Montrö, Mustafa Kemal’in Atatürk olmasından sonra Türkiye adına gerçekleştirdiği güzel işlerden biridir. Montrö’yle birlikte, en özet haliyle yazıyorum: Boğazların yönetimi Türkiye’ye bırakılmıştır.
Türk delegasyonu başlarında Osmanlı fesi ile değil, Kurtuluş Savaşı’nda Kuvvacıların sembolü olan kalpaklarıyla indi Lozan garına. Bavullarında siyah iskarpin, smokin, silindir şapka…
İsmet Paşa salonda kendilerine ayrılan yerin birinci dünya savaşının mağlupları olan Bulgaristan, Romanya, Sırbistan’ın yanı olduğuna görünce oturma düzenine itiraz etti. Konferansın ilk tartışma başlığı bu olmuştur. İsmet Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Sevr’i imzalayan Osmanlının değil sonrasında savaşı sürdürüp kazanan, Sevr’i yırtıp işgalcileri kovalayan Kalpaklıların temsilcisi olarak Lozan’da bulunduğunu hatırlattı ve ilave etti : Barış için buradayım…
Tartıştılar. Direndi İsmet Paşa. Oturma düzeni değiştirmek zorunda kaldılar: İskarpin, smokin, silindir şapka İngiliz, Fransız, İtalyan heyetinin bulunduğu yana geçti. Eşitlendik…
Lozan’da oturma düzenine yönelik olarak Türk heyetinin gösterdiği haklı ve meşru direncin yerini, sıra Boğazlar meselesine geldiğinde, tam olarak teslimiyet denmese de bekle gör siyasetinin aldığını görürüz. Tartışma daha çok genç Ekim devrimcilerinin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Çiçerin ile kapitalist-emperyalist kampın sözcülüğüne soyunan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon arasında geçmiştir.
Çiçerin mi?
Şimdi şöyle yapalım ve Çiçerin için Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı ve İsmet Paşa” kitabına başvuralım:
“… Ruslara gelince, Türkiye’nin menfaatlerini müdafaa eden asıl programı onlar bize verdiler. O kadar ki Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ı temsil eden Mösyö Çiçerin’in aynı zamanda Türkiye’yi de temsil eder göründü. Hatta bir an İsmet Paşa’nın kalpağını Mösyö Çiçerin giymiş sandım…”
Bunları Lord Curzon’un söyledikleridir. İngilizlerin kendini beğenmiş Dışişleri Bakanı ile temkinli bir suskunluk içinde beklemekte olan İsmet Paşa, 13 yıl sonra 1936’da Montrö’de Türk tezi olarak savunulacak olan Boğazlar düzenini 1923’te Lozan’da savunan yoldaş Çiçerin’in ateşli sözlerini dinliyorlar:
“… Boğazlarda silahsız bir Türkiye, büyük devletlerin elinde oyuncak olur. Boğaz sahillerinde Türkiye’nin treni, limanı yoktur. Bir de Türkiye’nin askeri hareketleri yasaklanıyor. Karadeniz kapalı kalmalıdır. Boğazlara hakim bir Türkiye sulhun temeli olur…”
Ali Naci Karacan bu sözleri İsmet Paşa’nın söylemesi gerektiğini ancak onun tepkisiz ve derin bir suskunluk içinde yerinde oturduğunu, Paşa’nın barışın İngilizlerle yapılacağı fikrinden hareketle tavizkâr bir tutum takındığını yazıyor. Sovyet temsilcisi Boğazların yalnızca savaş zamanında değil barış zamanında da Türkiye’nin kesin sorumluluğu ve egemenliği altında olmasını, savaş gemilerine tamamen kapatılmasını savunuyor. Türk heyeti ise Sovyet tezinin arkasında durmaktan kaçınıyor. Uzak duruyor.
Türkiye, Lozan’da Boğazlar meselesi karara bağlanırken Hatay ve Musul meselesi ile kapitülasyonların kaldırılması gibi hassas konularda İngiltere’nin desteğine ihtiyaç duyarak titrek davranmış, dünyada esen barış rüzgârlarının da etkisiyle Boğazları savunmasını Milletler Cemiyeti’ne, yönetimini ise Uluslararası Boğazlar Komisyonu’na bırakarak Lozan Sözleşmesi’ni imzalamıştır. Çaresizliktendir…
Şimdi otuzlu yılların başındayız. Dünya yeni bir emperyalist savaşın eşiğindedir. Musolini İtalya’sının Habeşistan’ı işgali, Türkiye’nin dibindeki adaları silahlandırması, öte yandan Almanya’nın saldırgan politikalarının artması, yeni bir dünya savaşının işaretleri olmuş, bu gelişmeler tetikte bekleyen Türkiye’yi Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi yönünde uygun zemin aramaya yöneltmiştir. Ankara sözleşmeyi İlkin 1933’te sonra 1935’te yapılan iki ayrı uluslar arası toplantıya taşıyarak ilk adımları atmıştır.
Sonra 1936 Montrö…
Montrö, Mustafa Kemal’in Atatürk olmasından sonra Türkiye adına gerçekleştirdiği güzel işlerden biridir. Montrö’yle birlikte, en özet haliyle yazıyorum: Boğazların yönetimi Türkiye’ye bırakılmıştır.
Boğazlar diyoruz ya, aklımıza Marmara’yı Karadeniz’e bağlayan İstanbul Boğazı geliyor. Bir de Marmara’ya Ege’den giriş var, Çanakkale diyoruz, bunu da aklımızda tutmamız gerekiyor. Monrtö’ye dahildir…
Montrö’ye göre, barış dönemlerinde her türden ticaret gemisi, belirlenmiş harç ve ücretlerle diğer hizmet bedellerini ödemek kaydıyla Çanakkale Boğazı’ndan giriş yaparak İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkış yapabiliyor. Bir de savaş gemileri var. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçebilmeleri için ilgili kurumlara bildirimde bulunmaları zorunlu olduğu gibi, bunlar Karadeniz’de en fazla üç hafta gibi belirlenmiş bir zaman diliminde kalabiliyor. Savaş döneminde Türkiye savaşanlardan biri ise yetkinin tamamen Türkiye’ye ait olduğu kabul ediliyor. Türkiye savaşanlardan biri değilse diğer savaşanların savaş gemileri Boğazlardan geçemiyor ve elbette tüm Boğazlar ve çevresinin askeri ve idari yönetimi Marmara adaları dahil Türkiye’ye bırakılıyor. Bunlar Lozan’da olmayanlardır. Montrö Uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşmenin iptali ancak sözleşmenin altında imzası olanların rızasıyla olabiliyor ve bu sözleşeme Türkiye’nin sigortasıdır.
Sözleşme yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yirmi yıl ile sınırlandırılmıştır. Sürenin bitiminde herhangi bir değişiklik talebi olmazsa sure kendiliğinden uzamaktadır.
Lozan ve Montrö Sözleşmelerinin özeti budur.
Montrö Mustafa Kemal Paşa’nın bu dünyadan göçmeden önce yaptığı güzel işlerden biridir.
Gelelim Kanal meselesine.
Madde madde gidelim:
Tarifi Montrö’ye uymayan ve giriş izni alınmamış savaş gemilerinin İstanbul Boğazı'nı baypas ederek Kanal İstanbul üzerinden Karadeniz’e çıkabilmeleri söz konusu olamaz. Çünkü savaş gemilerinin önce, geliş-gidişleri Montrö’nün hükümlerine göre yönetilen Çanakkale Boğazı'ndan geçmeleri gerekecektir.
Ne yapmalı?
Bana göre Çanakkale bariyerini aşmanın iki yol vardır. Ege’den Marmara’ya bir kanal daha inşa etmektir ki harita üzerinde yaptığım incelemelerde topografya açısından bir sorun görülmemektedir. Mevcut Boğaz'a paralel olarak bir kanal pekala açılabilir. Hesap mesap yapmadım ama maliyetin sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Etse bile halkın yapacağı az biraz fedakârlıkla maliyetin altından kalkılacaktır.
İkincisi, Ege’den Çanakkale ağzına kadar gelen savaş gemilerinin yağlanarak kayganlaştırılan tomrukların üzerinden kaydırılmak suretiyle Marmara’nın uygun bir noktasına taşınıp suyla buluşturulması olacaktır ki bu yöntem, kesinlikle dünü bugüne bağlaması açısından heyecan verici olacaktır. İstanbul’un yeniden fethidir.
Evet gemi ve yağlı tomruk yöntemi aklımızın bir tarafında olması gereken seçeneklerden biridir. Elbette benim fikrimdir ve vizyon dediğin böyle olmalıdır.
Savaş gemilerinin durumu budur.
Ticari gemilerin ise harç,vergi,fener,zorunlu olmayan kılavuzluk hizmetleri dışında herhangi bir para ödemedikleri İstanbul Boğazı’nı bir yana bırakıp, paralı olacağı çok açık olan Kanal İstanbul’a yönelmeleri için nasıl bir neden olabilir ki?
Zaman kazandıracak desek kanal uzun. Güvenlik desek kanal dar…Üstelik dünya para… Karadeniz’e geçiş için sıra bekleyen küçük çaplı ticari gemilerin bir bölümünün Kanal’a Deli Dumrul usulü yönlendirilmesi halinde bile kasaya girecek para miktarı, bizim 64 kilometrelik 11 tünelli Göksun-Maraş paralı yolundan elde edilen hasılata erişebilirse ne devlet! Üstelik, hadi biz alıştık, dayak arsızı olduk ama, elin adamını hem dövüp hem parasını almak oldukça zor gibi geliyor bana.
Kanal İstanbul bu yanlarıyla Montrö’ye aykırı değildir. Karadeniz’e kıyıdaş olanların sessiz kalmalarının nedeni de bu olmalıdır.
Geriye kaldı emlak işleri. Fikrimdir, Kanal İstanbul tamamen emlak işidir ve bir talan projesidir. Yapıldığında geriye dönüp düzeltilmesi mümkün olmayacak olan bir talan projesi… Ormanların, su kaynaklarının, tarım arazilerinin, meraların yok edileceği bir emlak projesi.
Bir de inadına yapmak var… Bunun üzerinde ciddiyetle durmak gerekir diye düşünüyorum. Yaşını başını almış kişilerin bazen çocukluk yıllarına döndüğü bir sır değildir. Tıpkı çocuklar gibi duygu ve düşüncelerinin gerçekleşmediğini görüp öfkelenen, hatta inadı uç noktalara taşıyıp kendilerine zarar vermeğe kalkan yetişkinlerin de olduğunu yazıp söylüyor bu işin uzmanları. Bu türden insanların dikkatle gözlemlenmesi salık veriliyor. Eğer “inadi” davranışları yapılan çabalara rağmen düzelmiyorsa hastanın kendine ve etrafına zarar vermemesi için refakatçi eşliğinde uzunca bir tatile gönderilmesi ya da bir yere kapatılması zorunlu görülüyor. Kanal İstanbul inadını bu çerçevede değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Vesselam.
Mehmet Bozkurt / SOL
Kaynaklar:
Ali Naci Karacan, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Bilgi Yayınevi, 1993
Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye, Boğazlar Meselsi Lozan ve Montrö, Aydınlık yayınları,İstanbul, 1977
Bilal Şimşir, Lozan Telgrafları, TTK, Ankara, 1990