Karartma Günleri (I-II) - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Karartma Günleri-1

7 Mayıs Perşembe günü gazetemizin 96. doğum gününü kutladık. Dört yıl sonra 100. yılımızı kutlayacağız. Cumhuriyet gazetesi bu 96 yıl boyunca gazetecilik adına pek çok başarıya ve yeniliğe imza attığı gibi, basın tarihine geçecek baskılara, kapatma cezalarına, tutuklamalara ve suikastlara da maruz kaldı, 6 yazarı katledildi.


Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Mim Uykusuz tarafından 1946 yılında çıkarılan, sık sık dönemin iktidarları tarafından daha matbaada iken toplatılan, yönetici ve yazarları sık sık tutuklanan Marko Paşa dergisinin künyesinde, “Toplatılmadığı ve yazarları tutuklanmadığı zamanlarda çıkar” diye yazılması hâlâ unutulmaz. Bu ülkede muhalif basının ortak kaderidir bu. Aynı durum Cumhuriyet gazetesi için de geçerlidir. Her dönemde iktidarların gazabına uğramıştır. CHP’nin tek parti döneminde de, DP döneminde de kapatılmış, 1960 ihtilalinden sonra MGK üyeleri tarafından çağrılan gazetenin patronu ve başyazarı Nadir Nadi alenen tehdit edilmiş, 12 Mart ve 12 Eylül darbe günlerinde hem yönetici ve yazarları tutuklanmış hem de gazeteye kapatma cezaları verilmiştir. İktidarların ve kudretli paşalarının verdiği bu cezalar yetmezmiş gibi, bir de Cumhuriyet yazarlarına gerici ve faşist çetelerce düzenlenen suikastlar da cabası.
O nedenle Cumhuriyet’in künyesinde “Gazete kapatılmadığı zaman, köşe yazıları, yazarları katledilmediği zamanlarda çıkar” yazsa yeridir.
Cumhuriyet yine hedefte
Cumhuriyet bugünlerde yine hedefte. Muhabirleri ve yazarları hakkında onlarca ceza ve tazminat davaları açılıyor, alenen tehdit ediliyor. 
Peki, bu davalar ve tehditler Cumhuriyet’in gazetecilik anlayışını ve yayın çizgisini değiştirmeye yol açar mı? 
Gazetenin 96 yıllık tarihine bakıldığında bu tür tehditlerin “nafile çaba” olduğu görülür.
Bu dizide geçmiş iktidarlar döneminde Cumhuriyet gazetesine verilen kapatma cezalarının öyküsünü ele aldık. Görünen o ki, geçmişten bu yana basın özgürlüğü konusunda pek de değişen bir şey yok. RTÜK eliyle televizyonlara son bir ayda verilen cezalar, haber sitelerinin kapatılması gazetecilerin hapse atılması ve pek çoğunun hakkında davalar açılması, gazetecilerin makus talihinin değişmediğinin göstergesi.
Cumhuriyet gazetesi 96 yılda toplam 162 gün kapalı kaldı. En uzun kapatma cezası ise 90 gün olmak üzere 1940’ta uygulandı. O cezaları kesen iktidarlar bir bir gelip geçti tarih sahnesinden, ama susturmak istedikleri Cumhuriyet gazetesi hâlâ ayakta. 
Hem demokrasi tarihimiz hem de basın tarihimiz açısından dersler çıkarılması gereken kapatma cezalarının verildiği dönemleri, kapatma gerekçelerini anımsatmak istedik.

EN UZUN KARARTMA

II. Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde genç bir yazar olan Nadir Nadi’nin yazdığı “Alman Realitesi” başlıklı yazısı basında ve tek parti iktidarında rahatsızlık yaratır. Babıâli’de kendisi yazısı üzerinden babası Yunus Nadi’ye karşı taarruzlar başlaması üzerine, Nadir Nadi, üstü kapalı olarak İnönü’ye hitaben bir yazı yazdı. Nadi’nin “Atatürk’ün Türk Gençliği” adlı yazısı nedeniyle “Molotof” haberi bahane edilerek on gün kapatma cezası verilir. Ancak “On gün” denmesine karşın gazete tam 90 gün kapalı kalır.
Cumhuriyet gazetesine ilk kapatma cezası 1934 yılında verildi. Gerekçe olarak “Devletin genel siyasetine aykırı yayın” olarak gösterilirken kapatma cezasının tebliğinde hangi haber ya da yazıdan dolayı ceza verildiği belirtilmiyor. On gün süren bu kapatma cezasının başlayacağı günün arifesinde gazetedenin ilk sayfasında “Okurlarımıza” başlığı altında kapatma kararı şöyle eleştiriliyor:
“Gazetemizin, İcra Vekilleri kararı ile on gün için tatil edilmiş olduğu malumdur. Ajansın tebliğindeki kısa esbabı mucibeyi tefail ve tahlil ederek okuyucularımız kadar bizi de mütehayyir ve müteesir kılan hadiseyi burada esas şöyle dursun şeklen bile izah etmeye maateessüf imkân yoktur.
Cumhuriyet sahibi, gazetecilik hayatında böyle akabaler görmüş bir adamdır. Fakat onların hepsi, kendileri ile zıt olduğu birtakım münasebetsiz hükümetler zamanında vaki olmuş olduğundan, kendi hesabına şerefli bir mücadelenin kuvvet artıran safhalarını teşkil ediyordu. Şimdi vaziyet böyle değildir. Bilhassa bu itibarla ağır darbe mahiyetinde olan hareket için olsa olsa devletçe görülen lüzum üzerine diyebileceğiz. Keşki bu lüzum bizi de bir parçacık tatmin edebilmiş olsaydı.
Cumhuriyet”
II. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında hükümet, bu hassas günlerde özellikle dış politika konularında gazetelere uymaları gereken hususlar konusunda bir tebliğ gönderir. Cumhuriyet’in dış politika haber ve yazılarından zaman zaman hükümetin rahatsız olduğu ve telgrafla gazete yönetimini uyardığını ikinci kapatma kararı nedeniyle gönderilen resmi yazıdan öğreniyoruz.
Alman yayılmacılığının sürdüğü günlerde Nadir Nadi’nin “Alman Realitesi” başlıklı köşe yazısı hükümette ve basında tartışmalara neden olur. Nadir Nadi, babası Yunus Nadi’yi de sıkıntıya sokmuştur bu yazıyla. 
Nadir Nadi’nin, polemiklere neden olan yazısında  dile getirdiği “Alman Realitesi”nin özü şuydu: “I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın Versailles Anlaşması’nın intikamını almak için erinde gecinde İngiltere ve Fransa ile hesaplaşması kaçınılmazdı. Almanya’nın askeri gücünü artırmak için yıllardır çalıştığı biliniyordu. İngiltere ve Fransa gibi büyük kapitalist ülkeler, ekonomik olarak kendilerini tehdit eden Almanya’nın önünü kesmek için Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın birliğini parçalamaktan medet umdular. Ama olmadı. Karşılıklı yardımlaşma anlaşması imzaladığımız iki müttefikimizden biri savaşı bıraktıktan sonra bizim savaşa girmemiz, Enver Paşa’nın 1914’te yaptığını gölgeye itecek bir çılgınlık olabilirdi. O nedenle bizim bu savaşta tarafsız kalmamız ve ülke çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle yapmamız gerekir. Alman realitesini Avrupa devletleri görmek zorundalar. Almanya ile ticari anlaşma yapmamız Türkiye’nin çıkarına ise bundan rahatsız olmamak gerekir.”
Hasımlar yıllarca kullandı
Yukarıda özeti sunulan yazı, yıllar yılı Cumhuriyet gazetesinin hasımları tarafından Nadir Nadi’nin Naziliğinin belgesi olarak sunuluyor. 
Nadir Nadi, anılarını kaleme aldığı “Perde Aralığından” adlı kitabında yazısının yol açtığı polemikleri ve sonrasında gazeteye verilen kapatma cezasını şöyle anlatıyor:
“Yazı benim gerçek eğilimlerimi şüphesiz bir hayli aşıyordu. Ben bir Atatürk milliyetçisiydim, ırkçı, gerici, sömürgen ve saldırgan bir milliyetçiliğe daima karşı idim. Fakat nihayet yaptığım da milletimin emperyalistler arasındaki o korkunç boğuşmada durup dururken güme gitmesini önlemeye çalışmaktan ibaretti. Yazı, bomba gibi patladı. O sabah Başbakan Refik Saydam, Ankara’dan eve telefon ederek babamla konuştu. Babamın: ‘Ne var canım? Ne olmuş yani’ dediğini yan odadan duyuyordum. Başbakan yazının çok kötü olduğunda direniyormuş. Yazıyı ancak basıldıktan sonra Refik Saydam’dan biraz önce gören babam, hükümet başkanına da bu ‘hata’yı ertesi günü kendi yazacağı bir yazı ile düzelteceğini vaat etseydi mesele herhalde fazla dal budak sarmadan çözülecekti.”
Nadir Nadi, Babıâli’de kendisini hedef alan yazarlardan en şöhretlisi olan Hüseyin Cahit Yalçın’a hitaben bir yazı daha yazar. Bu yazı Cumhuriyet’e yönelik cepheyi daha da öfkelendirir. Yunus Nadi’nin Almanya ile ticari bağlantıları bulunmasından, Nadir Nadi’nin Viyana’da bir Alman güzeline gönlünü kaptırmasına kadar bir dizi dedikodu kulaktan kulağa fısıldanır ve kartopu gibi büyür. 
İnönü randevu vermedi
Durumdan rahatsız olan Yunus Nadi, Ankara’ya giderek durumu İsmet İnönü’ye anlatmak ister. O günlerde İsmet İnönü, İstanbul’dadır. Etrafındakilerin İnönü ile görüşmesini engelleme ihtimalini göz önünde bulunduran Yunus Nadi, İnönü’yü Ankara’ya gelişinde tren garında karşılayarak randevu talebinde bulunacaktır. Ancak eski dava arkadaşı İsmet İnönü de dedikodulardan etkilenmiş olacak ki garda karşılaştığı Yunus Nadi’ye oldukça soğuk davranır ve “ticari amaçlar uğruna gazetesinde böyle yazılar yazılmasına” hükümet olarak izin vermeyeceğini söyleyerek gardan ayrılır.
Kapatılacak uyarısı
Nadir Nadi, kendi yazısı yüzünden babasının güç durumda kalmasına fena halde üzülür. Olayı duyduktan bir saat sonra da dönemin Basın Yayın Genel Müdürü Selim Sarper telefon ederek, Nadir Nadi’yi bu konu ile ilgili yazı yazmaması konusunda uyarır. Aksi halde gazetenin kapatılacağı uyarısında bulunur. Nadir Nadi, o anki ruh halini şöyle anlatıyor:
“Salim Sarper’in uyarısı üzerine ben hepten sinir kesilmiştim. Öyle bir yazı yazayım ki dedim kendi kendime, kimse farkına varmasın, yalnız İsmet Paşa ne demek istediğimi anlasın. Oturup gençlik üzerine bir yazı döktürdüm. Yazının son bölümünde şöyle dedim: ‘Bugünkü Türk gençliği, eski hasta adam devrindeki marazi gençliğe benzemez. Bugünkü gençlik faaldir, sağlam görüşlüdür, yurt meseleleri üzerinde hassastır ve idealisttir.’ ”
“Atatürk Gençliğinin Kudreti” başlıklı bu yazı “Alman Realitesi” yazısından dokuz gün sonra yayımlanır. Bu yazı üzerine Cumhuriyet gazetesi, 11 Ağustos günü 90 gün süre ile kapatılır. 
Ancak kapatma kararında ilginçtir Nadir Nadi’nin yazıları değil, Anadolu Ajansı tarafından geçilen ve İran gazetelerinden alıntı yapılan “Molotof’tan Şikâyet Ediyoruz” başlıklı haber gerekçe olarak gösteriliyor. Matbuat Umum Müdürü Selim Sarper imzasıyla gelen kapatma kararında “Molotof’tan şikâyet ediyoruz” başlıklı haberde tırnak kullanılmadığı için sanki Türkiye şikâyet ediyormuş gibi bir algı oluşabileceği, Sovyetler ile ülkemiz arasında telafisi zor bir süreç yanaşabileceğine dikkat çekiliyor. Sonuçta asıl neden Nadir Bey’in yazısı olmasına rağmen “Molotof” haberi bahane edilerek gazete 90 gün süre ile kapatılıyor.

Karartma Günleri-2

Nadir Nadi’nin yazısı ve Ali Ulvi’nin “Uçtu uçtu” karikatürü nedeniyle düğmeye basıldı.

DP’nin ezici çoğunlukla tek başına iktidara geldiği 1950 seçimlerinde DP listesinden bağımsız milletvekili olarak seçilen Nadir Nadi parlamentoya girdi. Tek başına iktidara geldikten sonra laiklikten taviz veren politikaları nedeniyle o partiden bağımsız milletvekili seçilen Nadir Nadi, yazılarında iktidar partisinde uyarılarda bulunur. 
DP’nin ikinci döneminde hükümetle Cumhuriyet’in arası iyice açılır. Nadir Nadi, yazılarında genellikle ılımlı bir dil kullanarak iktidarın yanlış uygulamalarını eleştiriyordu. Ancak Başbakan Adnan Menderes, bu ılımlı yazılara bile tahammül edemiyor, Nadir Bey ile rastlaştığında elini sıkarken yüzünü çeviriyordu. Menderes, surat asmakla da kalmıyor, gazetenin ve Nadir Nadi’nin eleştirilerine kızdığı zaman, bir gazete için yaşamsal önem taşıyan kâğıt, reklam ve mürekkep temininde yasal engeller çıkarıyordu. Menderes’in o günlerde Cumhuriyet’e öfkesini gösteren bir olayı Yeni Sabah gazetesinin sahibi Safa Kılıçoğlu sonradan Nadir Nadi’ye anlatır. Nadir bu olayı şöyle anlatıyor:
“Yeni Sabah ile matbaalarımız Cağaloğlu’nda karşı karşıyaydı. Aramızda dar bir sokak vardı. Dostluklarının iyi olduğu dönemlerde sık sık bir araya gelip yemek yerlermiş. Cumhuriyet’e kızdığı günlerden birinde pencereden bizim makine dairesini göstererek ‘şu sokağı genişletmek lazım. Cumhuriyet binasından üç metre istimlak etsek nasıl olur’ diye sormuş. Karar verip de uygulamaya koysaydı, Cumhuriyet’in koca rotatifi sökülecek, gazete de kuşkusuz kim bilir ne güne kadar çıkamayacaktı.”
Nadir Nadi, 1957 seçimlerinde adaylığını koymaz ve milletvekilliği sona erer. 1957 seçimleri, DP’nin oylarının düştüğünü kanıtlar. Otuz kişilik CHP Meclis grubu, bu seçimlerde 170’e yükselmiştir. Oyları düşen DP iktidarı, politikalarını gözden geçirmek yerine daha da otoriterleşir ve toplum içinde kutuplaştırıcı politikalarına her gün bir yenisini ekler. 

10 gün kapatıldı

1960 Nisanı’nda yargının yetkilerinin Meclis’te DP’li milletvekillerinin oluşturduğu “Tahkikat Komisyonu”na devredilmesi bardağı taşıran damla olur. Nadir Nadi, “Tahkikat Komisyonu” ve DP iktidarının giderek otoriterleşmesi üzerine 27 Nisan günü “Nasıl Bir Rejime Gidiyoruz?” başlıklı yazısında sert eleştiriler yöneltir. Yazısını “Böyle bir idare anlayışı insanın tabiatına aykırıdır ve uzun süre ayakta kalamaz” diye bitiren Nadir Nadi, DP iktidarını fena halde kızdırmıştır. Ancak ertesi gün 28 Nisan’da hem İstanbul hem de Ankara’da öğrenci olaylarının başlaması ve olaylar sonrasında sıkıyönetim ilan edilmek zorunda kalınması nedeniyle gazeteye karşı harekete geçilmez. Nadir Nadi’nin yazısından üç gün sonra 30 Nisan 1960 günü Cumhuriyet’in birinci sayfasında Ali Ulvi’nin karikatürü nedeniyle düğmeye basılır. Altında “Uçtu uçtu” yazısı bulunan karikatür, başta Neron, Hitler, Mussolini, Batista olmak üzere beş altı diktatörü çizerek Menderes’e kendisinin de diğer diktatörler gibi de er geç gideceğini hatırlatıyordu.
Karikatürün yayımladığı günün sabahında Nadir Nadi, Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan çağrılır. Gazetenin o günkü sayısı erkenden toplatılmıştır. Öğleden sonra gazetenin on gün süre ile kapatıldığını tebliğ eden Sıkıyönetim Komutanlığı tezkeresi Nadir Bey’in eline tutuşturulur. Karikatürü çizen Ali Ulvi de gözaltına alınıp Davutpaşa Kışlası’na götürülür.

Ne İsa’ya ne Musa’ya

1960’ta ordunun yönetime el koymasından sonra da Cumhuriyet gözaltındadır. Temmuz ayının sonlarına doğru gazetenin Ankara temsilcisi Ecvet Güresin, Nadir Nadi’yi arayarak ordu içinde o güne kadar görülmemiş bir tasfiye hareketi gerçekleştirileceği, 5-6 bin subayın resen emekli edileceğine dair güvenilir kaynaklarca da teyit edilmiş bir haber yazdığını bildirir. Nadir Nadi, haberi yayımlamakta tereddüt ederek bekletir. Ancak birkaç gün sonra Harp Akademileri diploma töreninde yan yana oturduğu Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in de “Ordu içinde bir ameliyat şart” şeklindeki sözleri üzerine bekletilen “Orduda tasfiye” haberini yayımlar. Haber yayımlanınca Milli Birlik Komitesi üyesi Muzaffer Özdağ, Nadir Nadi’yi arayarak pek de kibar olmayan bir dille, Ankara’ya çağırır. Nadir Nadi’nin oğlu yerindeki Muzaffer Özdağ’ın emir kipi kullandığı daveti karşısında canı fena halde sıkılır. Ertesi gün Ankara’ya giden Nadir Nadi, aralarında Muzaffer Özdağ, Orhan Kabibay, Münir Köseoğlu, Fazıl Akkoyunlu gibi MBK üyelerinin de bulunduğu komutanlarla buluşur. Habere öfkelenen komutanlardan biri,
- Bu gazeteyi yöneten kafa kimdi, diye sorar.
Nadir Bey, her zamanki nezaketiyle cevap verir:
- Ben olduğumu sanıyorum.
Komutanların haberin kaynağını söylemesi için sıkıştırmaları ve mahkemede bir sanığı sorguya çeker gibi muamele etmeleri üzerine Nadir Bey’de şalter atar ve ayağa kalkıp kararlı bir sesle çıkışır:
“Siz yönetime el koymuş kimselersiniz. İsterseniz gazeteyi kapatır, isterseniz beni tutuklarsınız. Hesap vereceğiniz yasal bir kuruluş yok nasılsa. Ama rica ederim bana karşı burada Tahkikat Komisyonu yöntemleri uygulamayınız.”
Nadir Bey’in bu sözlerinden sonra komutanlar, “Estağfurullah, ne münasebet, arkadaşça sohbet ediyoruz” diyerek sorgulamayı keserler. (sürecek)
Miyase İlknur / CUMHURİYET

Nasıl Bir Rejime Gidiyoruz?

NADİR NADİ
27 Nisan 1960
Ey ulu Tanrım, nereden kalktık, nereye vardık? Tek parti rejimine son verecektik. Yurdumuz hürriyet güneşi ile ışıl ışıl parlayacaktı. İnsan hakları bütün heybetiyle yürürlüğe konacaktı. Düşüncelerinden ötürü hiçbir vatandaşın kılına zarar gelmeyecekti. İdare tarafsız olacaktı. Herkese eşit muamele yapılacaktı. Yargıçların güvenliği daha sağlam hale getirilecekti. Serbest ve dürüst seçimlerle kurulan çok partili Meclis, anayasanın ışığı altında icra organını rahatça denetleyecekti. Basın, Türkiye’deki hürriyet rejimini lekesiz bir ayna gibi dünyaya yansıtacaktı. 
Bu tatlı rüyayı belki dört yıl kadar yaşadık. 1954 yılı ile beraber hafiften bir geriye dönüş başladı. İnsanca yaşama rejiminin nimetlerini tam devşireceğimiz sırada iktidar başlarının huzuru kaçmaya, sabrı tükenmeye yüz tuttu. Bir kısıntı devrine girdik. Basına el atıldı, siyasal toplantılara engel olunmak istendi, yargıç güvenliği sarsıldı, seçim kanunundaki eşitlik şartları zedelendi.
Bu tedbirlerin iktidarı huzura kavuşturamayacağını, tam tersine, iktidarla beraber milletin de huzurunun bozulacağını, her tedbirden sonra bir yenisine başvurmak gerekeceğini daha ilk günden başlayarak burada yazdık, yazdık ve yazdık. İçeriye ve dışarıya karşı demokrat görünüp de yurdumuzda fiili bir tek parti rejimini kurup yürütmeğe imkân olamayacağını dilimizde tüy bitene dek söylemekten bıkmadık. 
Yazık ki ilgililere gerçeği anlatamadık. 
Bugün Büyük Millet Meclisi’nde görüşülecek olan kanun teklifi kabul edildiği takdirde, artık Türkiye’de bir hürriyet rejiminin göstermelik kabilinden olsun yürürlükte bulunduğunu, ne içeride, ne dışarıda kimseye kabul ettiremeyeceğimizdir. Büyük Millet Meclisi tarafından soruşturma komisyonuna tanınması istenen yetkiler, anayasanın vatandaşlara sağladığı hak ve hürriyetleri tamamen ortadan kaldıracak kuvvettedir. Komisyon, dilediği kimseyi dilediği gibi sorguya çekecek, evlerde, bürolarda araştırmalar yapacak, her türlü evrak, vesaik ve eşyayı zaptedebilecek, vatandaşlara ceza verebilecek, gazeteleri toplatabilecek, hatta matbaaları kapatabilecektir. Komisyonun bu tasarruflarına karşı vatandaşa hiçbir itiraz hakkı tanınmamaktadır.
İtiraf etmeli ki, bu şartlar altında bir hukuk rejiminin himayesi altında yaşadığımızı iddia etmek güç olacaktır.
Ama buna rağmen iktidar sorumluları ne kendilerini, ne de yurdumuzu özlenen huzura kavuşturamayacaklardır. Hukuka ve adalete sırt çevirenleri bekleyen akıbet, önünde sonunda hüsrandır. Hukukun olmadığı yerde jungle (hengâme) rejimi hüküm sürer. Haklı haksızı değil, kuvvetli zayıfı yener. Böyle bir idare anlayışı ise insan tabiatına aykırıdır; uzun zaman payidar olamaz.

Avrupa Birliği’ne ne olacak? - Mustafa Türkeş / SOL

Bu konuda üç ana eksenin oluştuğunu söylemek mümkündür. İlki, ana akım görüşün iki yüzünü, ikincisi sol-liberal yaklaşımı, üçüncüsü ise sosyalist ve komünistlerin duruşudur.  

İlk gruba mensup görüşler, pandemi karşısında AB’nin dayanışma gösteremediğini, savunduğu demokratik normların büyük çoğunluğunu tükettiğini, Avrupalı ulusları bir arada tutacak yeni bir şey üretemediğini böylece AB’nin hızla dağılacağını ileri sürmekte. Aynı grupta, madalyonun diğer yüzünden bakanlar, AB’nin bu krizi de atlatacağını, Avrupa Birliği’nin dağılmasının Avrupa ulusları arasında savaşa yol açacağını, AB’nin başat aktörleri, Almanya ve Fransa’nın bunu bildiği ve işlerine yaradığı için AB’nin dağılmayacağını ileri sürmekteler. 
Bu grup yaklaşımda iki farklı öngörü bulunsa da esasen ikisi de tek bir varsayımdan hareket ediyor: “Avrupa bütünleşmesi savaşı önlemeyi öngören Avrupa ulusları arasında bir barış projesidir”. Bu bakış açısı içinde AB içi hiyerarşik yapıya, örneğin Almanya ve Fransa’nın başat ve baskın durumda oluşlarına eleştiri getirenler bulunsa da son tahlilde bu grupta bulunan yaklaşımlar sınıflar arası eşitsizlik toplumsal düzeni tehdit eder noktaya gelmediği zamanlarda sınıfsal farklılıkları göz ardı eder. Tarihsel verilerin gösterdiği üzere bugüne kadar temel insan hakları değerlerini savunan demokratlık ve sosyal demokrasi tam da madalyonun iki yüzünü temsilen bu noktada çok işlevsel bir rol üstlendiler. 
Bugün bu rolü ne demokratlar ne de sosyal demokratlar üstlenebiliyorlar! Adını doğru koyalım, uzun süredir yaşanan gerçek şu; AB’de merkez sağ ve solun çöküşü gerçekleşti. Bu grupta bulunan ana akım yaklaşımın iki yüzü de AB içinde de eşitsizliğin giderek arttığının farkında ve bunun yaratabileceği toplumsal sorunlara karşı sosyal demokrasiyi yeniden öne çıkarmaya, çare olarak sunmaya, çalışıyorlar. 
Bir başka yönüyle, pandemi dönemi - sosyal demokrasi nasıl kurtarılabilir - sorunsalına ivme kazandırdı. Çoğu sosyal demokrat partiler adeta pandemiden medet umar durumda. Geçmişte sosyal devletin inşa ettiği sağlık hizmetlerinin yok edilişine adeta seyirci kalan, güya-karşı koyan, “ama sistemden zengin ile fakir aynı ölçüde yararlanmıyor”, “zenginler biraz olsun katkı koysunlar”, “eşitsizliğin azaltılması böyle olur” diyenler bugün esasen halk sağlığının tartışmasız kamusal hizmet alanı olduğunu, bunun planlı yapılmadığı durumda sermayeye hizmet etmekten başka bir işe yaramadığı, sermaye ile flört etmenin bedelinin ise ağır olduğunu ancak pandemi ile görebildiler.
Ne yazık ki, ana akım yaklaşımların bu girdaptan çıkış önerileri, bir süre önce yaptıkları gibi (bir kısmı halen devam eden) neoliberalizme karşı sergiledikleri tavırdan farklı gözükmüyor. 1990’lı yıllarda yaptıkları gibi, bugün de kapitalist-emperyalist sisteme karşı çıkmak yerine bu sistem içinde neoliberal politikanın revize edilmesiyle sorunların aşılabileceğini varsayıyorlar.
Neoliberal politikanın revize edilmesi elbette bazı sorunları kısmi olarak azaltabilir, ancak bu palyatif, kısmi sorun çözücü olmanın ötesine geçemez. Sorun yeniden, dönüşerek, ortaya çıkar.
Yukarıda özetlediğimiz ana akım yaklaşımın iki temsilcisinin de analizlerinde noksan ve hatalı yönlerin bulunduğunu dile getiren eleştirel, sol yaklaşımlar da var. Bunlar AB’nin geleceğini tartışırken öncelikli meselenin Avrupa barışı olmadığının altını çizdikten sonra, AB içinde eşitsizliğin arttığına dikkat çekmektedirler. Sosyal demokrasiye yeşil ışık yakan, örneğin Yanis Varufakis’in önerdiği “İlerici Enternasyonalizm” oluşturma fikri, sol-liberal duruşu temsil eder. Bunların amacı öncelikle eşitsizlik hızının artmasının önlenmesidir. Gelir dağılımına müdahale edilerek bunun mümkün olacağını ileri sürmektedirler ki, bu sol-liberallerin sistemi dönüştürmekteki sınırlılıklarını gösterir.
Yukarıda bahsedilen yaklaşımların hepsine temelden eleştiri getiren yaklaşımların sonuncusu, sosyalist ve komünistlerin duruşudur. Bunlar AB’nin geleceğini tartışırken geçmişte olduğu gibi, bugün de esas itibarıyla AB’nin oluşumundan bugün pandemi karşısında gösterdiği tutuma kadar hepsinin sınıfsal niteliği bulunduğunu, AB’nin işçi sınıfının sorununu geçmişte çözmediği gibi, ileride de çözebileceğini ileri sürmenin temelde yanlış olduğunu savunmaktadır. Bunlara göre sorun eşitsizlik hızının artması veya azalması ile sınırlı değildir. Sorun eşitsizliğin azaltılmasıyla da giderilemez. Bu noktada sol-liberal yaklaşımlardan farklıdırlar. 
Açıkça söylemek gerekirse, AB’nin geleceği konusunda en net tavrı gösterenin sosyalist ve komünistlerin olduğunu söylemek mümkündür. Bunlar AB’yi kapitalist-emperyalist sistemin bölgesel bir birliği olduğunu, bu sistem içinde hareket ettiği için AB’nin sermayenin çıkarlarına hizmet etmekten başka bir işlevi olmadığını, son tahlilde kapitalist-emperyalist sistem ilga edilip yerine sosyalist sistem kurulduğunda sorunların çözülebileceğini savunmaktadırlar. Doğru duruşa ne denebilir ki!
Mustafa Türkeş / SOL

Türkiye'nin fatura gerçeği: İşte iki yılda yaşanan soygunun özeti...- Serhat Yılmaz / SOL

Şirketlerin daha fazla kârı için elektrik ve doğalgaza gelen zamlar özellikle son yıllarda giderek artarken, faturaların 2018 yılında bu yana gösterdiği fahiş artışı eski Samsun Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı ve Samsun Çevre Platformu Sözcüsü Mehmet Özdağ ile konuştuk. Özdağ, iki yıl içinde soygunun boyutunun ulaştığı noktayı çarpıcı örneklerle anlattı.


Elektrik ve doğalgazda yapılan özelleştirmeler sonrası patronlar kârlarına kâr katarken, halk büyük bir yoksulluk çekmeye devam ediyor.
Artan tüketim, dağıtım bedelleri, vergiler ve fonlar faturaları halkın korkulu rüyalardan biri haline getirdi.
Faturaların 2018 yılında beri gösterdiği fahiş artışı eski Samsun Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı ve Samsun Çevre Platformu Sözcüsü Mehmet Özdağ ile konuştuk.

Türkiye'de elektrik faturaları, bir yıl öncesine göre yüzde 32 daha fazla ödeniyor. Elektrik faturalarındaki bu fahiş artışın nedeni nedir?

Elektrik maliyetlerimizin yüzde 32 artması, meskenler için geçerli. Sanayi ve ticarethanelerde bu oranın çok daha fazla olduğunu görüyoruz. 2018 yılı Türkiye'deki ekonomik krizin görünür hale geldiği yıl. Mızrağın çuvala sığmaması, özellikle dövizdeki aşırı yükselmeden dolayı Türkiye'de üretimin azalması, sanayi üretiminin düşmeye başlaması ve enerji maliyetlerinin artması enerji sektörünü büyük bir krize soktu. Çünkü, Türkiye'de özellikle son 15-20 yıldır ekonominin yüzde 6-7 oranında büyüyeceği gibi bir projeksiyon ile enerji üretim sektörünün büyümesi hedeflendi. Bu büyüme içerisinde de özel sektörün bir takım kamusal kaynaklar garanti verilerek dışarıya sınırsız borçlanmasının önü açıldı. Ancak bu abartılı büyüme projeksiyonları, Türkiye'de ciddi bir atıl kapasite sorununa neden oldu. Enerji sektörünün 2019 yılı içerisindeki borç stoku 50 milyon doların üzerindeydi. Bunun zannediyorum 47 milyon doları yapılandırıldı, 2019 sonrasındaki ödeme takvimine bağlandı. 2020 yılı içerisinde enerji sektörünün 47 milyon dolarlık borcunun ne durumda olduğu basında hiç yer almadı. Ki bunun 12-13 milyon doları dağıtım şirketlerinin. 2019'daki borçlar da durmadı, artarak devam ediyor. Bize yansıyan maliyet artışının en büyük sebeplerinden biri bu plansızlık. Kamusal bir plan yok. Enerji sektöründe üretim, iletim ve dağıtım uçtan uca tek bir kamusal bakış açısıyla piyasaya terk edilmeden planlaması gerekiyordu. Fakat enerji üretim sektörü, dağıtım sektöründen bağımsız ele alındığı, diğer sanayi, üretim politikaları gözetilmeksizin bütünlüklü bir bakış açısıyla bakılmadığı için bize yansıyan tarafı bu. Türkiye petrolün yüzde 98'ini, enerjinin yüzde 90'ını dışarıdan ithal ediyor olabilir. Dolayısıyla döviz kurlarındaki hareketlilik ve Türkiye ekonomisinin yönetilemez hale gelmesi ister istemez enerji maliyetlerine yansıyor. 

Dağıtım bedeli yüzde 84 arttı

Peki bu artış, faturalardaki hangi kalemlerden kaynaklanıyor? 

Burada çok vahim olan bir durum var. Mesken aboneleri üzerinden konuşursak, 2018 Temmuz'unda 100 kilowatt saatlik bir elektrik tüketiminde hane 46 liralık fatura ödüyormuş. 46 liralık faturanın 24 lirası enerji bedeli, 13 lirası dağıtım bedeli, 9 lirası vergi ve fonlardan oluşuyormuş. 
Nisan 2020'ye geldiğimizde 100 kilowatt saatlik bir elektrik tüketimine mesken aboneleri olarak 34 lirası enerji bedeli, 24 lirası dağıtım bedeli, 14 lirası da vergi ve fonlar olmak üzere 72 lira olduğunu görüyoruz.
Tek kişinin asgari ücretle ile çalıştığı ve iki de çocuğun bulunduğu bir hanenin ortalama aylık elektrik tüketimi 200 kilowatt saat. Bu durumda böyle bir hanenin aylık elektrik faturası 140 lirayı buluyor. 
Artış oranlarına bakarsak mesken aboneleri için enerji bedeli yüzde 42 artmış, dağıtım bedeli yüzde 84 artmış, faturaların toplam artışı da yüzde 54 olmuş. Şimdi enerji bedelindeki artışı anlayabiliriz. Doğalgaz, kömür ithalatı var, bir üretim süreci var. Buradaki maliyet artışını anlayabiliriz. Doğru buluruz demiyorum, anlayabiliriz diyorum. Fakat dağıtım bedelindeki yüzde 84'lük artışı anlayamıyorum. Dağıtım şirketlerinin nasıl bir gideri var ki bir buçuk yılda yüzde 84'lük bir artış getiriyor. Burada bir ithal girdi yok. Toptancıdan aldığı elektriği dağıtıyor. Buna dikkat çekmek gerekiyor. 

Abonelerin yüzde 7'si faturalarını ödeyecek durumda değil

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçimlerden önce vaat ettiği elektrik tüketim desteği nedir? Kimler, nasıl faydalanabiliyor bu destekten?

2018'de ekonomik kriz ile perişan olan dar gelirli, geçim sıkıntısı çeken ailelerin elektrik faturalarına destek olmak adına bir seçim yatırımı yapıldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'ndan destek alan hane sayısına göre bir çıkarımda bulunuldu. Buna göre, Türkiye'de 2.5 milyon elektrik abonesinin bu desteğe ihtiyacı olduğu söylendi.
Türkiye'de mesken abone sayısı 2018 rakamlarına göre 35 milyon 827. Kayıtlı mesken abonelerinin yüzde 7'si elektrik faturasını ödeme gücüne sahip değil. Bu korkunç bir rakam. Bu yoksullaşmanın da fotoğrafını ortaya koyuyor.
Samsun'da da bu oran Ocak 2020 tarihi itibari ile 13 bin 200 abonenin elektrik tüketim desteği aldığını görüyoruz. Türkiye rakamları ile benzerlik gösteriyor.
Elektrik tüketim desteği de dört kategoride hanelere veriliyor. İki kişinin yaşadığı bir hane için ayda 75 kilowatt saat, 53 TL'ye denk geliyor, üç kişinin yaşadığı hane için 100 kilowatt saat, 71 TL'ye denk geliyor, dört kişilik haneler için 125 kilowatt, 88 TL'ye denk geliyor, beş kişinin üzerindeki haneler içinde 150 kilowatt saat bu da 107 TL'ye denk geliyor. 1 Nisan 2019 tarihinde verilen destek rakamları ile 1 Mart 2020 tarihi arasındaki destek rakamları arasındaki artışı oranladığında net olarak meskenler bazında bir yılda elektrik faturalarının yüzde 32 arttığı görüyorsunuz. 
Samsun'un üzerinden, 1 Nisan 2019 tarihinde 7 bin 111 hane elektrik tüketim desteği alırken, Ocak 2020'de bu sayı 13 bin 200'e yükselmiş. Bu veriler bize hane bazında yoksullaşmanın nasıl arttığını gösteriyor. Covid-19 verilerine henüz ulaşmadık, Haziran ayında alacağımızı tahmin ediyoruz. Ancak bu yoksullaşmanın arttığını tahmin ediyoruz. 
Yine Samsun üzerinden, Covid-19 salgınından önce abonelerin yaklaşık yüzde 5'i faturaları zamanında ödeyemediği, elektrik kesintisine uğradığı hesaplamaları var. 

Doğalgazda fatura yüzde 64 arttı

Peki doğalgazda ve suda durumlar nasıl? Benzer bir artış mevcut mu? 

Doğalgaz ve suyu konuşurken ister istemez aylar bazında konuşmak zorundayız. Ankara'da yaşayan bir ailenin aylık doğalgaz tüketimi ile Antalya'nın, Adana'nın, Samsun'un aylık doğalgaz tüketimi farklılık gösteriyor. Ben kendi yaşadığım şehrindeki dağıtım şirketi üzerinden hesaplama yaptım. Samsun'da bir hanenin ortalama doğalgaz tüketimi yılda 1000 metreküp. Bu 1000 metreküp üzerinden hesap yapıldığında, 2018 yılının Temmuz ayında  85 lira olan aylık doğal gaz faturası şu anda 140 lira. 2018 Temmuz ayından bugüne bir hanenin ödediği fatura, yüzde 63-64 artmış. 
Su faturası açısından incelendiğinde de Samsun'da benim edindiğim rakamlara göre, hane başına su tüketimi 15 metreküp. Mütevazi görülebilir. Diğer illerde farklılık gösterebilir. Buradaki referans hane asgari ücretle tek kişinin çalıştığı, iki çocuğun olduğu ve asgari geçim indirimi alınan bir hane. Böyle bir hanenin aylık ortalama su tüketimi 15 metreküp. 2018 yılı Temmuz ayında Samsun'da böyle bir hanenin ödediği su faturası 68 lirayken, bu tutar şu an 85.73 lira. 

İletişim ve haberleşme giderleri de artık evlerin olmazsa olmazlarından. İletişim ve haberleşme tüketimlerinin faturalandırılması neye göre yapılıyor peki? Bu faturalarda Türkiye ortalaması nedir?

Türkiye'de sabit telefon sayısı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK)'nun 2019 yılının son çeyrek verilerine göre 11 milyon 540 bin. Benim tahminim bunun 10 milyonu evlerde. Yaşlılarda cep telefonu kullanımı az, sabit telefonun daha yaygın olduğu görüyoruz. Evlerde geniş bant internet hizmetlerinin en az yüzde 80-85'i sabit telefon ile veriliyor hâlâ. 
Türkiye'deki sabit geniş bant abone sayısı 14 milyon 100 bin. Evine fiber, kablonet gibi bir biçimde kablo ile internet alan abone sayısıdır bu. 
Türkiye'de 35 milyon 827 bin elektrik abonesi var demiştik. Dolayısıyla 14 milyona oranlarsak, Türkiye'de her üç evden birinde ADSL yani sabit geniş bant bağlantısı var. Her üç evden birisinde sabit telefon var. 
2019 yılının son çeyreğinde Türkiye'de cep telefonu abone sayısı 77 milyon 200 bin. Türkiye'deki sabit telefonların ortalama faturası 31.72 lira. Türkiye'deki 77 milyon mobil hattın ortalama faturası 38 lira, operatörden bağımsız. Bu verilerle, tek kişinin asgari ücretle çalıştığı, iki çocuğun olduğu bir hanedeki haberleşme fatura masrafını en düşük ücretten hesaplayalım. Bu hane de ayda 31.72 lira ya sabit ya internet gideri yazıyoruz. TÜİK'in verilerine göre 2019 yılı hane halkı sayısı ortalama 3.4 kişi. Bunu dört kişiden üçünde telefon var buna göre hesaplayacağız. Bir kişinin mobil hat faturası ortalama 38 TL demiştik. Tüm bunlarla birlikte referans hanenin, dört kişilik bir ailenin aylık toplam iletişim gideri 160 lira. 

Bütün faturaları bir araya getirdiğimiz nasıl bir tablo ile karşılaşıyoruz peki?

Bu faturaları üst üste getirdiğimiz zaman ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Nisan 2020'de tek kişinin asgari ücretle çalıştığı, iki çocuğun olduğu bir hanenin 142 lira elektrik faturasi, 140 lira doğalgaz faturası, 85 lira su faturası, 160 lira haberleşme gideri var. Bunun içinde kesinlikle televizyon gideri yok. Aile yayını belediyeden bedava alınıyor, Netflix, Blu Tv, Digiturk, D-smart, Tivibu bu haberleşme giderlerinin içerisinde yok. Bunların hepsini topladığımızda 527 lira yapıyor. Yani asgari ücret ile geçinen bir aile 527 lira, ev kirası, gıda, sağlık, giyinme dışında sadece faturalara veriyor. 

Tek kişinin asgari ücretle çalıştığı, asgari geçim ücreti alan, iki çocuğu olan bir hanede 2018 yılında aylık elekrik, su, doğalgaz ve iletişim giderlerine 363 lira ödeniyordu ve asgari ücret 1679 liraydı. Bu durumda asgari ücretin yüzde 22'si faturalara gidiyordu. 
2019 yılında aylık elekrik, su, doğalgaz ve iletişim giderleri 413 lira olmuş ve asgari ücret 2116 lira. Aylık gelirin yüzde 20'si yine faturalara gidiyordu.
2020 yılında fatura giderleri aylık 527 lira ve asgari ücret 2435 lira oldu. Yine aylık gelirin yüzde 22'si faturalara gidiyor. 
Bu rakamlar Covid-19 salgını döneminden bağımsız. Dezenfektana, maskeye, sağlık giderlerine para harcanmamış hali ve hala çalışabilir durumda. Ücretli izne çıkarılmadı, işten atılmadı. 
Bir de sokağı gerçeği var. Covid-19 nedeniyle işsiz kalanların sayısını her geçen gün arttığını biliyoruz. Çalışıyor olarak görünüp ücretsiz izne ayrılmış olanlar var. 
Serhat Yılmaz / SOL

Salgın hastanesine turist getirmek: Ayranı yok içmeye…- İlker Belek / SOL

İktidar salgının oluşturduğu koşulları yağma fırsatına çevirerek pandemi için inşa edildiği söylenen hastaneleri 'sağlık turizmi'nde kullanmaya hazırlanıyor. AKP'nin sağlık turizmi için özel hastane patronlarına ve turizm şirketlerine büyük destekler verdiği biliniyor ama daha halkın sağlığını koruyacak hizmetleri organize edebilmiş değil.

İstanbul’da inşa edilmekte olan salgın hastanelerinin turizm sağlığı için kullanılacağı açıklandı.
Bu hastanelerin inşaatına 7 Nisan’da başlanmıştı.
Türkiye’nin mevcut yoğun bakım yatak kapasitesi Covid-19’lu hastaların tedavisi için şimdiye kadar yeterli oldu. Böylece iki salgın hastanesi bu salgın sürecinde boşa düşmüş oldular.
Artık bu durum nedeniyle mi hastanelerin sağlık turizmi amaçlı kullanılacağı açıklandı, yoksa en başından beri böyle bir plan mı vardı, bilmek mümkün değil.

Sağlık turizmi AKP’nin eski tutkusu

AKP sağlık turizmine eskiden beri önem verdi. Sağlığı hizmet ihracatının önemli bileşenlerinden birisi olarak ele aldı. Sağlık hizmetleri paket turizm programlarının içine yerleştirildi.
Sağlık Bakanlığı içinde 2010’da ayrı bir birim oluşturuldu, bu birim 2011’de Sağlık Turizmi Daire Başkanlığı düzeyinde organize edildi.(1)
AKP’nin özel sektöre verdiği teşvikler bu alanda kısa süre içinde pek çok derneğin ortaya çıkmasını sağladı. 2017’de bölgesel derneklerin birleşmesiyle Türkiye Sağlık Turizmi Dernekleri Federasyonu kuruldu.(2)

Sağlık turizminde özel sektöre hibe destekleri

AKP sağlık turizmi uygulamalarını standardize etmek amacıyla yetkilendirme süreci de başlattı. Kısa süre içinde 129 kamu hastanesi ve kamu ağız diş sağlığı merkezini (3) ve 698 özel hastane, özel poliklinik, muayenehane ve özel ağız diş sağlığı merkezini (4) yetkilendirdi.
2015 yılında yayımlanmış olan bir karar 2020’de yeniden düzenlenerek yürürlük süresi uzatıldı. Bu düzenleme özel ve üniversite hastaneleri ile sağlık turizmi şirketlerini ilgilendirir. Bunların sağlık turizmi kapsamındaki giderlerine devlet geri ödemesiz hibe şeklinde destek sunar. Hibe örneğin, reklam harcamalarına yüzde 60 oranında ve yıllık en fazla 400 bin Dolar; rapor ve yurt dışı şirket alımına yönelik danışmanlık hizmetlerine yüzde 60 ve yıllık en fazla 200 bin Dolar’dır.(5)

Desteklere rağmen güdük bir sektör

Sağlık turizminin gözde ülkeleri Kosta Rika, Hindistan, Malezya, Meksika ve Singapur’dur. 2017 için dünyadaki medikal turist sayısı 11 milyon, piyasa büyüklüğü 100 milyar Dolar, ziyaret başı harcama 3.400 Dolar’dır ve 2020 piyasa büyüklüğü 130-180 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir.(6) Covid-19 salgını 2020 beklentilerini tamamen geçersizleştirecektir. Oysa Bakanlık 2020 için 1 milyon hasta beklentisi içindeydi.(6)
Türkiye’nin piyasadaki payı 2014 için 1.104, 2015 için 904, 2016 için 637, 2017 için 763 milyon Dolar’dır.(7)
2018 yılında Türkiye’ye 551.748 sağlık turisti geldi. Sayı 2019’un ilk 10 ayında 650.000’i buldu. Ülkemizi en çok tercih edenler Azerbaycan, Almanya, İngiltere, Gürcistan ve İran vatandaşlarıdır. Kadınların geliş nedeni burun estetiği, erkeklerinki de saç ektirmedir.(6,8)
Bu veriler bir yandan da ülkemizin yöneldiği sağlık turizminin halk sağlığı ihtiyaçlarından tamamen uzak bir yapıya sahip olduğunu ve ekonomik kaygılarla organize edildiğini gösterir.

Gerçek ihtiyaçlarımız tamamen farklı: Türkiye kendi sağlığını koruyamıyor

Türkiye sağlık turizmi için özel hastanelere ve turizm şirketlerine büyük destekler veriyor ama daha kendi sağlığını koruyacak hizmetleri organize edebilmiş değil. Bu durum salgında bir kez daha ortaya çıktı.
Hatırlayacak olursak:
İktidar halka maske ulaştıramadı, maske dağıtımı organize edemedi, en sonunda parayla satma kararı aldı. Sağlık çalışanlarının koruyucu ekipman ihtiyacını tam olarak karşılayamadı, vakaların temaslılarına test yapmadı, gerekli nitelikte karantina uygulamadı.
Öte yandan Türkiye’nin koruyucu sağlık hizmetlerindeki zaafı eski bir sorun. Örneğin doğumların yüzde 51,5’i sezaryenle gerçekleştiriliyor; kadınların yüzde 60,6’sı kendi kendine meme muayenesini hiç yapmıyor; beş yaşından küçük çocukların yüzde 8,1’i obez; 15 yaş üstündekilerin yüzde 27’si sigara içiyor; 12-23 aylık çocukların ancak yüzde 66,9’u tam aşılı ve bu oran 2008’den beri (o zaman %86,2 idi) düşüyor; İstanbul’da 100 bin kişiye 126, Güneydoğu Anadolu’da ise ancak 29 uzman hekim hizmet veriyor. (9,10, 11)

Sonuç: AKP’nin sağlık politikaları halk sağlığına hizmet etmiyor

Dünyada da ülkemizde de halk koruyucu sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyuyor.
Kapitalist düzen her an bir bulaşıcı hastalık salgınının patlamasına uygun bir ortam oluşturuyor.
En önemli ölüm nedenleri arasında hava kirliliği geliyor. Hava kirliliği burjuvazinin sınırsız kar hırsından kaynaklanıyor.
Sıtma, verem, AIDS gibi enfeksiyonlar düşük gelirli ülkelerde başta gelen hastalık ve ölüm nedenleri arasında yer alıyor.
Türkiye’de her gün 4-5 işçi iş cinayeti nedeniyle hayatını kaybediyor.
Hal böyleyken pandemiden sağlık turizmine varmak; saç ekimi, burun estetiği yapacak sağlık şirketlerine kamu kaynaklarını hibe olarak aktarmak AKP’nin sağlık politikalarının iç yüzünü ortaya koyuyor.
İlker Belek / SOL

Münih Sovyet Cumhuriyeti - İbrahim Varlı / BİRGÜN

Birinci dünya savaşının neden olduğu büyük yıkımın hemen ertesinde 1917 Büyük Ekim Devrimi’nden ilhamla Almanya’da irili ufaklı birçok Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Savaşa karşı çıkan Kiel ve Wilhelmshaven’daki denizciler tarafından başlatılan isyan dalgası kısa bir zaman içinde bütün ülkeye yayıldı.

Lübeck, Bremenhaven, Coxhafen, Neümünster, Oldenburg, Kendsburg, Rostock Bremen derken bütün kuzey Almanya’yı saran dalganın ardından Hamburg’da, Berlin’de, Münih’te peş peşe Sovyet cumhuriyetleri ilan edildi.
Hemen her kentte işçi ve asker konseyleri kuruldu. Kuzeydeki Hamburg’tan en güneydeki Münih’e ve imparatorluklar başkenti Berlin’e uzanan hatta tarih sahnesine çıkan bu işçi-köylü-asker Sovyet cumhuriyetlerinin ömürleri kısa sürse de geriye büyük tarihsel deneyimler bıraktılar.
***
Bu deneyimlerden en çarpıcı olanlardan birisi ülkenin güney ucundaki Bavyera’da ilan edilen Bavyera/Münih Sovyet Cumhuriyetidir. Sovyet Konseyi bundan 101 yıl önce 6 Nisan 1919’da ilan edildi. Işçi konseylerinden, sendikalardan, köylülerden, sol/sosyalist parti ve gruplardan oluşan yaklaşık 150 kişi Bavyera Savunma Bakanlığı’nın konferans salonunda bir araya gelerek Bavyera Sovyet (Konsey) Cumhuriyeti’ni kuruluşunu ilan etti.
“Özgür ülke/devlet” Bavyera’nın başkenti Münih’teki “sosyalist cumhuriyet”in devlet başkanlığına oyun yazarı Ernst Toller seçildi. Münchener Räterepublik, Augsburg, Nürnberg ve Münih gibi Bavyera kentlerinde büyük heyecan yarattı.
***
Işbirlikçiler, ihanetçiler, reformistler ve faşistler yüzünden Münih Sovyeti bir ay dahi sürmedi. Toplam 28 gün Sovyet iktidarı yaşandı. Nürnberg’in yukarısında kuzeydeki Bamberg kasabasına kaçan önceki hükümetin birliklerine karşı kendisini savunmaktan başını kaldıramadı. Düzenli bir askeri birliğin olmaması, sürekli bir savunma hali işçi-asker konseyinin bütün enerjisini aldı.
Sovyetleri savunmak devrim hükümetini desteklemek için kurulan Münih Kızılordusu’na (rote armee) on binlerce gönüllü katılsa da bu da yetmedi. 3 Mayıs 1919 tarihinde Berlin’den gelen askeri birlikler ve para militer Freicorp güçleri Münih’e girdi. Işçiler, emekçiler, solcular, anarşistler kahramanca Sovyetler’ini savundu. Sokak savaşlarında binlerce devrimci öldürüldü. Münih Sovyeti ezildi. Aralarında komünist lider Levine’nin de olduğu yüzlerce kişi tutuklanıp idam edildi.
***
Sonra ne mi oldu?
Münih Sovyeti kanlı postallarla ezilirken aynı yerde Nazilerin tohumları ekilmeye başlandı. Ilk faşist örgütlenmeler burada boy gösterdi. Düzen hücreleri (Ordnungszellen) adlı örgütün üyeleri arasında birinci dünya savaşından henüz dönmüş olan onbaşı Adolf Hitler de vardı. Solun kalesinde Hitler ve arkadaşları kendi faşist karargâhlarını kurdu.
Sonrası malum. Hitler’in Nazi Almanyası insanlık tarihinin en büyük katliamlarına, kötülüklerine imza attı. Bütün dünya faşizmin kara bayrakları altında inlerken ikinci dünya savaşı dahil on milyonarca kişinin hayatına mal oldu.
***
1919’daki devrimci dalga öylesine bir dalgaydı ki sadece Almanya değil esasında bütün Avrupa’yı kasıp kavurmuştu. Avusturya’dan Italya ve Macaristan’a peşpeşe yeni Sovyetler ilan ediliyordu. Dağılan Habsburg Monarşisi’nin parçaları olan Avusturya’da savaş karşıtı grevler yapan işçiler Ocak 1918’de Viyana’da işçi konseylerini ilan ettiler. Aynı dönemde Budapeşte’de Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti ilan edildi. Italya’da da benzer bir süreç yaşandı.
Alman, Avusturyalı, Italyan devrim deneyimlerinin yenilgiye uğratılmasının faturasını sonraki yıllarda bütün insanlık kanlı ve acı bir şekilde ödeyecekti. Faşist rejimler, diktatörler dönemi başlayacak, insanlar, toplumlar, ülkeler birbirine düşmanlaştırılacaktı.
İbrahim Varlı / BİRGÜN

‘Dindar nesil’ projesi neden gençler üzerinde etkili olamadı? - BERKANT GÜLTEKİN / BİRGÜN

Londra merkezli The Economist dergisi, AKP iktidarının dindar nesil yetiştirme projesinin ‘ters teptiğini’ ve ‘gençlerin dine sırt çevirdiğini’ yazdı. ‘Dindar nesil’ projesinin neden işlemediği konusunda görüşlerine başvurduğumuz sosyologlar Yavuz Çobanoğlu ve Yasin Durak, gençlerin gelecekten beklentileri ile iktidarın gençlerden beklentileri arasındaki farka vurgu yaptı.


Türkiye’de devlet yönetiminde laikliğin erozyona uğratılması ve din eksenli bir anlayışın egemen hale gelmesi uzun yıllardır tartışma konusu. Bu tartışmanın bir diğer tarafını da AKP’nin gençlik üzerinde uyguladığı ‘dindarlaşma projesi’ oluşturuyor.
Konu, İngiliz The Economist dergisinin meseleye dair haberiyle yeniden gündeme geldi. Dergide yer alan 9 Mayıs tarihli yazıda, AKP iktidarının ’dindar nesil projesinin tutmadığı’ ve ‘gençlerin dinden uzaklaşmaya başladığı’ belirtildi.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın Ramazan ayının ilk günlerinde eşcinsellerin hedef alan sözlerinin ardından başlayan siyasi gerilimi sayfalarına taşıyan The Economist dergisi, konuyla ilgili önemli saptamalar yaptı.
Dergide yer alan ‘Türkiye homofobiye itiraz edenleri soruşturuyor’ başlıklı yazıda, Erbaş’ın sözlerinin dinde dayandığı bir noktanın bulunduğunu ve İslam’da eşcinselliğin hoş karşılanmadığı kaydedildi. Haberde birçok ülkede eşcinsel ilişkilerin yasak olduğu ancak Türkiye’de Anayasası’nda ‘laiklik’ prensibinden ötürü eşcinselliğin suç teşkil etmediği hatırlatıldı.
The Economist bununla birlikte, 10 yıl önce Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ‘iyi ilişkilere’ sahip olduğu dönemde Erdoğan hükümetinin, cinsiyete dayalı eşitsizliği ve ayrımcılığı yasaklayan İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladığını, hemen ardından İstanbul'da büyük bir Onur Yürüyüşü'nün düzenlendiğini fakat mevcut durumda Türkiye’de bu etkinliğin ‘yasaklı’ durumda olduğunu da vurguladı.
Bu satırların ardından The Economist, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ‘dindar nesil’ yetiştirme girişiminin arzu edilen etkiyi yapmadığına” dikkat çekti.
Yapılan çalışmaların gençlerin dinden uzaklaştığını gösterdiğini ifade eden dergi, “Belki bu yüzden iktidar ve Diyanet daha sıkı politikalar uygulamaya karar verdi. Türkiye'nin dindar nesil yetiştirme girişimi ters tepti, genç Türkler dine sırt çeviriyor” değerlendirmesinde bulundu.
‘DİNDAR NESİL’ PROJESİNİN EVVELİYATI
Türkiye’de AKP yönetiminin laikliğin altını oyan ve rejimi İslamcı anlayış doğrultusunda dönüştüren önemli uygulamaları olsa da, Erdoğan’ın ‘dindar nesil’ yaratma projesinin gençlik üzerinde tümüyle etkili olamadığı bir süredir çeşitli çevrelerce dile getiriyor.
‘Dindar-kindar nesil’ projesi, ilk olarak 2012 yılında o zamanlar Başbakan olan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından gündeme getirilmişti.
19 Şubat 2012’de, AKP İstanbul İl Gençlik Kolları’nın 3’üncü Olağan Kongresi'ne telekonferansla bağlanan Erdoğan, “Modern ve dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dilinin, dinini, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum” ifadeleriyle hayalindeki gençliğin karakteristiğini betimlemişti.
Erdoğan günümüze kadar ‘dindar-kindar nesil’ projesini belirli aralıklarla gündeme getirmekten vazgeçmedi. AKP’li Cumhurbaşkanı son olarak Kasım 2019’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 70. Yıl Kutlama Töreni'nde yaptığı konuşmayla ‘dindar nesil yetiştirme’ hayalini yineledi:
“İnşallah dindar bir gençlik, dindar bir nesil sizin ellerinizde yetişecek. Bunu başardığımız takdirde, çarşıda, sokakta, pazarda o zaman tinercisini, hırsızını, Allah'ın izniyle o zaman görmeyiz veya minimize ederiz. Alkolikleri görmeyiz, niye? Çünkü dindar gençlik bilecek ki alkol haramdır. Dolayısıyla o yola tevessül etmeyecek. Bu konularda atılacak adımlarla dindar neslin olduğu bir ülkede, inanıyorum ki tüm manevi değerler bir anda yüksek bir sıçrama yapacak ve birbirini menfaat, makam, mevki için değil Allah için seven bir millet ortaya çıkacaktır.”
ARAŞTIRMALAR İKTİDARI MEMNUN ETMİYOR
Ne var ki Türkiye’de gençlik kesimleri, tam anlamıyla bu proje ekseninde dönüştürülebilmiş değil. Araştırmalar, AKP’nin yoğun çabalarının aksine gençler arasında dindarlaşma eğiliminin düştüğünü gösteriyor.
KONDA Araştırma Genel Müdürü Bekir Ağırdır, Aralık 2019’da yaptığı bir değerlendirmede, “Dindar nesil yetiştirme çabaları siyasi mühendislik olarak kaldı” dedi. Ağırdır, gençlerin yaşam alışkanlıklarının dindarlaşma parametrelerine uyumlu şekilde ilerlemediğini şu verilerle açıkladı:
“Gençlerde oruç tutanlar yüze 74’ten 58’e düşmüş. Düzenli olarak namaz kılarım diyenler yüzde 27’den 24’e gerilemiş. Daha geç evleniyorlar. Yalnız yaşayanlar çoğalıyor. İnanç seviyelerinde ‘dindarım’ diyenler azalıyor. Ateistim diyenler 10 yılda yüzde 1’den yüzde 4’e çıkmış. Başını örtenler azalıyor yüzde 57-58’den 50’ye düşmüş.”
AMAÇ REJİMİ KALICILAŞTIRMAKTI
Türkiye’de gençlik kesimlerinin AKP’nin hedefleri doğrultusunda dönüşmemesinin altında bazı sosyal, ekonomik ve en nihayetinde siyasi nedenler yatıyor.
Konu hakkında görüşlerine başvurduğumuz isimlerden Sosyolog Doç. Dr. Yavuz Çobanoğlu, ‘dindar nesil yetiştirme projesinin aslında İslamcılığın ezelden beri var olan düşüncelerinden biri olduğunu’ dile getirdi.


Doç. Dr. Çobanoğlu, Munzur Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde görev yapıyor. Çobanoğlu'nun Gülenci yapılanmayı anlattığı
"Altın Nesil'in Peşinde" adında bir kitabı bulunuyor.




Gülenci yapılanmada bu hedefin ‘Altın Nesil’ şeklinde adlandırıldığını belirten Çobanoğlu, bu projenin AKP iktidarıyla birlikte bir miktar hedef değiştirdiğini ve ‘yeni rejimin temellerini sağlamlaştırmak için kullanılan politik bir tercihe dönüştüğünü’ vurguladı. Çobanoğlu, “Amaç, yeni rejimi artık geri dönülemeyecek biçimde destekleyecek dindar kitleler oluşturmaktı. Bu bir toplum mühendisliğiydi ve tarihteki benzerleri gibi dağılmaya mahkûmdu” dedi.
GENÇLER DİNDARLIKTAN UZAKLAŞMASIN DA NE YAPSIN?
Gelinen aşamada gençliğin ‘dini olan unsurlardan uzaklaşmaya başladığını’ söyleyen Çobanoğlu, bunun en önemli nedenlerini şöyle yorumladı:
“Ortaçağ’da değiliz, bugünün insanı dünyanın diğer yerlerindeki insanlar ‘nasıl yaşıyor’ hepsini görüyor, izliyor ve talep ediyor. Özellikle gençler de ‘dindar olacaksın’ talimatına uyan robotlar değil. Gençlik her dönem değişim ve farklılık talep etmiştir; kendisini ‘mutsuz’ eden her durumun da gayet iyi farkındadır.
Zira ‘dindar nesil’ projesinin de mutluluk değil, ‘huzur’ vaadi var, o da ‘öteki dünyada’… Hem kapitalist piyasa ekonomisi uygulayıp maddî dünyanın nimetleriyle vitrinleri süsleyeceksiniz hem de (özellikle) gençlerden ‘dindar’ olup, sadece manevî dünyaya çalışmalarını bekleyeceksiniz. Bu gençler ‘dindarlıktan’ uzaklaşmasın da ne yapsın?”
Çobanoğlu tüm bunlarla birlikte şunu da ekledi:
“Yine de ‘dindar nesil projesi’ sekteye uğrasa da ülkenin siyasetten, medyaya ve günlük yaşama kadar bir ‘dindarlaşma mecburiyetine’ sıkıştığını, buralarda kapsayıcı bir dil ile söylemler bütünü oluştuğunu da tespit etmek gerekiyor. İslamcılar bunda başarılı oldu ve işte ironik biçimde ‘dindarlaştırmak’ istedikleri nesil bir süre sonra buraları değişime zorlayacak.”
GENÇLİK PRATİKTE DİNDARLIĞA YÜKLENEN ANLAMLARI BENİMSEMİYOR
Konu hakkında fikirlerini aldığımız bir diğer isim olan Sosyolog Yasin Durak ise gençliğin gelecek hedefleriyle ‘Saray rejimi tarafından dindarlığa yüklenen günübirlik faşizan sorumluluklar’ın birbiriyle uyuşmadığının altını çizdi. Durak’a göre, gençlik ‘pratikte dindarlığa yüklenen anlamları ve görevleri benimsemiyor.’
‘Olgusal ispatını net görmemekle birlikte’ son dönemde gençlerin dinden uzaklaşmaya başladığını belirten birçok açıklamayla karşılaştığını belirten Durak, “Gençliğin deizme ve hatta ateizme yöneldiği’, ‘tüm yapılanlara rağmen İslami yaşam tarzını benimsemediği’ iktidar kalemlerince de kabul ediliyor. Hatta Recep Tayyip Erdoğan da çok değil, bundan 6 ay evvel, Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki konuşmasında ‘dindar gençlik istediği için imam hatiplilerin bile kendisine saldırdığını’ itiraf etti” şeklinde konuştu.



KHK ile ihraç edilen akademisyenlerden olan Durak, 'Emeğin Tevekkülü' kitabında dindarlığın emekçi sınıf
üzerindeki etkisini irdelemişti.




‘Dindar gençlik’ projesinin istenen seviyede işlememesinin sebebinin “Saray rejiminin ikame ettiği ‘yukarıdan dindarlık’” olduğunu kaydeden Durak, “Çünkü bir dönem baskı altında tutulduğu gerekçesiyle vicdanlara çağrıda bulunan dindarlık, bugün baskının ta kendisine dönüşerek vicdansızlığı telkin ediyor” dedi.
Durak, özellikle 15 Temmuz’dan sonra iktidarın dindarlara neredeyse bir tür ‘sivil militanlık’ görevi biçtiğini söyleyerek, gençlik ile ‘dindar nesil projesi’ arasındaki mesafeyi şu sözlerle değerlendirdi:
FAŞİZAN SORUMLULUKLAR GENÇLİĞE AYKIRI GELİYOR
“Hatırlanırsa Erdoğan, ‘dindar gençlik yetiştirmeyi başardıkları takdirde sokakta tinerci, alkolik ve hırsız görülmeyeceğini’ söyledi. Saray rejimi müdahil dindarlığı istiyor ve teşvik ediyor. Yolundaki çakıl taşlarının kendisine kalmadan sıradan yobazlıkla süpürülmesini istiyor. Zırt pırt linç rejimini göreve çağırıyor. Geçtiğimiz haftalarda Diyanet’in LGBTİ+ kimliği lanetleyen hutbesi gibi kurumsal olarak ya da bizzat Erdoğan’ın nefret söylevlerinde retorik olarak tekrar eden hedef göstermeler bunun işareti. Çünkü işler her sarpa sardığında, kendi paramiliter faaliyetlerini ‘milletin refleksi’ gibi göstermek, cihatçı milis ile yurdum dindarı arasında bir fark olmadığını savunmak durumunda. Saray rejimi tarafından dindarlığa yüklenen günübirlik faşizan sorumluluklar, yüzünü geleceğe çeviren gençliğin vicdanına olduğu kadar kariyer hesaplarına da aykırı. Ezcümle, Özlem Avcı’nın ‘iktidara tabi olarak onu aşmak’ dediği türden bir özneleşme arayışı söz konusu.”
BERKANT GÜLTEKİN / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

İran-İsrail savaşı dersleri (I): Türkiye nasıl savunulur? + İran-İsrail Savaşı Dersleri (II): ABD yalpalıyor mu? -soL-

İran-İsrail savaşı dersleri (I): Türkiye nasıl savunulur? -Yiğit Günay - Bugünkü dış politikayı iç siyasetten ayırmaya çalışanlar, Türkiye C...