5 Ocak 2021 Salı

DOSYA: SUSUZLUK VE KURAKLIK (I-II-III-IV)-Hazırlayan: Özer Akdemir / EVRENSEL



Prof. Dr. Murat Türkeş: Türkiye kuraklığın içinde(I)

Barajlardaki suyun kritik seviyelere düşmesi sadece belediye başkanlarının uykularını kaçırmıyor, herkesi endişelendiriyor. Prof. Murat Türkeş, süreci "Türkiye kuraklığın içinde" diyerek özetliyor.

Kurak geçen bir sonbaharın ardından yeni yıla da kurak giriyoruz. Ülkemizde sonbahar ve kış aylarında beklenen yağışlar bir türlü gelmedi. Artık, birkaç saat yağan yağmuru bile sevinçle karşılar hale geldik. Özellikle büyük kentlere içme, kullanma suyu sağlayan barajlarda suların kritik seviyelere düştüğü birbiri ardına açıklanıyor. İstanbul, İzmir, Edirne, Çanakkale, Samsun, Bursa gibi büyük kentlerde ardı ardına susuzluğa doğru gidildiği, yağışlar olmazsa su kesintilerinin gündeme geleceği ifade ediliyor. İSKİ'nin açıklamalarına göre İstanbul'un 2-3 aylık suyu kaldı. Barajlardaki su seviyesi yüzde yirmilere kadar düştü. İzmir'de de durum çok farklı değil. Barajlardaki su oranı yüzde 30'lara geriledi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer "Uykularım kaçıyor!" sözleriyle susuzluğa dair endişeyi ilk ağızdan ortaya koyuyor.

"KARANFİLİM SUSUZUM, KAÇ GÜNDÜR UYKUSUZUM!"

Kenti yönetenler ve kentliler de 'Susuz kalacağız' tedirginliği her geçen gün büyürken en çok dertlenenlerden birisi de çiftçiler. Zaten bin türlü sorunun, ürünlerin para etmemesinin, tohum, ilaç, mazot, işçilik girdileri gibi ağır yüklerin altında ezilen çiftçiye son darbeyi ise böyle giderse kuraklık vuracak.

Su yoksa ürün yok, üretim yok, yaşam yok...

Türkiye'nin su potansiyeli, bunun kullanım şekli ve suyumuza, su varlıklarımıza yaklaşımımızı konunun uzmanları ve bilim insanlarına sorduk. Peşine düştüğümüz sorular arasında su varlıklarımız ve bunların yönetimine dair politikaların genel görünümünün yanı sıra, susuzluk ve kuraklık olgusunun nedenleri ile birlikte bilimsel olarak değerlendirilmesi de olacak.

Murat Türkeş saha çalışmasında

 

"TÜRKİYE KURAKLIĞIN İÇİNDE"

TEMA Vakfı Bilim Kurulu ve İDA Dayanışma Derneği Üyesi, Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezinden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş kuraklık, iklim değişimi ve iklim olayları denince ülkemizde ilk akla gelen bilim insanlarından birisi. Türkeş yaşanan süreci çok net bir cümle ile özetliyor; "Türkiye kuraklığın içinde".

Türkiye'nin su varlıkları bakımından durumu ne? Bu durumu diğer ülkelerle kıyasladığımızda nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza?


Hidroloji ve su kaynaklarına bir bütün halinde baktığımızda, yani bugünkü iklim hidroloji ve su kaynakları açısından, Türkiye orta ve ortanın biraz altında su varlığına sahip bir ülke. Kurak Afrika ülkeleri gibi değiliz ama su zengini de değiliz. OECD Avrupa Birliği üyesi ülkelerle karşılaştırdığımızda, yaklaşık 1500 metreküp/yıl kişi başına düşen bir su varlığımız söz konusu. Bu hem OECD'nin hem de Avrupa Birliği'nin ortalamalarının altında. Evet, Afrika'dan yüksek ama yine bu kapsamda gelecek iklim değişikliklerini, Türkiye ve bölgesinde gelecekteki yağış hidroloji, su kaynaklarını dikkate aldığımızda, bugünkü kişi başına su tüketim kapasitesinin önümüzdeki yıllarda, özellikle 2040'lara 50'lere geldiğimizde çok daha da düşeceğini söyleyebiliriz. Bunun üstüne nüfus artışı, tarım, kentleşme, yeraltı su kaynaklarının çekilmesi, kar yağışlarının azalması, bütün bunları eklediğimizde bugünkü 1500 metreküp/yıllık kişi su tüketiminin 1000 metreküplere düşebileceğini söylemek mümkün. Bu durum, zaten su zengini olmayan, hatta su kıtlığı düzeyine yakın diyebileceğimiz ülkemizi artık şiddetli su kıtlığı ya da su stresi çeken bir ülke durumuna sokabilecek.

"ORTA VE DOĞU KARADENİZ'DE BİLE BİR KURAKLIK SÖZ KONUSU"

Türkiye'nin kuraklıkla ilgili durumunu nasıl tanımlayabiliriz? Bölge bazında baktığımızda kuraklık açısından durum nasıl görünüyor?

Türkiye bölgesi, Akdeniz havzası normal bugünkü iklim koşullarında bile kuraklığa eğilimli bir bölge. Kuraklık riski açısından Türkiye kulaklığını incelediğimizde bugünkü iklim koşullarında bile Türkiye'nin batı ve güney yarısı neredeyse kuraklıkta orta-yüksek düzeylerde. Güney Akdeniz’e doğru indiğimizde, büyük kentlere doğru gittiğimizde şiddetli bir etkilenebilirlik ve kuraklık riski olduğunu biliyoruz. Yağışlar çok değişken, mevsimsellik çok yüksek. Kuraklık eğilimi oldukça yüksek. Özellikle son 2 yılda yaşadığımız gibi sonbahar sonu, kış, ilkbahar başı yağışları yeteri kadar olmazsa bu yıllık kuraklığa dönüşüyor. Geçen yıldan, 2019 sonbaharından günümüze taşınan, tabii arada yaz kuraklığı da eklendi, bir kuraklık söz konusu. Son 3 ayın, 6 ayın haritalarına baktığımızda yine Türkiye'nin batısı, kuzeybatısı hatta Karadeniz'de Orta ve Doğu Karadeniz'de aslında bir meteorolojik kuraklık var.

Karadeniz'de bile kuraklık mı var?

Evet. Bir yıllık verilere baktığımızda, yani 12 aylık kuraklık indis analiz çözümlemelerine baktığımızda, (aslında yağış yüksek olduğu için anlaşılmıyor ama), Orta ve Doğu Karadeniz'de bile bir kuraklık söz konusu. Yeraltı su kaynaklarına ve belki önümüzdeki günlerde çay ve fındık rekoltesinde etki edebilecek düzeyde bir kuraklık var. Neden anlaşılmıyor, orası zaten yağışlı nemli bir bölge. Ama doğal bitki örtüsü doğal ekosistemler orman ekosistemi, tarımda su yetmeyip yer altı sularına yöneldiğimizi düşündüğümüzde, eğer bu kış yeterli yağış almazsak, önümüzdeki aylarda Karadeniz'de bile bir kuraklıktan söz edeceğiz.

Karadeniz'i bile kuraklıkla aynı cümlede anabiliyorsak diğer bölgelerdeki durum ne peki?

Türkiye'nin kuzeybatısı, Trakya, Çanakkale yöresi, Kuzey Ege, İzmir'e kadar kuraklık yayılmış durumda. İstanbul Avrupa Yakası, Trakya, Ankara'daki, hatta Samsun'da barajlardaki su seviyeleri ve yeraltı su seviyelerinin düştüğünü biliyoruz. Bu sene kışlık tahıl ekimi için yine biliyorsunuz üretici zorlandı. Yani özetle bu aylarda meteorolojik kuraklık yaşıyoruz ama son bir yılı düşündüğümüzde aslında yaşadığımız kuraklık hem tarımsal kuraklığa, (tabii Türkiye'nin bazı yörelerinde), hem de bir hidrolojik kuraklığa dönüşmüş durumda. Yani sadece yağışların uzun süreli ortalamanın altında gerçekleşmesi ile oluşan kabaca meteorolojik kuraklık değil. Hem doğal hem de tarımsal bitkilerin toprak kök düzeyindeki toprak nemin de ciddi azalma var. Doğal ve insan yapımı su yapıları, barajlar, göletler, doğal göllerdeki su seviyelerin azalması ve yeraltı suyunun çekilmesi bize aslında henüz tam çok şiddetli düzeyine ulaşmamakla birlikte bir tarımsal ve hidrolojik kuraklığın içinde olduğumuzu gösteriyor.

Bu açıdan baktığımızda nasıl bir gelecek bekliyor ülkemizi?

Aslında meteorolojik kuraklık açısından Türkiye'nin doğu yarısı daha kurak ama uzun süreli düşündüğümüzde demin saydığım yörelerde bir etkin kuraklık zaten var. Türkiye'de Batı Anadolu, Türkiye'nin Güney yarısı hatta Karadeniz, yıllık yağışın çok büyük bir bölümü kasımdan marta kadar olan dönemde yani sonbahar sonu kış ve kısmen ilkbahar başında alıyor. Kış yağışını, sonbahar yağışını alamazsanız zaten yıllık su açığı ortaya çıkmış olacak. Var olan kuraklık şiddetlenecek. Bahar ve yaz yağışlarının da nasıl olduğunu biliyoruz. Toprak bunları ememiyor, çoğu sağanak şeklinde gelişiyor, yeraltı su kaynaklarına çok bir faydası olmuyor, tersinden iklim değişikliği koşulları altında bir de kuvvetli sağanaklara, gök gürültülü fırtınalara, sellere ve taşkınlara neden oluyor. Son 20 yılda bu seller, taşkınlar kentsel olmaya başladı.

Türkiye'nin kuraklık haritası

"KENTLERE KAR YAĞIŞ OLASILIĞI ÇOK DÜŞTÜ"

Beklenen yağışlar olursa kuraklık bir nebze olsun aşılabilir mi?

Türkiye'nin batısında İstanbul'da dahil kentlere kar yağış olasılığı çok düştü. Çok soğuk sistemlerde bile yüzey sıcaklığı sıfıra yakın ya da altında olmadığı için kar yağışı olarak başlayan yağışlar bile yeryüzüne düşerken kentlerin etkisi, kent çevresindeki binalar, kentsel ısı adası ve atmosferin ısınması artık yağışların kar yağışı olarak düşmesine engel oluyor. Kar yağışı olarak düşse bile yüzey daha sıcak olduğu için çok hızlı eriyor. Dolayısıyla yağış tipinde de bir değişik olmaya başladı. Yani bir yandan en önemli mevsimde sonbaharda, kışın yeterli yağış alamıyoruz. Bir yandan kar yağışı eskisi gibi düşmüyor. Arazi kullanımı değişikliği, ormansızlaşma, kentleşme, kent ısı adasının etkisi var bunun üzerinde. Bir de küresel iklim değişikliği ve küresel ısınma söz konusu.

"EŞGÜDÜM EKSİKLİĞİ VAR, KURUMLAR BİRBİRLERNİDEN ÇEKİNİYOR"

Hal böyleyken siyasi iktidarın ve yerel yönetimleri izlediği su politikamız ne durumda?

YİRMİ yıl önceye göre Türkiye'de bilimsel açıdan, teknik açıdan çok çalışma yapıldı. Ama henüz kamu ve yerel yönetimler bilimsel çalışmaların sonuçlarını uygulamaya sokmak aşamasında değiller. Örneğin bir sürü kuraklık yönetim çalışması var. Hem havzalar bazında hem illerin var, Tarım Orman Bakanlığı'nın. Şu anda kurak bir dönemdeyiz, çok açık bu. Fakat erken uyarı sistemlerini devreye sokmuyoruz. Eşgüdüm eksikliği var. Kurumlar birbirlerinden çekiniyorlar. Türkiye'nin en önemli sorunlarından bir tanesi bu bence.

"TARIMSAL SULAMADAKİ KAYIP KAÇAK SORUNU ÇÖZÜLMELİ"

Su varlıklarımız en çok nerelerde kullanılıyor?

Kullanımlarına göre su kaynaklarından çekilen miktarlara baktığımızda belediyeler ve termik santraller belli bir orana sahip ama aslında Türkiye'de su kullanımı açısından en öndeki sektörlerin başında tarımda sulama geliyor. Tarımdaki sulama Türkiye'nin bu alana ayırmış olduğu suyun yüzde yetmiş birini kullanıyor. Sanayi yüzde 18, içme kullanma yüzde 10 civarında. Bu alanlarda özellikle tarımsal sulamadaki kayıp kaçaklar ve eski salma sulamanın Türkiye'deki su kaynakları üzerinde çok olumsuz bir etkisi olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla sulamada ciddi, akılcı, verimli sulama yönetimi planları ve gelecek için daha orta ve uzun vadeli planlamaların yapılması gerekiyor.

"KURAKLIK PLANI HAZIRLAMALIYIZ"

Nasıl bir su ve kuraklık yönetimi olmalı sizce?

Yeterli  yağış olmadığı için yüzeyde ve barajlarda göletlerde, akarsularda, su azaldığı için o saklamamız gereken "daha kötü yıllara" ve gelecek kuşakları bırakmamız gereken yer altı suyuna daha fazla yöneleceğiz. Kuraklık yönetiminin su yönetimi ile birleşmesi gerekiyor ve bütün bunların içinde iklim değişikliği olgusunu suyla ilgili bütün konularda çok önemli bir noktada tutmak zorundayız. Yani biz değişen iklim koşullarına göre kuraklık planlarını hazırlamalıyız. Kuraklık yönetim planlarını ve su yönetim planlarındaki kuraklık erken uyarım sistemlerini derhal hayata geçirmek zorundayız.

                                                                      ***

"Melen Barajı'yla dahi İstanbul'a su yetmeyecek"(II)

Kuraklığı iklim değişikliğine bağlamanın kolaycılık olduğunu belirten Prof. Doğanay Tolunay “Yanlış kentleşme politikaları bilinçsiz sulama gibi uygulamalar toplumların kırılganlığını artırır" dedi.

Başta İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük kentlerin içme suyu barajlarının su seviyeleri oldukça azaldı. Bu durumu sadece iklim değişikliğine bağlamanın kolaycılık olduğunu belirten İstanbul Cerrahpaşa Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay “Çünkü kuraklık meteorolojik bir afettir ama yanlış kentleşme politikaları, yanlış ve amaç dışı arazi kullanımları, ormanların tahrip edilmesi, meralardaki aşırı otlatma, bilinçsiz tarımsal sulama gibi uygulamalar toplumların ve ekosistemlerin kırılganlığını artırır” diyor. İşte Tolunay’ın söyledikleri…

-Beklenen yağmurlar bir türlü yağmıyor. Uzmanlar Türkiye’nin kuraklık içerisinde olduğunu söylüyorlar. Siz de mi aynı görüştesiniz? İklim krizinin yaşadığımız kuraklıktaki etkileri nedir?

Ülkemizde son 6 aydır yaşanan şiddetli kuraklık iklim değişikliğiyle yakından ilgili. Başta İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük kentlerin içme suyu barajlarının su seviyeleri oldukça azaldı. Ancak bu durumu sadece iklim değişikliğine bağlamak kolaycılık olur. Çünkü kuraklık meteorolojik bir afettir ama yanlış kentleşme politikaları, yanlış ve amaç dışı arazi kullanımları, ormanların tahrip edilmesi, meralardaki aşırı otlatma, bilinçsiz tarımsal sulama gibi uygulamalar toplumların ve ekosistemlerin kırılganlığını arttırır. Örneğin Melen Nehri üzerine yapılacak olan barajın İstanbul’un su ihtiyacını 2050’lere hatta 2070’lere kadar karşılayacağı ifade ediliyor. Ama bu değerlendirme yapılırken İstanbul’un gelecekteki nüfusunun ne olacağı, günümüzde kayıp suyla beraber 190 litre kadar olan kişi başına günlük su tüketiminin kaç litreye çıkacağı ve iklim krizinin etkisinin ne olacağı hiç dikkate alınmıyor. İklim krizine bağlı olarak gelecekte yağışların düzensizleşmesi, bahar ve yaz yağışlarının azalması, yıllık toplam yağışlarda yüzde 30-40 kadar düşüşler, kar yağışlarının görülmemesi ve buharlaşmanın da artması bekleniyor. İstanbul örneğinden gidilecek olursa buharlaşma kayıplarıyla birlikte su kaynakları yüzde 40 kadar daralabilecektir. Başka bir ifadeyle Melen Barajı yapılsa da İstanbul’a su yetmeyecektir. Buna rağmen Sazlıdere Barajını yok edecek, Terkos Gölü’nün su havzasını daraltacak ve İstanbul’un nüfusunu arttıracak Kanal İstanbul Projesi ülkemizde bütüncül bir iklim, su ve arazi politikamızın olmadığını gösteriyor.

"ÖZELLİKLE ALTIN MADENLERİNDE ÇOK SU TÜKETİLİYOR"

Sizin alanınızdan meseleye bakacak olursak; ormancılık politikamızın kuraklıktaki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Reklam

Ormanlar suyun toprağa sızmasını sağlayarak yüzeysel akışı, dolayısıyla erozyon, sel ve taşkınları önler, böylece hem yer altı sularını hem de dereler, göller gibi yüzey sularının beslenmesini sağlar. Ormanlar su verimini ve kalitesini arttıran en önemli doğal varlıklarımızdır. Ancak 700 bin hektarı bulan orman alanlarındaki madencilik, enerji ve diğer izinlerle ormanlarımız paramparça oldu. Aynı zamanda son yıllarda odun ham maddesi üretimi oldukça arttırıldı. Bütün bu uygulamaların sel ve taşkınlara neden olduğunu, dereler ve göllerdeki su seviyelerinin azalmasında etkili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tarımsal uygulamaların da kuraklığın etkilerini şiddetlendirdiğini eklemek isterim. Ülkemizdeki kullanılabilir suyun yüzde 70’i ile sulama yapıyoruz. Yöreye uygun ürünler yetiştirmiyor, tam tersine yarı kurak bölgelerde çok su tüketen ürünler yetiştiriyoruz. Konya’da şeker pancarı, Güneydoğu Anadolu’da mısır yetiştirilmesini buna örnek verebiliriz. Son olarak ama su tüketimi fazla olan, hatta yer altı sularını kullanılacak kömürlü termik santrallerde ısrar edilmesi de enerji politikalarımızda çok boyutlu bir planlama yapılmadığını göstermekte. Buna madencilik politikamız da eklenebilir. Çünkü özellikle altın gibi 4. grup madenlerin üretilmesinde çok yoğun su tüketilmekte.

"HES’LER SUSUZLUĞA YOL AÇTI"

- Türkiye’nin son yıllarda izlediği su varlıkları konusundaki politikalar ile içinde bulunduğumuz nesnel gerçekliğe baktığımızda nasıl bir tablo var karşımızda?

Ülkemizde son yıllarda kuraklıkla mücadele için binlerce gölet yapıldı. Ancak bu göletlerin çoğu derelerden akan suların azalmasına, göletten yararlanamayan köylülerin susuz kalmasına neden olduğunu söyleyebilirim. Dereler üzerinde yapılan HES’lerin de suyu depolamaları nedeniyle daha aşağıdaki köylülerin ve derelerdeki canlıların, dere kenarlarındaki bitkilerin suyuna ortak oldukları ve susuzluğa yol açtıkları da biliniyor. Yukarıda da söylediğim gibi iklim krizinin neden olduğu afetlerden sadece birisi olan kuraklığı aşmak için oluşturulacak su yönetimi bütüncül bir yaklaşım gerekmektedir. Arazi kullanım planlaması, kentleşme, tarım ve ormancılık, enerji ve madenciliği birlikte ele almazsak sadece kuraklık değil, seller, orman yangınları gibi çok daha fazla afet ile yüz yüze kalırız.

"PARİS ANLAŞMASI: DAĞ FARE DOĞURDU"

-İklim krizi ile mücadelede çok şey beklenen Paris Anlaşması beşinci yılında. Çok bir etkisinin olmadığı dile getiriliyor. Bununla birlikte iklim krizi de etkisini daha çok hissettiriyor. Bazılarının iddia ettiği gibi kritik eşik aşıldı mı?

Paris Anlaşması 5 yıl önce imzalandığında büyük beklentiler oluşturmuştu. Ama aradan geçen 5 yıl değerlendirildiğinde dağ fare doğurdu denilebilir. Özellikle sera gazı salımlarının azaltılması konusunda dünya olarak halen istenilen düzeylerde değiliz. 5 yıl öncesinden başlayarak sera gazı salımlarını yavaş yavaş azaltarak 2030’da yarı yarıya azaltmamız, 2050’de de atmosfere verdiklerimizle atmosferden aldıklarımızı eşitlememiz gerekirken, küresel ölçek salımlar sürekli arttı. Çin dahil birçok ülke sera gazı salımlarını azaltacağını, bazı ülkeler kömür tüketimini tamamen sıfırlayacağını ilan etse de bunların yetersiz olduğu söylenebilir. Kritik eşik ise henüz aşılmadı. Çünkü küresel ısınma için kritik eşik Sanayi Devrimine göre 2 derece sıcaklık artışı olarak öngörülüyor. Hatta bu sıcaklık artışını 1.5 derece civarında tutmamız gerek. Şu ana kadarki sıcaklık artışı 1.1 derece civarında. Önümüzdeki 15-20 yılda 1.5 dereceyi, 25-30 yılda ise iki dereceyi aşmamız mümkün. Yüzyıl sonunda ise dünyanın ortalama sıcaklığı 5 derece kadar olabilir.

"YOKSULLUĞU ORTADAN KALDIRARAK TÜM AFETLERE
DAYANIKLI BİR ÜLKE HALİNE GELEBİLİRİZ"

- Ne yapılmalı ne yapmalıyız?

Yapmamız gerekenler de belli aslında. Sera gazları salımını azaltmak ve beklenen iklim değişikliği etkilerine karşı hazırlıklı olmak, başka bir ifadeyle uyum çalışmaları yapmak. Sera gazı salımlarını azaltmak için fosil yakıt kullanımını azaltmalı, ormansızlaşma ve diğer arazi kullanım değişikliklerini önlemeli, karbon yoğun sanayi sektörlerinden vazgeçmeliyiz. İklim değişikliğine uyum çalışmalarında ise beklenen her iklimsel afete karşı hazırlıklı olmamız gerek. Kuraklık özelinde sadece kuraklık olduğunda değil, her zaman su tasarrufu yapılması ve su tasarrufu kültürü oluşturulması, bahçe ölçeğinden ekosistem ölçeğine kadar su hasadı çalışmaları yapılması, atık suların yeniden kullanımının sağlanması, su kirliliğinin önlenmesi, tarımdaki su tüketiminin önlenmesi gibi çalışmalar yapılabilir. Ancak iklim değişikliğinin tüm etkilerine karşı dayanıklı toplumlar ve ekosistemler için çarpık kentleşmenin, arazi kullanım değişikliklerinin ve ormansızlaşmanın önlenmesi ve doğal ekosistemlerin korunması en önemli adımlar olacaktır. Yoksulluk, iklim krizi ve diğer tüm afetler için kırılganlık nedenidir. Sosyal bir devlet olarak yoksulluğu ortadan kaldırarak sellerden kuraklığa, depremlerden salgınlara kadar tüm afetlere dayanıklı bir ülke haline gelebiliriz.

                                                              ***

"İklim değişikliğiyle uyumlu su politikaları gerek" (III)

“Suyumuzun değerini bilseydik bu hayati sorunu ileri bir tarihe atmak yerine onu şimdiye kadar çözmüş olurduk” diyen Dr. Akgün İlhan’la su sorununu konuştuk.

Türkiye’nin birkaç on yıl içinde “su fakiri” statüsünde bir ülke olacağını söyleyen Dr. Akgün İlhan*, kentlerde kullandığımız şebeke suyunun yüzde 43’ünün fiziki nedenlerle kaybedilmesinin bile suya verdiğimiz değeri gösterdiğini söylüyor. 2014’te büyükşehir ve il belediyelerinin su kayıplarını önlemek için İçme Suyu Temin ve Dağıtım Sistemlerindeki Su Kayıplarının Kontrolü Yönetmeliği’nin yürürlüğe girdiğini hatırlatan İlhan, yürürlüğün 2019 yılında değiştirilerek tarihinin ise 4 veya 5 sene ötelendiğini söyledi. “Suyumuzun değerini bilseydik bu hayati sorunu ileri bir tarihe atmak yerine onu şimdiye kadar çözmüş olurduk” diyen İlhan’la su sorununu konuştuk.

Ülkemiz su varlıkları bakımından ne durumda? 

Türkiye’nin yıllık tüketilebilir su potansiyeli 112 milyar metreküp civarında. Bu suyun yaklaşık yarısı (yüzde 48.2) zaten kullanılmakta. Sektörel kullanıma göre suyun yüzde 74’ü tarımda, yüzde 13’ü içme-kullanma amacıyla kentlerde ve diğer yüzde 13’ü de sanayide tüketiliyor. Ülkemiz küresel iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgelerden biri olan Doğu Akdeniz havzasında yer alıyor. Nitekim Türkiye dünya ortalamasının üzerinde ısınıyor. Aşırılaşan iklim olaylarıyla (seller, kuraklıklar, sıcak dalgaları vb.) su kaynaklarının beslenmesi, varlıklarını sürdürmesi ve insanların onlara erişimi daha da zorlaşacak. Bir de sürekli artan ve şimdiden 83 milyonu aşan nüfusumuzu bu olumsuzlukların üstüne eklediğimizde tablo daha da karanlıklaşıyor. Yani bir yanda erişimi zorlaşan ve kirlenen suyumuz, öte yanda artan nüfusumuz var. Sonuç kişi başına düşen yıllık su miktarı 1349 metreküpe düşmüş, su stresi çeken ve birkaç on yıl içinde ise “su fakiri” statüsünde yer alacak bir ülke. 

                          Dr.Akgün İlhan

‘GRİ SUYU VERİMLİ KULLANMAYI DA BİLMİYORUZ’

- Sularımızı verimli değerlendirebiliyor muyuz? Değerini biliyor muyuz?

Kentlerde kullandığımız şebeke suyunun yüzde 43’ü ağırlıklı olarak fiziki nedenlerle kaybediliyor. Sadece bu bilgi bile suya verdiğimiz değeri gösteriyor. Bunun yüzde 25’e çekilmesi için 2014 tarihinde İçme Suyu Temin ve Dağıtım Sistemlerindeki Su Kayıplarının Kontrolü Yönetmeliği yürürlüğe girdi. Bu yönetmelikle büyükşehir ve il belediyeleri su kayıplarını 2019’a kadar en fazla yüzde 30, 2023’te ise en fazla yüzde 25, diğer belediyelerde 2023’e kadar en fazla yüzde 30, 2028’e kadar ise en fazla yüzde 25 olacak şekilde indirmekle yükümlü kılındı. Ancak buna rağmen fazla bir ilerleme kaydedilmeyince yürürlük 2019 yılında değiştirilerek büyükşehir, il ve diğer belediye statülerine göre değişen şekillerde tarihler 4 veya 5 sene ötelendi. Suyumuzun değerini gerçekten bilseydik bu hayati sorunu ileri bir tarihe atmak yerine onu şimdiye kadar çözmüş olurduk. Suyun neredeyse yarısını kaybettiğimiz yetmezmiş gibi suyu verimli kullanmayı da bilmiyoruz. Lavabo, duş ve çamaşır makinelerimizde kullanıldıktan sonra oluşan gri suyu (az kirlenmiş atık su) kanalizasyona vermek yerine basit bir arıtmadan geçirerek yeniden kullansak yarı yarıya su tasarrufu sağlayabiliyoruz. Eski binalara bunun için ayrı bir tesisat ve arıtma cihazı eklemek biraz zor olsa da yeni yapılan binalarda gri su altyapısını yasal olarak zorunlu kılmak buna bir çözüm olabilir. Ancak maalesef gri suyun yeniden kullanımı halen birkaç pilot projeden öte gidemiyor.

Benzer durumlar suyumuzun dörtte üçünü kullanan tarım sektörü için de geçerli. Tarımda yüzde 90’lara yakın bir oranda kontrolsüz yüzey sulama teknikleri kullanılıyor ve suyun önemli kısmı taşınırken kaybediliyor. Örneğin damlama ve yağmurlama sulamada yüzey sulamaya göre yüzde 50 ila 60 oranında ve hatta kimi durumlarda yüzde 90’a varan su tasarrufu sağlamak mümkün. Yani tarımda da kullandığımız su miktarını en azından yarıya indirebiliriz. Buna yağmur hasadı, arıtılmış atık suların kullanımı, uygun bitki desenleri de eklendiğinde tarımda su tasarrufunu daha da büyütebiliriz. Suyumuzun en büyük kısmını alan bir sektörde böylesine bir tasarruf, akarsularımız ve göllerimiz üzerindeki kullanım baskılarını da azaltacaktır.

‘KURAKLIK, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE İNAT FAALİYETLERİN SONUCU’

- Son dönemdeki kuraklığı bir şeye bağlamak gerekiyor mu yoksa normal bir süreç mi?

İçinde bulunduğumuz kurak dönem küresel iklim değişikliğinin bir sonucu. Ancak biz suyumuzu kaybederek, verimsiz kullanarak bunun da üzerine başka olumsuzluklar ekliyoruz. İklim değişikliğiyle uyumlu tarım, su ve kentleşme politikaları üretip hayata geçirmiyoruz. İklim değişikliğini azaltıcı adımlar atmak yerine onlarca kömürlü termik santral açıp küresel ısınmaya neden olan karbon emisyonlarını artıracak faaliyetlerde bulunuyoruz. Yani yaşadığımız kuraklık, iklim değişikliğinin ve her sektörde iklim değişikliğine inat faaliyetlerin sonucu yaşanıyor.

‘SANAYİDE ATIK SUYUN ARITILIP YENİDEN KULLANILMASI GEREKİYOR’

-Sanayi birincil su kaynaklarının kullanılması doğru mu?

ÜLKEMİZDE kullanılan suyun yüzde 13’ü sanayi sektörüne gidiyor. Bunun da yaklaşık üçte ikisi enerji üretimi için kullanılıyor. Su en başta hidroelektrik, termik ve nükleer enerji olmak üzere tüm enerji biçimlerinde ham madde çıkarımında, türbinlerin hareket ettirilmesinde, soğutmada ve temizlemede kullanılan bir varlık. Türkiye’de elektrik ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan hidroelektrik ve fosil yakıtla çalışan termik santraller yoğun su kullanıyor ve kirletiyor. Sanayi sektöründe geriye kalan su kullanımına baktığımızda da ilk üçte gıda imalatı, tekstil ve kimyasal üretimi gibi su yoğun sektörleri görüyoruz. Sanayide su verimliliğini yükseltebilmek için enerjiden kimyasal üretimine her sektörde birincil su kaynakları yerine atık suyun arıtılıp döngüsel olarak yeniden kullanılması gerekiyor. Aksi takdirde özellikle kurak zamanlarda azalan suyun sulama suyu olarak kullanılması yerine sanayiye gitmesi gibi sonuçlar ortaya çıkabiliyor.  

‘YAĞMUR YAĞIP BARAJLARDA SU BİRİKTİĞİNDE UYKUMUZA GERİ DÖNÜYORUZ’

- Birçok kentin içme suyu barajları alarm verecek seviyeye kadar düşmüş durumda. Bunu yağmayan yağmur kadar pandemi döneminde çok su kullanılmasına ya da içme suyuyla araba yıkama gibi şeylere bağlayanlar var. Sizin bu duruma dair yorumunuz ne?

Biz maalesef sadece kentleri besleyen barajların su seviyesi düştüğünde uyanıyor ve “Ne oluyor?” diye soruyoruz. Birkaç gün yağmur yağıp barajlarda su biriktiğinde de uykumuza geri dönüyoruz. Oysa Türkiye ısınıyor, Karadeniz bölgesini bile kuraklık esir almış durumda. Kırsalda yağış yok, tarım emekçileri zor durumda ve verim düşüşleriyle gıdamız daha da pahalanacak. Artık 4-5 senede bir yaşadığımız kuraklığa daha büyük bir açıdan bakmanın zamanı geldi de geçiyor. Kuraklığın sebebi her şeyden önce küresel iklim değişikliğidir. Buna rağmen Türkiye son 30 yılda yüzde 135 artırdığı karbon emisyonuyla, dünyada en fazla termik santraline sahip 13. ülke olmasıyla ve Paris Anlaşması’na taraf olmaktan kaçınmasıyla iklim değişikliğini görmezden gelmiş oluyor. Kuraklıkla mücadele ederken iklim değişikliğiyle mücadele etmemek soruna çözüm getirmediği gibi onu büyütüyor da. Bu nedenle sadece su alanında değil enerjiden tarıma, kentleşmeden ulaşıma her sektörde iklim değişikliği azaltım ve uyum çalışmaları için zaman kaybetmeden adımlar atılmalı. Aksi takdirde kuraklıktan kuraklığa kısa süreli uyanıp, geriye kalan zamanda gaflet uykusuna dalarak kendimizi kandırmaktan öteye gidemeyeceğiz.  

(*) Dr. Akgün İlhan: 2017 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Turizm İşletmeciliği bölümünde “çevre ve turizm” ile “çevresel ve sosyal perspektiflerden sürdürülebilirlik” adlı dersleri veriyor. İlhan’ın çeşitli dergi ve kitaplarda su krizi ve iklim değişikliği üzerine yazıları bulunuyor. “Yeni Bir Su Politikasına Doğru: Türkiye’de Su Yönetimi, Alternatifler ve Öneriler (2011)” adlı kitabın yazarı olan İlhan, Açık Radyo’da devam eden “Sudan Gelen” adlı bir programın da yapımcısı ve sorumlusu. İlhan aynı zamanda 2019-2020 Mercator-İPM Araştırmacısı olarak Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezinde çalışıyor.

                                                                 ***

Trakya: ‘Suyun ve sözün bittiği yer!’(IV)

Trakya bölgesindeki ekoloji mücadelesinin önde gelen isimlerinden Göksal Çidem’le, yöresindeki doğaya karşı işlenen suçlar ve bunların, susuzluk-kuraklık olgusuyla ilişkisi üzerine konuştuk.

            Kırklareli-Evrenli-Köyü                     Fotoğraf: Göksal Çidem


Kırklareli Kent Konseyi Çevre Meclisi Başkanı Göksal Çidem, Kırklareli ve Edirne’ye su sağlayan Kayalı Barajı’ndaki seviyenin yüzde 3’e düştüğünü gösteren fotoğrafların altına “Suyun ve sözün bittiği yer” diye yazdı. Trakya bölgesindeki ekoloji mücadelesinin önde gelen isimlerinden Göksal Çidem’le, yöresindeki doğaya karşı işlenen suçlar ve bunların, susuzluk-kuraklık olgusuyla ilişkisi üzerine konuştuk. 

KURAKLIKLA BİRLİKTE YER ALTI SULARI DA AZALDI

- Ülkemizin son dönemde içinde yer aldığı susuzluk ve kuraklıkla ilgili Trakya’da durum ne?

Bizim bölgemiz için yapılan açıklamalara bakılınca DSİ 11. Bölge diyor ki “Edirne‘nin içme suyunun sağlandığı Kırklareli Kayalıköy Barajının doluluk oranı yüzde 3 seviyelerinde. Süloğlu Barajında ise yüzde 28 seviyesinde su bulunuyor”. DSİ hem su azaldı diyor hem de gerekeni yapmıyor. Armağan Barajı Kırklareli’de yaşayanlar için içme suyu ve tarımsal sulama amaçlı olarak planlandı. Hatta isale hattının bir kısmı da döşendi. Ve hâlâ bekliyor! Hangi aşamada? Neden bekliyor? Suyumuz bu gidişle zor gelecek. Kırklareli insanımız “çok iyi statülü içme suyuna” ne zaman kavuşacak? Ya da kavuşabilecek mi, demek daha doğru...

26 Kasım’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığında İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı yapıldı. İtirazımızı yaptık. Aynı dosyalar için 25 Aralık’ta yine İDK yapıldı. Burada da yine itirazlarımızı sunduk. Orman içine tesis kurulması yetmezmiş gibi DSİ Istırga Deresi suyunu da madencilik firmasına veriyor. Saniyede 3.8 l/sn! Nasıl bir çelişki bu? Istırga Deresi 1 kilometre kadar aktığı bölgede tarımsal üretimde kullanılır. Kocadere ile birleşip Armağan Barajına akar. Armağan Barajından da salınan su dereler aracılığı ile Kırklareli Barajına gelir ve o suyu biz içeriz. Barajların durumu ortada. Çağlayan Köprüsü açığa çıktı. Baraj suları azaldı. Kritik seviyeye geldi. Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Çorlu Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Lokman Hakan Tecer uyarıyor; “Trakya ve Kırklareli bölgesi kuraklık ve susuzluk tehdidiyle karşı karşıya kaldı, yer altı suları yüzde 85 azaldı. Kuraklığın yaşandığı Trakya’da yer altı suları da tükenmeye başladı. Tarımın yanı sıra bölgede artan sanayi kuruluşları, yer altı sularının tükenmesinde önemli etken”.

"ISTRANCALAR İSTANBUL’UN NEFES BORUSUDUR"

-Trakya’daki en küçük bir olumsuzluk ülkemizin en büyük ve kalabalık kenti İstanbul’u da etkilemez mi?

Kesinlikle. Tüm bu yaşananlara sadece Kırklareli’nin sorunuymuş gibi bakmamalı. Edirne ve İstanbul Istrancalar’dan içme suyu alıyor. Ergene havzası yer altı ve yer üstü suları buradan besleniyor. Edirne Kayalı Barajından, Kırklareli Barajından, İstanbul Kazandere ve Pabuçdere’den su alıyor. Istrancalar sadece Kırklareli ve çevresi için değil ülkenin büyük bir kesimi için önemli.

Televizyon hava durumlarında önceki yıllarda sık duyduğumuz “Balkanlardan gelen serin ve yağışlı hava yurdu etkisi altına alacak” diyordu. Artık fazla duymuyoruz. Istrancaları katlederseniz ne hava ne de su gelecek. Istrancalar İstanbul’un nefes borusudur. Su kaynağıdır. Ülke nüfusunun yüzde 20-25’inin yaşamı Istrancalar’ın korunmasına ve yaşatılmasına bağlıdır.

"DAĞLARIMIZ MADENCİLİK, RES, HES İLE DELİK DEŞİK EDİLMİŞTİR"

- Bir yandan da Trakya’da son yıllarda madencilik faaliyetlerinin arttığını dile getiriyorsunuz. Bunun da susuzluğa etkisi var mı sizce?

Suyun geldiği yerler, dağlar ve buradaki ormanlar. Dağlar sürdürülebilir bir çevrenin temelidir. Burada varlığını sürdürmeye çalışan yaban hayatı ve burada yaşayan insanların yaşamlarını sürdürmesi, gelecek için çok önemli. Dağlar dünya içme suyunun yüzde 60-80’ini sağlamaktadır.   Yaşadığımız şehir ve dünyanın birçok büyük şehri içme suyu açısından dağlara bağımlıdır. Ayrıca dağlardan sağlanan temiz su pek çok tarımsal alanda çiftçiler tarafından kullanıldığı için, dağ kaynaklı sular küresel besin güvenliğinin sağlanması açısından hayati öneme sahiptir. 

Günümüzde dağlarımızın hali içler acısı. Toroslar’dan Kaz Dağları’na, Kaçkarlar’dan Istrancalar’a kadar madencilik, RES, HES ile delik deşik edilmiştir. Dağlarda her gün dinamitler patlarken ve ağır iş makineleri dolaşırken, yaban hayatı da yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalıyor.

Dağlarda bu talan projeleri devam ederken her gün yeni bir proje daha geliyor. “Projeler yasalara uygun, yönetmeliklere uygun, mevzuata uygun” deniliyor. Ama doğaya uygun değil. Çünkü su bitti. Günlük çıkarlar uğruna bitirildi. Doğal ve sosyal yaşam büyük tehlikede.

               Fotoğraf Göksal Çiğdem-Kişisel arşiv

"BİLİM İNSANLARI BAĞIRMIYOR, ÇIĞLIK ATIYOR ARTIK"

- Bilim yıllardır bu noktaya geleceği uyarısını yapıyordu değil mi?

Bilim insanları yıllar önce başladıkları uyarılarla bugünlerde yaşanacakları haber verdiler. Ama rant insanın gözünü kör etmiş, vicdanları taşlaştırmış, betonlaştırmış.

Şimdi bilim insanları artık uyarmıyor, adeta çığlık atıyorlar! Haykırıyorlar! Durumun farkında olan bazı devlet kurumlarının yetkilileri de ‘Sular azaldı’ diye açıklama yapıyor. Günaydın! Uyandılar mı? Yoksa yaşanacak felaketin faturasını ilk ödeyecek olanlar oldukları için mi bu açıklamalar? Herkes uyarıyor. Önemli olan uygulama. Uygulamada herkes evde, ancak madencilik faaliyetleri devam ediyor.

"KURAKLIĞIN SONUÇLARINA DEĞİL NEDENLERİNE ÇÖZÜM ÜRETELİM"

Doğaya zulmediliyor.  Doğaya yapılan zulmün hesabı da bedeli de ağır oluyor. Can ve mal ile ödeniyor. Her şeyi yasalara, kanunlara, yönetmeliklere göre yapsanız da ÇED olumlu deseniz de doğa bu planlardan anlamaz. ‘Su akar yolunu bulur’ denir. Su, yoluna yatağına yapılan tacizi kabul etmez.  Yaptıklarınızı yok eder, geçer gider. Sel olur, heyelan olur önüne çıkanı yok eder.  Doğayla savaşan insanoğlu doğaya karşı her zaman kaybetmeye mahkum. Ekosistemi, verilen yanlış karar ve uygulamalarla bozduk. Eğer düzenini bozmasaydık yeryüzünde tüm canlıların sağlıklı ve temiz suyunu ekosistemler sağlıyordu. Şimdi deniz suyundan su üretmek, atık suları arıtarak kullanmak, su toplamak ve taşımak için ekonomik olarak büyük yatırımları göze almak yerine suyun döngüsüne sahip çıkmak ve restore etmek üzerine yatırım yapmak daha akılcıdır. Kuraklığın sonuçlarına değil nedenlerine çözüm üretelim.

Kırklareli-Pazarlar Köyü

ACİL OLARAK NELER YAPILMALI?

- Susuzluk ve kuraklıkla ilgili acilen yapılması gerekenler neler?

Bizler yaşamı savunanlar, bizden sonrakiler gelecek nesiller de yaşasın diye hukuksal mücadele veriyoruz. 766 maden sahası ihalesine de tüm canlılar adına davacı olduk. Bu sahaların 5 tanesi il sınırlarında. Yer altı ve yüzey suları besleme alanında.

Kuraklık tehdidi devam ettiği sürece;

1. Yer altı su besleme alanları üzerinde inşaat ve madencilik faaliyetleri için ÇED ve PTD dosyaları kabul edilmemeli. Mevcut faaliyetler sınırlandırılmalı, kapasite artış talepleri ret edilmelidir.

2. Yer üstü su havzalarının uzun mesafeli koruma alanlarında madencilik faaliyetlerine izin verilmemeli.

Reklam

3. Tarımsal üretim yapılan alanlarda her türlü yapılaşmaya izin verilmemelidir. Tarımsal üretimin önemi pandemi süresinde görülmüştür. Tarım toprakları tarımsal sit ilan edilmeli ve korunmalıdır.

4. Gıda güvenliği tehdit altındadır.

5. Hayvancılık ve arıcılık için büyük bir tehdittir. Özellikle de küçük baş hayvancılıkta sulama dere ve göletlerden yapıldığı için doğada içecek su bulamayacaklar.

6. Özellikle de doğal ortamlarında yaşama mücadelesi veren yaban hayvanları şehre inip su içemeyeceklerine göre, susuzluktan telef olacaklardır.

7. Belediyeler, özel idareler, kurumlar madencilik faaliyetlerine proses suyu temin etmekten vazgeçmeli, olur vermemelidirler.

DEVAM EDECEK .....  




Dur Akıncı; Sen NATO üyesisin - İbrahim Varlı / BİRGÜN

“Ben NATO üyesi değilim” repliği günlerdir dillerde. 1 Ocak’ta ATV’de yayımlanmaya başlanan Akıncı dizisinin 1. bölümünde başrol oyuncusu ‘Akıncı’, Türkiye’nin NATO üyesi olması nedeniyle ABD askerleriyle karşı karşıya gelmemesi için kendisini uyaran arkadaşına “Ben NATO üyesi değilim” yanıtı vermesi ulusalcısından milliyetçisine, sağcısından İslamcısına herkesi mest etti.

Gerçeklikle bağı kopmuş, kendilerini darı ambarında gören siyasal İslamcıların bu tarz halüsinasyonlarına alışığız. 

Yine de insan Abdullah Gül gibi “hayret edemeden”  duramıyor.

Gözlerden kaçmıştır belki, dizinin yayınlandığı gün Türkiye NATO’nun Rusya bekçiliğini  resmen üstlendi. 

Türkiye, 1 Ocak itibariyle Rusya’ya karşı NATO bünyesinde “caydırıcı” bir güç olarak kurulan Very High Readiness Joint Task Force’un (VJTF) komutasını Polonya’dan devraldı. Türkçesi Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti olan bu güç Ukrayna krizi sonrasında Rusya’ya olası bir müdahalede bulunulmak üzere kurulmuştu.

NATO’NUN MIZRAK UCU

Rusya’yı adım adım çevreleyen ABD liderliğinde NATO üyesi devlet ve hükümet başkanlarının 2014’te Galler’de düzenlenen zirvesinde VJTF’nin kurulması kararlaştırılmıştı. Gerekçe Rusya’nın Ukrayna, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki “istikrarsız” faaliyetlerini dizginlemekti.

“NATO’nun mızrak ucu” olarak nitelendirilen VJTF, herhangi bir tehdide karşı NATO müttefiklerini korumak için çok kısa sürede harekete geçebilecek şekilde hazır tutuluyor. Bu vurucu güce 2019’da Almanya2020’de Polonya öncülük etti. Kuvvetin komutası böylelikle 31 Aralık 2021’e kadar Türkiye’de olacak.

Ani sevk kararlarına seri şekilde yanıt verebilecek şekilde tasarlanan VJTF’ye bağlı öncü kuvvetlerin, gerektiğinde en geç 72 saat içinde sevk edilmeye hazır olmaları gerekiyor. Özetle birlik her an sevke hazır halde tutuluyor.

ÇORLU’DA RUSYA NÖBETİ

Ajanslarda, NATO ve Dışişleri Bakanlığı sitelerinde de yer alan bilgilere göre “mısrak ucu”nun merkezi Çorlu’da konuşlu 66’ncı Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı. VJTF 6 bin 400 kişilik askeri birlikten oluşuyor. Türkiye bu güce 4 bin 200 piyade ile destek verecek. Geri kalan 2 bin 200 asker ise Arnavutluk, Macaristan, Karadağ, Polonya, Romanya, İtalya, Letonya, Slovakya, İspanya, İngiltere ve ABD askerlerinden oluşuyor.

VJTF gücünün komutasının Türkiye tarafından üstlenilmesi siyasal İslamcı rejimin ülkeyi içine sürüklediği çıkmazın bir yansıması. Rusya ile Suriye başta olmak üzere bölgesel politikalarda yakın işbirliği sürdüren Ankara bir tarafta Moskova ile Suriye’de ortak devriye atarken diğer tarafta olası bir krizde Rusya’ya ilk kurşunu sıkacak konumda.

NATO görevi bunu gerektiriyor. Rusya ile yaşanan yakınlaşma aldatmasın Türkiye bir NATO üyesi ve bu örgütün kendisine biçtiği misyonu yerine getirmek zorunda.

İSLAMCILARIN NATO AŞKI BİTMEZ

Dönem dönem yaşanan gerilimlere rağmen siyasal İslamcıların NATO, ABD aşkı oldukça derin. ABD 6. Filosu’nun çiçeklerle karşılanmasından Libya müdahalesine ve Rusya’ya karşı görevlendirmeye uzanan bir kirli hikayeden bahsediyoruz.

Soğuk Savaş boyunca NATO ve Amerikan emperyalizminin himayesinde büyüyen siyasal İslamcılar zaman zaman “anti NATO, anti Amerikan” repliklere başvursalar da gerçek tüm çıplaklığıyla ortada. “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” diyen Fransız lider Macron’a, “Önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir” yanıtı verilmesi bu sevdanın ürünü! Erdoğan bir yıl önce ne demişti; “Fransa Cumhurbaşkanı açıklamaları hastalıklı, sığ anlayışın örneklerinden biridir. Ne diyor? NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir. Macron bak Türkiye’den sesleniyorum, önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir. Çünkü bu ifadeler senin türündeki beyin ölümü gerçekleşmiş olanlara yakışır. Sen bir defa NATO’ya karşı yerine getirmeye gereken neticelerini yerine getir. Hava atmaya gelince hava atıyorsun. NATO için Fransa ne anlam ifade ediyor bilmiyoruz ama Türkiye NATO’nun en önemli üyesidir.”

Eski, yeni tüm ‘Akıncılar’a Ziya Paşa’nın dizesiyle seslenelim; “Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” 

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Yandaşlar müjde veredursun işte emeklinin sofrasından eksilenler - SOL

 

Artık böyle: TÜİK altı aylık enflasyonu açıklayınca maaşlar da belli oluyor. 

Yandaşlar müjde veredursun, emeklinin bir maaşıyla alabildiklerindeki düşüşü derledik.

TÜİK ikinci altı ay için enflasyon oranını açıkladı. Böylece "memur maaşları, emekli maaşları" da belli olmuş oldu. Yandaş basın bol müjdeli haberler yaptı. 

Emekli aylıklarına neredeyse sürpriz oranda zam geldiğini bildirdi.

Nasılsa ayın ilk gününün ardından bankamatiğe giden bir memur emeklisinin (eğer üç aylık olarak alma tercihini kullanmadıysa) bir önceki aydan 200 lira fazla yatmış olduğunu görünce 200 liralık mutlu olacağı varsayılıyordu.

TÜİK'e göre 2020'nin ikinci altı ayında enflasyon yüzde 8,37 oldu. Böylece memur emeklilerinin aylıklarına yüzde 7,33 zam yapılacağı belli oldu.

Böylece memur emeklilerinin en düşük emekli aylığı 3020 liraya çıktı.

Yandaşlar artışı "mutluluk verici" buladursun, biz enflasyon oranı gerçeği yansıtıyor mu gibi bir tartışmaya da hiç girmeden, en düşük emekli aylığına sahip bir yurttaşın son dört dönemde aylığıyla alabildiklerine baktık.

Sofradan eksilenler

En düşük emekli aylığı 2019 Temmuzunda 2522 liraya çıkmış. Dolar o günlerde 4,62'den işlem görüyormuş. Bu fiyattan o tarihte konu edindiğimiz emekli memurumuz 546 dolar alabiliyormuş. Bu yıl bu değer 411.

"Maaşını dolarla mı alıyor?" sorusunu soran olabilir. 


Yumurtayla devam edelim. Yumurta fiyatlarını orta halli bir toptancının fiyat listelerinden derledik. 

Diğer fiyatlarsa Gaziantep Ticaret Borsası'nın listelerinden alındı. Market fiyatları tahmin edileceği gibi buradakilerden daha yüksek.

"Para-çokomel eğrisi değil. Emekli aylığının 

yumurta karşısında erime grafiği"


2019 Temmuzunda bir aylıkla yumurta borsasından 10 bin 965 yumurta alınabiliyormuş. Şimdi bu sayı 4 bin 314.

Mercimek endeksimiz 1,5 yıl önce 772 kiloyken, şimdi 458.

Nohutta durum farklı değil. 1016 kilodan 748 kiloya düşmüş. Neredeyse bir ton nohut alabiliyor emekli hayaldi gerçek oldu diyen çıkabilir, çıkmasın. Tekrar hatırlatalım, bu fena halde düşen değerler Gaziantep Ticaret Borsası'ndaki toptan fiyatlar. Ve bir de tüm maaşı bu alışverişe bağladığımızda alabildiklerimiz.

Ekmeklik buğdaya baktığımızda 1812 kilodan 1423 kiloya düştüğümüzü görüyoruz.

Arada et de yiyelim diyen varsa, bir aylıkla kaç koç alınıyor sorusunun bol ondalıklı yanıtıyla kafa karıştırmayıp, bir koçu kaç aylıkla alıyoruz sorusunu sormak daha uygun.

2019 ortasında 7,81 emekli aylığıyla bir bütün koçu (yine toptancı borsasından!) alabilirken, artık 8,51 aylıkla alabiliyoruz.

İyi haber motorinden. Akdeniz'de bulunan doğalgazla ilgisi yok tabii bunun. Dünyada petrol fiyatlarının baş aşağı indiği bir devirdeki gelişme: 2019 ortasında 389 litre motorin alabilen emeklimiz şimdi 457 litre alabiliyor. Yolda acıkma sorunu olmasa bir de dizel yakıtlı aracımız varsa, bir depodan fazla kârımız var bir ayda!

Besi yemi fiyatlarıyla aynı hesabı yapmak, ülkenin insanına verdiği değerin gelişimini görmek açısından uygunsuz olur ama beyaz arpaya bakmamız herhalde ayıplanmayacaktır.

2019 Temmuzu'nda aldığımız aylıkla 2132 kilo beyaz arpaya gücümüz yeterken şimdi bu 1817'ye düşmüş durumda.

Enflasyon nedir? TÜİK'in görmek istemediğidir

Özetle, çok müjdeli bir haberle yeni emekli aylığını öğrenen memurumuz bundan çok değil bir buçuk yıl önce sofrasına koyduğu 2 yumurtadan birinin (aslında biraz fazlasının) gittiğini, 5 günlük mercimek yemeğinin artık 3 güne yettiğini, 4 gün için yetecek nohutun da artık 3 günde bittiğini görecek.

(SOL)

Kabaran suç dosyaları - Oğuz Oyan / SOL

 

Suçları örtmenin en çok denenmiş yolu karşı-suçlamalardır; hele ki bütün kolluk, yargı ve medya güçleri emrinizdeyken. Ama bunlar ancak kısa vadeyi kurtarır; hesap verme günleri bir şekilde gelir.

İktidarın karar ve eylemlerinde, yargıya müdahalelerinde; orduya, akademisyenlere, siyasetçilere, gazetecilere ve bazen de işadamlarına kurulan kumpaslarda; kamu varlıklarının/imtiyazlarının kamu yararına aykırı olarak özel çıkarlara tahsisinde ve benzeri işlemlerde, her şey genelde hukuki kılıfına uydurularak yapılmaya çalışıldı. İktidar yargıyı ve medyayı tam emrine aldıktan sonra bu işler daha sistematik yürümeye, hatta bazı durumlarda talimat verilmesine bile gerek duyulmamaya başlandı; vücut dili yeterli olabiliyordu. Ama yargı bu denli iktidara bağlanınca, artık hukuki kılıflar konusunda bile yeterli özene ihtiyaç kalmıyor, hatta Anayasa hükümlerine açık aykırılıklardan bile artık çekinilmiyordu. Yargı içindeki çıkar ağları da bu ortamda serpilip örümcek ağları gibi her yeri sarıyordu. Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın Metastaz ve Cendere kitapları tam da bu ağların bir bölümünü ama en önemlisi de bunların sistematiğini açığa vuruyor.

Kabataş dosyası hiç kapanmayacak

Yargı ve medyanın yürütme organının sopalarına dönüştürülmesi son ikibuçuk yıldır uygulamada olan sözde "anayasal" Tayyip usulü başkancı rejimin bir sonucu değil yalnızca. Köklerini bu iktidarın kuruluşundan veya hiç olmazsa 2007 yılından başlatmak gerekiyor. 2013 yılı Gezi Direnişi'nin bu süreçte yeni bir tırmanmanın da kapısını açtığını unutmadan. Şu bakımdan: 2007 sonrasındaki yargı ve medya kumpaslarıyla her muhalif hareketin (ve Cumhuriyet mitingleri düzenleyicilerinin) sindirildiği veya en azından artık kontrol altına alındığı rehaveti içinde olan iktidar, 2013'te kendisine yönelik ve uzun süre dinmek bilmeyen kitlesel halk tepkilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişti. Uygulanan tüm polis şiddetine rağmen direnişin bastırılamaması da bir başka güvensizlik duygusu yaratmıştı. 

Gezi direnişini kriminalize etmeye yönelik hamleleri de bu yüzden fazla gecikmemiş, henüz Haziran'ın ilk yarısında her ayrıntısı kuyruklu yalanlarla, porno seviyesindeki fantezilerle örülmüş "Kabataş saldırısı" denilen açık kışkırtmanın fitili ateşlenmişti. Dolmabahçe Camii uydurması da buna eklenerek Gezi karşıtı bir toplumsal iklimin yaratılması; Gezi'nin itibarsızlaştırılması; iktidarın kendi kitlesini konsolide etmesi ve mümkünse direnişçilerin karşısına gerici bir ayaklanmanın çıkartılması denenmişti. TCK'da yeri olan "iftira", "suç uydurma" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçları, iktidar ve yandaş medya işbirliğiyle örgütlü ve sistematik bir biçimde işlenmişti. 

Örgütlü ve sistematikti çünkü ilk işaret fişeği Başbakan tarafından 11 Haziran'da çakıldıktan sonra gerisi ilmik ilmik örülmüştü. Yandaş gazeteciler korosunun ilk tetikçileri Yeni Şafak Gazetesi'nin Ankara temsilcisi Abdülkadir Selvi ile Star Gazetesi'nden Elif Çakır'dı. 13 Haziran itibariyle "ayrıntılarıyla" örülen bu düzmece haber imalatının gerisinde, sözde mağdurun ciddiye alınamayacak sözde itirafları ile "gazetecilerin" izlediklerini iddia ettikleri sözde bir video kaydı vardı. Bu olayın günbegün nasıl geliştiğini 15 Ekim 2015 tarihli Sol Haber Portalı yazımızda yazmıştık; meraklısı bakabilir. 

Burada tekrar ele almamızın bir nedeni de şu: O zamanlar "çok satan medya"nın henüz bütün unsurları teslim alınmamıştı. Her ne kadar Cumhuriyet ve Birgün gibi doğru haber peşindeki medya organları bu komployu ilk günden itibaren teşhir etmeye çalışmışlarsa da, bunun açık bir iftira kampanyası olduğunun kanıtlanması ve geniş kitlelere gösterilebilmesi, Kanal D'nin gerçek bir gazetecilik sayılabilecek yayını sayesinde 13 Şubat 2014'te mümkün olabilmişti. Bu yayının ertesi günü, 14 Şubat 2014'te, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Başbakan, sözde müşteki ve yukarda adı geçen iki gazeteci hakkında suç duyurusunda bulunmuştuk. (5 Mart 2014'te RTE hakkında soruşturmaya yer olmadığını duyurup onun dışındakiler için soruşturma bürosunun görevlendirildiği bildirilmiş, bir yıl sonra bunlar hakkında da takipsizlik kararı verilmişti). Bu arada 9 Mart 2015'te Cumhuriyet gazetesi de bir gazetecilik olayına imza atmış ve olayın mesnetsiz olduğunu anlatan bir polis raporunu ele geçirip açıklamıştı.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken olgu, bugün artık Kanal D veya benzeri bir "merkez" medya organının dahi ortada kalmamış olmasıdır. Siyasal İslamcı iktidar, kamu bankalarını da kullanarak, bütün sermaye medyasını tamamen emrine almıştır. Bunda, 2013 yılındaki Haziran direnişi ile 17-25 Aralık'taki yolsuzluk ifşaatları ilk dönüm noktaları olmuştu; Haziran 2015 seçimlerinden itibaren (Kasım 2015 hariç) iktidarın Meclis çoğunluğunu kaybetmesi ve 15 Temmuz 2016'da kendi beslediği dış destekli FETÖ'cülerin darbe girişimine maruz kalması sonrasında, iktidarını korumak için yeni güç yoğunlaşmalarına olan ihtiyacı büyümüştü.

Bugünleri ilgilendiren bir diğer zorunluluk da şu: Düzmece Kabataş olayında çok açık bir biçimde suç işleyen ve bunun hukuki bedelini ödemeyen siyasetçi/ "gazeteci" zevatın, bugün Fikri Sağlar'ın sıradan (ve ifadesinin birinci bölümü bakımından kısmen anakronik ve kaybedilmiş bir davaya ilişkin) beyanatından "halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu" imal etmeye ve CHP için de "iktidara gelirse başörtüsünü yasaklayacak" kuyruklu yalanını uydurmaya giden "halkı sürekli aldatma" eksenli bir siyasi zihniyetin sefaletinin vurgulanması zorunluluğu.

Bugün hâlâ uyduruk suçlamalarla Osman Kavala'nın Gezi olaylarının kışkırtıcısı/ finansörü gibi gösterilip rehin alınması, iktidarın Gezi travmasının ne kadar derinlere kök saldığını da göstermektedir. Oluşabilecek yeni halk tepkilerine karşı bir gözdağı timsalinin sürekli olarak göz önünde bulundurulmasına olan ihtiyacı azalmamaktadır. Bir de tabii, bugünlerde mecburen Batı ile yenilenmeye çalışılan ilişkilerde, daha önce örnekleri görüldüğü üzere, bir pazarlık kozu olarak kullanılacak "malzeme" gözüyle de bakılmaktadır ne yazık ki.

Ekonomik suçlar da birikiyor

Aslında siyasi suçlar kategorisinde sayılabilecekler yukardakilerle sınırlı değil kuşkusuz. Egemenliği FETÖ ile paylaşmak, devlet sırlarını bu casusluk teşkilatının emrine vermek, TSK'ya kumpas kurarak komuta kademelerini zayıf düşürmek başlıbaşına büyük anayasal suçlardır. Bunlara birçok başka konu da eklenebilir. 

Ekonomik suçlar denilince, bunların bir bölümü TCK kapsamına girebilecek nitelikte açık kanunsuzluklardır, yolsuzluklardır; ama daha önemsiz olmayan bir bölümü kanunların kenarından dolaşan, İhale Kanunu'nda olduğu gibi istisnaları kural haline getiren çarpık ve şaibeli uygulamalardır; aslında daha da cesametli bölümü halka karşı, onun toplumsal mülkiyet haklarına karşı işlenen ve bedeli esas olarak siyasi düzlemde ödenmesi gereken suçlardır. 

Bu bağlamda en kapsamlı ekonomik suçlar bütünü, özelleştirme uygulamalarıyla işlenmiş, özel çıkarlar lehine kamu yararı ve çıkarları hiçe sayılmıştır. Yap-işlet-devret ve KÖİ uygulamalarıyla kamusal yararın çok üzerinde maliyetlerle yapılan altyapı yatırımlarının tümü de bu kapsamdadır. Bunlarda, siyasi kademelerin varsa özel çıkar ilişkilerini çok aşan kamusal maliyetler üstlenilmiş ve yükü nesiller boyunca halka bindirilmiştir. 

Ekonomi yönetiminin ehil olmayan kadrolara bırakılması ve daha da az ehil olan Saray yönetiminin ekonomik kararlara kendisine özgü "ekonomi fantezileri" üzerinden sürekli müdahale etmesinin yol açtığı kamu zararları belki de en kapsamlı ekonomik suçları oluşturmuş durumda olabilir. Milli paranın değerini koruyabilmek için eldeki tek araç olan faiz silahının kullanılmasını 2018 ve 2020 yıllarında iki kez çok güçlü müdahalelerle engelleyen ve mevcut döviz rezervlerinden fazlasının erimesine (toplam rezervlerin eksi 49 milyar dolara düşmesine) yol açan bir iktidar anlayışı, ekonomik suç işlemiş demektir. 

İktidardaki ömrünü uzatabilmek için etrafında liyakatsiz kadrolardan bir sadakat çemberi oluşturabilmek adına Hazine'nin zararına olacak şekilde bu "kadrolara" hak etmedikleri maddi olanakların sağlanması; sermayenin desteğini yitirmemek için bunların belirli kesimlerine özel imtiyazlar /aşırı kârlar tanıyacak uygulamalar içine girilmesi; şirketlere ve yandaş vakıf ve derneklere imar rantlarından ve kamu varlıklarından olağanüstü büyük (usulüne uygun olduğu dahi kuşkulu) ikramların yapılması; kamu bankalarının birer arpalık gibi kullanılarak zarara uğratılması ve batık kredilerle daha da büyük zararlara muhatap kılınması; Türkiye Varlık Fonu'nun bir aile şirket gibi ve Meclis'e hesap vermeden yönetilmesi, ve benzerleri, geniş anlamda ekonomik suç kavramı çerçevesinde düşünülmek durumundadır. 

(Bu bağlamda ayrıca 15 ve 22 Aralık Sol Gazete yazılarımıza da gönderiyoruz).

Kriminal anlamda suçları giderek kabaran bir iktidar türünün, kendisinden yana görmediği kesimler üzerine kriminal suçlar icat ederek gitmesi aslında şaşırtıcı sayılmaz, suçları örtmenin en çok denenmiş yolu karşı-suçlamalardır; hele ki bütün kolluk, yargı ve medya güçleri emrinizdeyken. Ama bunlar ancak kısa vadeyi kurtarır; orta/uzun vadede hesap verme günleri bir şekilde gelir.

Oğuz Oyan / SOL

Hitler’in saflarındaki sarıklı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İnsan yüzünün, aklın bile tarif edemediği duyguları anlatan bir dili mi var? Mutluluğu ya da acıyı önce yüz mü dışa vuruyor?

Sinemaya sesin henüz girmediği yıllarda, Maria Falconetti sadece yüzüyle Jan Dark’ın çilesini anlatmıştı. Kilisenin yaktığı ateşler içindeki Aziz Jan Dark’ın sureti, insana uzanıp dokunma isteği uyandırıyordu.

İlber Ortaylı’nın Hüsrev Gerede’nin anılarına yazdığı önsözü okuyunca aklıma geldi. Ortaylı, “Yarı efsane olarak anlatılan, aslında oldukça gerçeği yansıtan bir olay vardır” diye başlıyor söze. Milli Mücadele’ye karşı ayaklanmaları bastırmaya çalışan Hüsrev Gerede’nin öyküsüne devam ediyor: “Gerede’de ayaklananlar kendisini yakaladığı zaman, bu seçkin zatı, güzel sıfatlı insanı, ‘asalım mı asmayalım mı’ münakaşasını yapmışlar. Bu arada Hüsrev Bey’in yüzüne sabah güneşi vurduğunda yakışıklılığından ötürü asmaya kıyamamışlardır.”

Atatürk’ün Bolu ve Düzce isyanlarının bastırılmasındaki rolü nedeniyle Gerede soyadını verdiği Hüsrev Rıdvanbegoviç, yüz güzelliğini belki de Bosnalı tarafından alıyordu.

İnönü’nün sözleri

Balkan Harbi’nde 7. Tümen’de, 1. Dünya Savaşı’nda Kafkas Ordusu’nda, Mayıs 1919’da Bandırma vapurunda Atatürk’ün yanında olan Gerede’nin söz ettiğim anıları, II. Dünya Savaşı’nın ikinci gününde göreve gittiği Berlin Büyükelçiliği (1939-1942) günlerini kapsıyor. (Hitler Almanyası’nda Berlin Sefirliği Hatıralarım - İş Bankası Yayınları - Eylül 2020)

Kuşkusuz güncel politikayla bir ilgisi var. Zira başta Erdoğan olmak üzere Saray’ın önde gelenleri, Türk Dış Politikası’nın bu dönemi üzerinden, devleti yönetenlere sık sık ağır yakıştırmalarda bulunuyor.

Okuyunca meselenin hiç de öyle olmadığını anlıyoruz.

740 sayfalık anı kitabının özeti Gerede’nin şu sözlerinde gizli:

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bana, aşağı yukarı Türkiye’nin bir savaşa girmeye henüz hazır durumda olmadığını, savunma hazırlıklarını tamamlamadan, savaş yangınına tutuşmaktan çekinmemiz gerektiğini bildirmiş, ‘Almanya ile mevcut iyi münasebetleri devam ettirmek istediğimizden, bunu kolaylaştırmaya çalışmam’ için direktif vermişti.

Gerçekten de işgalden yeni kurtulmuş, ordusunu henüz organize etmiş, yakın dönemde savaşlarda bütün birikimini yitirmiş bir devlet için savaş, yeni bir felaket demekti. Öte yandan Sevr’i yırtıp Lozan’a ulaşmış bir Türkiye için savaşın anlamlı bir nedeni de yoktu. Büyük dünya devletlerinin savaştığı koşullarda, en rasyonel politika savaşın dışında kalmaktı. Daha da önemlisi, Sovyetler Birliği dahil birçok devlet, savaşın kendi topraklarına sıçramaması için çalışıyordu. Türkiye, tarafsızlık politikasını bütün büyük başkentlere gönderdiği “tesadüfen seçilmemiş” elçiler ile kurdu.

Hitler’le ilk görüşme

Büyükelçi Gerede, Hitler ile ilk resmi görüşmesini şöyle anlatıyor:

I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki sıfatıyla dört savaş cephesinde askeri tetkik seyahati yapmış, Balkan Savaşı’ndan önce de Von der Goltz’un ülkemize gönderdiği değerli öğretmenlerle çalışma fırsatı bulmuş, Alman milleti ve ordusuna karşı samimi sevgi ve dostluk hissi taşıyan, yüksek meziyetlerini bilen eski bir asker olduğumu hatırlattım(…) Bir Akdeniz devleti olmanın ve Boğazlar çevresinde bulunmanın yarattığı nazik jeopolitik durumun zorlaması ile İngiltere ile ittifak ettiğimizi, fakat bu ittifakın sırf tamamiyet-i ülkiyemizi (bütünlüğümüzü) koruma amacına yönelik olduğunu, tarafsızlık politikası takip edeceğimizi, hangi taraftan gelirse gelsin, tecavüze karşı meşru savunmamızı yapmakta tereddüt etmeyeceğimizi…”

Gerede, Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’ndan koruyan dış politikayı Hitler’e bu şekilde özetliyordu. 3 yıllık görev süresi boyunca bütün görevini “Almanya’nın Türkiye’ye saldırmasını engellemek” olarak tarif ediyordu. İşin esası, bunu da başarıyordu.

Peki ayrılık?

Türkiye, savaşın yön değiştirmesiyle beraber Almanya ile denge kuran bütün politikacıları geri çekti. Gerede de bu sürecin kurbanı olarak 28 Haziran 1942’de aldığı telgrafla merkeze çağrıldı. Ortaylı durumu şöyle açıklıyor:

Savaş talihinin Almanya’nın aleyhine döndüğü zamanda, merkezi hükümet bir politik manevra yapmıştır. Bilhassa askerler arasında Mareşal Fevzi Çakmaka olduğu gibi, birtakım askerler ve birtakım diplomatların geri hizmete çekilmesi gibi bir politika takip edilmiştir.

Gerede’nin anılarında yer alan mektuplarından okuduğumuz; Naziler, bugün Saray’ın anlattığının aksine, Türkiye’deki Alman aleyhtarlığından oldukça rahatsızdı. Gerede, Hitler’le son görüşmesini şöyle aktarıyor:

Eski savaş müttefikleri dost Türkiye’nin kararsız tutumuna üzüldüklerini belirten Hitler, ‘Türkiye ile Almanya birlikte savaşa girmiş olsalardı, savaş çoktan biterdi’ dedi.

Bu geri çekilme, Gerede için acı bir kadere dönüştü. Tam 4 yıl 7 ay devletten uzak tutuldu. Hem ekonomik sıkıntılarla boğuştu hem de 24 yaşındaki oğlunu askerde kazara patlayan bir bombayla şehit verdi. Son görevi Brezilya elçiliği gibi önemsiz bir görevdi. Türkiye’nin hamurunda suyu olan savaş ve diplomasi adamı, öldüğünde kiralık bir evde oturuyordu. Eşi, evlerindeki eşyaları satmak zorunda kalmıştı.

Hitler’in saflarındaki müftü

Peki, siyasal İslamcılar?

20. yüzyılda, bir büyük devletin kucağından öbürüne savrulan siyasal İslamcılar, Nazileri de es geçmedi. Müslüman Kardeşler’in fikir babası, bir zaman İngilizler için çalışırken Yahudilere karşı Nazilerin hizmetine giren Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni de Gerede’nin anılarında yer buluyor:

Hitler, Reichstag’a (Alman Meclisi) Nazilerin bir ağızdan söyledikleri şarkı sesleri arasında, 6 Ekim günü mağrur ve muzaffer bir eda ile girmişti. O gün orada, gözüme ilişen bir sarıklının kim olduğunu sormuş, Kudüs Müftüsü olduğunu öğrenmiştim.”

Sakalını keserek sahte pasaportla Kudüs’ten kaçan, Hitler’in “Haydar” adında gizli bir Müslüman olduğunu savunarak Nazi saflarında savaşa çağıran Hüseyni ile Gerede daha sonra da karşılaşıyor:

Hüseyni’nin, dünyanın bu bölgesinde, politika alanında hayalperest olmaktan çok, gerçekçi bir adam olarak belirdiğini söyleyen Hitler, müftünün ince bedeni ve fare gibi haline rağmen, sarı saçlı ve mavi gözlü oluşunun, ecdadı arasında Aryen bulunduğunu gösterdiğini söylüyordu.”

Hayal kırıklığı mı çile mi? Bir zaman düşmanlarının kıyamadığı Gerede’nin fotoğraflarında zaman içinde derin çizgiler belirmiş gibi. Eminim o yüz, bugünden geçmişe parmak sallayanlara çok şey anlatıyor. 

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

3 Ocak 2021 Pazar

2020’de dağ taş satılığa çıkarıldı - Özgür Gürbüz / BİRGÜN

 

Büyüyen ekonomik kriz, 2020 yılında doğa talanını da artırdı. Canlıların yaşamı için hayati öneme sahip alanlar, özel ve kamu şirketlerinin faaliyet alanına dönüşürken, torba kanunlara sıkıştırılan maddelerle çevre koruma mücadelesi zorlaştırıldı. Doğa için direnenler ise 2020’de de pes etmedi, Türkiye’nin her yeri çevre koruma mücadelesine sahne oldu.

Doğayı ‘satılacaklar listesi’ne ekleyen hükümet, 2020 yılında madenler başta olmak üzere birçok doğal varlığı yıkım projelerine açtı. 2019 yılında Kazdağları’ndaki altın madeni projesinin yol açtığı hasar tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Maden projeleri 2020’de de tepki toplamaya devam etti.

Ordu’nun Fatsa ilçesine 10 kilometre mesafedeki altın madenini, kestane ormanı ve fındık bahçelerini yok etme pahasına genişletme çalışmaları; Limak Holding’e kalker ocağı için verilen bedelsiz hazine arazisi; Bursa Kirazlıyayla’da halkın karşı çıkmasına rağmen genişletilmek istenen bakır madeni Türkiye’nin “maden politikasını” ortaya koyan örneklerden bazılarıydı.

TEMA Vakfı’nın Muğla’nın yüzde 59’unun maden ruhsatına sahip olduğunu gösteren raporu, Türkiye’de hukuk ve bilim temelinden ne kadar uzaklaştığını da gösterdi. Kazdağları ve Muğla’nın madene feda edilmesinin istisna olmadığı diğer illerden gelen benzer haberlerle anlaşıldı.

Doğal varlıklar, su kaynakları, tarım ve insan sağlığı, yeni maden yasaları karşısında hep kaybedeni oynuyor. İhtiyaca veya hangisinin yaşam için daha önemli olduğuna bakılmaksızın maden olan her yer şirketler aracılığıyla talana açılıyor. Başta maden tehlikesiyle karşı karşıya kalanlar olmak üzere, bu tehlikeye karşı çıkanların sesi ise giderek artıyor. Maden firmaları ise çevreciler hakkında karalama kampanyaları yürüterek itirazları bastırmayı deniyor.

HASANKEYF SULAR ALTINDA

Türkiye’nin en yüksek elektrik talebinin, kurulu gücün yarısı seviyesinde olmasına rağmen durmayan yeni enerji santral inşaatları, 2020’de doğayı değil dünya tarihini de yok etti. Mayıs ayında açılan Ilısu Barajı, tarihi 12 bin yıl öncesine uzanan Hasankeyf’i sular altında bıraktı. Plan aşamasından beri yapılan tüm uyarılara rağmen devam ettirilen baraj projesi, bir dünya mirasını yok ederek muhtemelen dünyanın en büyük tarihi yıkımına yol açan barajlarından biri oldu. Başta Karadeniz bölgesi olmak üzere HES’lerle ilgili şikâyetler ve protestolar da zaman zaman Türkiye’nin gündemine geldi. Kars’ın Sarıkamış ilçesi Karakurt köyü, baraj suyunun yükselmesi nedeniyle sular altında kaldı. Artvin’de iptal edilen Hanlı HES projesine yeniden ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED)gerekli değildir’ kararı verilmesi üzerine bölge halkı kararı yeniden yargıya taşıdı.

Ocak başında filtresiz çalışan termik santrallardan beş tanesi kamuoyu baskısı nedeniyle tamamen, bir tanesi de kısmen kapatılmıştı. 8 Haziran 2020’de bu santrallar yeniden açıldı ancak taahhüt edilen filtreleme sistemlerinin eksik ve yetersiz olduğuna dair ciddi itirazlar var. Santrallara yakın oturan insanlar hava kirliliğinden şikâyetçi olmaya devam ediyor. Temiz Hava Hakkı’nın açıkladığı “Kara Rapor 2020”, yeterli veri olan 51 ilin yüzde 98’inde hava kirliliği verilerinin (PM10) Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sınır değerlerinin üzerinde gerçekleştiğini açıkladı.

KURAKLIK KRONİK SORUN

Termik santralların filtrelerinin durduramadığı iklim krizi ise başta kömür olmak üzere petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların tüketilmesiyle daha büyük bir sorun haline geliyor. Paris Anlaşması’na taraf olmayan yedi ülkeden biri olan Türkiye, seragazı emisyonlarının 31 Mart’ta açıklanan 2018 yılı envanterine göre 520 milyon tona (CO2 eşdeğeri) ulaştığını açıkladı. 2005 yılında bu rakam 337 milyon tondu. 2018 yılı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı.

İklim krizini durdurmak için bir politika geliştirmeyen Türkiye, krizin etkilerini ise her yıl daha şiddetli bir şekilde hissediyor. Kuraklık ve beraberinde görülen susuzluk neredeyse her bölgede kronik bir sorun halini alırken sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olayları Giresun’dan Antalya’ya kadar birçok ilde can ve mal kaybına yol açtı.

Başta iklim krizi olmak üzere, enerji kaynaklı sorunların çözümü için önerilen jeotermal ve biyokütle enerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları, Türkiye’nin birçok ilinde sorunun adı oldu. ÇED süreçleri gerektiğince yapılmayan, kümülatif etkileri ve halkın istekleri dikkate alınmadan hayata geçirilen Jeotermal Enerji Santralları (JES), başta Aydın olmak üzere pek çok yerde “istenmeyen enerji” ilan edildi. Tarımla geçinen köylüler, Ege bölgesinde sayıları giderek artan JES’lere ürünlerinin kalitesini ve üretim miktarını etkilediği için karşı çıkıyor. Aydın’ın Beyköy ve Kuyucular mahallerinde köylüler jandarmayla karşı karşıya gelirken İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köyünde de köylüler jeotermal enerjiye karşı dava açmaya hazırlanıyor.

Biyokütle santralları da 2020’de itirazlarla karşılaşan enerji türlerinden biri oldu. Manisa Salihli’nin Çapaklı Mahallesi’ne yapılmak istenen biyogaz santralına karşı köylüler yolu kapattı, gözaltına alınanlar oldu.

YÜREKLER YANGIN YERİ

İklim kriziyle daha büyük bir sorun haline geleceği tahmin edilen orman yangınları 2020 yılında da herkesin yüreğini yangın yerine çevirdi. Resmi rakamlara göre Türkiye’de geçen yıl bin 702 orman yangını meydana geldi. Toplam 12 bin 806 hektar alan zarar gördü. Hatay Belen'de meydana gelen yangın, 2020’nin en çok konuşulan yangınlarından biri oldu. Yerleşim yerlerine ulaşan yangın, 33 saat sonra kontrol altına alınabildi. Yangın bölgesinde bir maden projesi olduğu gazete haberlerine yansıdı.

Son yıllarda doğaseverlerin ve turistlerin gözde mekanlarından biri haline gelen, beyaz kumları ve turkuaz rengi suyuyla ünlenen Burdur’daki Salda Gölü, 2020’de yapılaşma projelerinin odağı oldu. Tepkiler nedeniyle “Salda Gölü Özel Çevre Koruma Projesi içinde herhangi bir betonarme yapı asla olmayacak, çivi dahi çakılmayacaktır” açıklamasını yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, göl kenarına değil ama kıyıdan 500 metre uzağa bungalov ahşap evler yerleştirdi.

DÖRT KAT FAZLA FİYAT

Türkiye’nin Mersin ve Sinop’a nükleer santral kurma isteği sürüyor. Akkuyu’da Rus devlet şirketi Rosatom tarafından yapımı sürdürülen santralın ikinci ünitesinin yapımına da başlandı. 2019 yılı rüzgar santralı ihalelerinde ortaya çıkan fiyatın 3,5 dolar olmasına karşın Türkiye’de 15 yıl için 12,3 dolar üzerinden alım garantisi verilen santral tamamlanırsa, köprü projelerinde olduğu gibi Türkiye’yi ciddi bir mali yükün altında bırakacak.

AKP deprem riski, radyoaktif atık sorunuyla ilgili kayda değer bir gelişme olmaması ve kaza olasılığı nedeniyle halkın istemediğini açıkça belirtmesine karşın Sinop’taki projeyi de ayakta tutmaya çalışıyor. Japonya’nın Sinop'taki projenin maliyetinin yüksekliğini ve hükümetin bu maliyeti karşılamak istememesini gerekçe göstererek çekilmesiyle havada kalan proje, hükümetçe sürdürülmeye çalışılıyor. Ortada kamuoyuna açıklanan bir şirket olmamasına ve ÇED sürecindeki halkın katılımı toplantısına Sinop milletvekilleri ile belediye başkanlarının da aralarında olduğu onlarca Sinop'lunun alınmamasına rağmen proje devam ettirilmeye çalışılıyor.

Nedendir bilinmez ama ‘yangından mal kaçırırcasına’, hukuki süreçlerin bile tamamlanmasını beklemeden yürütülen yıkım projeleri, 2021 yılına da damgasını vurmaya aday. Çevreciler ve doğaseverlerle, toprağına sahip çıkmak isteyenlere her zamankinden daha büyük bir iş düşüyor.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Unutulan yazar Koçetov - ÇAĞLAR AKYÜZ / SOL

 Koçetov, Yerşov ailesi üzerinden yine sosyalizme inanan, sosyalist anavatanı savunan işçileri anlatır. Jurbinler’de karşımıza çıkmayan 'yeni tip' insanları, Yerşov Kardeşler'de görürüz.

Çevirmen Ahmet Açan’ın uzun zamandır çevirisine emek verdiği Vsevolod Koçetov’un iki eseri Jurbinler ve Yerşov Kardeşler kısa süre önce yayımlandı. 

Jurbinler yaklaşık bir yıl önce Yordam Kitap tarafından basılırken Ahmet Açan, Yerşov Kardeşler’i e-kitap formatında ücretsiz olarak yayınladı.

Bir kitapsever olarak, Koçetov ve eserlerini daha öncesinde hiç duymamıştım. Ahmet Açan da bu eserlere, gazeteci Feliks Çuyev'in Stalin’in eski Ulaştırma Halk Komiseri Kaganoviç ile yaptığı söyleşilerden oluşan Böyle Buyurdu Kaganoviç kitabını çevirirken rastladığını ifade eder. Kaganoviç ise kitabı, “Jurbinler evet, işçi sınıfını anlatır. Fakat onu tamamen sildiler, Koçetov’u. Artık kimsenin hatırlamadığı bir roman bu ama devrimci işçi sınıfını anlatan yegâne romandır” diye tarif eder. Bu rastlantılar sonucunda Koçetov’un eserleri ilk defa Türkçeye çevrilir.

Koçetov kitabında, 2. Dünya Savaşı sonrası zafer kazanan fakat milyonlarca insanını kaybeden ve ülkesi harap olan SSCB’nin çok kısa süre içerisinde ayağa kalkmasını ele alırken, bunu da küçük bir şehrin gemi fabrikası ve o fabrikanın üç kuşak boyunca işçisi olan Jurbin ailesi üzerinden anlatır. İşçi sınıfının emek ve yurtseverlik kavramlarını nasıl içselleştirdiğini, aslında işçilerin iktidarının işyerlerinden başlayarak nasıl uygulandığını sade dil ve akıcı bir hikâyeyle gösterir.

İlya, Vitya, Kostya,  Alyoşa, Antoşa,  Vasya, Lidya, Zina ve tabii Matyev Dede başta olmak üzere tüm karakterlerin sevincini, hüzünlerini ve dertlerini büyük bir umutla bize aktarır. Jurbin ailesi üzerinden yurtseverlik, tevazu, ilerleme ve yeni kurulan Sovyet düzeninin insan ilişkilerine getirdiği yenilikler, kafa-kol emeği arasındaki gerginlik, erkek işçilerin kadınlara duyduğu önyargılar ve bunlara karşı yeni bir dünya ve yeni bir insan yaratmaya çalışan öncü işçilerin kavgası okurları heyecanlandırır diyebiliriz.

Koçetov, komünizme ve işçi sınıfına olan inancını romana büyük bir ustalıkla yansıtır. Jurbinler “Sosyalizmde toplumsal ilişkiler nasıl olur?” sorusuna âdeta bir cevap niteliği taşır. 1952 yılında basılan roman yoğun ilgiyle karşılanır. 1954 yılında sinemaya uyarlanan kitap, Cannes Film Festivali’nde 16 oyuncusuna birden en iyi erkek ve kadın oyuncu ödüllerini kazandırmakla kalmayıp birçok dile de çevrilir, Dzerjinski romanın operasını besteler, roman sahneye de uyarlanırken Moskova Mayakovski Tiyatrosu ve Leningrad Puşkin Drama Tiyatrosu tarafından yıllarca sahnelenir.

Jurbinler romanıyla Koçetov, tüm Sovyetler Birliği’nde öylesine meşhur olur ki doğduğu kent olan Novgorad’da bir sokağa ve mahalleye ismi verilir, heykeli dikilir, hatta dev bir okyanus gemisi de onun adını taşır. Ama Koçetov sonrasında unutulur ve ismi neredeyse SSCB’den tamamıyla silinmek istenir.

Koçetov’un aniden dışlanmasının arkasında SBKP’nin meşhur 20. Kongresi’nin hem ülke içinde hem de dünya komünist hareketinde yarattığı sonuçlar vardır. Koçetov, kongreden sonra oluşan “küfür” korosuna katılmaz ve bununla kalmayarak bu sonuçların yarattığı sonuçların tehlikesine dikkat çeker. Koçetov, bu sonuçların Sovyetler Birliği yurttaşlarında yarattığı şaşkınlık ve tartışmayı ise Yerşov Kardeşler romanında işler. Yerşov Kardeşler, bu anlamda âdeta destalinizasyon dönemine bir tepki ve karşı çıkış olur. Böyle olunca partiye egemen olan Kruşçev’in hışmına uğrayarak ismi ve eserleri unutturulma yoluna girişilir.

Yerşov Kardeşler de tıpkı Jurbinler gibi bir aile romanıdır. Yine bir taşra şehrinde fabrikada çalışan bir aile ve çevresinde yaşananları işler. Jurbinler romanında gördüğümüz ustalık, bu romanda daha fazla kendini hissettirir. Koçetov, romanın her karakterini derinlemesine işleyerek onların tüm yaşamlarını çok güzel bir akıcılıkla ortaya koyar.

Koçetov, Yerşov ailesi üzerinden yine sosyalizme inanan, sosyalist anavatanı savunan, çalışkan, dürüst, tevazu sahibi işçileri anlatır. Fakat Jurbinler’de karşımıza çıkmayan “yeni tip” insanları, bu romanında görürüz. 20. Kongre’nin Stalin dönemini eleştiriye açması, aslında bir süredir ortaya çıkmayan bazı düşüncelerin kendisini göstermeye başlamasına yol açarken. SSCB’de bireyciliğin olmaması, merkezi yapının insanların bazı hünerlerini göstermesinin önünde engel olduğu gibi tezler kimi çevrelerde dillenmeye başlar. Romanda bu karakterlerin ortak özelliği ise kariyerist olmalarıdır. Bu karakterler, fabrika ve yönetimde söz sahibi olan işçileri küçümser ve kapıldıkları hırsla kariyerist eğilimlerini daha da ortaya çıkarmaya başlarlar.

Bu karakterlerden en fazla dikkat çekense Orleantsev olur. Kötü ve kirlenmiş geçmişini temize çıkarmak için Moskova’dan gelen bu mühendis, bazı hünerleri ve aldatmacaları ile bir çevre kurar. Bu çevre ile partide, şehirde, fabrikada, şehir tiyatrosunda ve gazetesinde önemli yerlerdeki bazı kişileri hedef almaya başlar. Hedef aldığı kişilerin ortak yönü ise sosyalizme ve Stalin’e olan inançlarıdır. Orleantsev’in bunu yaparken arkasına aldığı güç ise 20. Kongre’nin yarattığı hava ve Moskova’da Stalincileri tasfiye etmek için fırsat kollayan yöneticiler olur.

Yazar, Orleantsev karakteri ile Stalin karşıtlarının bulunduğu ruh halini resmeder: Uzun zamandır baş göstermeyen karşıdevrimci düşüncelerin dillenmesi, kendine karşı çıkan olduğunda onları geri kafalı, eskide kalmış, nostaljik Bolşevik hikâyelere takılmış insanlar olarak yaftalaması ve bunlar zayıf kalmışsa de kongrenin kişi kültüne karşı açtığı savaşı savunduğunu iddia etmesi…  Orleantsev, emperyalizmin SSCB’ye ideolojik saldırılarından beslenir. Krusçev ve yanlılarının oluşturduğu politik saldırının vücut bulmuş halini yansıtır bize.

Kitabın sonunda ise Yerşov Kardeşler ve diğer partililerin sabırla savaşmaları ile Orleantsev alt edilir. Devrimciler kazanırken, kariyeristler bir tokat yer ama bu, Orleantsev gibilerin ülke çapında yayılmasını engelleyemez. Yazar, Orleantsevciliğin sinsi bir virüs gibi partiye ve ülkeye nasıl yayılmaya başladığını, roman boyunca arka planda incelikle gösterir.

Koçetov inançlı bir komünist yazar olarak iki eserinde de sosyalist bir ülkede örgütlü işçilerin üretimini, sosyal yaşamlarını ve partiye katkılarını büyük bir ustalık ve heyecanla okura aktarır. “Reel sosyalizmde siyasi iklim nasıl olur”, “İşçiler nasıl yaşar” ve “Gündelik yaşam nasıl şekillenir” sorularına cevaplar verir. Bunu yaparken de Stalin’e karşı yapılan ideolojik saldırıya cüretkâr bir yanıt verir. 

ÇAĞLAR AKYÜZ / SOL                 

                                                            ***

Sosyalizm ve Edebiyat: Jurbinler - ÖZGÜR KALİM / SOL (17/05/2020)

Jurbinler, çağının sosyalist düzenini ustalıkla ve oldukça canlı tasvir ediyor. Bunu bilen ve becermiş bir yazar olarak Koçetov’a ve onun Jurbinler'i şahsında, bir zamanlar emekçi sınıfların ortak ülküsünü gerçekleştirmiş onurlu Sovyet emekçilerine şükranlarımızı sunmamız gerekiyor.

Sanatın ve insan toplumunun tarihi öylesine iç içe geçmiştir ki, tekil olarak, herhangi birinin geçmişine, değişimine ve gelişimine bakmak koşulsuz olarak diğerinin de aynı özelliklerini görmemize olanak sağlıyor. Elbette ki sanatın, toplumdan bağımsız bir geçmişi ve gelişimi olmadığını kaydederek.

Edebiyat; şiir, roman, öykü türleri gibi bütün kategorileri de dâhil olmak üzere, çeşitli dönemlere ayrılır ve sınıflamalara tabii tutulur. Bu tarihlendirme, dönemlere ayırma ve sınıflandırma işlemi tek başına edebiyata özgü değildir. 

Dönemlere ayırma ve sınıflandırma olgusu, kuşkusuz, ilk paragraftaki önermeye, onu akılda tutmaya yönelik bir vurgudur. Nitekim ele alınan dönemlerde ortaya konulmuş ürün ve üretimler, okuyucuya, söz konusu tarihsel dönemin panoramasını sunar.

Rus edebiyatı da bu önermeye tabiidir ve onun, özgün üretimleri sayesinde Rus toplumunun yaşantısı aydınlığa kavuşmaktadır. Bana sorarsanız iyi edebiyat için bu tür bir arka plan olmazsa olmazdır.

Yalnızca, 19 ve 20. yy olarak, iki ayrı tarihle değil; klasik, romantik, realist vb. akımlarla da sınıflandırmanın yetmediği; Puşkin ile başlayıp Gogol, Çernişevski, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Gonçarov, Çehov ile devam eden; Gorki’ye, Mayakovski’ye, Şolohov’a, Gladkov’a, Ehrenburg’a, Koçetov’a uzanan ve daha onlarcasının şahsında, geniş yelpazedeki üretimleriyle, hayranlık uyandırıcı bir çeşitliliğe ve göz kamaştırıcı bir zenginliğe sahip olan bu edebiyat geleneğinin Sovyet-çağdaş dönemi, hakkında az şey bilinen, belki de unutturulmaya çalışılan, dönemlerden biri.

Bu dönem, emekçi sınıfların siyasi iktidarı elinde bulundurduğu, toplumsal eşitliğin emsalsiz bir örneğinin hayata geçirildiği; insanlığın, prangalarından kurtulduğu, tam anlamıyla, tarih öncesi serüvenini arkada bıraktığı bir kuruluş ve varoluş dönemiydi. Aynı zamanda bu dönem, Sovyetler Birliği'nin savaş, sabotaj, yalan ve kara propagandalara karşı, tepeden tırnağa örgütlü ve cansiperane, vakur bir direniş sergilediği dönemdi. 

Devrimine sahip çıkan milyonlar kadar onu boğmak isteyenlerle de doluydu tarihin ilk işçi devleti.

Bu girizgâhtan sonra, amacımın, elbette bütün bir Rus edebiyatının röntgenini çekmek olmadığını belirtmek isterim. Bu yazıdaki maksadım, 19. yüzyılın entelektüel mirası ve 20. yüzyıldaki köklü ve büyük değişimlerinin ışığında, bir Sovyet romanından, kısmi yönleriyle, bahsetmek.

Söz konusu roman Vsevelod Koçetev’un (1912-1973) Jurbinler adlı romanı. Hakkında bir şeyler öğrenebileceğimiz Türkçe bir kaynak neredeyse yok. Yalnızca, Jurbinler’i Türkçe'ye kazandıran çevirmenin (Ahmet Açan), yazar ile ilgili yapılmış bir değerlendirmeyi içeren, çevirisi var. Sadece şunu yinelemekte fayda var: sosyalist gerçekçiliği yetkin bir teknik kurgu ve dille sanat eserine dönüştürmüş, döneminin ünlü isimlerinden biridir Koçetov. Sıradan insanı içinde bulunduğu toplumsal koşullarla kavrayan tarzı, dilindeki sadelik ve başarılı kurgu tekniği Rus edebiyatının tarihsel mirasını fazlasıyla taşıyor.

Bir taraftan tıpkı Yüzyıllık Yalnızlık'taki gibi bir kuşaklar öyküsü –fakat kuşaklar arasındaki geçiş derinlemesine detaylandırılıp bir tarih anlatısına dönüşmüyor- diğer taraftan devrimini yapmış muzaffer bir sınıfın; özverili yaşam mücadelesi, sevgi dolu aile yaşantısı ve siyasal uyanıklığını anlatan, destan kadar lirik bir anlatım çıkıyor karşınıza. Bu lirizm elbette, kendinizi, o mücadelenin ve tarihin bir parçası hissettiğinizde, romandaki karakterlerle duygudaşlık kurduğunuzda kendini daha da hissettiriyor. Adeta bir ütopyayı yaşıyorsunuz roman boyunca fakat şunu kesinlikle belirtmek gerekiyor: Jurbinler, gerek aile yaşantılarında gerek iş yaşamlarında çizdikleri profil ile hiç de gerçekçi olmayan, abartılı ifadelerle anlatılmıyor. Kitapta ne işitip ne okuyorsanız, baştan aşağı, sosyalist insanın tevazuunu, fedakârlığını ve sevecenliği görüyorsunuz. 

İşçiler inşa edecekleri gemileri bahçelerindeki havuzda yüzdürecekmiş gibi kendilerine ait hissediyorlar. İşini iyi yapmayan görmezden gelinmiyor, yoldaşça sorumlulukları hatırlatılıyor. Bir ev sahibi olmak için on yıllarca süren borçlara girmelerine gerek yok, fabrika yönetimi, ihtiyacı olanları belirleyerek onlara ihtiyaçlarına göre bir konut tahsis ediyor. Sovyet vatandaşları yaşlarına bakılmaksızın her türlü eğitime kolaylıkla erişebiliyor. Bunun için binlerce lira harcamalarına gerek kalmıyor. Eğitimli olmak sınıf atlama hayallerinin bir aracı değil, bir yurttaş sorumluluğu, bir entelektüel tatmin istenci. Üretimin yeni tekniklerle sürekli olarak geliştirilmesi ödüllerle teşvik ediliyor. Özetle insanı yormayan bitmez tükenmez bir enerjiyle yaşıyorlar hayatı, Jurbinler.

Bu anlatı kimine ütopik, kimine de spekülatif gelebilir, ancak bunların çok temel insani motivasyonlar olduğunu, Sovyetler Birliği'nin, vatandaşları için, bunlardan çok çok daha fazlasını yaptığını biliyoruz. Şüpheleri olanlar tarih bilimiyle irtibata geçebilirler. 

Romandan devam edelim… Jurbinler'in en yaşlı üyesi; 1905 devrimini görmüş, devrimci mücadeleye katılmış, Matvey Dede, fabrika müdürünün yanına gidip, ona, yaşamına bir komüniste yakışırcasına düzen vermesi gerektiğini söyleyebiliyor. Yine söz konusu müdür, çok yaşlandığı için sorumlu olduğu işinde fazlaca hatalar yapmaya başlayan dedeyi onu gücendirmeyecek bir yöntemle başka bir işte görevlendirebiliyor. Romanın sonlarına doğru, kentte başlayan fırtına, kısa sürede, fabrikada büyük zararlar açabilecek bir seviyeye geliyor. Fabrikada bulunan nöbetçi işçiler hemen acil durum prosedürünü devreye sokarak müdahaleye başlıyor. Geminin yan yatmaması için halatlar bağlanıyor, kaynaklar yapılıyor, herkes - kesinlikle ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette değil- bir şeyler yapmaya çalışıyor. Evlerindeki işçiler haberi alır almaz sıcacık yataklarından kalkıp fabrikaya koşuyor, çalışmalara katılıyor. Jurbinler'in her bir üyesi de, tehlikeye aldırmadan, ellerinden geleni yapmak için fabrikaya koşanlardan oluyor. Yazar bu bölümün anlatımını o kadar canlı yapıyor ki kendinizi o anın içinde, telaştan eli ayağına dolaşan acemi bir işçi halinde görüyorsunuz. İşçiler, bütün bir gece boyunca, evlerinde çıkmış bir yangına müdahale eder gibi canla başla çalışmalara katılıyor, fırtına etkisini kaybedip su seviyesi düşünce ancak o zaman rahat bir nefes alıyorlar. 

Bu sekans karşısında kitabı okumaya ara verip düşündüm. Sosyalizm, böylesine bir sahiplenişi ve özveriyi bu insanlar üstünde nasıl sağlayabilmişti? Sonra, kitabı okumaya başlamadan kısa bir zaman içinde izlediğim, Muzaffer Hiçdurmaz’ın yönetmenliğini yaptığı, 1987 yapımı Çark filmi aklıma geliverdi. Başrolünde Tarık Akan’ın olduğu film, önce, cam atölyesinde çalışan bir grup işçinin, işten çıkarılmasıyla başlıyor, ardından -işsizlik o kadar fazla ki- bir süre işsiz kaldıktan sonra bir deri fabrikasında tekrar iş bulmalarıyla devam ediyor. Gerek iş arama süreçlerinde gerekse de buldukları yeni işlerinde karşılaştıkları şeyler onları şaşkına uğratıyor. İşçilerin kendi aralarında konuşmalarına kötü gözle bakılıyor, başlarında sürekli olarak, onları denetleyen, muhafız işçiler bulunduruluyor. İş yasası değişmiş, grev yapan işçiler çeşitli oyunlarla engelleniyor ya da grevleri etkisiz hale getiriliyor. Burada, hiç unutamadığım, beni derinden etkileyen bir repliği aktarmak isterim: “Grev edilmiş fabrikada, hiç, yeni işçi çalıştırılır mı? Olacak iş değil, bu kadar da olmaz ki!” Bu şaşkınlık hali, aslında, giderek daha da vahşileşen bir kapitalist sömürünün işçiler üzerindeki karmaşık duygularından biri. Filmi izlemeyenler varsa, çalışma ortamını ve şartlarını tarif edecek sözcük bulmakta güçlük çektiğimi söylemeliyim. Uzun çalışma saatleri, kısa yemek ve dinlenme molaları, işçilerle kurulan hayvani iletişim, sağlıksız çalışma ortamı, ardı ardına yaşanan iş cinayetleri… Bir işçi - kendinizi yerine koyun- neden böyle bir fabrika için özveri ve fedakârlıkta bulunsun ki. 

En ağır fabrika koşullarından, mobbingle dolu plaza yaşamına kadar hayatlarımızın büyük bir kısmının geçtiği iş yerlerinde, yaşamı yeniden üretmek zorunda olduğumuz çalışma pratiğimiz süresince; ürettiklerimize yabancılaşmış, çalışma ortamımıza yabancılaşmış, her türlü insani ilişkiye yabancılaşmış; nefret dolu, sürekli canı sıkılan insanlar oluveriyoruz. Bir tarafta 1950’lerin Sovyetler Birliği, diğer tarafta 1987 Türkiye’si var. Aslında bu karşılaştırma, iki ülke arasında bir kıyaslama değil sosyalizm ile kapitalizm arasındaki kıyaslamadır. 

Dehşet verici bu karşılaştırmayı bırakıp devam edersek, romanda; mühendis olan ya da eğitim almış işçilerle, gemi inşasını deneyimleriyle yürüten eğitimsiz içiler arasındaki ilişki de, yani kafa ve kol emeği arasında diyebileceğimiz ilişki de, çok az hissedilir olmakla birlikte hâlâ varlığını gösteren karşıtlığı da görebiliyoruz.  Ancak ne “deneyimli işçiler” eğitimli işçilerin okumuşluğuna dudak kıvırıyor, ne de eğitimli işçiler diğerlerinin yaptığı işi kaba ve küçümseyici buluyor. Her iki emek kategorisinin mensupları da birbirlerinin bilgisine sık sık başvuruyor. Karşılıklı bir öğreticilik, kurdukları ilişkide öne çıkan etmen oluyor. 

Ücret ve çeşitli haklar açısından ise, söylemeye gerek yok, hiçbir farklılık söz konusu değil. Kapitalizm, eğitimli iş gücüne, onunla aynı işi yapmasına rağmen, görece, eğitimsiz bir işçiden daha fazla ücret ödüyor. Yine aynı işi yapmasına rağmen, bir kadın işçiye, erkek işçiye verdiği ücretten daha azını veriyor. Gerek aile ve özel yaşamında, gerekse iş yaşamında kadınla erkek arasındaki ilişki; eşit, özgür, samimi ve dürüst ve de bireyi ilerletici bir çerçevede kurulmakla beraber, eski toplumsal cinsiyet rollerinin kırıntılarını da gözlemleyebiliyoruz. Romandaki, kadın-erkek ve kafa-kol emeği arsındaki ilişki, iki öğe olarak, bırakalım 1987 Türkiye’sini, 2020 Türkiye’si ile bile kıyaslandığında çağımızın çok ötesinde bir gelişmişlikte kalıyor.

Konuşması kolay… Avrupa’nın siyasi ve dini anlamda en gerici ülkesi olarak adlandırılan Rusya’da, önce imparatorluk, ardından burjuva sahtekârlığı yerle bir edilmiş, ardından da toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil eden her ne varsa kepçeyle kazılmaya devam ediliyorken aradan sadece otuz sene geçmiştir. Partinin ve işçi sınıfının bu kadar kısa sürede Sovyet Cumhuriyeti'ni getirdikleri nokta, insana dilini ısırtıyor adeta. Dedik ya roman her yönüyle çok gerçekçi bir anlatıma sahip. Başladıkları yeri bilenler için geldikleri yeri anlamak kolay ve aynı zamanda övgüye mazhar. Elbette şaşırıyoruz ama hayret verici olmaktan çıkmalı çünkü insanın prangalarından kurtulduğunda neler başarabileceğinin bir sınırı yok.

Başında söylediğim gibi, insanlığın tarihi sanatın da tarihi aynı zamanda ve toplum söz konusu olmadığında sanatın da var olamayacağı bilinmeli, sanat kendi geçmişine ve çağına yabancılaşmamalıdır. Jurbinler, çağının sosyalist düzenini ustalıkla ve oldukça canlı tasvir ediyor. Bunu bilen ve becermiş bir yazar olarak Koçetov’a ve onun Jurbinler'i şahsında, bir zamanlar emekçi sınıfların ortak ülküsünü gerçekleştirmiş onurlu Sovyet emekçilerine şükranlarımızı sunmamız gerekiyor.  Mutlaka okuyunuz…

Not: Yazarın, henüz Türkçe basımı yapılmamış fakat internette pdf olarak çevirisi aynı çevirmene ait “Yerşov Kardeşler” adında ikinci bir kitabı daha var.

ÖZGÜR KALİM / SOL