyordu sorgular, Sansaryan’da kaldılar. Ağır işkence gördüler günlerce; ışıklar içindedir şimdi; Cihan, Tayfur. Yaşayan, 70’lerini sürenler dimdik bakarlar anılarına; Necmi, İlkay, Kadri, Necati ve daha niceleri geçti o tabutluklardan. Benim gördüğüm Sansaryan böyle bir yerdi. Sansaryan hikâyeleri çoktur, çoktur bizim hikâyelerimiz, uzundur.

HİKÂYENİN RESMİ OLANI
Ama önce resmi hikâyeyi anlatmayalım mı? 
Sanasaryan Han-Sansaryan Han, Sirkeci’de Mimar Kemalettin Caddesi üzerinde, 4. Vakıf Han’ın bitişiğindedir. 1895 yılında Erzurumlu tüccar Mıgırdiç Sanasaryan tarafından Mimar Hovsep Aznavur’a yaptırılmış. İstanbul’da yaşadığı yıllarda Cibali Tütün Fabrikası, Sveti Stefan Kilisesi, İstiklal Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı, Tepebaşı’nda yanıp kül olan Dram Tiyatrosu gibi yapıların planları bu yetenekli mimarındır.

Biri bodrum kat olmak üzere altı katlı kâgir bir yapı olan, alınlıklı, sütunlu pencereleriyle dikkat çeken Sansaryan Han, giriş holünden sonra geniş bir iç avluya açılır. Üst katlarına kâgir merdivenlerle çıkılan hanın, avluya bakan çepeçevre açık koridorları vardır. Odalar bu koridorlara çıkar.

Buraya gayri resmi bir ek yapalım: Sansaryan Han’da toplam 36 hücre vardı o günlerde. Bu hücrelerden 6’sı küçük de olsa bir penceresi bulunduğundan, diğerlerine oranla daha havadardı. İkisi dışında, öteki hücreler penceresizdi, hava alacak bir delik bile yoktu. Hücrelerden lağım ve zehirli su akıtıldığı da sır değil. Bodrum katta ve 8'inci kattaki tabutlukları ise oralara tıkılan sağdan soldan her tutuklunun anılarında vardır. Devam edebiliriz artık resmi bilgilere.
1915’te Osmanlı Devleti tarafından el konulan hanın geliri, 1920-28 yılları arasında Patrikhane’ye verilmiş. 1928’de İstanbul Valiliği’nin bir kolu olan İdare-i Hususiye el koymuş, 1932 yılında Patrikhane açtığı davayı kazanmışsa da 1935’te İdare-i Hususiye karşı dava açmış ve Sansaryan Han’ın mülkiyeti tekrar devlete geçmiştir. Hâlâ tartışılıyor olmasından daha doğal ne olabilir? Yeniden ihaleye çıkıyormuş şimdilerde; 5 yıldızlı işkencehane 5 yıldızlı otel olacak diyorlar...

HİKÂYELERDEN YALNIZCA BİRİ
Yerimiz dar; Sansaryan hikâyeleri ise çok acılı ve büyüktür. Birini seçelim; hepsini anlatsın. Ünlü 1951 Komünist Partisi tutuklamalarından bir parçayı ama çok önemli bir parçayı seçelim. Ruhi Su ve Harbiye zindanında Behice Boran ve Nevzat Hatko’nun tanıklığıyla evleneceği Sıdıka Umut’un hikâyesini anlatalım.

11 Kasım 1952, soğuk bir kış sabahı, Ankara’yı buz tutmuş. Dil ve Tarih’te Felsefe öğrencisi Sıdıka Umut’un evinin önü polis arabalarıyla kuşatılmış, alıp götürüyorlar Sıdıka’yı. Yavuklusu Ruhi Su’dur; o da arananlar listesindedir. Sıdıka önce Ankara 1. Şube ve ardından İstanbul Sansaryan Han’a götürülür. Aynı gün polisler Ruhi’nin Kaledibi’ndeki evine giderler ama bulamazlar Ruhi’yi. 

Sıdıka’nın alındığını öğrenen Ruhi çalıştığı operaya eşyalarını toplamak için uğrar ama kapıdan çıktığında bir meslektaşının ihbarını hızla değerlendiren polisler de oradadır. Uzun bir seyahat, sonra Sansaryan. Ruhi Su iki aya yakın bir süre ağır işkence görecektir. En zoru da “tabutluktur.” 
Tabutluk mu? 
Bir insanın çömelerek sığabileceği kadar küçük bir sandık sanki. Sonraki yıllarda fotoğraflarını gördü de kahretti insanlar, yani insan olanlar. Ruhi Su müzisyen; operada bariton, saz da çalıyor, bitmez tükenmez zaman içinde hep hücrede. Sıdıka, kadınlar bölümünde... İncecik bir kız... Aylardır kanaması var, doktora çıkartırlar mecburen. Doktor hücrelere yakın bir odada muayene eder Sıdıka’yı. Şikâyetini söyler biraz yüksek sesle Sıdıka. “Kanamam var, kolumu kaldıramıyorum.” “Sus" der doktor "sakin ol”. Hemen yan taraftaki hücrededir Ruhi Su tanır yavuklusunun, “beyaz unun, ak güvercinin” sesini.

Mırıldanmaya başlar usuldan, ağır ağır yükselir o müthiş isyan türküsü...
Sonra tüm Sansaryan duyar...
Sonra herkes duyar...

Sonra cümle âlem duyar:
Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda / 
 Kalırım kalırım, dostlar yandadır / 
 İki elleri kızıl kandadır kanda / 
 Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir” “Artar eksilmeyiz, zindanlarında /   
 Kolay değil derdin, ucu derinde / 
 Kumhan Irmağı’nda, Karaburun’da /
 Bulurum bulurum kardeş,öfkem kındadır”“Dirliğim düzenim,dermanım canım / 
 Solum sol tarafım, imânım dinim / 
 Benim beyaz unum, ak güvercinim/ 
 Bilirim bilirim kardeş, gelen gündedir” Gelen günde midir? Öyledir, gelen gündedir...

Güray Öz / BİRGÜN