9 Aralık 2020 Çarşamba

Salgın günlerinde asgari ücret gerçekleri - Erinç Yeldan / Cumhuriyet

 Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2021 yılı asgari ücret belirleme çalışmalarına başladı ve “Asgari ücretin düzeyi ne olmalıdır?” tartışmaları gündemimize oturdu. Öncelikle vurgulayalım, asgari ücret sadece bir aritmetik hesaplama meselesinden ibaret, teknik bir konu değildir. Asgari ücretin niteliğini ve kavramın özünü net olarak vurgulamak için, üç işçi konfederasyonunun -Türk-İş, DİSK ve Hak-İş- 20 Aralık 2019 tarihinde ortaklaşa yayımladıkları basın açıklamasından anımsarsak:

“Asgari ücret, işçi ve ailesinin günün ekonomik ve sosyal koşullarına göre insanca yaşamasını mümkün kılacak, insanlık onuruyla bağdaşacak bir ücrettir. Bu yönüyle asgari ücret, insanın yaşaması ve varlığını sürdürmesi için gerekli gelir kaynağıdır.”

Çok daha net bir ifadeyle, “asgari ücretin amacı, emekçinin aşırı düşük ücretlere karşı korunmasıdır”.

Dolayısıyla, soruna bu açıdan bakarsak, AKP ekonomi idaresi ve sermaye kesiminin sözcüleri tarafından öne sürüldüğü üzere, asgari ücretin Türkiye’nin dışsatım pazarlarında rekabetçiliğini törpüleyeceği ya da içinde bulunduğumuz iktisadi kriz koşullarını ağırlaştıracağı gerekçesiyle daha düşük düzeylere çekilmesi gerektiği savları hem gerçekdışı, hem de ulusal ve uluslararası sözleşmelerde belirlendiği biçimde kavramın özüne aykırıdır. Gerçekdışıdır, zira Türkiye’de asgari ücretin düzeyi yirmi altı Avrupa ülkesi ve ABD ile karşılaştırıldığında (Sırbistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’tan sonra) sondan dördüncü sırada yer almaktadır.

Kaldı ki Türkiye’nin içine sürüklendiği ekonomik ve sosyal krizin ana nedeni asgari ücretin ya da genel olarak ortalama ücret düzeyinin yüksek olması değil, bizzat AKP ekonomi idaresi tarafından uygulanmakta olan, ulusal ve uluslararası finans şebekesi tarafından da coşkuyla desteklenen spekülatif-yönlü, rantiyer tipi ahbap çavuş kapitalizmine dayalı çarpık, dışa bağımlı büyüme stratejisidir. Türkiye’yi sıcak para akımlarına bağımlı kılan ve ulusal ekonomimizi bir ithalat cennetine çevirmeyi amaçlayan bu tercih sonucunda, Türkiye dışarıdan sermaye girişleri olduğunda büyüyebilen, aksi durumda krize sürüklenen bir ekonomiye dönüştürülmüştür.

***

DİSK Araştırma Merkezi (DİSK-AR) tarafından hazırlanan ve hafta başında açıklanan “Salgın Günlerinde Asgari Ücret Gerçeği Araştırması” Türkiye’de asgari ücretin, toplam ortalama ücret düzeyini doğrudan belirleyen bir sınıra dönüştüğünü belgelemekte ve ulusal işgücü piyasalarının çarpık ve parçalı yapısını bir kez daha gözler önüne sermektedir. DİSK’in araştırma raporu bulgularına göre, 19 milyon 536 bine ulaşan toplam ücretlinin yüzde 17.1’i asgari ücretin altında; yüzde 38.3’ü asgari ücret ve asgari ücretin altında ücret geliri elde etmektedir. Çalışanların neredeyse yüzde 40’ı asgari ücret ve altında çalışırken; yaklaşık beşte birinin ise asgari ücretin iki katından daha fazla (2.945 TL ve üstü) ücret ile çalışıyor olması, Türkiye’nin gelir eşitsizliği sorununun ücretli kesim arasındaki uzantılarını ifade etmektedir.

Ücret eşitsizliği salt ortalamalar düzeyinde değil, cinsiyet bazında da yaşanmaktadır. DİSK’in araştırma raporu, 5.9 milyon kadın emekçinin yarısının asgari ücret ve altında ücret almakta olduğunu; bu oranın özel sektörde yüzde 68.8’e fırladığını belgelemektedir. Kadın emeği aleyhine süregelen ücret farklılaşması tüm işgücü piyasasında yaygındır. Rapora göre ortalama ücret ve maaşların asgari ücrete oranı, erkeklerde 1.49 iken, kadınlarda bu oran 1.24 düzeyinde kalmaktadır. Bu oranların, 2006’da sırasıyla, erkekler için 2.03, kadınlar için ise 1.81 olarak hesaplandığını ayrıca vurgulayalım. Dolayısıyla, Türkiye son 15 seneyi, giderek daha da yoğunlaşan biçimde, bir asgari ücretliler toplumu olarak geçirmiştir.

***

Son söz olarak, yasanın özünü bir kez daha anımsayalım: 4857 sayılı İş Yasası çerçevesinde asgari ücret, “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılanmasına yetecek ücret” olarak tanımlanmaktadır.

Dolayısıyla, asgari ücret, işçi ve ailesinin günün ekonomik ve sosyal koşullarına göre insanca yaşamasını mümkün kılacak, insanlık onuruyla bağdaşacak, bilimsel objektif yöntemler ve güvenilir verilerle tespit edilen taban ücreti olmalıdır. Asgari ücret bir pazarlık ücreti değildir.

Erinç Yeldan / Cumhuriyet

8 Aralık 2020 Salı

Pandemi yoksulları daha şiddetle vuruyor! - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Pandemi sağlık sistemini tamamen meşgul ederken, diğer sağlık hizmetlerine erişimi de zorlaştırıyor. Özellikle yoksul ülkelerde düşükler, bebek ölümleri, anne sağlığını tehlikeye atan yetersizlikler yaygınlaşıyor.



Covid-19 pandemisi hışımla gelen ikinci dalgayla birlikte tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Yıllardır ihmal edilen kamusal sağlık sistemlerinin yetersizliği, bu süreçte kendini daha yakından hissettiren kronikleşmiş eşitsizlikler salgının insani faturasını ağırlaştırıyor. Geçen günlerde İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın ve Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) iki raporu bu sorunları kapsamlı araştırmalarla masaya yatırdı (From Catastrophe to Catalyst Oxfam, Aralık 2020 ve Impact of the Covid-19 UNCTAD, Kasım 2020). Biz de Alphan Telek ile Medyascope TV’de bu çalışmaların bulgularını değerlendirdik.

Bu yazıda sözünü ettiğimiz raporların köşe taşlarını zaman zaman Türkiye koşullarını da göz önüne alarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

DB’NİN KAÇIRDIĞI FIRSAT

Oxfam’a göre salgın sağlık hizmetlerine olan talebi keskin biçimde artırırken, ekonomik durgunluğun acımasız baskısı, borçların kabarması ve kemer sıkma önlemlerinin dayattığı sınırlar koşulları ağırlaştırıyor. Pandemi sağlık sistemini tamamen meşgul ederken, diğer sağlık hizmetlerine erişimi de zorlaştırıyor. Özellikle yoksul ülkelerde düşükler, bebek ölümleri, anne sağlığını tehlikeye atan yetersizlikler yaygınlaşıyor.

Dünya Bankası Covid-19’a yönelik geniş kapsamlı 160 milyar dolarlık programın bir parçası olarak 6 milyar dolarlık sağlık finansmanı ayağını devreye soktu. Oxfam’a göre, WASH diye kısaltılan hastalığı önlemeye yönelik el yıkamak için temiz su, sanitasyon ve hijyen hizmetleri büyük ölçüde amacına ulaştı.
Gelgelelim insanların finansal hizmetlere erişebilmesi için finansal bariyerlerin kaldırılmasına yönelik bir çaba gösterilmedi. Yılda tam 1 milyar kişinin sağlıkta katkı payını veya doğrudan paralı hizmetlerin bedelini cebinden ödeyemediği için sağlık hizmetlerinin uzağında kaldığı belirtiliyor. Benzer şekilde doktor, hemşire ve diğer sağlık personelinin eksikliğini gidermek için yeni kadrolar açılması, mevcut personelin gelirlerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi şartının da finanse edilen çoğu projede yer almadığı bildiriliyor.

Özetle, Dünya Bankası’nın geçmişteki piyasacı çizgisinin dışını çıkamadığı; sağlığın asla üzerinden kar sağlanamayacak bir sosyal hizmet olması zorunluluğu ve bu hizmetlerden yararlanacak yurttaşlardan hiçbir bedel talep edilmemesi gereği gibi temel ilkeleri sahiplenmediği görülüyor.

SALGIN SAVUNMASIZ KESİMLERİ ETKİLİYOR

UNCTAD’ın “Covid-19’un Etkileri” başlıklı kapsamlı araştırmasının 2. Bölümü de, pandeminin en savunmasız kesimleri en şiddetle vurduğu konusuna ayrılmış. Bu bölüm 6 tema etrafında şekillenmiş: yoksulluğun yaygınlaşması, gıda güvensizliğinin kendini hissettirmesi, krizin toplumsal cinsiyet boyutu, göçmen işçilerin pandemi sürecinde daha ağır bir mağduriyet yaşaması, küçük işletmelerin koşullarının ağırlaşması ve şiddetli darbe yiyen sektörler arasında turizmin öne çıkması. Şimdi isterseniz bu altı temayı tek tek ele alalım.

YOKSULLUK YAYGINLAŞIYOR

Değişik kurumların farklı küresel büyüme senaryolarına göre yaptığı bütün tahminlerde 2020’de aşırı yoksulluk tablosunun yaygınlaşacağı görülüyor. Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü (International Food Policy Research Institute) küresel üretimin yüzde 5 gerilemesi varsayımı altında, 80 milyonu Afrika ve 42 milyonu Güney Asya’da olmak üzere aşırı yoksul sayısının 140 milyon kişi artmasını bekliyor. Dünya Bankası’nın kötümser senaryosu ise, küresel aşırı yoksul sayısında 100 milyon artışa işaret ediyor.

Pandemi öncesinde küresel yoksul sayısını azaltma yönündeki eğilimin tersine dönmesi en büyük endişe kaynağı. 1990’da yüzde 35.9, 2015’te yüzde 10 civarında seyreden bu oranın 2018’de yüzde 8.8’e yükselmesi bekleniyor.

GIDA KRİZİ KAPIDA

Covid-19’un Gelişmekte Olan Ülkelerde (GOÜ) gıda krizine yol açma tehlikesi de bulunuyor. Salgına bağlı kısıtlamalar haliyle gıda üretimini de etkiledi, gıda arzını aşağı çekti. Bazen de dağıtımda yaşanan sorunlar gıda ürünlerinin tüketicilere ulaşmasını aksattı.

Ancak uluslararası gıda piyasaları pandeminin başında korkulandan daha az gıda arzı sorunu yaşadı. Gıda fiyatları ise Ocak 2020’ye göre Temmuz 2020’de %7 geriledi.

Küresel gıda fiyatlarının düşüş göstermesi şöyle açıklanıyor: Birincisi buğday, mısır, pirinç ve soya üreticisi başlıca ülkeler oldukça mekanize sistemlere sahip olduklarından salgın üretimi fazla etkilemedi. İkincisi, emek yoğun tarım üretimi yapan GOÜ’lerde ise, pandemi daha çok şehir merkezlerinde yaşamı aksattığı için tarım sektörüne fazla engel çıkarmadı. Buna karşın gıda ürünleri talebi, işsiz kalan veya geliri düşen yoksul kesimlerin satın alma gücünün zayıflaması nedeniyle düştü. Bazı yoksul ülkeler de temel ihracat gelirlerini oluşturan emtiaların fiyatlarının gerilemesi sonucu gıda ithalatlarını kısmak zorunda kaldı.

Bilindiği gibi geçen hafta açıklanan kasım ayı enflasyon verilerine son 12 ayda gıda fiyatlarının yüzde 21.08 arttığını ortaya koydu. Türkiye’deki bu keskin gıda fiyat artışı büyük ölçüde liranın değer kaybından, ithal tohum, gübre, tarım ilacı gibi girdilerin maliyetinin artışından kaynaklanıyor.

EN ÇOK KADINLAR ETKİLENİYOR

İstatistikler erkekler arasında Covid-19’dan ölüm oranının kadınlara göre daha yüksek olduğunu gösteriyor. Buna karşın, kadınların salgının ekonomik ve sosyal boyutlarından fazlaca olumsuz etkilendiği görülüyor. Birincisi, kadınların emek piyasasına geçici ve kısmi zamanlı işlerle katılması daha yaygın olduğu için işlerini kaybetme olasılıkları göreceli erkeklerden yüksek. İkincisi, kadınların kayıt dışı işlerde çalışma oranları daha yüksek, tam 740 milyon kadın sosyal koruma ağlarının dışında kalıyor. Üçüncüsü, kadınlar ağırlıkla turizm ve ağırlama gibi salgından en fazla etkilenen sektörlerde istihdam ediliyorlar. Dördüncüsü, bu ortamda firmaların varlıklarını sürdürebilmesi için krediye erişimleri kritik önemde. Kredi piyasasında ayrımcılıkla karşılaştıkları için birçok kadın girişimci işletmelerini kapatmak zorunda kaldı. Beşincisi, özellikle okulların ve kreşlerin kapanması kadınların ev içi iş yüklerini artırdı. Bazıları işlerini terk etmek veya kısmi zamanlı çalışmaya geçmek gibi daha istikrarsız istihdam biçimlerine yönelmek zorunda kaldılar. Altıncısı, evlere hapsedilmek, finansal stres içine girmek gibi nedenler aile içi şiddetin daha da yaygınlaşmasına yol açtı.

GÖÇMEN İŞÇİLER ZOR DURUMDA

Son istatistiklere göre, uluslararası göçmenlerin sayısı 272 milyona ulaşırken bunların 164 milyonu göçmen işçi statüsünde çalışıyor. Bazı durumlarda, seyahat yasağı göçmen istihdamını olumsuz etkiledi. Örneğin Avrupa’da tarım sektöründe 1 milyon göçmen işçi bu engele takılırken, Fransa, İngiltere, İspanya gibi çok sayıda ülkede hasat aksadı, sebze ve meyve rekoltesi düştü. Göçmen işçiler kolay kapıya konulabildikleri, sosyal programlardan sınırlı yararlanabildikleri, kamu sağlığı riski göreceli yüksek ortamlarda çalıştıkları için salgın döneminden daha da olumsuz etkilendiler. Gelirleri düştüğü için ülkelerine gönderdikleri dövizler düşerken, bu nedenle yaşam standartları geriledi.

KÜÇÜK İŞLETMELER DESTEĞE MUHTAÇ

Mikro girişimciler ve KOBİ’ler küresel ekonominin bel kemiğidir. Küresel istihdamın üçte ikisini sağlarlar. Bu oran, düşük gelirli ülkelerde yüzde 80 ila yüzde 90’ına kadar çıkar. Aynı zamanda pandemi kaynaklı şoklara en korumasız kesimler arasındadır.

Birincisi, pandemi ortamında küçük işletmelerin ürettikleri mal ve hizmetlere talep daha keskin geriledi. Çünkü pansiyonculuk, yemek servisi, eğlence ve turizm benzeri, hayati işlerin dışında kalan sektörlerde faaliyet gösteriyorlar. İkincisi, göreceli zayıf konumda oldukları için cirolarının düşmesi sonucu birçok küçük işletme kapanmak zorunda kaldı. Üçüncüsü, nakit sıkıntısını büyük işletmelere göre daha derin yaşadılar. Bu nedenlerle GOÜ’lerde, özellikle düşük gelirli ülkelerde hükümet politikalarının küçük işletmeleri daha fazla desteklemeye odaklanması gerekli.

TURİZME ETKİSİNİN HAFİFLETİLMESİ

Turizmin gerek gelişmiş ülkelerde, gerekse GOÜ’lerde kalkınmaya önemli katkılar yaptığı biliniyor. Seyahat kısıtlamaları, sınırların kapatılması, insanların virüs korkusu nedeniyle tatillerini ertelemesi sektörü çok fena vurdu. 2020’nin ilk yarısında uluslararası turist girişleri %65 gerilerken, bu oran Doğu Asya ve Pasifik’te yüzde 72’yi, Avrupa’da yüzden 66’yı buldu. Türkiye’de ise 2020’nin ilk 7 ayında gelen turist sayısında yüzden 77 düşüş gözlendi.

Turizmin geri bağlantıları yüksek bir sektör olması nedeniyle yiyecek-içecek, konaklama, ulaşım, hediyelik eşya, eğlence gibi birçok sektör de çok olumsuz etkilendi. Ekonomisi tamamen turizm sektörüne bağlı bazı küçük ülkelerde çok daha derin bir travma yaşandı. Bu durum ilgili ülkelerin hükümetlerinin ekonomik faaliyetleri daha fazla çeşitlendirmesi, tek bir sektöre bağlı kalmaması için gerekli planlamayı yapması için ciddi bir uyarı niteliği taşıyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Yaşam koşulları ağırlaşırken - Oğuz Oyan / SOL


Türkiye'nin önünde bugünkünden daha karanlık bir dönem uzanıyor ve 'tarih olmuş' sanılan açlık/mutlak yoksulluk sorunu şimdiden hortlamış durumda.

Halk kitlelerinin yaşam koşullarının her zamankinden daha fazla ağırlaştığı bir dönemden geçiliyor. 

Büyüyen işsizlik ve kısmi kapanma koşulları bunun en önemli nedenleri. 

Kayıtdışı konumundayken işini kaybedenler, ücretsiz izin uygulamasının sefalet düzeyindeki "nakdi ücret desteği"nden bile yararlanamaz durumdalar. Esnafın önemli bir bölümü de hiçbir gelir desteği olmadan yaşama tutunmaya çalışıyor. Üstelik, sorunlarını ötelemekten başka işe yaramamış olan kredi "desteklerini" şimdi ödeyemez durumdalar. Aynı durum küçük köylüler için de geçerli. Üstelik bir kredi ertelemesi bile artık şüpheli. 

Ama işini yitirmemiş olanlar, özellikle de pandemi koşullarında çalışmaya zorlanan emekçi kesimler/sanayi işçileri, bu defa da pandemi karşısında en fazla risk altında bulunan kesimleri oluşturuyorlar. Hatta yeniden uygulanmaya başlanan hafta sonu kapanmalarında bile çalışmak zorundalar. "Açlıktan mı yoksa virüsten mi ölmek?" şeytani açmazında, ikincisini tercih etmek zorunda kalıyorlar. Bunda abartı dahi yok. Türkiye'nin önünde bugünkünden daha karanlık bir dönem uzanıyor ve "tarih olmuş" sanılan açlık/mutlak yoksulluk sorunu şimdiden hortlamış durumda. 

İşte bu koşullarda 2021 Yılı Bütçe Kanunu dün Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmeye başlanıyor. Cumhurbaşkanlığı'nın, kararnameler dışında, doğrudan hazırlayabildiği tek yasa, Bütçe Kanunu. Buna rağmen, Saray sultanı bütçeyi sunmak için Meclis'e teşrif etmeye bile tenezzül etmiyor. Bu en önemli yasayı sunmak ve savunmak için, atanmış bir yüksek devlet memuru olmaktan başka siyasi kimliği olmayan yardımcısını görevlendiriyor. Gerçi Meclis'in bütçe hakkı çok daha ağır saldırılarla delik deşik olmuş durumda zaten. Muhalefetin hiçbir yapıcı önerisine bile geçit verilmiyor. 2017 Anayasasına göre artık bütçenin kabul edilmemesi dahi hükümetin düşmesine yol açmıyor. Zaten artık ortada herhangi bir hükümet yok. Ama bütçenin sorumlusu Cumhurbaşkanı da bütçesinin olası reddinden siyaseten zerre kadar etkilenmiyor. Bütçe kanunu zamanında yürürlüğe konulamazsa "geçici bütçe" çıkarılıyor; o da olamazsa, Anayasa, m. 161, "yeni bütçe kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre arttırılarak uygulanır" diyor. Yani Türk usulü başkanlığın/otokrasinin bütün savunma/saldırı mekanizmaları devrede.

Peki toplumun ve onların temsilcilerinin tepkilerine bunca duyarsız bir iktidardan halka dönük bir bütçe zaten beklenebilir miydi? Maaşlarını/ücretlerini bütçeden alan geniş kamu personeli kitlesinin gelirlerinde anlamlı iyileştirmeler yapılabilir mi? Sosyal yardıma muhtaç ailelere bir kerelik bin lira düzeyindeki sadaka desteklerinin, bırakalım arttırılma zorunluluğunu, hiç olmazsa ayda bir olarak ödenebilmesi programlanabilir mi? Tam da şimdi kendini dayatmış bulunan eğitim ve sağlık yatırımlarının/harcamalarının yüksek dozlarla arttırılması bütçeleştirilebilir mi? Tarıma dönük destekleme bütçesi hiç olmazsa iki katına çıkarılabilir mi? Düşük gelirlileri vuran dolaylı vergilerde artış yerine azalışlar öngörülebilir mi? Gerçi tüm bunlar için zaten tren çoktan kaçmış durumda. Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasında bütün bu ve benzeri öneriler birer birer reddedildikten sonra Genel Kurul zaten gider arttırıcı ve gelir azaltıcı değişikliklere kapalı.

Bu arada, bütçeyle de dolaylı ilgisi olan asgari ücrette DİSK'in talep ettiği 3.800 TL net asgari ücret düzeyinin geçen Cuma çalışmaya başlayan Asgari Ücret Komisyonu'nda herhangi bir karşılık bulabilmesi de aynı nedenlerle olanaksız görünüyor. Ama, üç işçi konfederasyonu "Komisyon kararına karşı grev silahını kullanma hakkımız yok" demeyip ortak kararlılıkla bir silkinseler bu kararı etkilememeleri de mümkün değil. Ama iki büyük işçi konfederasyonun ve en büyük memur konfederasyonunun işlevi zaten işçi haklarını korumaktan ziyade işçinin/memurun kontrol altında tutulmasını sağlamaktan ibaret olunca, sermaye düzeninin her dediği oluyor.

Erken seçim yeterli ve doğru bir talep mi?

Bugünlerde muhalefetin en fazla dillendirdiği siyasi çıkış, "erken seçim" talepleri oluyor. Ekonominin yönetilemez duruma getirildiği, siyasetin muhalefet liderlerine tehditler altında bir kaosa ve adalet sisteminin mafyalaşmaya sürüklendiği bugünkü koşullarda elbette bu iktidardan bir an önce kurtulma taleplerinin toplumda bir karşılığı vardır. Ama bu sakın, belki de bu dönemde bir kez önüne gelebilecek bir iktidar olma şansını, siyasi bir sıkıştırma taktiği üzerinden harcamak anlamına geliyor olmasın? İktidarın çürüyüş ve çöküşünün kitlelerin gözünde daha fazla algılanır duruma gelmesini beklemek daha doğru olmaz mı?

İktidarın 2023'e kadar dayanacak durumu zaten olmayabilir. Bize göre 2022'de yani bu parlamentonun dördüncü yılında zaten bir seçim kendini dayatabilecektir. Buna "erken" seçim bile denmeyebilir, çünkü Meclis için 5 yıllık yasama dönemi bir zorlamadır; Türkiye'de siyasetin normal döngüsü 4 yılda bir yenilenme üzerine kuruludur. Bunu 2021 yılına çekmek için bunca çaba niyedir? 

Bir meydan okuma ve sıkıştırma yönü vardır belki. Ama iktidarın bu erken seçim çıkışlarını kendi lehine çevirebileceği hiç düşünülmüş müdür? İki nedenle: Bir, kendi istediği zamanda seçime gitmek istediğinde buna mecburen hazır bir muhalefet oluşmuştur bile. İki, ki bu daha önemli, Tayyip Erdoğan'ın üçüncü kez Cumhurbaşkanlığına aday olabilmesi için erken seçim kararını kendisinin değil TBMM'nin alması gerekmektedir (Anayasa, m.116/3). Şimdi muhalefet, erken seçim ısrarı yüzünden, bu kozu elinden kaçırmış bulunmaktadır. Tayyip Erdoğan, adaylığı konusunda herhangi bir tartışma çıkmaması için, sırası geldiğinde, erken seçim kararını Meclis'ten çıkarma üstünlüğüne sahip olmuştur. Muhalefet, RTE'nin yeniden aday olabilmesini sağlayacak kapana şimdiden sıkışmış durumdadır.

Yeni Anayasayı hatmetmemiş olanlar için ekleyelim, artık Meclis'in seçim kararı için beşte üç çoğunluk yani 360 kabul oyu gerekmektedir (116/1) ve iktidar bloğunun bu kadar gücü yoktur! 

Cumhurbaşkanının parti başkanlığı

Muhalefetin alanı boşalttığı veya yeterince tepki göstermediği bir başka konu ise, Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı olmasıdır. 2017 Anayasasının Anayasa m.101'de yaptığı bir değişiklik, "Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir" ifadesinin çıkarılması olmuştu. Buna karşılık, m.103'te Cumhurbaşkanının Andiçmesi maddesinde "üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma" andı olduğu gibi durmaktaydı. 103'ncü maddedeki yeminin (artı 104/2'nin) varlığı, Cumhurbaşkanının bir siyasi partinin genel başkanı olmasına temelden aykırıydı.

İki düzeyi birbirinden ayırmak gerekir: Bir Cumhurbaşkanı, biraz zorlamayla, bir partinin üyesi olmayı sürdürebilir belki (bizce bu bile 103. madde nedeniyle olmamalıdır), ama o partinin yönetiminde veya genel başkanlığında yer alamaz. 

Nitekim bizim mevzuatımızda buna ilişkin düzenlemeler vardır.  2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu'nu alalım. Bu yasanın 59. maddesi şöyle:

"Yükseköğretim kurumlarının öğretim elemanları, siyasi partilere üye olabilirler; yükseköğretim kurumlarındaki görevlerini aksatmamak ve bir ay içinde kurumlarına bildirmek kaydıyla, siyasi partilerin merkez organları ile onlara bağlı araştırma ve danışma birimlerinde görev alabilirler. Şu kadar ki, bu durumdaki öğretim elemanları, Yükseköğretim Kurulu ve Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyesi, rektör, dekan, enstitü ve yüksekokul müdürü ve bölüm başkanı olamazlar, onların yardımcılıklarına seçilemezler. 
Siyasi partilere üye olan öğretim elemanları ve öğrenciler, yükseköğretim kurumları içinde parti faaliyetinde bulunamaz ve parti propagandası yapamazlar." 

Görüldüğü gibi, hem kamuda hem siyasi partide aynı anda yöneticilik yapılması yasaklanmaktadır. Ya düz parti üyesi olarak kamuda yöneticilik görevini alabilecekler ya da parti yönetiminde yer almayı tercih ederek kamuda yöneticilik konumunda olamayacaklardır. Üstelik, düz parti üyeliği halinde bile, kendi mesleğini icra ederken "parti propagandası yapamaz" hükmü geçerlidir.

Demek ki siyasi partide ve kamu görevinde aynı anda birden yöneticilik olamıyor; ikisinden biri tercih edilmeli. Peki ama, yürütmenin en üst noktasına oturan Cumhurbaşkanı için bu çift taraflı yöneticilik nasıl mümkün olabilir ki? Üstelik burada yasal değil anayasal kısıtlar (103 ve 104. maddeler) varken?

Başka örnekler de bulunabilir kuşkusuz. Örneğin, Türkiye Futbol Federasyonu Kanunu, "İlk derece hukuk kurullarının hiçbir üyesi, TFF’nin başka kurul ve organlarında görev alamayacağı gibi TFF üyesi herhangi bir kulüp ya da diğer bir özel hukuk tüzel kişisi bünyesinde de görev alamaz. Bu üyeler tam bir bağımsızlık ve tarafsızlık içinde görevlerini icra etmek zorundadırlar" (5894 s.Kanun, m.5/6) hükmünü getiriyor. Yani kulüp üyeliğini yasaklamıyor, ama kulüp yöneticiliğini bağımsızlık ve tarafsızlığıyla bağdaşmaz buluyor. 

Örnekler çoğaltılabilir. Ama işin özü şudur: İktidara kancalı demir atmış ve her türlü hukuksuzluğu fütursuzca uygulama meşrebine sahip bir iktidarla şimdiki muhalefet biçimleriyle başa çıkmak zordur. Hele neoliberal/muhafazakar düzen temelini koruyarak birazcık sosyal devlet, birazcık hukuk devleti sosuyla gidilebilecek yol çok uzun değildir.

Oğuz Oyan / SOL

Abidin ya da ellerin imecesi...- ASAF GÜVEN AKSEL / SOL

 

Çağdaş Türk resminin büyük ismi Abidin Dino 7 Aralık 1993’te Paris’te öldüğünde 80 yaşındaydı. Asaf Güven Aksel Abidin Dino'yu hayatımıza kattığı "imece" kelimesi üzerinden anlattı.

Varsayalım, tablolar, desenler bırakmamış geriye. İmzasını taşıyan bir yazı, bir çeviri, bir şiir de. Sinemaya, belgesele de hiç bulaşmamış olsun. Heykel yontmuşluğu da yok, varsayalım. Ne Paris’te yaşasın, ne Picasso’yla, Chagall’la, Eisenstein’la, isimler uzar gider, dadacılarla, sürrealistlerle tanışıklığı, sosyalistlerle saf tutmuşluğu, Nâzım’la ahbaplığı olsun. Bunlar olmadan, bir Abidin Dino olur mu? Bana kalırsa, olur. Tarih ne der, bilemem.

Bir tek sözcüğü yaygın dolaşıma sokmuşlukla, gün ışığına çıkarmışlıkla bile, Abidin Dino, kütüğe işlenmeyi hak eder: İmece. Bir dünya görüşünü beş harfe sığdıran, üreten halkın, Anadolu’nun yarattığı muhteşem sözcük. Ortaklaşmak, ortaklaşa, ortak, hep birlikte kotarılan iş, başkalarına fayda verme esasına dayanan çalışma, gönüllü yardım, dayanışma, karşılıksız emek payı… Tek bir kelimenin karşılığı, hüküm süren sisteme reddiyeyi ve alternatifini böylesine içerebilir mi?

Denilecektir ki, “iyi hoş da, ressam olmasaydı, 1939’da Balıkesir’e gidip, bu kelimeyi duyamazdı ki”… Ah bu gerçekçiler, ağız tadıyla bir fantezi yaptırmazlar. Oysa, gerçeklik de fantezi gibidir o sıralar. Genç Cumhuriyet’in aydınlar ve sanatçılar eliyle topluma uzanmaya çalıştığı bir programın parçası olarak, 1939’da Balıkesir’deydi Abidin Dino. Tamam. Ressamlar da bir grup olarak, önceden saptanmış yörelere gönderilmiş, hem oraları resmetmiş, hem de bölge halkını, gelenek ve göreneklerini, yemeklerini, bitkisini böceğini incelemiş, özellikle de o yörede kullanılan sözcükleri derlemişlerdi. Bu derleme çalışmaları bir merkezde toplanıyor, gazetelerde dergilerde yayınlanarak, dilin zenginleşmesine katkı olabilecek öneriler listesine dönüştürülüyordu. Abidin Dino’ya da Balıkesir ve çevresi düşmüştü, “D Grubu ressamları”nı temsilen.

“Algıda seçicilik” diye bir şey          vardı ki, içerdiği anlam                    nedeniyle çarpa çarpa “imece”      çarpmıştı Abidin Dino’nun kulağına. 

“Derleme Sözlüğü”ne bakılırsa, daha birçok yere gitse, aynı kelimeyi duyacaktı kuşkusuz. Ama o yıllarda, “yerel”lik çok daha genişti, “genel”likten, öyle birbirlerine katışmaları pek kolay değildi… 

Bu yüzden, bir “köylük yer” kelimesi olmaktan çıkıp, bir kavram olarak genel gündelik hayata sunulması, bir bakış açısı ipucudur… 

Nitekim, Abidin Dino, bir makalesinde, “sanat ve iş aşkına dayanan, ziraatten endüstriye kadar yayılan yeni bir rasyonel ‘imeceye’ ihtiyaç var” derken, meselenin bir kelimenin sadece “dile girmesi”nden ibaret olmadığını gösteriyordu.

Bu kelimeye sevdalandığı 1939’da, uzun süren bir ayrılıktan yeni dönmüştü Türkiye’ye. 1933’te Sovyet yönetmen Sergay Yutkeviç, “Türkiye’nin Kalbi Ankara” filmini çekmek için Türkiye’ye geldiğinde, resimlerini görmüş, eğitim alması ve kendisiyle çalışması önerisiyle, Abidin Dino’yu üç yıl kalacağı Sovyetler Birliği’ne, Leningrad’a götürmüştü. Oradan kısa bir süre için Londra’ya, oradan Paris’e. Dön dolaş, Türkiye. İstanbul. İlle de İstanbul’un yoksulları, emekçileri. Hele ki, ekmeğini denizden çıkaran balıkçıları. Onları tuvale aktaran Dino ve arkadaşlarının kurduğu “Yeniler Grubu”nun, “Liman Grubu” diye tanınması boşa değildir. Balıkçılarla bu kadar ilgilenmenin siyasal çalışmalara eşlik etmesi, yeniden bir “gezi”ye gönderilmesiyle sonuçlanır. İki yıl önce, halkı aydınlatmak için Balıkesir’e gönderilen, şimdi de İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı emriyle Mecitözü’ne, Adana’ya filan niye sürgüne gönderilmesin ki? Üstleneceği işlev aynı kalacaktır nasılsa…

Abidin Dino’nun resimleri, desenleri, heykelleri arasında, eller ayrı bir yerde durur. Emeğin sembolü el. İş görmenin. İnsan olmanın. O ellerin kavuşması, parmakların kenetlenmesi, bizi yine başa götürür belki: İmece. Elbirliğiyle kurulan, onarılan dünya. Yaşamına baktıkça, hep bu kelimenin izini sürüyorsunuz. Şiir kitaplarına desenleriyle yaptığı katkılar bile bu fasıldandır. Örneğin, Nâzım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı”na çizdikleri, bir desenleme değil, destanı farklı bir disiplinde aktarmadır aslında, isimsizlerin göz önüne çıkarılışıdır.

Temalı çalışmalarına verdiği adlara da bir bakalım: “İşkence”, “Atom Korkusu”, “Uzun Yürüyüş”, “Uzay”, “Adalar”, “Savaş ve Barış”, “Çıplaklar”, “Parmak İstifleri”, “İkinci Dünya Savaşı”, “Esrarkeşler”... İlle eller, eller. “Sen el resimleri yaparsın Abidin, bizim ırgatların demircilerin ellerini / Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem...” 

Farklı teknikler kullansa da, gördüğünüzde, Abidin Dino’nun olduğunu hemen anladığınız “hat sanatı”nı çağrıştıran çizgilerinde, belki de buradan gelen bir dürtüyle, gizlice yazılmış sözcükler aradınız mı hiç? Denemelisiniz.


23 Mart 1913’te İstanbul’da doğmuş Abidin Dino, 7 Aralık 1993’te Paris’te ölmüş. Yaşam dilimine, öyle çok şey sığdırmış ki. 

Girişteki, “bunları yapmasaydı” bölümünde sıraladıklarımız, devede kulak. Ama bilinenleri ya da kolayca bulunabilecekleri boşverelim. 

Bu yaşamın rehberini söyleyelim. Herkes sosyalizmin tarihe gömüldüğünü, Marksizmin bittiğini söylerken, o demiş ki: “Marksizm öldü diyerek önümüze bir tabut koydunuz. 

Açtık baktık ki tabut boş!” Buradaki keyifli vurgu, “bir heyulanın” hep dolaşacağına duyulan güvendendir.


Evet, Nâzım’ın “Saman Sarısı”ndaki o malum sorusundan, bıkkınlıkla uzak durduk. Ama, Abidin Dino’nun şiirle verdiği yanıttan bir parça, hayata nereden baktığını pekiştirici bir belge olabilir. “Kokusu buram buram tüten / Limanda simit satan çocuklar / Martıların telaşı bambaşka / İşçiler gözler yolunu” diye başlar yanıt. Nâzım inse bir vapurdan başında delikanlı şapkası, kolları sıvalı kavgaya, kucaklaşsalar, Meserret kahvesinde otursalar, dolaşsalar Türkiye’yi ki, cezaevleri müze olmuş, sürgün yurtları cennet, o zaman çizebilirmiş mutluluğu. Tuval ve boya yeterse…

Bir minik anıyla bitirelim. 20’li yaşlarda bir genç, açar Paris’e bir telefon, çıkardıkları gençlik dergisinde verecekleri takvim ekinde bir desenini kullanıp kullanamayacaklarını sorar, dergi içeriğini, amacını birkaç cümleyle özetleyip. “Ayıp olur” der karşıdaki adam, “siz, sizin için üretilmiş bir şey vermelisiniz”… Birkaç gün sonra gelen özenli zarftan, bir Nâzım deseni çıkar, “yürekten selamlar, başarılar” notuyla… Dedik ya, Abidin Dino, imece kelimesine sevdalanmıştır… Bir başka beş harfli sözcük, eşanlamlı bir hayat duruşuyla bütünlenmiştir onda: Komün...

ASAF GÜVEN AKSEL / SOL

6 Aralık 2020 Pazar

Mustafa Öztürk’ün İslamcılarca linç edilmesi: Teoloji siyasetin hizmetinde - Filiz Zabcı / BİRGÜN

 

“Eğer insan, düşünen ve konuşan bir varlık olarak, düşüncelerini ifade edemiyorsa, insanı insan yapan, insanın doğasına özgü en temel nitelik bastırılmış demektir. İnsandan koparılamayacak bu niteliğin yok edilmeye çalışılması, insanın ortadan kaldırılması anlamına gelir.”

Şu çok bilinen ve çok etkili olan bir iktidar taktiğidir Türkiye’de: Dinî hassasiyetleri bahane ederek düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamak ya da ortadan kaldırmak. İlahiyatçı Mustafa Öztürk’e yönelik “örgütlü” linç kampanyası, son dönemde Türkiye’de sıklıkla tanık olduğumuz özgürlüklere yönelik saldırı durumunun bir örneği.

Bir düşünce insanının, dinî konularda akademik bir bilgi birikimi içinde belli bir yorum sunan bir ilahiyatçının susturulması ve emekliliğini istemek durumunda bırakılması bir ülke için büyük bir ayıp. Tıpkı, siyasi görüşünden dolayı veya sırf gerçekleri ifade ettiği için veya uydurulmuş başka başka nedenlerden dolayı gazetecinin, yazarın, siyasetçinin ve iş adamının tutuklu olması ayıbı gibi.

Mustafa Öztürk’ün karşı karşıya kaldığı muamele ve yalnız bırakılması, bir ülkenin siyasi dünyasının değil sadece kültürel-düşünsel uygarlaşma derecesinin de alâmetifarikası.

İnançların alay konusu edilmesi elbette hoş bir şey değil, insanların kutsal bildiği kişi ya da sembollere hakaret edilmesi elbette hoş karşılanamaz; ama bu olayda açıkça dinsel bahaneler ileri sürülerek siyasi kazançlar ve siyasi güç korunmak isteniyor.

Üstelik yeni değil, Öztürk’ün daha önce yaptığı bir konuşmadan, bir amaç doğrultusunda kullanılacak bir kesit alınıp, servis ediliyor ve sosyal medyada yaygınlaştırılıyor. Üstüne üstlük, Öztürk’ün belirttiği gibi, Diyanet TV’de de kendisi hakkında bir program hazırlanıyor. Bunların hepsi tesadüf eseri, birbirinden habersiz gerçekleşiyor, öyle mi?

Burada, Mustafa Öztürk’ün kişiliğinde, onun gibi düşünenlere ve düşüncesini ifade etme cesaretini gösterenlere bir gözdağı olduğu açık değil mi?

Siyasi iktidarın ve onunla iç içe geçmiş tarikatların, cemaatlerin dine ilişkin geliştirdikleri yorum, tek ve gerçek doğru yorum olarak görülüyor ve böyle kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Kurumsallaşmış bir dine ilişkin farklı yorumlar olabilir; kutsal kitaplar da değişik yorumlar içinde ele alınırlar. Ortaya çıktıkları tarihlerden itibaren kutsal metinler, ilahiyatçılar ve hatta filozoflar tarafından farklı biçimlerde yorumlandılar. Bir ilahiyatçı olarak Öztürk’ün Kur’ân’a yönelik bir yorum geliştirmesinden daha doğal ne olabilir?

Gelgelelim, teoloji ile siyaset birbirine o kadar bağlı ki… Bir siyasi iktidar, dine ilişkin belli bir yorum sunuyorsa, artık gücünü bu yorumdan almaya başlar. Laik devletlerde siyasi iktidarın, hâkim bir yorum sunma durumu olmaz, olamaz. Ne var ki Türkiye’de artık laikliğin izinden bile söz etmek güç.

Siyasi iktidarın sunduğu ve gücünü dayandırdığı “dogma”sını sarsacak en ufak farklı bir görüş, düşmanca karşılanacaktır. Çünkü “teoloji siyasettir”; sarsılacak olan sadece belli bir yorum değildir, aynı zamanda iktidardır.

Bu nedenle siyasi gücü temsil eden terimler, kavramlar kullanılarak düşünce ve ifade özgürlüğü bastırılır; ne adına: “Devletin bekası adına”.

Artık belli bir dinsel yorum ile birleşmiş siyasi gücün şiddeti, yarattığı korku ile başka yorumlara yer bırakmaz. Sadece devlet gücü değildir, özgür düşüncenin ve farklı yorumların karşısına çıkan korkutucu tehdit. “Konunun uzmanı” geçinen diğer ilahiyatçılardan, tarikatlardan ve siyasi güce entegre olmuş bilumum tabakalardan oluşan bir kitle, en doğruyu kendileri biliyorlarmışçasına saldırıya geçerler.

Modern ya da çağdaş, hangisi olursa olsun, devletin en temel görevi ve varlık nedeni, farklı yorum sahiplerini, özgür düşünceyi, böyle bir kitlenin linç girişiminden korumak olmasına karşın, devlet ve böyle bir kitlenin birleştiği bir ülkede yaşadığınızı düşünün artık.

Eğer insan, düşünen ve konuşan bir varlık olarak, düşüncelerini ifade edemiyorsa, insanı insan yapan, insanın doğasına özgü en temel nitelik bastırılmış demektir. İnsandan koparılamayacak bu niteliğin yok edilmeye çalışılması, insanın ortadan kaldırılması anlamına gelir.

Bu nedenle de, ne kadar korku salınırsa salınsın, dogmatik yorumlar ne kadar gerçek din olarak sunulursa sunulsun, eninde sonunda bu geçersiz hale gelecektir. Yorum hakkını ve yetkisini kendisinde gören kesimin iktidarı geçici olduğu gibi, farklı yorumlar da hiçbir zaman bastırılamayacaktır. Çünkü insanın doğasına aykırıdır.

Mustafa Öztürk’ü susturabilirler; ona yönelik baskı çok daha önceye dayanıyordu ve açıkçası akademik ve siyasi çevrelerden yeterince destek görmedi, savunulmadı, yalnız bırakıldı; bunda hepimizin suçu var. Ama farklı yorum peşinde olan, okuyan, sorgulayan çok sayıda ilahiyat öğrencisi yetişiyor. Bizzat tanık oldum, biliyorum. Asıl korkulan da bu zaten.

Filiz Zabcı / BİRGÜN

AKP, yargı reformu ve acı reçete - Taner Timur / BİRGÜN

 

Tayyip Bey için “reform” sözcüğü, baştan itibaren hep Osmanlı tipi bir saltanatın basamaklarını simgeledi. 

İlginçtir, bunu ilk anlayanlardan biri de ABD elçiliği oldu. 

Büyükelçi Eric Edelman, Washington’a yolladığı telgrafta R. T. Erdoğan’ı şu özellikleriyle tanıtıyordu: “Birincisi, çok baskın gurur; ikincisi tanrının onu Türkiye’yi yönetmek için hazırladığına inanması. Çok alıngan; bunlar etrafına yetenekli bir danışman grubu toplamasını engelliyor.”

“Radikal demokrasi” kuramcılarından J. Habermas, iletişim kuramının temeline “ideal konuşma hali” dediği bir ön-kabul yerleştirmişti. Buna göre bir tartışmada taraflar uzlaşmak için önce birbirlerini dinlemek ve anlamak zorundaydılar. Demokratik kurumlar ancak böyle işlevsellik kazanabilirdi.

Oysa gerçek dünyada işler böyle yürümüyordu. Özellikle siyaset dünyasında birinin “ak” dediğine öbürünün “kara” demesi sık rastlanan bir durumdu. Zaten düşünürün kendisi de sonunda bunu kabul etmek zorunda kalmış ve New York İkiz Kule teröründen (2001) sonra şu itirafta bulunmuştu: “İletişimsel Hareket Kuramı’ndan itibaren geliştirdiğim uzlaşmaya yönelik etkinlik anlayışımın tümüyle gülünç duruma düşüp düşmediğini kendime hep soruyorum.”

Aslında ‘gülünç’ olmasa da, gerçeklere ters düşen şey, kuramın ‘ütopik’ niteliğiydi. Oysa düşünür bu konuda tutarlı olmuş ve ‘ütopya’ kavramının günümüzde tekrar itibar kazandığına işaret etmişti. Bir yazısında “ütopyacı enerjinin tarihi düşünceyi beslediği girişimleri” açıkça övüyordu.

***

Ne var ki devir değişti ve artık günümüzde “ideal konuşma hali”nin yerini ‘sağırlar diyalogu’, ‘ütopya’nın yerini de ‘distopya’ aldı. Bu arada siyasal dürüstlük (politically correctness) hali de gerçek ötesi (post-truth) söz ve davranışlara dönüştü! Ve bu alanda en çarpıcı örnek de yine Amerika’dan geldi. Böylece, Beyaz Saray’da sayıların diline bile kulaklarını tıkayan bir Başkan’ı tüm dünya haftalarca izledi.

***

Aslında farklı coğrafyalarda irili ufaklı bir sürü otokrasi tutkunu zaten yıllardır hep ‘dost’ yerine ‘düşman’dan, ‘hak ve hukuk’ yerine de ‘fitne ve komplo’dan söz ediyordu. Bakalım Trump’ın Beyaz Saray’daki korumacılığının bitmesiyle bu durum değişecek mi? Tam da bu sırada bizde başlayan “reform” söylenceleri, bu yönde ilk işaretlerden biri olmasın?

Gerçekten de bizde bu konuda umuda kapılanlar az değil ve bazıları hala iyimser (ütopik?) yorumlar yapmaya devam ediyorlar! Hatta Tayyip Bey’i yanlış anlayarak haddini aşan ve kimlerin tahliye edilmesi gerektiğini isimler vererek açıklayan bir politikacının yediği zılgıt bile bu iyimserliği gölgeleyemedi.

Şahsen, bu iyimser yorumları paylaşmaktan uzağım. Ama AKP’nin, R. T. Erdoğan riyasetinde, bir anlamda yıllardır “reform”dan “reform”a koştuğunu da yadsıyamam! Sanırım bütün mesele de burada! Tayyip Bey ve dava arkadaşlarının “reform” anlayışında! Siyaset hayatımızdaki kriz de bu konuda yaratılan “sağırlar diyalogu”ndan doğdu. Reform diye, reform diye... Tıpkı yüz küsur yıl önce yaşananların, Tevfik Fikret’e, Abdülhamit’in Anayasa’yı rafa kaldırdığı günleri hatırlatması gibi! “Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi!” diyordu şair, “95’e Doğru!” adlı şiirinde.

***

Denilebilir ki ülkemizde, ‘demokrasi’, zaten bir ‘sağırlar diyalogu’ içinde doğdu ve hep de öyle uygulandı. 1946’da Demokrat Parti kurulurken, halk, aslında demokrasinin ne olduğunu bilmiyordu. Hatta çoğunluk “demokrat” bile diyemiyor, “demirkırat” diyordu. DP kurucuları da derhal durumdan “vazife” çıkarmış ve “demirkırat”ı partilerinin amblemi yapmışlardı. O günlerde ülke Soğuk Savaş histerisi içindeydi ve CHP ile DP birbirlerini “komünizm”le bile suçluyorlardı. Bugünlerde “FETÖ’cülük” neyse, o günlerde de “Moskofculuk” oydu ve bu koşullarda halka gerçek demokrasinin ne olduğunu anlatmak da neredeyse imkansızdı. CHP’den istifa ederek muhalefete geçen DP kurucuları durmadan jandarma-tahsildar zulmünü hatırlatıyor; “Şeflik sistemi”ni kınıyor; “din düşmanlığı”nı lanetliyordu; fakat kimse de çıkıp bu kuruculara “Peki ama beyler, sizler o sırada neredeydiniz; neler yapıyordunuz?” diye soramıyordu. Gerçek demokrasiyi anlatmaya kalkışanlar ise ağır bedeller ödediler.

***

Aradan uzun yıllar geçti ve bu arada çok badireler atlattık. Ne var ki ‘sağırlar diyalogu’ hala devam ediyor, hatta bu son yıllarda çok daha vahimleşti. Artık “reform” sözcüğü bile farklı dudaklarda farklı anlama geliyor. Üstelik bu konuda bir de yeni ‘yöntem’ piyasaya sürüldü. Adına ‘algı yönetimi’ deniyor ve bu sayede istediğiniz kavrama -tüm iktidar olanaklarını kullanarak- tamamen ters anlamlar verebiliyorsunuz!

Aslında 18 yıllık AKP uygulaması bize şunu öğretmiş bulunuyor: Tayyip Bey için “reform” sözcüğü, baştan itibaren hep Osmanlı tipi bir saltanatın basamaklarını simgeledi. İlginçtir, bunu ilk anlayanlardan biri de ABD elçiliği oldu. Daha AKP iktidarının ilk yıllarında, Büyükelçi Eric Edelman, Washington’a yolladığı telgrafta (20 Ocak 2004), R. T. Erdoğan’ı şu özellikleriyle tanıtıyordu: “Birincisi, çok baskın gurur; ikincisi tanrının onu Türkiye’yi yönetmek için hazırladığına inanması; (2003 AKP Kurultayı’nda bu konuda Kuran’a atıf yapmış). Çok alıngan; bunlar etrafına yetenekli bir danışman grubu toplamasını engelliyor” (Wikileaks belgeleri).

Kuşkusuz bunlar Bay Edelman’ın kişisel görüşleri olamazdı. Belli ki Büyükelçi, R. T. Erdoğan’ı yorumlarken, ona çok yakın bazı politikacıların tanıklıklarından da yararlanmıştı. Oysa bu da, daha işin başında, sadece iktidarla muhalefet arasında değil, bizzat iktidarın içinde de bir ‘sağırlar diyalogu’ yaşandığının göstergesiydi. Anlaşılan herkes her şeyin farkındaydı; fakat ortada da kitleleri sürükleyen bir lider vardı. Böylece kimileri inanarak, kimileri de “mış gibi yaparak” duruma uyum sağladılar.

İpler, bir takım önemli isimler için de ‘kırmızı’ sayılan bazı çizgilerin aşılmasıyla başladı. “Bir bilen!”, “bir bölen!”, “Fuat Avni” vb. gibi gizemli sözcükler bu süreç içinde siyaset dilimize girdi...

***

Tayyip Bey iktidarını güçlendirecek her önlemi “reform” olarak sunuyordu. Nihai amacına da ancak yeni bir anayasa ve sağlam bir ekonomi ile ulaşabilirdi. Bu yolda en büyük şansı, mevcut anayasanın herkesin takbih ettiği 12 Eylül darbesinin ürünü olması ve o yıllarda ülkeye akan döviz bolluğu oldu. Böylece bir kısım ‘katılımcı demokrat’ın da desteği sağlandı ve bu yönde adımlar atılmaya başladı.

Oysa liberal aydınların desteği sınırsız değildi; AB şartına bağlanmıştı ve bu şart, farklı nedenlerle, AKP yönetiminin de işine geliyordu. AB, bir taraftan yardım fonları ve yatırımlarla kalkınmamıza katkıda bulunacak, öte yandan da konfederal yapısıyla İslamcı iktidarı “laikçi vesayet”den kurtaracaktı. Kısaca AB’de “Hıristiyan Demokrat” partilerin yanı sıra “Müslüman Demokrat” bir partiye de yer vardı. “AB reformları” bu anlayış içinde yapıldı. Koalisyon hükümetleri zamanında başlayan “uyum yasa paketleri”ne AKP zamanında da devam edildi ve AB’ye tam üyelik görüşmeleri bu koşullarda başladı.

***

Ne var ki hayaller kısa sürdü: 2005 Kasım’ında, tam üyelik görüşmelerinin başlamasından sadece bir ay sonra, bir AİHM kararıyla, AB düşü ağır bir darbe yiyordu. Avrupa Yüksek Mahkemesi, Türkiye’nin üniversitelerde türban yasağına karşı açtığı davayı reddetmiş, bu yasağın özgürlüklere aykırı olmadığını söylemişti. Üstelik hâkimler, kararlarında, Türkiye’nin özel koşullarını değil, AB’nin genel durumunu dikkate aldıklarını vurgulamışlardı. Durum açıktı; AİHM de “laikçi” çıkmıştı ve Avrupa’ya bel bağlamanın anlamı yoktu. Daha önce kendi eşi de aynı yönde bir dava açmış olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “bu tip yasaklarla Türkiye’nin bir yere gitmesi mümkün değildir” diyor ve noktayı koyuyordu. (Milliyet, 11 Kasım 2005).

Türkiye artık yoluna “Kopenhag Kriterleri”ne göre değil, “Ankara Kriterleri”ne göre devam edecekti. Yeni reform dalgası, bu kez “yerli ve milli” reformlar şeklinde, bu atmosferde başladı. Ve bu yönde en büyük “reform” da çok geçmeden yapıldı. 21 Ekim 2007 referandumu ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kabul ediliyordu. Böylece yürütme başkanı son derece güçleniyor ve “başkanlık rejimi”nin yolu açılıyordu. Zaten birkaç yıl sonra, Adalet Bakanı B. Bozdağ da, 2007 oylamasıyla “fiilen yarı-başkanlık sistemine geçildiğini” söyleyecek ve amaçlarının da “tam başkanlık rejimi” olduğunu ilan edecektir. (HaberTürk, 4 Haziran 2012).

Aslında devlet başkanlarının halkoyu ile seçilmeleri, geçmişte, siyaset dilinde “Sezarizm” ve “Bonapartizm” gibi adlarla anılan dikta rejimlerinin yatağı olmuştur. Hitabet ve demagoji ustası birtakım liderler, mutlak otorite haline pratikte plebisite dönüşen oylamalarla geldiler. Askeri ya da sivil darbeler de bu yolla meşru kılındı. Avrupa’da bunun en çarpıcı örneği, Fransa’da III. Napolyon olmuştu. Genel oyla cumhurbaşkanı seçilmiş bu dikta heveslisi, bir darbeyle (1851) meclisi dağıtmış, bir yıl sonra da bir plebisitle darbesini “meşru” kılmıştı. Bu arada basın ve yargı da tam bir kontrol altına alınmıştı.

***

Tarihte mutlak otoritenin en büyük düşmanı, bağımsız yargı ile özgür basın olmuştur. Dikta rejimleri için aynı derecede önemli başka bir tehdit de egemen sınıfların hegemonyasını ve yoksul sınıfların kontrolünü kaybetmesine yol açacak iktisadi krizlerdi. İşte Türkiye’de de AKP iktidarı, Nisan 2007’da milyonlarca insanın sokağa dökülmesiyle, kendi açısından “tehlikenin farkına” varmış ve yepyeni bir anlayışla yeni “reform” paketleri hazırlamaya başlamıştı. Sonunda başkanlık sistemi ile taçlanan Anayasa referandumları ve “yargı reformları” bu anlayışla gerçekleşti.

Bu “ince ve uzun” yolda en büyük adımlardan biri de 2010 oylamasıyla atıldı. Ordu düşmanlığına dönüşmüş bir vesayet karşıtlığı ortamında, 12 Eylül oylaması, darbecilerin yargılanmasına yol açan önerisiyle, bu menfur darbe ile hesaplaşmak için de bir fırsat olacaktı. Ne var ki -ilk bakışta göze çarpmasalar da- öneride en önemli değişiklikler Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın HSYK’deki konumuyla ilgiliydi. Batı’da benzeri olmadık şekilde HSYK’ye başkanlık yapan ve gündemi hazırlayan Adalet Bakanı, aslında ek yetkilerle de donatılıyordu. Türkiye’de yargının geleceği açısından şu kadarı bile yeterliydi: Hâkim ve savcılarla ilgili soruşturmaları yürütecek müfettişleri bakan atayacak ve soruşturmalar da ancak bakanın “olur”u ile başlayabilecekti. Üstelik artık HSYK’nin çalışma şekilleri ve yeni dairelerin kurulması da anayasa değişikliğine gerek kalmadan, yasalarla sağlanabilecekti. (R. Türmen, Milliyet, 6 Eylül 2010).

***

Bilmem gerisini anlatmaya gerek var mı? Gerçek şu ki farklı platformlarda defalarca ve çok daha ayrıntılı şekillerde yazılanların anlamı bugünlerde çok daha net bir şekilde ortaya çıktı. Oysa o günlerin Ergenekon fırtınası içinde ve AYM’ye kişisel başvuru olanağı; memurlara toplu sözleşme hakkı, siyasi parti kapatılmasının zorlaştırılması vb. bazı demokratik önlemler arasında, gerçek durum kolayca görülemiyordu. İzleyen yıllarda da her “reform”la özgürlükler biraz daha kısıldı ve bugünlere geldik. Yine de bu ülkede tam bir otokrasi kurulamadıysa, bunu da para ve ekran karartma cezalarına boğulmuş bir kısım medya kuruluşuyla, mahkeme kapılarında nöbet tutan bir avuç yazarın yürekli direnişine borçluyuz.

Üstelik bu son yıllarda devir yine değişti; rüzgâr artık ters yönde esmeye ve Tayyip Bey’in saltanatı da iyice sallanmaya başladı. Her devrin sonunda olduğu gibi bu kez de yine “reformlar” gündeme geldi. Ve varılan noktada da iktidarı artık muhalefet ve ‘komplocular’ değil; dış borçlar, tükenen rezervler, pandemi ve işsizler ordusu tehdit ediyor. Bıçak kemiğe dayanmış vaziyette ve -The Economist dergisinin (21 Kasım 2020) duyumlarına bakılırsa- Berat Bey’i babasının yanına da, muhalefete geçme tehdidiyle, 30-40 kadar AKP vekili yolladı. “Güvenlik” ilkesine dayanan “reform” müjdesi işte bu baskı ve tehlikelere yanıt teşkil ediyordu. Yanlış anlayanlar, “bağımsız yargı”dan, Kavala’dan, Demirtaş’tan söz edenler sert bir şekilde susturuldu ve asıl amaç açıklandı: “Güvenliğe” en çok ihtiyacı olanlar yabancı sermaye ve iş çevreleri idi. “Reform”un amacı da bu güveni sağlamaktı. “Acı reçete” ufuktaydı ve TÜSİAD’la, TOBB’la görüşmeler bu koşullarda başladı.

Şimdi bekleme dönemindeyiz ve gözlerimiz bu konuda yine en öğretici tecrübelerle dolu olan yakın geçmişimize çevriliyor.

Oysa ne görüyoruz?

Yakın tarihimiz aslında böyle “acı reçeteler”le dolu: 7 Eylül Kararları (1946); 4 Ağustos Kararları (1958); 24 Ocak Kararları (1980); 9 Ağustos Kararları (1989); 5 Nisan Kararları (1994) ve son olarak da Kemal Derviş’in “on beş günde on beş kanun” (2001) diye özetlenen “acı reçete”si… Ve her birinin arkasında da yüz binlerce ailenin dramı var: Kaybedilen işler, batan işyerleri, eriyen maaşlar, çalınan tasarruflar vb. Üstelik hemen hepsi de bir iktidar değişikliğine yol açtılar; enkazın yükünü başkalarına yükleyerek. Ne garip, bugün “acı reçete”den söz etmeye başlayan AKP’nin kendisi de, 2002 yılında, bu reçetelerden biri sayesinde iktidar olmuştu.

Taner Timur / BİRGÜN


1923 + 18 = 1941 - Özdemir İnce / Cumhuriyet

Yazıya başlık olan sayıların anlamını yazıya dökelim:

1923: Cumhuriyetin kurulduğu yıl.

18: AKP’nin saltanat süresi.

1941: Yazımıza konu olacak zamanın sınırı olacak. AKP 18 yılda mucizeler (!) yaratmış ya biz de genç Cumhuriyetin mucizesiz, kabartma tozsuz gerçek öyküsünü anımsayalım. Bu yazıda yer alan ad listesinin yerine sayı verip yoruma geçebilirdim. O zaman sayılar adları gizlerdi.

***

1923 - 1938 yılları arasında Türkiye’de kurulan belli başlı askeri ve sivil fabrikalar: (1) 

(Olmadığı yerlere “Fabrika” sözcüğünü ekleyin.)

1- Ankara Fişek Fabrikası. 2- Gölcük Tersanesi. 3- Şakir Zümre Fabrikası. 4- Eskişehir Hava Tamirhanesi. 5- Alpullu Şeker. 6- Uşak Şeker. 7- Kayseri Uçak Fabrikası 8- Kırıkkale Mühimmat. 9- Bünyan Dokuma. 10- Eskişehir Kiremit. 11- Kırıkkale Elektrik Santralı ve Çelik Fabrikası. 12- Ankara Çimento. 13- Ankara Havagazı. 14- İstanbul Otomobil (Ford) Montaj Fabrikası. 15- Kayaş Kapsül Fabrikası. 16- Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Üretim Tesisleri. 17- Kırıkkale Elektrik Santralı ve Çelik Fabrikası. 18- Eskişehir Şeker. 19- Turhal Şeker. 20- Konya Ereğlisi Bez. 21- Bakırköy Bez. 22- Bursa Süt Fabrikası. 23-İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam. 24- Zonguldak Antrasit. 25- Zonguldak Kömür Yıkama. 26- Keçiborlu Kükürt. 27- Isparta Gülyağı. 28- Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas buğday siloları. 29- Paşabahçe Şişe ve Cam. 30-Kayseri Bez. 31- Nazilli Basma. 32- Bursa Merinos. 33- Gemlik Suni İpek. 34- Keçiborlu-Kükürt Fabrikası. 35- Ankara Çubuk Barajı. 36- Zonguldak Taşkömürü. 37- Barut, Tüfek ve Top Fabrikaları. 38- Nuri Demirağ Uçak. 39- Malatya Sigara. 40- Bitlis Sigara. 41- Malatya Bez. 42- İzmit Kâğıt ve Karton. 43- Karabük Demir Çelik. 44- Divriği Demir Ocakları. 45- İzmir’de Klor Fabrikası. 46- Sivas Çimento (1938 temel atma).

***

Temeli önceki yıllarda atılmış olan ama üretime geçişi 1938 sonrasına sarkan başka fabrikalar da vardır. Örneğin, bir ağır sanayi fabrikası niteliğindeki buharlı lokomotif, yük vagonu onarım ve imalat fabrikası olan Sivas Cer Atölyesi. 1938 öncesinde yapım ve kuruluş sürecini tamamladıktan sonra 1939’da açılmış ve üretime geçmiştir. 1980’li yıllara kadar bu fabrikada yaklaşık 7 bin işçi çalışmaktaydı... Bu fabrikalar, Anadolu şehirlerinin çehrelerini değiştirmiş, buraları bir sanayi kentine dönüştürmüştür.

***

AKP’nin 17 yılda sattığı tesisler (2) 

(Yazının hacmi dolayısıyla liste kısaltıldı):

Elektrik santralları: Ataköy, Beyköy Hidroelektrik, Çıldır Hidroelektrik, Denizli Jeotermal Santralı, İkizdere Hidroelektrik, Kuzgun Mercan Hidroelektrik, Tercan Hidroelektrik, Engil Gaz Türbinleri Santralı, Seyitömer Termik, Kangal Termik, Yatağan Termik, Murgul, Ça-talağzı Termik, Kemerköy Termik, Yeniköy Termik, Orhaneli Termik, Tunçbilek Termik, Soma Termik.

Şeker fabrikaları: Kırşehir, Turhal, Çorum, Elbistan, Muş, Erzincan, Erzurum, Afyon, Bor, Alpullu.

Tekel fabrika ve binaları: Adana, Ballıca, Bitlis, İstanbul, Malatya, Tokat.

Tuzlalar: Yavşan, Ayvalık, Çamaltı, Çankırı Kaya Tuzlası, Tuzluca, Sekili, Kağızman, Kaldırım, Kayacık.

HES’ler: Bayburt, Çemişgezek, Girlevik, Bünyan, Çamardı, Pınarbaşı, Sızır, İznik-Dereköy, İnegöl-Cerrah, Suuçtu Çağ, Otluca, Uludere, Adilcevaz, Ahlat, Malazgirt, Varto-Sönmez, Değirmendere, Karaçay, Kuzuculu, Turunçova- Finike, Besni, Derme, Erkenek, Kernek, Kayadibi, Kovada, Hasanlar, Ladik-Büyükkızoğlu, Durucasu, Arpaçay-Telek, Kiti, Göksu, Berdan, Kısık, Bozkır, Ermenek, Koçköprü, Engil, Erciş, Hoşap, Haraklı-Hendek, Pazarköy-Akyazı, Bozüyük, Kayaköy, Esendal, Işıklar, Dere, İvriz, Fethiye, Manavgat, Doğankent, Kürtün, Torul, Gönen, Karacaören, Kadıncık, Şanlıurfa, Adıgüzel, Kemer, Almus, Köklüce, Yenice, Suçatı, Değirmendere-Karaçay, Kuzuculu, Anamur, Silifke, Bozyazı, Mut-Derinçay, Zeyne, Menzelet, Kılavuzlu, Manyas, Sütçüler, Tohma, Dinar, Çine.

Limanlar: Mersin, Samsun, Bandırma, Derince, Salıpazarı (Galataport), Tekirdağ, Çeşme, Kuşadası, Dikili, Trabzon.

***

*Cuma günkü yazımla ilgili açıklama: Prof. Dr. Bilsay Kuruç, 42. Bülent Ecevit hükümeti döneminde 1978-1979 yıllarında DPT Müsteşarlığı yapmıştı. Sıralama hatası yüzünden değerli dostumdan özür dilerim. 

Özdemir İnce / Cumhuriyet

(1) Kaynak (Google): Ahmet Necip Günaydın, Atatürk Dönemi Sanayileşme Hareketleri (1923-1938).  

(2) Kaynak (Google): Cimer, 22 Aralık 2019.

                                                                      ***

Dövlet procesi(04/12/2020)- Özdemir İnce / Cumhuriyet

Sayfa ve sütun arkadaşım Barış Terkoğlu’nun yazılarını hayranlıkla okuyorum. 23 Kasım 2020 tarihli yazısı da çok çarpıcı ve ilham verici. Yazının sonuna doğru bir yere takıldım: “Bir tanım değil. Ama kesin olan bir şey var ki devlet kendi gücünü, kendi sınırları içinde başka gruplara devrettiğinde artık devlet olmaktan çıkıyor” diyor. Burada kendimce bir düzeltme yapmak istiyorum: Devlet kendine ait herhangi bir şeyi başkalarına devredemez. Devredemez çünkü böyle bir şey yapamaz. Böyle bir şeyi sadece onu yöneten iktidarlar, hükümetler yapar. Devlet bir taşıttır, taşıma aracıdır, şoför ne isterse onu yapar. Greyder, operatörün istediğini yapar. Gıllıgışlı işlerde devletin hiçbir sorumluluğu yoktur. Fail ve sorumlu her zaman hükümettir, iktidardır.

***

Devlet proje yapmaz, yapamaz. Ülkemizde bir Devlet Planlama Teşkilatı vardı. 5 Ekim 1960 tarihinde kuruldu. Devletin ekonomik, sosyal ve kültürel amaçlarının belirlenmesinde hükümete danışmanlık yapmaktaydı. Hükümetçe belirlenen amaçları gerçekleştirmek için kalkınma planları ve yıllık planlar hazırlardı. Teşkilatın ilk döneminde Yalçın Küçük, Hikmet Çetin, Güngör Uras gibi isimler görev almışken, Turgut Özal’ın müsteşarlığa getirilmesi sonrasında çoğunluğu Nakşibendilerden oluşan bir kadrolaşmaya gidildi ve Yusuf Bozkurt Özal, Nevzat Yalçıntaş, Beşir Atalay, Yaşar Yakış, Hasan Celal Güzel, Temel Karamollaoğlu, Bilsay Kuruç (müsteşar) gibi isimler DPT’de çeşitli görevlere getirildi. Teşkilat 2011 yılında R.T. Erdoğan hükümeti tarafından Kalkınma Bakanlığı olarak yeniden organize edildi. Ve böylece 50 yıllık (iyi kötü) planlı dönem sona erdi. DPT, planlamayı hükümet için yapıyordu; uygulayıcı da hükümet idi.

***

Lafı İstanbul Kanalı’na getirmek istiyorum. İstanbul Kanalı projesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin projesi mi? Kesinlikle değil. Neden değil?

Devlet bir tüzelkişiliktir. TC devletine sorulsa: “Bu İstanbul Kanalı senin projen mi baba (ya da ana)?

Ben ne bileyim, benim şoföre / hükümete” sor der.

Peki sen nesin” diye sorsan.

Ben, toprak bütünlüğüne bağlı, siyasal örgütlü bir ulusun oluşturduğu tüzel varlığım” der. Ve sonra açıklar: “Bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen kişiler ve varlıkların oluşturduğu, (gerçek kişiler gibi) hak ve yükümlülere sahip olan bağımsız hukuki varlıklardır. Gerçek kişiler dışında kalan, şirketler, vakıflar, kamu kurumları gibi hukuki varlıkların tümü tüzelkişiliklerdir. Benim yapmam gereken görev ve işleri yapan yetkili bir organ, yürütme organı var, hükümet denen, Bakanlar Kurulu denen takım.

***

Hükümetin meşrep ve tarzı belli olmaz. Kimi demokratiktir, kimi değildir; kimi Doğu despotizmi kisvesine girmiştir.

Ancak şunu kesin olarak söyleyelim ki tüzelkişilik (hukuki) olan devlet, proje yapmaz, projeyi hükümet organları yapar ve gerçekleştirir. Nasıl gerçekleştirir? Bunun yasaları, ilke ve yöntemleri vardır. Demokratik hükümetler yasalara, ilke ve kurallara uyarlar. Kimileri de yasa, ilke, kural mural tanımazlar. Doğu despotizmlerinde olduğu gibi keyiflerine göre iş görürler. Bunlardan devlet ananın ya da babanın hiç haberi olmaz. Demokratik yönetimlerde yasalar, kurallar özel nedenlerden dolayı zırt vırt değişmez. Hükümetlerin yaptığı işleri denetlemek için anayasa mahkemesi, Danıştay ve Sayıştay gibi kuruluşlar vardır ama doğu despotizmleri bunları çalıştırmaz. Bildiğini yapar, keyfinin sefasını sürer. Böyle yerlerde yürütme kişiselleşir, keyfileşir ve devleti hacir altına alıp işlerine devlet mührü basar, ama devletin mührü hükümettedir.

***

Şimdi teoriden pratiğe geçelim: İstanbul Kanalı kuşkusuz devlet projesi değildir. Projeleri hükümet yapar ve o gerçekleştirir. İstanbul Kanalı’nın hükmet tasarısı olarak TBMM tarafından onaylanmışlığı var mı? Ayrıca, artık TBMM tarafından denetlenen bir hükümet de yok. Durumdan anlaşıldığına göre Cumhurbaşkanlığı makamının da projesi değil. Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın kişisel projesidir diye düşünüyordum. Meğer haklıymışım. R.T. Erdoğan Varlık Fonu’yla ilgili yaptığı konuşmada “Kanal İstanbul benim çılgın projemdir” demiş. (Cumhuriyet, 28.11.2020) Bu açıklama “Devlet benim!” anlamına gelir!

Bu durumda, açıklamayı yapan kişi, araziyi satın almak, yapım masrafını da cebinden ödemek zorundadır.

Özdemir İnce / Cumhuriyet