27 Aralık 2020 Pazar

Türkçe ezan üzerinden kopan gericilik fırtınası - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

Bir tartışmadır gidiyor... Bunca sorun varken, halk açlık, işsizlik ve salgın ile savaşırken siyasetçilerin ağzından din, Kuran, ezan düşmüyor...

İBB ve Evrensel Mevlana Âşıkları Vakfı işbirliğiyle Şeb-i Arus töreni düzenlendi. Ardından Türkçe ezan tartışması başladı. 

Diyanet İşleri Başkanlığı, fetvasını verdi; Kuran’ın tercümelerinin Kuran hükmünde olmadığını ve bu tercümelerin Kuran olarak isimlendirilmesinin de caiz olmadığını belirtti.

Yandaş medyada yazarlar köşelerinde öfke krizleri geçirdi.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Twitter’da “Despotik, baskıcı, yasakçı ve her türlü değerin silindiği karanlık geçmişlerini özleyenlerin saygısızlığı” diyerek ateş püskürdü. 

Son olarak da AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan tepki geldi. TBMM’de AKP grubunda konuşurken, “Buldukları her fırsatta tek parti faşizmine dönüyorlar. Kuran’ı Türkçe okutma gibi bir garabet İstanbul’da sergilendi. Kuranıkerim’e inanıyorsanız ona gereken hürmeti göstermek zorundasınız” dedi. 

Ekrem İmamoğlu ise tepkileri yanıtlarken, “Şeb-i Arus’ta ezan olmadığını” açıklarken gericiliğe ödün verdi:

“Şeb-i Arus’ta ezan yok. Ezan okunması söz konusu değil zaten. Naatlar ve beyitler Farsçadır. Ben de Kuran’ın Arapça okunmasından yanayım. Ama Türkçemiz bizim için çok değerli. Türkçeyi düşmanlaştırma çabalarını çok yanlış bulduğumun da altını çizmek istiyorum.”

***

Bu olayda üzerinde durmak istediğim hususlar var. 

1- Sürekli “yerli ve milli” olduklarını iddia edenlerin konu din ile ilgili olunca Arapça ısrarının nedeni nedir? Türkçe konuşan inançlı insanların anadillerinde ibadet etmesi niye sorun oluyor? 

2- Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof.Dr. Cağfer Karadaş, Kuran’ın Türkçe çevirisinin gençleri deizm ve ateizme yönlendirdiğini iddia etti. Acaba Türkçenin düşmanlaştırılması bu yönde bir endişeden mi kaynaklanıyor?

3- Önemli olan anlam mı, ibadetin dili mi? 

Erdoğan, 2014’te Cumhurbaşkanı adayıyken “Çözüm Süreci” devam ettiği sırada, Ensar Vakfı’nın bastığı Kuranıkerim’in Kürtçe çevirisini miting kürsüsünden halka göstermedi mi?

2 Mayıs 2015’te Cumhurbaşkanı olduğu sırada toplu açılışlara katılmak için gittiği Batman’daki mitingde, elinde Kuran’ın Kürtçe çevirisiyle halka seslenmedi mi? “Kaldıracağız dedikleri Diyanet Kürtçe Kuran meali yayımladı” demedi mi? Diyanet TV, bunu kendi kanalından yayımlamadı mı?

4- Erdoğan, İmamoğlu’nu eleştirirken konuyu başka bir yöne çekti: “Eyüp Sultan’da seçim öncesinde kalkıp da bir mihrabiye yerine Kuranıkerim’i önüne açıp, orada Yasin-i Şerif’ten belli bir bölümü, aslına uygun okumak, sana bir şey getirmez. E niye onu da Türkçe okumadın? Onu da Türkçe okusaydın. Bak bakalım millet sana ne değer veriyor...”

İmamoğlu ise siyasi rant için bunun eleştirilmesi karşısında yine laikliği zedeleyen bir açıklama yaptı: “Bunu söylemek istemezdim ama ben de 6’lı, 7’li yaşlardan itibaren dini eğitim almış birisiyim. 10’lu yaşlarda defalarca da köy camilerinde ezan okumuş birisiyim. Bu işler üzerinden, siyasi rant elde etmeye çalışmasınlar.”

***

Erdoğan’ın Türkçe ezan tartışmasından konuyu bu olaya getirmesi kuşkusuz yanlış. Ama o ne kadar yanlışsa, İmamoğlu’nun Eyüp Sultan’da basının önünde sure okuması da o kadar yanlış. 

Aynı mazbatasını aldıktan sonra belediyedeki makamında cami imamı ile toplu dua ederek fotoğraf paylaşması gibi... 

Aynı Binali Yıldırım’la katıldığı ortak TV yayınında belediyeye ait tesislerde alkol ve havuzlarda “karma” uygulama olmayacağını söylemesi gibi...

Siyasetin son 18 yıldır din ekseninde yapılmasının devlet yönetiminde yarattığı tahribat ortadadır. Bunların hepsi laikliğe aykırıdır!

Laikliği anayasal ilke yapmış bir ülkede kişisel olarak inancınız / inançsızlığınız, din eğitimi almış olmanız, ezan okumayı bilmeniz kimseyi ilgilendirmez; özel yaşantınızda istediğiniz ibadeti yaparsınız. Ama devlet yönetiminde görev alan bir siyasetçi ya da bürokratsanız, resmi kimliğinizle din üzerinden kitlelere mesaj göndermeniz laikliğe aykırıdır. 

Bu coğrafyada laik Cumhuriyet devrimini gerçekleştirmek ve onu korumak için başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere nice insan hayatını ortaya koydu; çok ağır bedeller ödendi. Bunu kimse unutmasın.  

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

İçişleri Bakanı'na padişah yetkisi: Dernekler düzenlemesi ne anlama geliyor? - ÖZLEM ŞEN ABAY / SOL

 İsminde OHAL geçmeyen ancak olağanlaşmış ‘gecikmesinde sakınca bulunan’ düzenlemeler giderek daha da kural haline geliyor. Yani OHAL hukuku gaza tam basarak, frensiz yoluna devam ediyor.

“Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” geçtiğimiz Cumartesi günü TBMM Adalet Komisyonunda görüşülerek kabul edildi. 

Teklifin ortaya çıkmasının hemen sonrasında kamuoyunun dikkati yapılacak yasal değişikliklere yönelmiş durumda.

Her ne kadar teklif edilen kanunun adı ve gerekçesi kitle imha silahlarının yayılması ve terörün finansmanının engellenmesi olarak sunulsa da, teklif Dernekler Kanunu ve Yardım Toplama Kanunu’nda da önemli değişiklikler öngörüyor. Bu değişikliklerin temelini yürütme makamına tanınan ölçüsüz ve çerçevesi belirli olmayan müdahale yetkileri oluşturuyor. Bu anlamda, son dönemde sıkça örneğini gördüğümüz idareye keyfi müdahaleler yetkisi veren düzenlemelerin son halkası diyebiliriz.  Bu nedenle, Teklif hukuk güvenliğini tehdit eder nitelikte ve pek çok hak ihlallerine neden olma riski taşıyor.   

Önerilen Teklif’in kamuoyunda en çok Derneklerin yönetimlerinin “geçici” olarak görevden alınması ve kayyum atanmasının önünü açan maddeleri tartışma yarattı. Teklif İçişleri Bakanı’na derneğin kurullarını veya çalışanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma ve aynı zamanda yeterli olmaması halinde derneğin faaliyetlerini durdurma, kayyum atama gibi yetkiler tanıyor.

Kanun teklifinin gerekçesi, düzenlediği kapsam ile uyumsuz

Teklife yazılan genel gerekçeye göre, G-7 ülkeleri tarafından kurulmuş, kara para aklama ve terörizmin finansmanı konusunda çalışan bir hükümetler-arası forum olan FATF’nin (Mali Eylem Görev Gücü-Financial Action Task Force), Türkiye ile ilgili birtakım tavsiyelerin yerine getirilmesi amaçlanıyor.

Ancak toplam 43 maddeden oluşan teklifin sadece ilk 6 maddesi  kara para aklama ve terörizmin finansmanı ile ilgili Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını yerine getirmek için belirlenmiş hükümleri içeriyor. Teklif’in kalan maddeleri Dernekler Kanunu ile Yardım Toplam Kanunu başta olmak üzere bir dizi başka kanunda değişiklikler öngörüyor. Bu nedenle aslında karşımızda olan adı konmamış bir torba kanun ve diğer bütün torba kanunlarda olduğu gibi yasa yapım tekniği açısından son derece önemli problemler içeriyor.

Ancak bu teknik problemler bir yana, ikinci bölümün en sarsıcı özelliği kapsamının genel gerekçeden tümüyle ayrılması. İkinci bölümde Dernekler Kanunu ile Yardım Toplam Kanunu gibi çok önemli kanunlarda yapılmak istenen dramatik değişiklikler Teklif’in genel gerekçesi olan uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile ilgili konularla sınırlanmamış, aksine sınırları belirsiz bir biçimde genel düzenlemeler getirilmeye çalışılmış.

Teklif ne getiriyor?

Değişikliklerin can alıcı taraflarından birinin Dernekler ve Dernekler Kanununa tabi olan kuruluşların denetimleri ile ilgili olduğunu söylememiz mümkün. Derneklerin denetimlerinin periyodik yapılması, yapılacak risk değerlendirmelerine göre denetimlerin her yıl ve herhangi bir kamu personeli eliyle yapılabileceği, dışarıdan denetim raporlarını oluşturacak bilirkişi atanabileceği, denetimlerle ilgili bilgi ve belgelerin her türlü kurumdan istenebileceği yapılan düzenlemeler arasında. Derneklerin görevlendirilen herhangi bir kamu görevlisi eliyle denetlenmesi, denetleme sırasında dışarıdan bilirkişi atanması gibi düzenlemeler ise inceleme sırasında uzmanlık gerektiren konularda, uzmanlık gerektirmediğini belirten düzenlemeleri beraberinde getiriyor.

Denetimlerin zaten halihazırda bir yaptırım gibi bazı seçilmiş dernek ya da vakıfları yıldırmak amacıyla uygulandığı göz önüne alındığında, öznelliğe, dolayısıyla politik ayrımcılığa son derece açık risk değerlendirmelerinin kara listeler oluşmasına neden olabileceği endişesini taşımak için çok neden var.

Önerilen Teklif’in kamuoyunda en çok Derneklerin yönetimlerinin “geçici” olarak görevden alınması ve kayyum atanmasının önünü açan maddeleri tartışma yarattı. Teklif İçişleri Bakanı’na derneğin kurullarını veya çalışanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma ve aynı zamanda yeterli olmaması halinde derneğin faaliyetlerini durdurma, kayyum atama gibi yetkiler tanıyor. Bu yetki teklifte Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun ile TCK’da yer alan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçlarıyla sınırlanmış olsa da, bu sınırı önemsizleştiren bir başka nitelik daha taşıyor. Teklif görevden alma için bu suçlara ilişkin bir mahkeme kararını aramıyor, sadece bir “soruşturma” başlatılmasını yeterli görüyor. Dolayısıyla, kesinleşmiş bir mahkeme kararı aranmaksızın Bakanlığa derneğin genel kurul dışındaki her tür organı ile faaliyetlerine müdahale yetkisi tanınması, keyfiliğe açık, olağanüstü bir yetki alanı yaratmış oluyor. İşte buna olağanüstü tedbirlerin olağanlaştırılması girişimi diyoruz.

Üstelik metnin gerekçesinde ifade edilen “risk havuzu” kavramı, zaten fiilen var olan tasnifleme ve etiketleme pratiklerine yasal bir zemin kazandırıyor. Bunun önemsiz bir fark olduğu düşünülmesin, bu yasal zemin, bugün fiilen var olan ama her seferinde uygulamada yeniden üretilme zorunluluğu/zorluğu taşıyan ayrımcılığın yapısal ve sistematik hale gelmesi sonucunu doğurabilir.

Yardım Toplama Kanununda yapılan değişikler ile de mevcut cezalar ölçüsüzce arttırılmakta. Teklifle öngörülen cezaların küçük bütçelerle çalışan çok sayıda dernek ve örgüt için yaşamsal problemler oluşturabileceği açık.

Örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırılması olağanlaşır mı?

Dernekler Kanunu ile Yardım Toplama Kanununda yapılan değişiklikler yürütme organına keyfi, ölçülü olmayan ve çerçevesi belirsiz müdahale yetkileri tanıyarak asıl olarak zaten problemli olan bir alanı tehdit ediyor; örgütlenme özgürlüğü. Bu düzenlemeler ile zaten öngörülemez olan hukuk düzeni giderek daha da karanlık bir sis perdesi içine gömülmek üzere. İsminde OHAL geçmeyen ancak olağanlaşmış ‘gecikmesinde sakınca bulunan’ düzenlemeler giderek daha da kural haline geliyor. Yani OHAL hukuku gaza tam basarak, frensiz yoluna devam ediyor.

ÖZLEM ŞEN ABAY / SOL

                                                       ***

Kitle imha silahları, kara para ve terör derken…(Ali Rıza Aydın-SOL)

'Temelleri çürüdükçe, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar'

Neoliberal dünyanın hangi kolu tutulursa tutulsun, hangi stratejisi incelenirse incelensin, hangi alt başlığına girilirse girilsin her şeye bir gerekçe bulunuyor. Bu gerekçeler de kurumlaştırmanın ve kurallaştırmanın, önlemlerin ve müdahalelerin dayanakları yapılıyor.

AKP’li 45 milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunulan “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” bu alandaki belgelerinden biri. 

Bir ucunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), bir ucunda OECD ve onun bünyesinde “uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadele” kuruluşu Mali Eylem Görev Gücü (FATF), bir ucunda uluslar, bir ucunda uluslararası ilişkiler… Konu kitle imha silahlarının önlenmesi, kara paranın aklanması ve terörün finansmanıyla buluşturulunca bir çeşit tabu haline getiriliyor. 

BMGK’den başlayan, uluslararası sözleşmelerle desteklenen usul, esas ve kararlar ulusal alana girince, ulusların özelliklerine, koşullarına, siyasi iktidarların tavır ve çıkarlarına,  dönemsel ve mekânsal yaklaşımlara göre farklılaşabiliyor. Bu farklılaşmalar da hem hukukun temel ilkeleri hem de hak ve özgürlükler yok sayılacak derecede değişim özelliği gösterebiliyor. Kaotik ortamın kaotik hukuku… 

Aslında her üç başlık da önce yaratılan, sonra hegemonya istikrarını ve iç denetimi sağlamak için mücadele edilmesi gerektiği iddia edilen bir ihtiyaçlar zincirini tanımlıyor. 

Başka coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de epeyce örnek var. En tipiklerinden biri 16 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen, kaldırıldığı halde hüküm ve uygulamaları hâlâ devam ettirilen OHAL. Bireylerin ve kurumların üzerinde hiç eksik edilmeyen bir kılıç, cumhurbaşkanına hakaretten milli güvenliği tehdide, terör örgütü iddiasından bu örgütlerle aidiyet, iltisak veya irtibata kadar kapı pervazlarında asılı tutuluyor. Halka kavramlar üzerinden üç maymunu oynamak seçeneği bırakılıyor. 

Bu kavramların ortak özelliği belirsiz ve öngörülemez olmaları. Yani hukukun en temel ilkelerinden olan “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkeleri, esnek ve keyfi takdir hakkına teslim ediliyor. Her an korku içinde yaşarken bir yandan da söylem ve eylemlerinizin kim tarafından ne zaman terörle bağlantılı olarak tanımlanacağını bilmiyorsunuz, öngöremiyorsunuz. 

Düşünme ve düşündüğünüzü açıklama özgürlüğünüz tehdit altında köreltiliyor. Bu durum diğer hak ve özgürlükleri etkilediği gibi hak arama özgürlüğünü de etkiliyor. Siyaseti başkalarına bırakıp uzak kalmanın gereğine inandırılıyor. 
Kanun teklifi okunduğunda ayrıntılı olarak görülecektir. Ana hatlarıyla sıralarsak:

Bir kere, BMGK kararlarını, FATF raporlarını, Kanun teklifinin görünürdeki gerekçesini ve önlemler paketini ağır bir şekilde aşan, birçok kişi ve kesimi zan altında tutarak korku yaratan, “hukuk güvenliği” yerine “hukuk tuzağı” getiren bir metin söz konusu. 

İkincisi, teklifteki birçok tümcede, cumhurbaşkanına ve içişleri bakanına devredilen yetkilerde, yönetmeliklere ve kararlara bırakılan düzenlemelerde “kanunilik ilkesi” yok sayılıyor, yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesi çiğneniyor. Hem belirsizlik ve öngörülemezlik hem de kanunla açık olarak düzenlenmesi gereken konularda koşulsuz yetki devri söz konusu. Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler geniş, takdiri, sınırsız, keyfi uygulamalara açık. Teklifi okuyanlar belli ve kesin hükümler yerine öngöremedikleri bir tehditle karşı karşıyalar. Bunu yakın tarihteki OHAL KHK’lerine benzetebiliriz. Amaç denetimi yapıldığında görünürdeki amaçla gerçek amaç çakışmıyor.   

Üçüncüsü, düşünce, düşünceyi açıklama, kişisel verilerin korunması, örgütlenme başta olmak üzere hak ve özgürlükler Anayasaya aykırı şekilde sınırlandırılıyor, kimi durumlarda da durduruluyor. “Makul sebeplerin varlığı” sözcüklerine dayanılıyor ama makul sebeplerin ölçütleri kanunda açık ve net gösterilmemiş; varlığın tespiti de takdiri ve keyfi.

Dördüncüsü, anayasal güvence altındaki dernekler potansiyel suçluymuş gibi baskı ve tehdit altına alınıyor. Denetimleri sıkılaştırılıyor. Görünürdeki gerekçelerin arkasına sığınılarak bütünüyle keyfi bir denetim öngörülüyor. Denetim kurumsal olmaktan çıkarılıp yetkilendirilecek kamu görevlilerine yayılıyor. 

Beşincisi, avukatlar da devreye sokularak ihbarcılık kurumlaştırılıyor. Soyut ve geniş bir istihbarat yetkisi getiriliyor.   
FATF’nin Türkiye raporlarında yinelenen; (i) coğrafi konum nedeniyle insan, uyuşturucu, yakıt kaçakçılığı riski ile terör saldırısı tehdidinin yüksek olduğu ülke, (ii) kara para aklamada ve terörün finanse edilmesine karşı mücadelede ciddi eksiklikleri olan ülke uyarıları, sorunu hukuksallık, yönetim zaafları ve denetimsizlik gibi biçimsel eksikliklere sıkıştırıyor. Bu önlemlerle çözüm gelecek gibi duruyorsa da bir türlü gelmiyor.   

Her seferinde yüksek ve yakın tehdit ileri sürülüyor, her seferinde eksiklikler saptanıyor. Bu devamlılık ve saptama yalnız Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tüm ülkelerinde öyle ya da böyle, az ya da çok geçerli. Yakın tarihte Fransa’da izledik. 

Ne deniliyor?

Kapitalist/emperyalist ilişkilerde bağımlı tutulacaksınız, üzerinizdeki baskı ve şiddet süresiz kılınacak, sömürülen ve ezilen halk sorgulama ve değerlendirme yapmayacak/yapamayacak, örgütlenilmeyecek ya da örgütlenenler siyasi iktidarların uydusu olacak… Mücadele denilen şey de ancak ve ancak kapitalist/emperyalist dünyanın canavarlaştırdığı sözde düşmanlara karşı stratejileri belirlenmiş biçimde tanımlanacak. Sakın ha sınıfsallığın, sınıfsal örgütlenme ve mücadelenin bu stratejide yeri yok. Olursa onlar da kaçakçılık, kara para ve terör batağına itilerek hukuk denilen hukuksuzlukla eritilecek.

Kapitalist/emperyalist düzen sürdükçe üç başlık da yaşamaya devam edecek, yanlarına yenileri de eklenecek. Arkasına sığındıkları gerekçeleri ve koşulları yaratan ve yaşatan onlar, mücadele düğmesine bastıranlar da onlar. İstekleri ve amaçları yasal ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesinden, önleyici tedbirlerin alınmasından, ayni, nakdi, ekipman ve teknoloji kontrolünden, malvarlıklarının dondurulmasından, uluslararası standartlara uyum sağlanmasından, usul ve esas belirlenmesinden çok ötede. 

Sahi, devasa şirketler ve holdingler, banka ve finans kuruluşları, menkul ve gayrimenkul hareketi, ulusal ve uluslararası sermaye kimin elinde?  

Doğayı, insanı ve emeği kendilerine, yalnızca kendilerine istiyorlar. Temelleri çürüdükçe, çökme emareleri arttıkça, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar, yeni korku ağları örüyorlar, sonra da kurtarıcılığa bürünüyorlar. Kendileri de biliyor: Sömürücüler her zaman kaybeder.

Ali Rıza Aydın-SOL

Dinbaz!..- Yavuz Selim Demirağ / Yeniçağ

Değerli Hocam Yahya Akengin'in deyimidir. "Dinbaz...", "Düzenbaz" gibi bir şey değil. Dinden geçinen, din üzerinden aldatan, dini satan, din adına cinayet işleyen, din adına hedef gösteren, dinden yolunu bulan, dinden haksız para kazanan...

Bu "Dinbaz"ın anlamı ile ilgili yüzlerce, binlerce açıklama yapılabilir. Dünyanın en eski mesleğinin fahişelik olduğunu iddia edenler bana göre yanılıyor.

En eski, en ahlaksız mesleği "Dinbazlık"tır.


Sonuç da fahişe ihtiyacı için para kazanır.
Dinbaz ise namussuzluktan yolunu bulur.
Alçaklığın seviyesi vardır. Dinbaz çukurun da çukurudur.
Dinbazların zanaatı, mesleği yoktur. Manav, marangoz, demirci, duvar ustası, çiftçi, kasap, celep değildir.
Din alıp, din satarlar. Dinin tüccarlarıdır.
Öyle ki Ortaçağ döneminde bir de sınıf oluşturmuşlardır.
"Ruhban sınıfı..." Krallara, lordlara, kontlara, aşiret reislerine, padişahlara, sultanlara, çar'lara diz çöktürmüşlerdir.
Bu konuda Mine Kırıkkanat'ın "Tarihin en büyük sahtekarlığı: Bir Hıristiyan Masalı" isimli tarihi kitabını ısrarla tavsiye ederim.
Merhum Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk "Allah İle Aldatanlar"ı ifşa etmeye başlamıştı.
Ömrü yetse "Dinden yalanları, din adına uydurulan fetvaları, dinin televolesini"de yazacaktı.
Bu konuda İlahiyatçı öğretmen-yazar Cemil Kılıç'ı takip etmenizi ve kitaplarını öneririm.
Nazif Ay'ın çalışmaları da önemli. Hele şu devirde bunları yazmak cesaret işi.
Tartışmak için yürek gerekli.
Binlerce yıldır devam eden ruhban sınıfı sadece hıristiyanlara ait değil. İslam adına oluşturulan ulema sınıfının da onlardan farkı yoktur.
Askere gitmezler, vergi ödemezler. Kene gibi yapışırlar insanın sırtına kanını, iliğini sömürürler. İmparatorlukları çökertip, devletleri yıkarlar.
Cadı avı adına diri diri yakarlar insanı. Engizisyon mahkemeleri Ortaçağda kaldı. Ancak İslam adına o mahkemeler Ortadoğu'da yaşıyor halen...
Dinbazlar bazen imam kılığında bazen de akademisyen kılığına da bürünüyor.
Ellerinde dinin patentini tuttukları için hangi yöntemle geliştirdikleri bilinmeyen bir de "İmanometre"leri vardır.
İnançlı-kafir diye ayırma kabiliyetlerinin olduğuna inanır, inandırırlar.
Kimin cenaze namazının kılınacağına karar verip, katli vacip fetvası verirler.
Sorgulayanı, araştıranı sevmezler. Bölücülüğün dik alasını gerçekleştirirler.
Bazı dillere kutsallık getirip, insanın ana dili ile ibadet etmesini yasaklamaya kalkışırlar.
İnsanın olağan hayatındaki akışların tümüne burunlarını sokarlar.
Kimlerin hangi okullarda eğitim göreceğini dayatırlar.
Günlük ve özel hayatlara müdahale ederler.
Hangi kitabı, hangi gazeteyi okuyacağımıza da dinbazlar karar vermeye çalışır.
Hangi televizyonu seyredeceğimizi belirleme hakkına sahip sanırlar kendilerini.
İşi bayağı ileri götürdüler. Televizyonları kapatmaya da başladılar.
Kiminin boyu uzundur kiminin kısa. Sakalın, bıyığın uzunluğuna, kısalığına da onlar karar verir.
Kimi varlıklı, kimi sefil. Bazılarının boynu kalın, kolları uzundur.
Adı üzerinde "Dinbaz" her kılığa girer. Yılan gibi deri değiştirir. Bukelemum gibi renk değiştirirler. Ayrıcalıklı oldukları için evrensel hukukun hükümleri de işlemez onlara.
Savcı sorgulamaz, hakim yargılayamaz.
İstedikleri zaman Yılmaz Özdil'i, Cüneyt Akman'ı hedef gösterir,
Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'a iftira atarlar.
Alem Coronavirüs için aşı geliştirmeye çalışıp dursun.
Covit-19 muskası yazıp, satarlar. Şifa niyetine deve sidiği içerler.
Şu deve sidiği iyi kafa yapıyor galiba, uçuyorlar. Müthiş de fantezileri var.
Kelle kesip, gırtlaga tecavüz mesajları atıyorlar.

Yavuz Selim Demirağ / Yeniçağ
 


26 Aralık 2020 Cumartesi

Kıymetliler - Aydemir Güler / SOL

 Erdoğan-Çelik diyaloğunun sıradan ve sayıları 'eski Türkiye’deki' benzerlerini çoktan aşan vatandaşlar için mesajı 'seni hiç ama hiç hesaba katmıyoruz'dur. İşte sürdürülemez olan budur.

Bir AKP milletvekili Erdoğan’la telefonla konuşuyor ve telefon görüşmesi internette yayılıveriyor. Görmeyenler için aktarayım; Erdoğan Hatay milletvekili Sabahat Özgürsoy Çelik’i, tedavisinin Ankara’da sürdürülmesi için “hava ambülansıyla” aldıracağını söylüyor. Vekilin hayır dualarını geçiniz; bu videonun neden yayınlandığı daha önemli. 

Rastlantı bu ya, aynı ilin CHP’li bir vekilinin “tabutlu” basın toplantısı da aynı güne denk geldi. Serkan Topal koronanın Hatay’ı teslim aldığını, ilin 11 milletvekilinden 6’sının hastalandığını söylüyor. “Hatay ölmesin” diye bir yakarıyla da bitiriyor basın toplantısını...

Görüntülerin Sabahat Hanımın sekreteri, danışmanı veya başka bir yakını tarafından çekilip servis edildiğini tahmin edebiliriz. Demek ki videonun pozitif bir yankı yapacağı öngörülmüş. Hastalıktan kırılan bir kentte sadece bir kişi, AKP’li bir milletvekili için devlet seferber olacak. Bundan çıkarsayabileceğimiz bilgi Sabahat Hanımın devletin “kıymetlisi” olduğudur. Majestelerinin kıymetlisi bu videoyla sırtının kolay kolay yere gelmeyeceğini dosta düşmana ilan ediyor. Kudretli bir vekille karşı karşıyayız.

Bu devletlu ilgiye koca Hatay ilinde kaç kişi mazhar olabilir? Üç kişi, beş kişi, bilemedin yirmi… Türkiye’de pozitif yankı artık tamamen “ayrıcalıklı” olmakla ilgilidir. Sabahat Hanım ile Reisinden sekreterine aynı dünyayı paylaştığı diğerleri bu durumu gayet normal karşılamaktadırlar. 

Eski Türkiye’de de bu tür ilişkiler vardı tabii. Ama ayıp sayılırdı ve gizliden gizliye yapılırdı: “Aman aramızda kalsın.” Şimdi ise “iyice çektin mi oğlum, yükle bakalım internete…”

Hatay’da vaka artış oranını Bakan yüzde 125 olarak vermiş. CHP’li milletvekili 10 Eylül-10 Aralık arası ölüm sayısının yüzde 400 arttığını söylüyor… İktidar partisinin bir kıymetlisi için hava ambülansı yollanıyor. Alenen. Herkes görsün diye. Şanımız yürüsün diye…

Eskiden devlet kayırmacılığı, örnek ve muhtaç bir vatandaşa da kısmet olabilirdi. O zaman ilgili vatandaş tarafından değil bizzat devlet tarafından servis edilirdi. Maksat Ankara’nın kimseyi aç açık bırakmayacağını, merkeze en uzak bir örnek üstünden kanıtlamaktı. 

Bugünkü durumun sürdürülemez olduğunu kesin bir güvenle söyleyebiliriz. Erdoğan-Çelik diyaloğunun sıradan ve sayıları “eski Türkiye’deki” benzerlerini çoktan aşan vatandaşlar için mesajı “seni hiç ama hiç hesaba katmıyoruz”dur. İşte sürdürülemez olan budur. Her yönetim, egemenliği altındaki nüfus ile içinde o anın koşullarına uygun bir ikna ve zor dengesi kurar. Biraz havuç biraz sopa. Bu ikisinin oranı bir dizi faktörün bileşkesi olarak şekillenir. Denge tutturulamazsa yönetim krizi patlar. Veya krizler bu dengenin bozulması biçiminde de kendini gösterir.

Bugün AKP iktidarında bu türden denge hesaplarının nesnesi olarak dikkate alınacak bir toplumun kalmadığı kabul edilmiştir. Saçmadır ve yalnızca egemen güçlerin gerçeklikle bağlarının nasıl da koptuğunu gösterir.

Buralara Ankara-Antakya arasında sefere hazırlanan bir tane hava ambülansından varmıyorum. Eskiden başbakanlar ağızlarını doldura doldura emeklilerden, işçilerden dem vururlardı. Bakın Erdoğan’ın basın toplantısı metinlerine! Bakın Sağlık Bakanlığının reklam spotlarına; hiç fabrika, atölye geçiyor mu, bir arayın bakalım…

Ama dikkat; bu duyarsızlık, duyarsızların akıl ve söylem kapasitelerinin darlığından kaynaklanmıyor. Halk faktörünün yok sayılması, kapitalizmin sistem olarak tercihi ve zorunluluğudur. Nasılsa komünizm yok edildi, işçi sınıfı değişti, ayakların baş olma hayali dağıtıldı… cüretidir bu. Ve; krizden kaçabilmek, yani kârlarını yüksek tutabilmek için eşitsizliği öldüresiye derinleştirmek kapitalistler için bir zorunluluktur.

O halde sürdürülmesi mümkün olmaktan çıkan sadece bir başkan ile vekili değildir. 

Aydemir Güler / SOL

Hasan Can Kaya vakası: Konuşturarak susturmak - İMRAN AYDIN TALİ / SOL

 

Hasan Can Kaya mizahının varış noktası kendi ağzından sık sık 'Bizde şerefsizlik para ediyor' cümlesiyle ilan ediliyor.

Katılımcıların izleyici değil anlatıcı konumunda oldukları, diledikleri her şeyi konuşabilecekleri, tamamıyla özgür bir ortamda iyi ve güzel insanları bir araya getirmeyi vaad eden “Konuşanlar” programının tüm bölümleri, medya patronu Acun Ilıcalı’nın kurduğu “Exxen”e transferiyle Hasan Can Kaya tarafından dolaşımdan kaldırıldı. 

Otuz küsur bölüm boyunca kendilerine programın gerçek sahibi oldukları anlatılan izleyiciler, bu gelişmeyle şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşadı. 

Peki, Hasan Can Kaya’nın yenilikçi ve yaratıcı bulunan formatı, iddia ettiği gibi iyi ve güzel insanlardan oluşan doğal, samimi ve özgür ortamı gerçekten yaratıyor mu? 

Bu bağlamda ortada şaşıracak ya da hayal kırıklığına uğrayacak bir durum var mı, yoksa komedyenin yarattığı formatın içeriği mantıksal sonucuna mı ulaştı?

Konuşanlar isimli program izleyicilerin başlarından geçen olayları anlatmaları üzerinden ilerliyor. Hasan Can Kaya söz verdiği izleyicileri iki soruyla yönlendiriyor:

  • Başından geçen bir sıçma hikayesi anlat.
  • Bir fantezini anlat, cinsel olması şart değil.

Bu yönlendirmeler sonucunda anlatılacak olaylar doğal olarak insanların zaaflarını, zayıflıklarını, arızalarını ve ihtiraslarını kapsıyor. Postmodern çağda alıştırıldığımız mizah, toplumsal çürümenin normalleştiği bir zeminde kurgulandığı için ilk bakışta bir tuhaflık görülmeyebilir. Hasan Can Kaya tarzı mizahın, alımlayıcısını çıkmaza sürükleyen özünü kavrayabilmek için insan arızalarıyla kurduğu ilişkiye ve onları nereye taşıdığına bakmamız gerekiyor.

Yüzleşme - Yabancılaşma - Kanıksama

Hasan Can Kaya’nın “Konuşanlar” formatı, komedi türünün ortaya çıkışından beri en önemli unsurlarından birisi olan “yüzleştirme” öğesine dayanıyor. Popüler komedyenler için sıklıkla “Aslında bize kendimizi anlatıyor.” dendiğini duyarız. Sahnedeki oyuncu ya da komedyen, seyirciyi aslında bildiği, parçası olduğu bir durumla, o durumu komik bulacağı şekilde yüzleştirir. 

Kaya’nın dahice(!) buluşu, yüzleştirme efektinin bizzat olayın öznesi tarafından sağlanmasında yatıyor. Anlatıcının normal koşullar altında paylaşmak istemeyeceği zaaflar gönüllü ve milyonlarca insana açık bir biçimde dile getiriliyor. “Konuşanlar” formatı aslında olumlu bir öğe olan “yüzleştirmeyi” kendi biçimi içerisinde bir “ortalığa saçılma” hâline dönüştürüyor.

Buradan birbirini besleyen iki sonuç çıkabilir: Söz ağızdan döküldüğü anda kitlesel bir yabancılaşma ve her türden vasatlığın kanıksanması… 

Programı izleyenlerin de genel kanısı, sohbetlerin gittikçe bayağılaştığı yönünde. Yüzleşme - yabancılaşma ve kanıksama şeklinde yürüyen bu programın alınır - satılır bir vasatlığa doğru yönelmesi çok doğal.

Tersinden kurulan çürüme

Kapitalizm, toplumsal çürümenin kaynağında kendisinin bulunduğu gerçeğini gizleyebilmek için tüm arıza, zaaf ve vasatlığı tekil bireye indirgeyerek “insanın doğası gereği bencil, zayıf ve arızalı” olduğunu söyler. Burjuva dünyasında kültür - sanat alanı bu yanılgıya hizmet edecek bir mekanizma biçiminde kurgulanır. 

Kötücül olanın toplumsal algıda gizlenebilmesi dolaylı biçimde vasat ve geri olanı besler. Toplumun büyük bölümünün yaşadığı arızaların “utanç verici birer zayıflık” olarak, herkesin bildiği sırlar şeklinde saklanması çürüme olgusunun önemli bir özelliği. 

Konuşanlar programı, vasatlığı kanıksanacak bir biçimde ortaya saçarak, insanları değil arızalarını doğallaştırıyor ve sorunun köküne ineceğimiz zemini ortadan kaldırıyor. Sırlar ve arızalar açıkça ortalığa saçılıp aşikâr hâle gelirken, onları yaratan toplumsal ilişkiler “gizli” kalmaya devam ediyor. Hasan Can tarafından “iyi, güzel, doğal, samimi, tatlı” sıfatlarıyla betimlenen insanların, bu yolla çürüme ve vasatlığa tersinden uyumu sağlanıyor. Hasan Can Kaya mizahının varış noktası kendi ağzından sık sık “Bizde şerefsizlik para ediyor.” cümlesiyle ilan ediliyor.

Yargılardan arıma, vadedilmiş birlik ve kazanılmamış özgürlük

Toplumsal norm ve dogmalarla uyumsuz her türlü insan davranışının sert bir şekilde yargılandığı ve baskılandığı bir düzende, bireylerin birbirlerini yargılamadıkları, iyiliği ve güzelliği kendinden menkul birliklerde buluşarak özgürleşebilecekleri tezi, postmodern çağda zaten bizzat baskı mekanizmalarının sahipleri tarafından propaganda edilmekte.

“Biz ahlâk bekçisi değiliz, insan ayırmıyoruz, her katmandan, her sınıftan, her görüşten insan burada kendisini özgürce ifade edebilir. Sağcısı, solcusu, laiği, muhafazakarı… hepsi bizim kardeşimiz.”

Doğal ve samimi insanların kendilerini toplum kılan tüm bağıntıları yok sayıp, “çok tatlı insanlar” sıfatıyla bir araya gelerek özgürleşebileceği tezinin Hasan Can Kaya tarzıyla böyle ifade ediliyor. Burjuva anlayışında hiç değişmeyen, tekrar tekrar önümüze sürülen bu tez; sahtelik ve vasatlıktan rahatsızlık duyan çok geniş kitleleri ehlileştirmekten başka bir işe yaramıyor. 

Konuşanlar’da söz alan kişi her ne anlatırsa anlatsın, kendisine vadedilen “iyi ve güzel insanlar topluluğu” tarafından yargılanmayacağını biliyor. Tüm üyelerin birbirlerinin arızalarını samimiyet - doğallık şemsiyesi altında normalleştirdiği ve dile gelmez sırların bu yolla dile getirildiği bir ortamda, doğallaşan ve kanıksanan şey çürümenin kendisi oluyor.

Oysa insanlığın bugünkü en yakıcı ihtiyaçlarından birisi, her türden çürüme ve vasatlığı “çözülmesi gereken problemler” şeklinde ortaya koyarak bunların gerçek kaynağına, yani sömürü düzenine götürecek bir muhasebe ve muhakemeyi yapılabilmesi. Samimiyet ve özgürleşme, “en büyük rezilliği kim anlatacak” yarışıyla değil, ancak böylesi bir muhakeme ve muhasebeyle inşa edilebilir.

İMRAN AYDIN TALİ / SOL

Tütün vergisinde kazan/kazan devam ediyor: İşte kararın sonuçları...- MERYEM VİTNİ / SOL

 'Halk sağlığına gerçekten hizmet eden fiyat politikası nedir sorusunun yanıtı, şirketlerin fiyatlama gücü ve serbestinin nasıl ortadan kaldırılabileceği ile doğrudan ilişkili.'

Tütün vergilendirmesi ve fiyatlandırması bir halk sağlık önlemi olabilir mi? 

Dünya Bankası (DB) ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) vergi politikasını tütün tüketimini ve kullanım sıklığını düşürmede en etkili önlemlerden biri olarak tanımlıyor. 

Buna göre, tütün ürünlerine uygulanacak yüksek tüketim vergisi ürünün fiyatını yükseltecek, tüketenler tüketmekten vazgeçecek, gençler uzak duracak, bu davranış değişiklikleri sonucu hastalık ve ölümler önlenebilecektir.

Bu senaryo, hazzını maksimize ederken kendisine ve çevresine zarar veren tüketiciler ile rasyonel tercih yapma yetisi olmayan potansiyel tüketicilerin (gençler) neden oldukları dışsal maliyetleri üstlenmeleri yoluyla piyasa çözümü öneren ana akım iktisat anlayışını yansıtıyor. Bu anlayış, tütünde Pigou vergisi türü tüketim vergisini meşru ve faydalı addederken, tarım politikası dahil her türlü makro ekonomik müdahaleyi gayrimeşru addediyor, dışlıyor. Bu anlayışta, sigara şirketlerine müdahale edilmez, onlar pasif bir konumdan izlenir. Bu anlayışta, tütün politikalarının yerli ve yabancı imalatçılara eşit uygulanması salık verilir.

DB, DSÖ, bunların sponsorları ve ana akım tütün kontrolü iktisatçılarının yayınlarında bu senaryoyu destekleyen seçili dünya örnekleri var. Her yayında aynıları tekrarlanan bu örneklerde, tarihsel olarak fiyat ve tüketim arasında çok bariz negatif korelasyon var. Fiyat artarken tüketim düşüyor. Fiyat artarken akciğer kanseri düşüyor. Fiyat artarken gençlerin tütüne başlama oranı düşüyor.

Başarı senaryosu: Türkiye

Bu uluslararası oluşum, 2008’de kendilerinin formüle ettiği bir politika paketinin hükümetlere dayatılması için harekete geçti. Paket, başta tüketim vergisi olmak üzere, tütün talebini düşürmeyi hedefleyen önlemlerden oluşuyor, tütün ürünü arzını dizginleyecek müdahaleleri ise özellikle dışlıyordu. Paketin promosyonu için, neoliberal politikaları sorunsuzca yürüten, hem G20 üyesi, hem orta ve düşük gelirli, hem de yüksek nüfuslu bir ülke ile onun tütün karşıtlığıyla ünlü lideri seçildi. Çok geçmeden, politika paketini en üst düzeyde hayata geçiren ilk ve tek ülke olarak Türkiye tütün kontrolü şampiyonu ilan edildi. 31 Mayıs 2013’te bu amaçla İstanbul’da düzenlenen ödül töreninde, dışarıda il büyük biber gazı saldırıları yaşanırken, DSÖ Direktörü Margaret Chan Başbakan’ın liderliğini övüyor, onun ülkesinde yaşama arzusunu dile getiriyor, “olimpiyatlar göstermiştir, dünya şampiyonları sever” diyordu.

2016’da ABD Ulusal Kanser Enstitüsü ve DSÖ’nün birlikte yayınladıkları, önümüzdeki on yılda tütün kontrolünün rotasını çizme iddiası taşıyan 688 sayfalık “Tütün ve Tütün Kontrolü Ekonomisi” başlıklı eserde de, tütün kontrolünde başarının formülü, talebi düşürmeye yönelik tütün kontrolü önlemlerinin serbestleştirme, özelleştirme ve yabancı sermaye yatırımlarına eşlik etmesi olarak tanımlanmıştı. Bu formül, o tarihlerde Türkiye’de tüketim artış trendinin iyice belirginlik kazanması göz ardı edilerek, Türkiye Küresel Yetişkin Tütün Araştırması 2012’ye göre tütün kullanım sıklığının % 27’ye düşmesine dayandırılarak Türkiye üzerinden doğrulanmaya çalışılmıştı. 688 sayfanın temel mesajı buydu: Türkiye tütün piyasasını serbestleştirmiş, özelleştirmiş, bütünüyle ulusötesi şirketlere açmış bir ülke olarak tütün talebini düşüren önlemleri başarıyla hayata geçirerek kullanım sıklığını çarpıcı biçimde düşürmüştü.

Vaaz, senaryo çöp oldu

Aşağıdaki iki grafikte Türkiye’de 2008-2019 yılları arasında yasal sigara piyasasında tüketim, toplam vergi yükü ve ortalama fiyat ilişkisi gösteriliyor. Literatürdeki seçili örneklerin aksine, Türkiye’de vergi ve fiyat artarken, tüketim de artıyor. 2008’de % 73,25 olan toplam vergi yükü 2019’da % 85,77’ye yükseltildi. Bu gerçekten de muazzam bir artış. Böylece Türkiye tütün ürünlerinde dünyadaki en yüksek toplam vergi yüküne sahip ülkelerden biri haline geldi.

Bu süreçte, fiyatlama gücü ve serbestisi sahibi ulusötesi sigara şirketleri ciro ve kârlarını maksimize edecek şekilde fiyat segmentleri oluşturdu, yerine göre vergi artışlarının üzerinde, yerine göre altında fiyatlar belirledi, sonuç itibariyle dönem başında 3,40 TL olan ortalama paket sigara fiyatı, 2019’da 12,89 TL’ye yükseldi. Satın alma paritesine göre düzeltilmiş fiyatlarla Türkiye sigaranın en pahalı olduğu ülkelerde birisi olmaya devam etti.

Ana akımdaki seçili örneklerin aksine, vergi ve fiyatla birlikte, Türkiye’de tüketim ve kullanım sıklığı da yükseldi. Grafiklerden görüleceğe üzere, yasal sigara piyasasında tüketim 2011 yılında 91,2 milyar adete kadar düşmüşken, 2019’da 119,7 milyar adetlik zirveye kadar yükseldi.

Kullanım sıklığında da durum farklı değil. Genel kullanım sıklığı, Türkiye Küresel Yetişkin Tütün Araştırması 2016’da % 32,2, Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması 2017’de % 33,2, Türkiye Sağlık Araştırması 2019’da % 31,4 olarak veriliyor. Bu değerlerin hepsi, DSÖ ödülünün gerekçesini oluşturan Türkiye Yetişkin Tütün Araştırması 2012’deki efsanevi % 27’lik oranın hayli üzerinde.

Halk sağlığı değil kazan/kazan politikası

Türkiye’de vergi ve fiyat artarken tüketimin de artmasının ardında uygulamadaki kazan/kazan politikası yatıyor. Vergi politikası, hem vergi gelirlerini hem de şirketlerin net cirosunu maksimize etmeye yönelik belirleniyor. Tütün politikasının genelinde olduğu gibi, vergi politikası da, ulusötesi sigara şirketlerinin müktesep çıkarlarından bağımsız değil. Aşağıdaki grafikte, Türkiye’de 2008-2019 yılları arasında perakende satış ve ÖTV tahsilatları ile toplam vergi yükü birlikte gösteriliyor. Toplam vergi yükünün düştüğü 2018 yılında bile tüketim artışı nedeniyle tahsilatlar düşmüyor, aksine artıyor.

“Kazan/kazan çözüm” DB’nin Küresel Tütün Kontrolü Programı çerçevesinde ülkelere yaptığı teknik yardımın temel sloganı. Gates ve Bloomberg Vakıflarının sponsorluğunda yürütülen bu programa göre, “Tütün vergisi hem halk sağlığı, hem vergi geliri, hem de ekonomi için iyidir.” Bu oksimoron ifadede, “ekonomi” ile kastedilenin ulusötesi sigara şirketlerinin ekonomisi olduğu gayet açık. Zira, tütün tüketiminin ekonomisinin tamamı onların elinde bulunuyor.

Tüketim vergisi adil olabilir mi?

Ana akım iktisadın temel savlarından biri tütünde tüketim vergisinin regresif olmadığı, aksine bireyin ve toplumun refahını arttırdığı yönünde. Yoksulların tütün talebinin fiyat elastikiyetinin diğer gelir gruplarına göre daha yüksek olduğuna ilişkin yaptıkları tahminler tek belirleyici kabul edilerek, vergi/fiyat arttığında yoksulların daha büyük oranda sigara bırakmaya yöneleceği iddia ediliyor. Daha da ileri gidilerek, vergi/fiyat artışının, tütün kullanımının yoksullar üzerindeki orantısız yükünü ortadan kaldırması beklendiği için, tütünden kaynaklanan sağlık eşitsizliklerinin de azalmasına neden olacağı söyleniyor. Böylece tüketim fantastik biçimde, yoksulluğun ve sağlık eşitsizliklerinin nedeni haline getiriliyor. Sistemik olduğu yadsınan bu sorunların vergiyle, üstelik dolaylı tüketim vergisiyle, düzeltilebileceği yanılsaması vaaz ediliyor.

Bu yanılsama gerçekliğe çarptığı her yerde paramparça oluyor. Tüketim düşerken eşitsizliklerin devam ettiğini gösteren çok sayıda çalışma var. Bir çalışmada, Fransa’da 2000-2008 arasında fiyatlar artarken, üst düzey yöneticiler ile profesyonel meslek sahiplerinin % 22 oranında sigara bıraktıkları, işsizlerin ise tüketimlerini arttırdıkları gösteriliyor. Diğer yandan, bu kurguda, artan fiyatın yükü altında ezildiği halde, bırakamayanlardan hiç söz edilmiyor. Bırakma hizmetine erişimi kısıtlı, bırakma motivasyonu düşük, bağımlılık düzeyi yüksek sosyal grupların varlığına işaret eden araştırmalar ve söz konusu grupların büyüklükleri dikkate alındığında, bunları ihmal eden politikaların yol açtığı eşitsizliklerin niteliği ve boyutları ortaya çıkıyor.

Sadece gelir dağılımı dar penceresinden bakıldığında bile, tütünde tüketim vergisinin progresif olabilmesi için, mali güç ilkesine göre, etkinlik ve adalet yönünden optimal genel vergilendirme olması ve tütün vergisi gelirinin tütün kontrolüne tahsis edilmesi gerekir. Bu iki koşul da Türkiye’de bulunmuyor. Toplam vergi gelirinin % 80’ini çalışanların ödediği Türkiye’de tütünde tüketim vergisi, aşırı bozuk vergi sistemine sadece yeni bir sarmal ekliyor, tüketim artışı dikkate alındığında sosyal eşitsizlikleri derinleştiriyor. Tütün vergisi gelirlerinin tütün kontrolüne tahsis edilmesine ise sadece Türkiye’de değil, Kaliforniya ve birkaç istisnai yer dışında, hükümetler asla yanaşmıyor.

Yeni ÖTV düzenlemesi

Kazan/kazan politikasının en son yansımasını, 25 Aralık 2020 tarihinde yayınlanan Cumhurbaşkanı Kararı’nda gördük. Buna göre, 2019 başında % 67’ye yükseltilen sigara ÖTV oranı % 63’e düşürüldü ve 2021 yılı boyunca asgari ve maktu ÖTV tutarları ÖTV Kanununun gerektirdiği üzere 6 ayda bir ÜFE oranında artırılmaması, sabit kalması kararı alındı.

Bu karara önce kamu maliyesi açısından bakalım. Vergi indirimi vergi gelirinde düşüşe neden olur mu? 2018 yılında sigara ÖTV’si yine % 63’e düşürüldüğünde zamanın maliye bakanı, bugünün Merkez Bankası başkanı Naci Ağbal, vergi gelirlerinin olumsuz etkilenmeyeceğini söylemiş ve sonuçta haklı çıkmıştı. Kararın yayınlandığı gün, "Ben yüzde 5'e inanıyorum. Başka ülkeler enflasyonu yüzde 1-2'de tutuyor da Türkiye Cumhuriyeti neden tutamasın? Bizim ne eksiğimiz var?" diyen Naci Ağbal’ın bu hedefe ulaşmak için çabalarken, vergilendirme yoluyla fiyatı üzerinde etkili olabileceği en temel ürün kuşkusuz ki, TÜFE sepetinde son yıllarda ağırlığı % 5,71’e ulaşan sigaralar.

Hükümet kanadında, 2021’de sigara fiyatlarının baskılanması yoluyla enflasyon ve yasadışıyla mücadelenin öncelik kazandığı, bununla beraber, tüketim artışı beklentisi ile düşük fiyat segmentinde rekabet kızışmasının önlenmesi sayesinde yüksek vergi geliri garantilemek istendiği anlaşılıyor. 2020 sigara tüketim verisi henüz açıklanmadı. Ancak Ocak-Kasım ÖTV tahsilatlarının düzeyi, 2020 tüketiminin 2019’un altında kalmayacağını gösteriyor. 2021’de de artış trendinin devam etmesi bekleniyor olmalı.

Endüstri kanadında, 2020’de düşük fiyat segmenti dışında fiyat hareketi olmadığı için, endüstrinin net cirosu enflasyon ve kur artışı karşısında yıl boyu değer kaybetti. 2021’de bunun telafisi ya fiyat artışı ya da vergi indirimiyle olabilirdi. İkincisinin tercih edildiği anlaşılıyor. Ancak kazan/kazan çözümü fiyat artışına kapalı değil. Stratejik fiyat artışlarıyla daha yüksek vergi geliri ve net ciro hedeflenebilir.

Çözüm nerede?

Sonuç olarak, ana akım senaryonun kendi kıstasları açısından bakacak olursak, Türkiye’nin tütünde tüketim vergisi politikası, tüketimi düşürmede ve sağlık eşitsizliklerini gidermede başarısız olmuş, vergi geliri artırımında ise oldukça başarılı olmuştur.

DB, tüketim vergisinin etkisiz kalmasını, vergi/fiyat artışlarının genel fiyat ve gelir artışlarının gerisinde kalmasına, diğer bir deyişe satın alınabilirlik meselesine bağlayarak açıklıyor. Türkiye’de, hem tütün ürünü TÜFE’sinin artışının genel TÜFE artışının çok gerisinde kaldığı (2018 ve 2020 gibi), hem de büyük farkla üzerine geçtiği (2019 gibi) yıllar söz konusu. Ancak, özellikle 2020’de artan işsizlik, yoksulluk, hanehalkı gelir kayıpları dikkate alındığında, fiyat baskılandığı için tütün ürünlerinin satın alınabilirliğinin arttığını, tüketimin bu nedenle yükseldiğini iddia etmek olanaklı değil.

Ulusötesi sigara şirketlerinin fiyatlama gücü ve serbestisi, tüketim vergisinin tüketimi düşürme amacına hizmet etmesine olanak tanımıyor. Düzenli, önceden öngörülebilen, endeksli vergi artışları şirketlerin fiyatlama stratejisinin bir parçası olarak kullanılıyor. Şirketler, ucuzlayan üretim maliyetleri ve aşırı yüksek kâr marjları sayesinde, sistematik olarak vergi artışının üzerinde veya altında fiyat belirleyerek, her bir fiyat segmenti için farklılaşmış ciro ve kâr hedefi güdebiliyor.

Tüketim vergisinin halk sağlığı amaçlı kullanımının sınırları Türkiye örneğinde daha da belirginlik kazanıyor. Maliyecilerin gözünde vergi, nihayetinde kamu finansmanı, para politikası, maliye politikası, enflasyonla mücadele, yasadışıyla mücadele enstrümanı. Türkiye örneği, bir yan çıktı olarak bile halk sağlığı hedeflerinden çok uzak kalındığını gösteriyor.

Halk sağlığına gerçekten hizmet eden fiyat politikası nedir sorusunun yanıtı, şirketlerin fiyatlama gücü ve serbestinin nasıl ortadan kaldırılabileceği ile doğrudan ilişkili. Tütün ürünü üretimi ve satışının kamu denetimine geçmesi, tütün ürünü arzının planlı biçimde daraltılması, satış gelirlerinin halk sağlığı önceliklerine göre tahsis edilmesi, fiyatl politikasını etkili ve adil kılacağı gibi, talebi düşürmeye yönelik önlemleri de etkin hale getirecektir.

MERYEM VİTNİ / SOL

"Sisal Şans'tan sonra büyük ikramiyeyi kazanma şansı yüzde 44 azaldı" - BİRGÜN

CHP'li Deniz Yavuzyılmaz, "Sisal Şans'tan önce sayısal lotoda büyük ikramiyeyi kazanma ihtimali 14 milyonda 1’di, Sisal Şans'tan sonra 622 milyonda 1 oldu. Vatandaşın şansı tam olarak 44 kat azaldı" açıklamasını yaptı.

TBMM Genel Kurulu’nda Sisal- Şansal Ortak Girişimi’ne devredilen Milli Piyango çekilişleri gündeme geldi.

Genel Kurul’da söz alan CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, elinde yılbaşı ikramiyesiyle çıktığı kürsüde, “Millî Piyangonun şans oyunları Türkiye Varlık Fonu üzerinden Sisal Şans'a devredildiği günden beri talihli vatandaşların kazandığı ikramiyelere yüzde 20 oranında ilave vergi geldi. Bu verginin adı veraset ve intikal vergisidir. Bu verginin adı şans oyunlarını Sisal Şans'a devreden Türkiye Varlık Fonu Başkanı Recep Tayyip Erdoğan vergisidir” dedi.

Yavuzyılmaz, 7 bin 60 liranın üstündeki bütün ikramiyelerde yüzde 20’nin üzerinde kesinti yapıldığını vurgulayarak, şunları söyledi:

“Peki, vatandaşlarımızın hayallerini bile tırpanlayan bu değişiklik, bu yeni vergi Millî Piyango tarafından kamuoyuna duyuruldu mu? Hayır, duyurulmadı. Türkiye Varlık Fonu bir açıklama yaptı mı? Hayır, yapmadı. Sisal Şans da şu elimde görmüş olduğunuz biletin ne önüne ne arkasına hiçbir bilgilendirme yazmadı. Bu, alenen yüzde 20’lik vergiyi gizlemektir; vatandaşları kandırmak, hayallerini, umutlarını istismar etmektir."

"VATANDAŞIN ŞANSI 44 KAT AZALDI"

"Millî Piyango'nun düzenlediği şans oyunu çekilişlerinde talih kuşunun tüylerini yoluyordunuz, artık Sisal Şans'la birlikte vatandaşların bizzat kendisini yoluyorsunuz" diyen Yavuzyılmaz, "Şimdi, hep birlikte inceleyelim: Şans oyunu çekilişleri Sisal Şans'a devredilmeden önce nasıldı, devredildikten sonra nasıl oldu? Sisal Şans'tan önce sayısal loto kolon fiyatı 1,5 liraydı, Sisal Şanstan sonra 3 lira oldu. Yapılan zam yüzde 100. Sisal Şans'tan önce sayısal lotoda büyük ikramiyenin 6 şanslı numarasını 49 sayı içinden çekerken, Sisal Şans'tan sonra 49 değil, artık 90 sayı içinden çekmeye başladılar. Sisal Şans'tan önce sayısal lotoda büyük ikramiyeyi kazanma ihtimali 14 milyonda 1’di, Sisal Şans'tan sonra 622 milyonda 1 oldu. Vatandaşın şansı tam olarak 44 kat azaldı" ifadelerini kullandı.

"YERLİ LAS VEGAS İNŞA EDİLİYOR"

Yavuzyılmaz, şöyle devam etti: "Sisal Şans'tan önce 9 kez devreden sayısal loto, Sisal Şans'tan sonra sadece beş ayda 1 değil, 2 değil, 10 değil, tam 60 kez devretti ve bugüne kadar çılgın sayısal lotoda büyük ikramiyeyi tutturan bir tek kişi bile çıkmadı. Aynı zamanda, Sisal Şans'ın internet sitesi âdeta sanal bir kumarhane. Öyle bir kumarhane ki çocukları, gençleri ve herkesi kumar batağına çekiyor. Türkiye Varlık Fonu eliyle Millî Piyangonun yerine âdeta yerli Las Vegas inşa ediliyor."

Yavuzyılmaz, son olarak şunları kaydetti: "Hayatı boyunca tüm Türkiye'nin gönlünde taht kuran, zor zamanlarda umut olan ancak yıllarca AK Parti tarafından tüyleri yolunan talih kuşu, Millî Piyango çekilişlerinin Sisal Şans'a devriyle 1 Ağustos 2020’de rahmetli olmuştur, milletimizin başı sağ olsun.”

                                                                  ***

Özkök, patron reklamlarını sürdürüyor: Sayısal’da ikramiye ihtimali artmış!

Hürriyet gazetesi Ertuğrul Özkök, patron reklamlarına devam ederek, bu kez de yazdığı gazetenin sahibi Demirören Holding’in bir başka para kapısı Sayısal Loto’ya ‘müşteri’ kazandırmaya çalıştı.

Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, gazeteciliğin meslek etiğini hiçe sayan köşe yazılarını sürdürüyor.

Bugün de yazdığı gazetenin sahibi Demirören Holding bir başka para kapısı olan Sayısal Loto’ya yönelik ilgiyi artırmaya çalışan Özkök, Demirörenlerin Sayısal Loto’yu işleten şirketi SİSAL Şans’ın CEO’su ile yaptığı görüşmeyi aktarmaya devam etti.“Milli Piyango, Sayısal Loto gibi şans oyunlarını düzenleyen SİSAL’ın CEO’su Selim Ergün’le yaptığımız sohbete devam ediyoruz. Bugünkü konularımız Sayısal’da ne oluyor, bu haftaki çılgın rakam ne...” diyen Özkök, yazısında ‘lotoda ikramiye çıkma ihtimalinin arttığı’ iddiasına yer verdi.

20’DE 1’E YÜKSELMİŞ!

SİSAL’ın CEO’su Selim Ergün’e “İnsan merak ediyor, böyle bir oyunu oynadığı zaman kazanma şansı nedir diye” sorusunu yönelten Özkök, Ergün’ün “Onu da şöyle söyleyeyim: Geçtiğimiz dönemde Sayısal Loto’da ikramiye kazanma ihtimali 54’te 1’di. Bu oran bugün 20’de 1’e yükseldi. Olasılık arttı yani” cevabını aktardı.

Özkök, “Yani Sayısal oynayan her 20 kişiden biri kazanıyor mu?” sorusuna ise şu cevabı aldı:

“Biliyorsunuz, 49 rakamla oynanan lotoyu 90’a çıkardık. Ancak artık 2 bilene de ikramiye veriyoruz ve örneğin 5 bilen oyunseverlerimizin kazandıkları ikramiye tutarı geçmişe oranla katlanarak arttı. Bunun sonucunda bir kişinin kazanma ihtimali 54’te 1’den 20’de 1’e yükseldi.”

2 BİLEN SADECE 10 TL KAZANIYOR

20’de 1’e yükseldi denilen oran, 90’da 2’nin tutturulması üzerinden hesaplanıyor. Aslında “Sayısal Loto’da ikramiye çıkma olasılığı” arttı gibi, büyük ikramiyeyi çağrıştıracak şekilde manipülasyon yapılmaya çalışılsa da, bu ikramiye oldukça küçük bir gelir kazandırıyor. Örneğin 12 Aralık’taki çekilişte 2 bilen kuponlar sadece 10,45 TL kazanmıştı.

                                                                   ***

"Haber görünümlü reklamlar Ertuğrul Özkök’ün köşesinde devam ediyor"

Ertuğrul Özkök'ün yazısını eleştiren medya ombudsmanı Faruk Bildirici, "Hürriyet Ekonomi sayfasında başlayan haber görünümlü reklamlar bugün Ertuğrul Özkök’ün köşesinde devam ediyor" dedi.

Medya ombudsmanı Faruk Bildirici, Hürriyet gazetesi okurlarını 'haber görünümlü reklamlara' karşı uyardı.

Erturğrul Özkök'ün bugün Hürriyet'te yayımlanan "Milli Piyango'da ikramiye çıkma olasılığı düştü mü" başlıklı yazısını eleştiren Bildirici, Twitter hesabından "Milli Piyango’da KDV’nin Demirörenler için sıfırlandığının ortaya çıkmasından sonra Hürriyet Ekonomi sayfasında başlayan haber görünümlü reklamlar bugün Ertuğrul Özkök’ün köşesinde devam ediyor..." yorumunda bulundu.

haber-gorunumlu-reklamlar-ertugrul-ozkok-un-kosesinde-devam-ediyor-816573-1.

"TAM BİR ZAVALLILIK"

Özkök'ün köşe yazısına bir tepki de iktisatçı yazar Mustafa Sönmez'den geldi.

Sosyal medya hesaı Twitter'dan yaptığı paylaşımda Sönmez, "Gazete hep zararda, Ne yapsın; patron Demirören’in hile hurda dolu kuruluşu, ziftlendikleri Milli Piyango’ya güzelleme döşenmiş Ertuğrul. Tam bir zavallılık" yorumunda bulundu.


BİRGÜN

Bunlar İslam komiserleridir - Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi'nde öğretim görevlisi olan Doç. Dr. Ebubekir Sifil'in Sözcü yazarı Yılmaz Özdil ve TELE 1 sunucusu Cüneyt Akman'la ilgili Diyanet'e seslenip "Cesetleri camilere sokulmasın, cenazeleri kılınmasın" çağrısı yapmıştı hatırlarsanız…

Daha sonrasında Ayasofya'nın baş imamı Prof. Dr. Mehmet Boynukalın'dan destek geldi. "Ebubekir Sifil hoca doğru söylemiş. Ancak bendenizi asıl düşündüren şudur: İslâm diyarı olmasıyla övündüğümüz şu ülkede birilerinin İslam'a kolayca dil uzatabilmesidir. Allah Müslümanları aziz eylesin" ifadelerini kullandı.

Mehmet Boynukalın, Özdil ve Akman'ın Allah'ın ayetleriyle alay ederek "küfür"e girdiğini öne sürdü ve "Dolayısıyla Ebubekir Sifil hoca doğru söylemiş" dedi.

Dinimizde iftira ve yalan günah değil mi?

Yılmaz ve Cüneyt ağabey çok şükür sapasağlam başımızdalar. Bunlar adamları öldürdüler ve cenazelerini de camiye almadılar!

Doç. Dr. Ebubekir Sifil'i hatırlıyor musunuz?

Deve sidiği içmenin şifalı olduğunu belirten hadisin güvenilir olduğunu söylemişti. Prof. Dr. Caner Taslaman kendisine deve idrarı ikram etmesine ise "sadece damızlığa çekilen deve idrarının tüketilmesi gerektiğini" söyleyerek ciddi ciddi yanıt vermişti.

Yine Prof. Dr. Caner Taslaman ile katıldığı bir programda "Mürtedin (dinden çıkan) katlini göğsümü gere gere savunurum" demişti.

Ne tesadüf aynı cümleleri İhvancıların Şeyhi Yusuf El Karadav da savunuyor. Karadav, "Eğer dinden dönenler öldürülmeseydi İslam Muhammed'den sonra biterdi! İslamı bu güne getiren dinden dönenlerin öldürülmesi uygulamasıdır" sözlerini kullanıyordu.

Hatta hatırlarsanız IŞİD'e yakın sosyal medya hesaplarından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hakkında bir fetva yayımlandı. Koalisyona verdiği destek ve Türk jetlerinin IŞİD mevzilerini vurması gerekçe gösterilerek mürted ilan edilen Erdoğan'ın ölüm cezasına çarptırıldığı açıklandı.

Ben aslında başka bir şeyi merak ediyorum…

İslamiyet'te kul hakkı yenince bir şey olmuyor mu?

Ya da bunu bu kişiler yapınca bir muafiyet durumu mu var?

Neyden bahsediyorum?

Ebubekir Sifil Efendi 2014 yılında Bir vakıf Kurmuş. Vakfın adı; İslami İlimler Eğitim Araştırma ve Hizmet Vakfı. Kısa adı İSEGAH…

Bu vakfın kurucuları arasında da Mehmet Muhlis Turan, Şevket Demir, Burhanettin Çağırıcı, Abdurrahman Emin Üstün ve Ahmet Örcün bulunuyor.

Mehmet Muhlis Turan Mavi Marmara gemisinde olan kişilerden.

Hatta Feyz Dergisinde "Gazze Yolunda Neler Yaşadık" başlıklı bir söyleşide de "Ben şahsen İsmail Çetin Efendi'yi çok geç tanıdığım için çok hayıflandım. Keşke hocam (Ebubekir Sifil) daha önce bizi götürmüş olsaydı, bir türlü nasip olmadı" demişti…

Abdurrahman Emin Üstün ise faizsiz ev verdiğini söyleyen Eminevim adlı firmanın kurucusu. Geçen yıl vefat etmişti.

Ebubekir efendi de 2012 yılında Milli Gazete'de yazarken Eminevim ile ilgili bir makale kaleme almış sonrasında da sosyal medya hesaplarından bu firmanın reklamını fetva verir gibi yapmış…

Din kardeşi ne de olsa yapacak tabii (!)

agirel-2.jpg

Vakıf kurulur kurulmaz da kendilerine bir de son model daha taze fakir fukaranın vergisi ile restore edilmiş, yenilenmiş sahibinden tekke de ayarlanmış.

Vezir Tekkesi…

agirel-3.jpg

Bu tekke, İzzet Mehmet Paşa'nın Sadrazamlığı zamanında yaptırılmış. Ahşap tekke binası zamanla harabeye dönmüş. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından da İstanbul Büyükşehir Belediyesine tahsis edilmiş.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi burayı restore etmiş. Proje de Restorasyondan sonra "Eyüp Kitaplığı" adı ile kütüphane fonksiyonu ile hizmet verecek denmiş. Kamunun bütçesinden de restorasyon için 2 milyon TL para harcanmış.

Kütüphane olacak olan Vezir Tekkesi İBB tarafından restorasyon sonrasında Vakıflar 1.bölge Müdürlüğü'ne başvurarak İslami İlimler Eğitim Araştırma ve Hizmet Vakfına tahsis edilmiş.

agirel-4.jpg

AKP yönetimindeki İBB, "kütüphane yapacağım" diye fakir fukaranın 2 milyon TL'si ile tekkeyi restore ediyor sonra gelip bu vakfa devrediyor.

Sifil , Vakıf yönetiminden 2019 yılında ayrılmış…

Peki, ben şimdi sorarım.

Dinen de fakir fukaranın parası ile yapılan mülke konmak caiz midir? Bu kul hakkı değil mi?   

Duha Suresi 9. Ayet ne diyor; "Öyleyse yetimin hakkını sakın yeme."

Nisa Suresi 10. Ayet ne diyor; "Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir."

Hz. Muhammed, Hadis-i şerifinde ne diyor; "Kim ki yetimin hakkını yer ise ahirette o kişi iflas eder."

Yurttaşlarım!

Bunlar bezirgândır. Bunlar tüccardır. Bunlar kendilerini İslam komiseri sananlardır.

Kimin Müslüman kimin dinsiz olduğuna kimin cenazesinin kaldırılıp kaldırmayacağına bunlar karar veremez.

Veremeyecektir.

İslam dini elbet bu zihniyetten kurtulacaktır.

Murat Ağırel / Yeniçağ

25 Aralık 2020 Cuma

Çıplak ya da savunmasız bir toplum - Özdemir İnce / CUMHURİYET

 

Vance Packard’ın The Naked Society (Çıplak Toplum) adlı kitabı Fransızcaya Une société sans defense (Savunmasız Toplum) adıyla çevirilip yayımlanmıştı (1965). Fransa’da General Charles de Gaulle iktidardaydı. 

O yıl 5 Aralık-19 Aralık tarihlerinde cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Mevcut Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün karşısında Sol’un adayı François Mitterrand vardı. 

Seçimden bir gün önce televizyona çıkan De Gaulle’ün, “Bana oy verirseniz Fransa’yı seçmiş olursunuz” dediğini hatırlıyorum. De Gaulle yandaşları duvarlara “Mythe + érrant” (serseri efsane) yazmışlardı. Seçimi General kazandı.

***

O yıl Paris kaynamaya başlamıştı. Paris banliyösü Antony’deki karışık üniversite yurdunda kalıyordum. Kurala göre kızlar erkeklerin odasına konuk olabiliyordu ama tersi yasaktı. Bu nedenle kızlar ayaklandılar. 68 günlerinin başlangıcıydı.

Quartier Latin ve Montparnasse kahveleri İspanya, Portekiz, Güney Amerika ve Yunan komünist mültecilerle dolup taşıyordu. Gençler Küba’ya gidip devrime katılmayı düşünüyordu. ABD Vietnam’da savaşmaktaydı. Öğrenci Amerikalılara askere çağrı kâğıtları geliyordu. Hepsi perişan haldeydi.

Kenti hippiler istila etmişti. Joan Baez savaş karşıtı konserler veriyordu. Derken bir gün mini etekli ABD’li kızlar ortaya çıktı.

***

Louis Aragon ve ElsaTriolet ile tanışmıştım. Jean-Paul Sartre her pazar saat onda Le Select kahvesine geliyordu. Varoluş saatim parçalanmıştı, dağınık parçaları toparlamaya ve dünyayı anlamaya çalışıyorum. Vance Packard’ın kitabını gecegündüz yanımda taşıyordum. 55 yıl önceydi. Kitabı artık tamamen unuttum. Neredeyse okuduğum kitapların yüzde 99’unu unuttum ama hepsinden kafamda bir imge var.

***

Çıplak ya da savunmasız toplum ne demek? Hapı yutmuş bir toplum demek. Sıfırı tüketmiş.

O yıllarda Fransa böyle bir toplum değildi. ABD toplumunda sadece Berkeley gibi üniversitelerde bir uyanış vardı, Vietnam Savaşı’na karşı muhalefet kıpırdanmaları başlamıştı. Ama düz halkta böyle bir tepki yoktu. Bu toplum çıplaktı ve savunmasızdı. Vance Packard, bu toplumu savunmasız ve çıplak bırakan mekanizmayı açıklıyordu: Yerel ve federal yasalar, bunların uygulanma tarzı; kitle iletişim araçlarının haber ve reklam bombardımanı; kitle iletişim araçlarının doğrudan çok, yanlışa, gerçekten çok, yalana hizmetleri; toplum güvenliği örgütünün insanların özel hayatını tacizi; bireyin toplum ve iktidar (yönetim) karşısında duyduğu acz; bireyin tehdit altındaki bireysel özgürlüğü... Kitaptan bunları anımsıyorum.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları hiçbir zaman savunmasız olmadılar. Epeyce çağdaş bir anayasası, çağdaş ve uygar yasaları, Cumhuriyet devletinin kendini ve halkını koruyacak Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay ve Sayıştay gibi kurumları vardı. Cumhuriyet devleti kuvvetler ayrılığı ilkesinin sacayağı üzerine oturmaktaydı. Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine aykırı partilerin kurulmasına izin vermiyordu. Ayrıca statükoya karşı eylemlere girişen partilerin kapatılacağına dair bir yasa da vardı. Toplumu koruyan zırhlar vardı.

***

Vardı ama kendilerini çağdaş ve demokrat sananlar da vardı; Milli Görüş partilerinin DNA’sını taşıyan insanların gömlek değiştirerek Cumhuriyete saygılı, demokrasiye bağlı siyasetçilere dönüşebileceklerine inanıyorlardı. Soldan dönmeler ve Cumhuriyete karşı hınçları olanlar işbirliği yaparak siyasal partilerin kapatılmasını zorlaştırdılar. Hep birlikte Cumhuriyeti tuzağa düşürdüler. Bunların rüzgârını arkasına alan AKP, Cumhuriyetin koruyucu kalelerini yıktı, zırhlarını parçaladı. Bunun sonucu olarak 2002 yılında demokratik olan ülkenin düzeni tek adam rejimine dönüştü. Ve bunun sonucu olarak sadece toplum değil bizzat Cumhuriyetin kendisi çıplak ve savunmasız kaldı.

***

Peki, halk (avam), AKP’nin 19 yıllık iktidarı döneminde ve özellikle de son yılların Başyücelik rejiminde giderek çıplaklaştığını, giderek savunmasız kaldığınızı hissediyor mu?

Osmanlı’nın kulluk döneminden bu yana laik rejime uyum sağlayarak vatandaş olmayı beceremeyen, sözde İslami değerlerin kıskacında en zalim yönetimlere bile itaat ve biat etmenin şart olduğunu düşünen bu mesleksiz kitlenin böyle bir sorunu olmadığına tarih de şahittir.

***

Peki, ne olacak şimdi?

Özdemir İnce / CUMHURİYET