25 Nisan 2021 Pazar

Lozan’dan Montrö’ye Boğazlar Meselesi ve Kanal İstanbul - Mehmet Bozkurt / SOL

 Montrö, Mustafa Kemal’in Atatürk olmasından sonra Türkiye adına gerçekleştirdiği güzel işlerden biridir. Montrö’yle birlikte, en özet haliyle yazıyorum: Boğazların yönetimi Türkiye’ye bırakılmıştır.


Türk delegasyonu başlarında Osmanlı fesi ile değil, Kurtuluş Savaşı’nda Kuvvacıların sembolü olan kalpaklarıyla indi Lozan garına. Bavullarında siyah iskarpin, smokin, silindir şapka…

İsmet Paşa salonda kendilerine ayrılan yerin birinci dünya savaşının mağlupları olan Bulgaristan, Romanya, Sırbistan’ın yanı olduğuna görünce oturma düzenine itiraz etti. Konferansın ilk tartışma başlığı bu olmuştur. İsmet Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Sevr’i imzalayan Osmanlının değil sonrasında savaşı sürdürüp kazanan, Sevr’i yırtıp işgalcileri kovalayan Kalpaklıların temsilcisi olarak Lozan’da bulunduğunu hatırlattı ve ilave etti : Barış için buradayım…

Tartıştılar. Direndi İsmet Paşa. Oturma düzeni değiştirmek zorunda kaldılar: İskarpin, smokin, silindir şapka İngiliz, Fransız, İtalyan heyetinin bulunduğu yana geçti. Eşitlendik…

Lozan’da oturma düzenine yönelik olarak Türk heyetinin gösterdiği haklı ve meşru direncin yerini, sıra Boğazlar meselesine geldiğinde, tam olarak teslimiyet denmese de bekle gör siyasetinin aldığını görürüz. Tartışma daha çok genç Ekim devrimcilerinin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Çiçerin ile kapitalist-emperyalist kampın sözcülüğüne soyunan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon arasında geçmiştir.

Çiçerin mi?

Şimdi şöyle yapalım ve Çiçerin için Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı ve İsmet Paşa” kitabına başvuralım:

“… Ruslara gelince, Türkiye’nin menfaatlerini müdafaa eden asıl programı onlar bize verdiler. O kadar ki Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ı temsil eden Mösyö Çiçerin’in aynı zamanda Türkiye’yi de temsil eder göründü. Hatta bir an İsmet Paşa’nın kalpağını Mösyö Çiçerin giymiş sandım…”

Bunları Lord Curzon’un söyledikleridir. İngilizlerin kendini beğenmiş Dışişleri Bakanı ile temkinli bir suskunluk içinde beklemekte olan İsmet Paşa, 13 yıl sonra 1936’da Montrö’de Türk tezi olarak savunulacak olan Boğazlar düzenini 1923’te Lozan’da savunan yoldaş Çiçerin’in ateşli sözlerini dinliyorlar:

“… Boğazlarda silahsız bir Türkiye, büyük devletlerin elinde oyuncak olur. Boğaz sahillerinde Türkiye’nin treni, limanı yoktur. Bir de Türkiye’nin askeri hareketleri yasaklanıyor. Karadeniz kapalı kalmalıdır. Boğazlara hakim bir Türkiye sulhun temeli olur…”

Ali Naci Karacan bu sözleri İsmet Paşa’nın söylemesi gerektiğini ancak onun tepkisiz ve derin bir suskunluk içinde yerinde oturduğunu, Paşa’nın barışın İngilizlerle yapılacağı fikrinden hareketle tavizkâr bir tutum takındığını yazıyor. Sovyet temsilcisi Boğazların yalnızca savaş zamanında değil barış zamanında da Türkiye’nin kesin sorumluluğu ve egemenliği altında olmasını, savaş gemilerine tamamen kapatılmasını savunuyor. Türk heyeti ise Sovyet tezinin arkasında durmaktan kaçınıyor. Uzak duruyor.

Türkiye, Lozan’da Boğazlar meselesi karara bağlanırken Hatay ve Musul meselesi ile kapitülasyonların kaldırılması gibi hassas konularda İngiltere’nin desteğine ihtiyaç duyarak titrek davranmış, dünyada esen barış rüzgârlarının da etkisiyle Boğazları savunmasını Milletler Cemiyeti’ne, yönetimini ise Uluslararası Boğazlar Komisyonu’na bırakarak Lozan Sözleşmesi’ni imzalamıştır. Çaresizliktendir…

Şimdi otuzlu yılların başındayız. Dünya yeni bir emperyalist savaşın eşiğindedir. Musolini İtalya’sının Habeşistan’ı işgali, Türkiye’nin dibindeki adaları silahlandırması, öte yandan Almanya’nın saldırgan politikalarının artması, yeni bir dünya savaşının işaretleri olmuş, bu gelişmeler tetikte bekleyen Türkiye’yi Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi yönünde uygun zemin aramaya yöneltmiştir. Ankara sözleşmeyi İlkin 1933’te sonra 1935’te yapılan iki ayrı uluslar arası toplantıya taşıyarak ilk adımları atmıştır.

Sonra 1936 Montrö…

Montrö, Mustafa Kemal’in Atatürk olmasından sonra Türkiye adına gerçekleştirdiği güzel işlerden biridir. Montrö’yle birlikte, en özet haliyle yazıyorum: Boğazların yönetimi Türkiye’ye bırakılmıştır.

Boğazlar diyoruz ya, aklımıza Marmara’yı Karadeniz’e bağlayan İstanbul Boğazı geliyor. Bir de Marmara’ya Ege’den giriş var, Çanakkale diyoruz, bunu da aklımızda tutmamız gerekiyor. Monrtö’ye dahildir…

Montrö’ye göre, barış dönemlerinde her türden ticaret gemisi, belirlenmiş harç ve ücretlerle diğer hizmet bedellerini ödemek kaydıyla Çanakkale Boğazı’ndan giriş yaparak İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkış yapabiliyor. Bir de savaş gemileri var. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçebilmeleri için ilgili kurumlara bildirimde bulunmaları zorunlu olduğu gibi, bunlar Karadeniz’de en fazla üç hafta gibi belirlenmiş bir zaman diliminde kalabiliyor. Savaş döneminde Türkiye savaşanlardan biri ise yetkinin tamamen Türkiye’ye ait olduğu kabul ediliyor. Türkiye savaşanlardan biri değilse diğer savaşanların savaş gemileri Boğazlardan geçemiyor ve elbette tüm Boğazlar ve çevresinin askeri ve idari yönetimi Marmara adaları dahil Türkiye’ye bırakılıyor. Bunlar Lozan’da olmayanlardır. Montrö Uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşmenin iptali ancak sözleşmenin altında imzası olanların rızasıyla olabiliyor ve bu sözleşeme Türkiye’nin sigortasıdır.

Sözleşme yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yirmi yıl ile sınırlandırılmıştır. Sürenin bitiminde herhangi bir değişiklik talebi olmazsa sure kendiliğinden uzamaktadır.

Lozan ve Montrö Sözleşmelerinin özeti budur.

Montrö Mustafa Kemal Paşa’nın bu dünyadan göçmeden önce yaptığı güzel işlerden biridir.

Gelelim Kanal meselesine.

Madde madde gidelim:

Tarifi Montrö’ye uymayan ve giriş izni alınmamış savaş gemilerinin İstanbul Boğazı'nı baypas ederek Kanal İstanbul üzerinden Karadeniz’e çıkabilmeleri söz konusu olamaz. Çünkü savaş gemilerinin önce, geliş-gidişleri Montrö’nün hükümlerine göre yönetilen Çanakkale Boğazı'ndan geçmeleri gerekecektir.

Ne yapmalı?

Bana göre Çanakkale bariyerini aşmanın iki yol vardır. Ege’den Marmara’ya bir kanal daha inşa etmektir ki harita üzerinde yaptığım incelemelerde topografya açısından bir sorun görülmemektedir. Mevcut Boğaz'a paralel olarak bir kanal pekala açılabilir. Hesap mesap yapmadım ama maliyetin sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Etse bile halkın yapacağı az biraz fedakârlıkla maliyetin altından kalkılacaktır.

İkincisi, Ege’den Çanakkale ağzına kadar gelen savaş gemilerinin yağlanarak kayganlaştırılan tomrukların üzerinden kaydırılmak suretiyle Marmara’nın uygun bir noktasına taşınıp suyla buluşturulması olacaktır ki bu yöntem, kesinlikle dünü bugüne bağlaması açısından heyecan verici olacaktır. İstanbul’un yeniden fethidir.

Evet gemi ve yağlı tomruk yöntemi aklımızın bir tarafında olması gereken seçeneklerden biridir. Elbette benim fikrimdir ve vizyon dediğin böyle olmalıdır.

Savaş gemilerinin durumu budur.

Ticari gemilerin ise harç,vergi,fener,zorunlu olmayan kılavuzluk hizmetleri dışında herhangi bir para ödemedikleri İstanbul Boğazı’nı bir yana bırakıp, paralı olacağı çok açık olan Kanal İstanbul’a yönelmeleri için nasıl bir neden olabilir ki?

Zaman kazandıracak desek kanal uzun. Güvenlik desek kanal dar…Üstelik dünya para… Karadeniz’e geçiş için sıra bekleyen küçük çaplı ticari gemilerin bir bölümünün Kanal’a Deli Dumrul usulü yönlendirilmesi halinde bile kasaya girecek para miktarı, bizim 64 kilometrelik 11 tünelli Göksun-Maraş paralı yolundan elde edilen hasılata erişebilirse ne devlet! Üstelik, hadi biz alıştık, dayak arsızı olduk ama, elin adamını hem dövüp hem parasını almak oldukça zor gibi geliyor bana.

Kanal İstanbul bu yanlarıyla Montrö’ye aykırı değildir. Karadeniz’e kıyıdaş olanların sessiz kalmalarının nedeni de bu olmalıdır.

Geriye kaldı emlak işleri. Fikrimdir, Kanal İstanbul tamamen emlak işidir ve bir talan projesidir. Yapıldığında geriye dönüp düzeltilmesi mümkün olmayacak olan bir talan projesi… Ormanların, su kaynaklarının, tarım arazilerinin, meraların yok edileceği bir emlak projesi.

Bir de inadına yapmak var… Bunun üzerinde ciddiyetle durmak gerekir diye düşünüyorum. Yaşını başını almış kişilerin bazen çocukluk yıllarına döndüğü bir sır değildir. Tıpkı çocuklar gibi duygu ve düşüncelerinin gerçekleşmediğini görüp öfkelenen, hatta inadı uç noktalara taşıyıp kendilerine zarar vermeğe kalkan yetişkinlerin de olduğunu yazıp söylüyor bu işin uzmanları. Bu türden insanların dikkatle gözlemlenmesi salık veriliyor. Eğer “inadi” davranışları yapılan çabalara rağmen düzelmiyorsa hastanın kendine ve etrafına zarar vermemesi için refakatçi eşliğinde uzunca bir tatile gönderilmesi ya da bir yere kapatılması zorunlu görülüyor. Kanal İstanbul inadını bu çerçevede değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Vesselam.

Mehmet Bozkurt / SOL


Kaynaklar:

Ali Naci Karacan, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Bilgi Yayınevi, 1993

Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye, Boğazlar Meselsi Lozan ve Montrö, Aydınlık yayınları,İstanbul, 1977

Bilal Şimşir, Lozan Telgrafları, TTK, Ankara, 1990


Recep, Şaban, Ramazan... Bir de turist - Mehmet Kuzulugil / SOL

 Türkçesi galiba devlet büyüklerinin açıklamaları geriye giderken, hicri kamer takvimi dilde kendini dayatırken, tekelci kapitalizmin çarkları dönmeye devam ediyor.


1 Ramazan 1442 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kabinesi'nde alınan kararlar çerçevesinde 2 Ramazan günü saat 19.00'dan itibaren ülke genelini kapsayacak şekilde iki haftalık kısmi kapanmaya yönelik tedbirler açıklandı.

Tedbirlerle ilgili İçişleri Bakanlığı genelgesinde tarihler ("şükür ki") bu şekilde verilmiyordu elbette. Hatta "Ramazan" kelimesinin geçtiği tek bir madde vardı:

"Ramazan ayı süresince iftar saati ve hemen öncesinde oluşabilecek pide kuyrukları ve yoğunluğun oluşturacağı riskin önlenmesi amacıyla fırınlardaki özel sipariş üretimi de dahil pide ve ekmek üretimi iftardan 1 saat önce sonlandırılacak ve iftar saatine kadar sadece satış yapılabilecek. İftardan sonra fırınlarda üretim, satış ve diğer hazırlık işlemlerine devam edilebilecek."

Öte yandan kimi bakanların açıklamalarına da yansıyacak şekilde, alınan "önlemler" bu şekilde adlandırılıyordu: Ramazan tedbirleri!

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "tedbirlerle" ilgili açıklamalarıysa yazının başındaki parodiyi aydınlatır nitelikteydi:

"Bu mübarek ay boyunca ülke genelinde hafta sonları sokağa çıkma sınırlaması uygulayacağız. Sadece ramazan ayı boyunca Türkiye genelinde lokanta ve kafe gibi işletmeler hizmetlerini paket servisle sınırlandırılacaktır. Yine ramazan ayı boyunca ülke genelinde toplu iftar ve sahur gibi etkinlikler gerçekleştirilemeyecektir."

Covid-19 salgınının "hayırlı" bir sonucu ("her şerde bir hayır var" sözüne hayrın ve şerrin kaynağı kısmı hariç katılmaya hazırım) bazı şeylerin din adamlarına değil, bilim insanlarına sorulması gereğini toplum olarak idrak etmemiz oldu.

Oldu ama bu devlet katından yapılan açıklamalarda hicri ay takvimine başvurulmasını engellemedi.

Yurttaşlarımızın ne kadarlık bir bölümünün "bioritmine" denk düştüğünü bilmiyorum. Yani bir kısım vatandaş için "orucun başladığı ve bittiği" tarihler olarak Ramazan bir takvimsel içerik taşıyor olabilir. Bu kesimin ağırlığının zannedildiğinden az olduğu, yani Ramazan eğlenceleri ya da Güllaç tatlısı bir yana yurttaşların gösterilenden çok daha az bir kısmının "oruç tuttuğu" benim bir iddiam değil. Anketler filan da değil. Din otoritelerinin "şikayetçi olduğu" bir gerçek bu.

Ayrıca KDV beyannamesinin verilme tarihi, devlet memurlarının maaşlarının yatırıldığı gün ya da "ayın biri" gibi işaretler de hicri ay takviminden pek etkilenmiyor.

Zaten biraz kurcalarsak, mesela Merkez Bankası Başkanlığına yapılan atamanın duyurulması için Cuma öğleden sonrası değil Cuma gecesi bekleniyor. "Vatandaş Cuma'dan çıksın da öyle duyuralım, hezeyan olmasın" kaygıları değil "borsa kapanıp, hafta tatiline girsin de öyle duyuralım, piyasalar çalkalanmasın" kaygıları ağır basıyor yani.

Gelin görün ki, bir "Ramazan tedbirleri"dir gidiyor.

İktidar dinselleşme için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.

Mu acaba?

Söylemde, önlemlerin kafamıza kafamıza kakılmasında görünen bu. Yani ısrarla "Ramazan tedbirleri" denilerek belli ki bize "nerede" olduğumuz hatırlatılıyor. Haritamız çiziliyor.

Ama bununla belli ki kalmıyor. Büyük hile burada işliyor.

Şöyle düşünelim. Tersi de doğru olamaz mı?

Yani aslında fazlasıyla maddiyatçı bir yaklaşım bize "Ramazan paketi" olarak sunuluyor olamaz mı? Yani aslında hicri ay takviminin mevsimleri yerli yerinde duran miladi güneş takvimiyle çakıştığı yerde bu "Ramazan tedbirleri" ortaya çıkıyor olamaz mı?

Bence biraz böyle.

"Ramazan" allahın bir lütfu (!) olarak tam da turizm mevsiminin girişine, salgında yaptığımız patlamanın çıkışına yerleşmiş görünüyor. Yani AKP iktidarı bir yandan tedbirlerini hicri ay takvimine uydururken bir yandan da bununla fazlasıyla maddiyatçı bir başka turizm sezonu takvimini örtüştürüyor.

"Eğlence yerleri, lokantalar kapatılıyor. Bu kendi başına hipotezi çürütmez mi?" denilirse... Ya da tersinden gidilip, "iyi işte adamlar şimdi kapattıkları restoranlara yazın bayram yaptıracak bir yol izliyorlar demek ki" denilirse...

Daha dikkatli bakılmasını önerebilirim. Ramazan'da kapatılanlarla, "turizm sezonunda" gürül gürül açılması istenenler aynı yerler mi? Yani "esnaf lokantası" ya da kıyıda köşede tutunmaya çalışan kafe "Ramazan tedbirleriyle" bastırılırken, tünelin sonunda görülecek aydınlık tatil köylerine, ölçeklice turizm fabrikalarına doğacak, öyle değil mi?

Türkçesi galiba devlet büyüklerinin açıklamaları geriye giderken, hicri kamer takvimi dilde kendini dayatırken, tekelci kapitalizmin çarkları dönmeye devam ediyor.

Böylece bakanlık genelgeleri, "tedbir" açıklamaları hicri takvimle yapılırken, başka şeyleri gözüne kestirmiş saltanat vatandaştan bu sene "malesef" toplu iftar, sahur filan yapmamasını gönül rahatlığıyla isteyebiliyor.

Halk edebiyatı

Oğlan anasına sormuş. "Ana sen kaç koca eskittin?"

"Ah oğlum ah" demiş kadın. "Ali, Veli, Selami. Üç de ondan evveli. Recep, Şaban, Ramazan, bir de rahmetli baban. Ah oğlum ah. Anan koca mı gördü?"

Mehmet Kuzulugil / SOL

Sirk Dünyası - Murat Beşer / SOL

 Sirk Dünyası, bizde 10 yıl gecikmeyle gösterilmişti. Sirk Dünyası o dönem gösterilen beyin yıkayıcı Amerikan dizileri arasında nispeten en zararsız ve masum olanıydı.

Televizyonun ekranı tel örgüden yapılmış uzun ince bir kafesin tüneline bakıyordu. Önce bir erkek aslan üzerimize doğru koşuyor, son anda kameranın üzerinden atlıyordu. Ardından dizinin adı yazıyordu: The Greatest Show on Earth. Türkçe’ye aynı isimle çevirmemişlerdi, ama yine de içeriğini fena yansıtmıyordu: Sirk Dünyası. 

Aslanın ardından bu kervana kaplanlar katılıyor, her sıçrama arasında oyuncuların isimleri yazıyordu. Bu heyecanlı jeneriğe big band tarafından çalınmış nefis bir gösteri müziği eşlik ederken, ben de boş durmuyor; her bölümde değişen konuk oyuncuların isimlerini elimdeki deftere not alıyordum. Bu dizi filmler sayesinde Amerikan oyuncularını epey tanır hale gelmiş, Sirk Dünyası sayesinde de Jack Palance’ı öğrenmiş, satır başına yazarak oynadığı diğer filmlere de özel ilgi duymaya başlamıştım. Hatta daha önce okuduğum bir Red Kit kitabındaki kötü karakterinin kendisinden modellendiğini fark etmiştim. 

İçinde yüzlerce oyuncu isminin not edildiği o defteri kaybettim mi yoksa sonradan yaptığım işin anlamsız olduğuna hükmedip yırtıp attım mı, hatırlamıyorum. Ancak iyi hatırladığım bir şey vardı ki, Sirk Dünyası dokuzu beş geçe başlıyordu. Sigara sarısı bıyıklı, kalın renkli gözlüklü bir komşu amca saat tam dokuzda bize damlar, dedemin ikili koltuğunun yanındaki yerini alırdı. Sadece perşembeden perşembeye -Sirk Dünyası gibi- evimize konuk olan bu amca, başka hiçbir şey seyretmezdi. 

***

Sirk Dünyası, Uzay Yolu, Kaçak, Kaygısızlar ve Columbo gibi dönemin en sevilen dizilerinden biriydi. Dizinin diğerlerinden daha fazla ilgi görmesinin nedeni bizim ülkeye has bir durumdu. İp cambazlığından at binmeye, bizdeki ayı oynatıcılığının oradaki yansıması olan aslan terbiyeciliğinden palyaçoluk ve sihirbazlığa kadar bir dizi kültürel etkileşim vardı. Bu güdüler bir çeşit insan-hayvan-doğa ilişkisinin yansımasıydı. Bir de bizim mahalle folklorumuza çok uygun şeylerdi. 

Dizinin sevilmesindeki ikinci faktör ise, arkaya taranmış gür saçları, geniş alnı, çıkık elmacık kemikleri, çizgi halindeki gözleri, basık burnu ve tüm unsurları kendinde toplayan çenesiyle Jack Palance’ın kusursuzca canlandırdığı Johnny Slate karakteri idi. Slate bir dönemin büyük Amerikan sirklerinden bir olan Barnum & Bailey’nin patronuydu. Bir çocuğun gözünden bakıldığında akıllı, yetenekli, adaletli ve gerektiğinde sorunları yumrukla da çözmeyi bilen kuvvetli bir adamdı. Hatırlıyorum, çok da güzel içki içerdi. Bir hususu daha belirtmekte fayda var ki, o yıllarda TRT dublaj konusunda harikalar yaratıyordu, Slate’i Zafer Ergin seslendiriyordu. 

***

Görevimiz Tehlike bitince yerine konan Sirk Dünyası, bizde 10 yıl gecikmeyle gösterilmişti. Amerika’da 1963-64 yılları arasında yayınlanan dizi bizde 22 Şubat 1973 Perşembe akşamı başlamıştı. Bu dizi aslında 1952 yılında Cecil B. DeMille tarafından çekilen, Charlton Heston’ın oynadığı Oscar ödüllü filme dayanıyordu. Amerika’da CBS’in iki komedi programının rekabete karşı karşıya geldiği bir gün ve saate konmuştu: Salı saat 9’a. Bizdeki kadar tutulmamış ve sadece 30 bölüm çekilmiş ve bir sezon sürmüştü. 

Haliyle her oyuncu için çok zor bir diziydi bu. Ortam bir yana önceden çalışılması gereken çok konu vardı, hayvanlar arasında geçen zamanlar, oyuncuları zorluyordu. İlk bölümün çekimlerinde Jack Palance dizinin yapımcısı Stanley Colbert’in yanına giderek fısıltılı sesiyle sormuştu: 

- “Beni motive edecek bir şey söyle Stan”

- “Para”

- “Çok haklısın” dedikten sonra kameraların karşısına dönmüştü. 

Her şey zordu, ancak Jack Palance daha zordu; öfke kontrolü sorunu vardı. Örneğin Meksika’da çekilen bir filmde Meksikalı bir general ile kapışmış; filmin salahiyeti açısından aralarını zar zor yapmışlardı. Yine bir sette yönetmenin koltuğunu parçalayıp, kocaman elleriyle bacaklarını ayırmıştı. Birkaç tatsız hadisenin ardından Palance, İsviçre ve İtalya’da yaşamış, bu konuda psikolojik destek almıştı. Avrupa ona farklı bir bakış açısı kazandırmıştı. 

***

Bizdeki Erol Taş’ın muadili olarak tanımlasak yanlış olmaz; Jack Palance sinemada hep kötü adam olmuştu ama televizyon karşısında oturanlar için iyi ve güçlü biriydi. Slate sert adamdı ama kesinlikle kötü değildi. Her bölümde bir drama yaşanır, ama Slate’in elinin değmesiyle mutlaka çözülürdü. Gerektiğinde en alt kademedeki çalışanın işini üstlenir, yeri geldiğinde psikolog gibi davranırdı. Bu gezici sirk şehirden şehre seyahat eder, her bölümde yeni insanlar görünür, yeni maceralar yaşanırdı. Muhasebecisi Otto King (Stu Erwin) ise Slate’in sağ koluydu. 

James Coburn, Bruce Dern, Dennis Hopper, Buster Keaton, Ricardo Montalban bu dizide izlediğim, sonra daha yakından tanımaya çalıştığım oyunculardı. Ayrıca başka dizilerde oynayan oyuncuların karşıma çıkmaları çok heyecan vericiydi. Örneğin Görevimiz Tehlike ve Uzay 1999 dizilerinin karı-koca ikilisi Barbara Bain ile Martin Landau, Tatlı Cadı dizisinde Samantha’nın sevimsiz annesi Endora’yı oynayan Agnes Moorehead hatırladıklarım arasında. Ancak dizinin en ünlü bölümü, Lucille Ball’ın konuk olduğu “Limbo’daki Kadın” idi.   

***

Televizyonun tek kanal ve siyah-beyaz olduğu dönemdeki dizi filmler, bir kuşağı tesiri altına almıştı. Şimdi geriye dönüp baktığımda daha net görülüyor ki, Sirk Dünyası o dönem gösterilen beyin yıkayıcı Amerikan dizileri arasında nispeten en zararsız ve masum olanıydı. 

Murat Beşer / SOL

24 Nisan 2021 Cumartesi

Ayakkabı kutusu deyip geçmeyin - Mehmet Erdem / BİRGÜN

 


Ayakkabı kutusu yolsuzluk tarihinin vazgeçilmezi durumunda. Bilmediğimiz bir keramet var demek ki bu kutularda. Kripto vurgununu yapan paraları ayakkabı kutusunda saklamış olsaydı “Alt tarafı ayakkabı kutusu dolduracak kadar bir paradır giden” diyerek rahatlardık.

Yok, gerçekten herhangi bir imada bulunuyor değilim. Yani amacım 17 Aralık 2013’te sonradan Fethullahçıların marifeti diye açıklanan, ülkemiz tarihine de “Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu” adıyla geçen o büyük rezilliği anımsatmak değil. Her ayakkabı kutusu cümlesi kullanılınca akla hemen o gelmesin. Tamam, o operasyonun en çarpıcı görüntüsü eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde ayakkabı kutuları içerisinde bulunan paralardı, doğru. Ama artık geçmiş gitmiş bir olay bu. Ben de kurcalıyor değilim.

Ancak nasıl ki kırbaç, Marki de Sade nedeniyle erotik edebiyatın en önemli gereci olmuşsa, şu ayakkabı kutusu da hırsızlık/yolsuzluk tarihinin vazgeçilmezi durumundadır. İnsan şaşırıyor haliyle, hadi Sade zamanında günümüzdekiler kadar gelişmiş mükemmel kasalar yoktu, tamam da, onca özelliğe sahip, çelikten ya da lazerin bile delemeyeceği maddeden yapılmış kasaların bulunduğu 21’inci yüzyılda, evde ayakkabı kutusunda para saklamak da ne oluyor? İki üç kuruştan değil, milyonlarca liradan söz ediyoruz, o nedenle Süleyman Bey’in tarihte benzeri olan bir para saklama yöntemine başvurmuş oluşu ilgimi çekti yine. Hangi biçimde olursa olsun tarihi tekrarlamış Süleyman Bey, haberi olmasa da.

Başka dert mi yoktu da söz ediyorum? Derdim çok elbette ama şu dolandırıcılık dünyamızın en mükemmel şahsiyetlerinden Raki lakaplı Güney Zobu’nun ölümü aklıma düşürdü bunu. Bu ülkenin suç tarihinin efsanelerinden biri olan Raki sistemin boşluğundan da yararlanarak, kolay yoldan para kazanıp zenginliğine zenginlik katmak isteyen fırsatçıları tokatlardı. Fakire, fukaraya dalmışlığı yoktu. Soyup soğana çevirdiği o paralı açgözlüler için “kunduzi” derdi bir de. Pek bir isabetli sıfatlandırma.

İşini hakkıyla yapan iyi bir dolandırıcıydı. Mesleğe (!) yeni teknikler de kazandırmıştır ki, çift kapı yöntemi çok zekicedir. Zamanında yüklü miktarda para götürmüştür. Memleketin aslında kaymak tabakasına mensup biriydi de, bir general çocuğudur, sinemamızın en güzel kadınlarından birinin de babasıdır. Tamam “hırsız” diye adlandırılmaktadır ama ters gelmesin lafım, “ahlaklı” adamdı. Yaptığı işi reddetmemiş “ben ekonomik mücahidim” demiştir hatta. Çarptığı o kadar parayı nasıl sakladığına akıl sır erdiremezdim? Bankaya yatıramazdı herhalde, sabit bir kasasının olduğu belli bir adresi varsa, polis bulurdu sonunda muhakkak. Demek ki alıp anında harcıyordu, kim bilir. Hakkında konuşanların yalancısıyım, zor durumda olanlara da para verirdi, denir. Belki onun da paraları, geçici süreliğine ayakkabı kutusunda saklaması ihtimal dâhilindedir.

KERAMET VAR

Paul Powell diye bir ABD’li siyasetçi vardı bir zamanlar. 1970’de öldü. Çocuktum, İllionis Eyaleti’nin Dışişleri Bakanı konumundaki bu adamın yol açtığı yolsuzluk skandalıyla ilgili haberlerini okurdum o zamanların Günaydın gazetesinde, hayli boyalı bir gazete olduğu için severdim bu gazeteyi. Hafızanın bu tür gariplikleri var, kalmış işte aklımda adı. Hatırlayınca bir bakayım dedim neydi bunun yolsuzluğu diye. Meğer eyaletinde bugünün parasıyla 5 milyon dolara yakın bir vurgun yapmış adam. Hırsızlığına felsefi (!) bir de açıklama getirmiş zat. “Mağlup bir politikacıdan daha kötü olan, meteliksiz bir politikacı olmaktır” diye bir kelamı var. Dürüst ol canımı ye. Takdir ettim.

Eyalette ehliyet almak isteyen kim varsa, ödenmesi gereken zorunlu parayı devlete değil, Powell’a ödüyorlarmış meğer farkında olmadan. Nasıl kılıfına uydurduysa kimse fark etmemiş. Öldükten sonra anlaşılmış ne haltlar yediği. Zamanının çoğunu geçirdiği lüks bir oteldeki odasında o dönem için hayli büyük bir miktar olan 800 bin dolar nakit bulmuşlar. Nerede bulmuşlar peki? Ayakkabı kutularının içinde. Vurguna Ayakkabı Kutusu Skandalı diye ad koymuşlar bu yüzden. Benim/bizim bilmediğimiz bir keramet var demek ki ayakkabı kutularında.

O kadar para çarpacağım, aklıma saklamak için ayakkabı kutusundan başka bir yer gelmeyecek? Olacak iş değil. İşte Raki’dir, Sülün Osman’dır, devlet büyüklerini çarpan büyük yetenek Selçuk Parsadan’dır falan, bunlar paraları gözümüzün içine baka baka yediler oysa. Saklamaya tenezzül bile etmediler. Bize hakkıyla soyulma, çarpılma duygusunu doya doya yaşattılar. Saygı duyuyor insan. Kurallara uygun soyulma böyle olur. Bankaya bile güvenemeyecek kadar özgüveni olmayan soyguncular ayakkabı kutusuna mahkûm olunca, işin büyüsü bozuluyor. Madem para götürecek kadar ahlaksızsın, yürütme konusunda son derece zekisin, sahte hesap vs açıp o parayı orada tutacaksın hocam. O nedenle ben şahsen Reza Zerrab’ı da bu açıdan pek bir takdir ederim. Hani çarpma çırpma gibi bir işim olsa, izini takip ederdim. Edilmeyecek gibi değil ki… Önüme kimler yatardı, kim bilir? Şu kripto vurgununu yapan genç deha, 2 milyar doları alıp tüydü yurtdışına. Paraları ayakkabı kutusunda saklamış olsaydı hayal kırıklığım büyük olurdu yine de. Çünkü “ayakkabı kutusu” büyük dolandırıcılıkları hafifleten bir etkiye sahip. Sahte bir teselli gerekçesi oluyor bizim için. “Canım ne var alt tarafı ayakkabı kutusu dolduracak kadar bir paradır giden” deyip rahatlatıyoruz kendimizi. Bu nedenle adlandırmalar önemli. Bu konuda Amerikalılar iyidir. Örneğin, 1921’de yaşanış bir yolsuzluk skandalı vardır. Adı da Çaydanlık Kubbesi Skandalı. Uzun hikâye, başka zaman söz ederim. En keyiflisi de 1870’lerde Ulysses S. Grant’ın başkanlığı döneminde yaşanan, o dönem 3 milyon, bugünün ölçülerinde 63,7 milyon dolarlık bir yolsuzluğa takılan addır. Üst düzey yöneticiler, viski gelirlerini cebe atmışlar meğer. O yüzden skandalın adı Viski Yüzüğü kalmış.

Yani, işte Raki deyince…
Ne bileyim artık.

Mehmet Erdem / BİRGÜN

Havada asılı kalan sosyalist bir cumhuriyet - Erhan Nalçacı / SOL

 Reel sosyalizmin birçok kazanımı insanların beyninde veya kültürel olarak devam ediyor. Ancak bir örnek var ki Avrupa’da minik bir ada gibi tarihe asılı kalmış, kendine özgü sosyalizmini yaşıyor.

Avrupa’da 1989 yılı işçi sınıfının bütün kazanımlarının süpürülmeye başladığı yıl oldu. Sermaye sınıfı birikmiş, köpürmüş kiniyle ne varsa 20. yüzyılın kazanımlarına saldırdı. Sadece Romanya’da Çavuşesku’yu kurşuna dizmedi, Almanya’da Honecker’i hapse atmadı, örneğin Bulgaristan’da Dimitrov’un mezarını dinamitleyip yok etti.

Tarihsel olarak ileride olan hiçbir şey kaybolmaz. Reel sosyalizmin birçok kazanımı şu veya bu şekilde, insanların beyninde veya kültürel olarak devam ediyor. Ancak bir örnek var ki Avrupa’da minik bir ada gibi tarihe asılı kalmış, kendine özgü sosyalizmini yaşıyor. 

Aşağıdaki haritada gözüken Transdinyester Moldova Cumhuriyeti 500 bin nüfusu ile Romanya ve Ukrayna arasında sıkışıp kalmış. Sanki bir 20. yüzyıl reel sosyalizm müzesi gibi öylece duruyor.

Seçimlerde toplumun %99’u sosyalizme oy veriyor, toplumsal eşitsizliklerin olmadığı bu ülkede bütün hizmetler devlet tarafından örgütleniyor, farklı nitelikteki işler için çok az bir ücret farkı bulunuyor. Genç yaştaki herkes milis kuvvetlerinin üyesi sayılıyor.

Rusya’ya karşı Batı emperyalizminin başlattığı kuşatmadan Transdinyester de etkilenecek ve belki havada aslı kalma hali son bulacak.

Hazır bu hafta kazılan siperler biraz iklim zirvesi nedeniyle tenhalaşmışken daha sonra işimize yarayacak bu sürece bir kez bakalım. 

Türkiye’de Avrupa’da olduğu halde göçmen işçileri olmasa Moldova pek bilinmeyecek. 16. yüzyılda Osmanlı egemenliği altına giren bu topraklara o zaman Boğdan veya Besarabya dendiğini söylesek belki tarih bilgisinden daha çok hatırlanabilir.

1812’de bu bölgenin hâkimiyeti Rusya’ya geçiyor. Sonra tarih hızlanıyor. Ağırlıklı nüfusu Rumence’nin bir şivesi olan Moldovanca konuşanlardan oluşan bu topraklar Romanya ile Rusya veya Sovyetler Birliği arasında gidip geliyor. En nihayet 1944’te Sovyet ordularının bölgeyi Nazilerden temizlemesiyle Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruluyor.


Moldova ve Ukrayna arasına yerleşmiş kırmızı 

renkte gözüken Transdinyester Moldova Cumhuriyeti izleniyor.


Sovyetler Birliği’nden ayrılıyor. Aynı dönemde Moldova’nın doğusunda kalan ve Rus ağırlıklı nüfusu barındıran Transdinyester’de iç savaş çıkıyor. Rus ordusu katliamı durdurmak için birlik yolluyor. 1992’de ateşkes sağlanıyor ve o tarihten bu yana Transdinyester bir sosyalist bölge olarak varlığını koruyor. Halen 1700 kişilik bir Rus askeri birliği Barış Gücü olarak varlığını sürdürüyor.

Diğer ülkeler tarafından tanınmayan Transdinyester aslında Batı emperyalizmi ile Rusya arasındaki rekabetin ilk ürünlerinden biri oluyor. Daha sonra Batı emperyalizmi eski Sovyet Cumhuriyetlerini kendine bağladıkça Rusya bir parçayı koparacaktır.


Transdinyester Moldova Cumhuriyeti bayrağı


 Gürcistan’dan kopan Abhazya ve Güney Osetya, Ukrayna’dan kopan Donbas ve Kırım benzer bir özellik taşıyor.

Rusya karşı devrim sonrası Avrupa’daki Halk Cumhuriyetleri gibi sosyalist geçmişini yok sayamaz veya düşmanlaştırmazdı. Bu tarihi Büyük Petro’dan Lenin’e, Stalin’den Putin’e sınıf üstü bir Rus milliyetçiliği altında birleştirdiler. Ancak Batı’dan kopardığı bölgelerdeki halkın anti-emperyalist, sosyalist özelliklerinden de yararlanmış gözüküyorlar. Örneğin, Kırım ve Donbas Ukrayna’nın batısına göre bariz bir şekilde soldaydı, en büyük NATO karşıtı gösteriler bu bölgelerde yapılmıştı.

Moldova’da da şiddetli bir ideolojik, siyasi mücadele yürüdü. Soros Vakfı uzantılarının etkinlikleri, Batı emperyalizminin seçim sonuçlarını gayri meşru ilan etmesi gibi her türlü kirli politika devreye sokuldu. Zaten Romanya 2004’te NATO’ya katıldı ve “Tek millet, iki devlet” sloganıyla Moldova’nın Avrupa Birliği ve NATO’ya dâhil olması için örtülü veya açık bir operasyonun içinde oldu. Doğal olarak Transdinyester’i de istiyorlar!

Moldova’da halkın Batı yanlısı ve Rusya yanlısı olarak ortadan ikiye bölündüğü görülüyor. Her seçimde bir taraf hafif bir üstünlük sağlıyor. Geçen yılın sonundaki seçimleri ise AB ve Batı yanlısı Maia Sandu kazandı. Şu anda Moldova Batı emperyalizminin Rusya’ya karşı giriştiği tehlikeli kışkırtmaya dâhil olmuş gözüküyor.

Ancak bu denge, tarihsel olarak asılı kalma durumu ne kadar sürecek? Bu gerilimin ve askerileşme eğilimi gösteren rekabetin birçok şeye gebe olduğunu görüyoruz.

Muhtemelen olağanüstü yıllardan sonra dünyada birçok şeyin değiştiğini göreceğiz. Bugünkü coğrafya atlasları işe yaramayacak, sınırlar değişecek örneğin.

Ama üretim ilişkileri de değişecek. İnsanın insanı sömürüsüne ve toplumsal eşitsizliğe dayalı ülkelerin en azından dünyadaki yüz ölçümü küçülecek.

Erhan Nalçacı / SOL














Atları da vururlar - Orhan Gökdemir / SOL

 


Atlar yitti gitti, acı çekmiyorlar artık… Ve merhametin hükmü bir kez daha yıkıldı.  Merhamet zalimin erdemidir. Merhamete değil, akılcı, planlı, doğayla düz olan bir yeni düzene ihtiyacımız var.

“They Shoot Horses, Don't They?” 1929’da patlak veren Kapitalizmin büyük krizinin ardından Amerikalı yazar Horace McCoy’un yazdığı romanın adı bu. Türkçeye “Atları da vururlar” olarak çevrildi. Öyküsü sade: Kapitalizmin Kabe’sinde, Amerika’da işsizlik, yoksulluk, sefalet kapıyı çalmıştır. Romanın iki umutsuz karakteri acımasız bir dans yarışmasında arar umudu. Yarışmaya katılanlar, zorunlu kısa molalar dışında durmaksızın dans edecek, sonunda ayakta kalmayı başaran çift 1500 dolar ödül kazanacaktır. Bitkinlik, yorgunluk, rekabet zorunluluğu yarışmacıları giderek ilkel hayvanlara dönüştürür. Kazanmak için rakipleri mümkün olan her yolla engellemek gereklidir. Yarışmacılar birbirlerini çiğnemeye başlar. 
Anlatılan kapitalizmin saf, çıplak halidir. Mutlaka kazanman gerekir, kazanmazsan gözünün yaşına bakmaz kimse. Ahlakı yoktur kapitalizmin, kaybeden düşer; merhameti yoktur, düşenlerin üzerinde yükselir. Aç kalma tehlikesi olmalıdır ki, emek gücünden başka satacak şeyi olmayan mülksüzler ücretli çalışmaya rıza göstersin. Bu düzende mülksüzleri çalışmaya zorlayan güç açlık tehdididir. Çalışmayan aç kalır, yaşaması başkalarının yardımına bağlı olan ölür. İnsanlar da atlar da çalışmalıdır…

Kayıp 100 at olayı malumunuzdur. Atlara çalıştırılarak eziyet edildiği itirazları üzerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi Adalar’daki atlı fayton uygulamasına son verdi. Atlı arabaların yerine ucube elektrikli arabaları koydular. Haliyle emekçi atlara ihtiyaç kalmadı. Dile kolay sayıları bini buluyordu işsiz bırakılan atların. 

Çalışmayan ata samanı kim verecek? Atlar işsiz kalınca herkes başından atmanın çaresini aramaya başladı. İBB ilk kalemde atların yüzünü MHP’li Hatay Dörtyol Belediyesi’ne hediye etti. Tören de yapmışlardır belki, bilemiyorum. MHP’li belediye, malum olmuş olmalı, kaybolmasınlar diye çip taktı atlara. Kısa bir süre sonra çipli atlar kayboldu. Akıbetleri ile ilgili rivayet muhtelif. Bir kısmı bakımsızlıktan öldü, geri kalanı ülkü ocaklarına bağışlandı diyen var. Bölgeye yerleştirilen Afganlara sattılar onlar yedi diyen var. Salam, sucuk yapılıp salamat-sucukat olarak satıldığından şüphelenen var.

Sonuncusu şöyle; MHP’den, Ülkü Ocaklarından sıyrılıp hayatta kalmayı başaran 80 at tanesi 2 bin dolara Irak’a satıldı, kalan atların bir kısmı gereğinin yapılması için başka şehirlere yollandı, yaşlı ve iş göremeyenler kesilip et olarak satıldı… Sizin anlayacağınız tam bir “at izi it izine karıştı” vakası.

Marazi duyarlılığın, akılsız hayvan sevgisinin yol açtığı son dram bu. Mazlum atların sucuğa dönüşmesi atları eziyetten kurtarmak için yapılan merhamet gösterilerinin dolaysız sonucudur. Oysa kural belli: Çalışmıyorsanız kimse önünüze saman koymaz, sucuğa dönüşürsünüz. Saf piyasa toplumu teorisidir. 

***

Peki nasıl oluyor da ete dönüşüyor at? Çok basit. Etin kaynağı ile bağı koparılmıştır. Marketlerde sergilenen binlerce üründen bir tanesidir et. Ücretini ödeyip evinize götürürsünüz. Alırken de yerken de o sizin için ettir, öldürülmüş herhangi bir hayvan değildir. Onu canlı bir organizma olarak düşünmeye kalkmazsınız. Çünkü şehirde onu canlı olarak görmeniz mümkün değildir. Koyun, keçi, inek, tavuk veya at olması et olmasına engel değildir. 

Halbuki beslediğiniz veya avladığınız hayvanın ete dönüşmesi bambaşka bir süreçtir. Elinizle beslediğiniz, isim verdiğiniz, doğumuna-hastalığına tanık olduğunuz bir canlıdan vazgeçmeniz gerekir et için. Ya da bir hayvanın yaşamına son vermeniz, kanını akıtmanız gerekir. Bu sizi beslenme zincirinin üstünde olsanız bile doğanın doğal bir uzantısı yapar. Saygı duymaya, ölçülü davranmaya zorlar. Marazi duyarlılıkların değil doğanın kurallarının hükmüdür bu.

***

Kedi köpek sevgimiz de malum. O şahane sloganda denildiği gibi, sokaklar hayvanların. İşi mama dağıtmak olan merhametli yurttaşlarımız aç kalmalarına izin vermiyor haliyle. Kedi köpek nüfusu büyük sayılara ulaşıyor. Merhamet bereketidir.
Bizde yeni bir hal değildir. 19. yüzyıl seyyahlarının İstanbul’a ayak basar basmaz gözlemledikleri ilk şey sokaklardaki köpek hâkimiyetiydi. Bir köpekler şehriydi İstanbul. Mahalleler köpek çeteleri tarafından parsellenmişlerdi, girmek, çıkmak onların iznine tabiydi. Tanıdıksanız ne âlâ, yabancıysanız taciz kaçınılmazdı. Onların dilinden anlamanız, sağlam bir iletişim kurmanız İstanbul sokaklarında dolaşmanın şartlarındandı. “Hoşt” demeyi bilmeyen için tekinsizdi sokaklar. 

Edmond De Amicis “İstanbul” adlı kitabında şöyle not eder gördüğü sahneyi: “Ne tasmaları ne sahipleri ne kulübeleri ne evleri ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük oyuklar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse köpekleri dolaşırken veyahut yatarken rahatsız etmez.” 
Ama dışarıdan gelenlerin o ilk izlenimleri genellikle doğru değildir. Bazen sayıları sokakları geçilmez kılacak kadar çoğalmakta, bu durumda sorunu halletmek üzere adım atmak da kaçınılmaz olmaktadır. Bu adımların neden olduğu pek acıklı köpek hikâyeleri vardır tarihimizde. 

İlki II. Mahmut zamanında. Sokaklardan toplanan köpekler Hayırsız Ada’ya sürüldü. Ancak köpekleri taşıyan vapur yolda fırtınaya yakalanınca geri dönmek zorunda kaldı. Olayı duyan İstanbul halkı sarayın kapısına dayandı. II. Mahmut da köpeklerle uğraşmayı tekinsiz buluyor olmalı ki kararından vazgeçti.

Abdülaziz de köpekleri Hayırsız Ada’ya göndererek kurtulmayı denedi. Köpeklerin adaya bırakılmasından bir süre sonra İstanbul’da büyük yangınlar çıktı. Halk bu yangınların köpeklerin gazabı olduğunu düşünüyordu. Abdülaziz daha fazla dayanamadı, köpekler Hayırsız’dan geri getirildi. 

Dâhiliye Nazırı Talat Paşa sokaklardaki egemenliğine son vermek üzere, 1910 yılında İstanbul köpekleri için sürgün kararı aldı. Birkaç gün içinde sokak köpekleri toplandı, kafeslere tıkıldı, mavnalara yüklenerek Hayırsız Ada’ya götürüldü. Fakat ada çıplak bir kayadan ibaretti. Adaya bırakılan köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başladı. İstanbul’un köpek sorununu İttihatçıların da nihai çözüme ulaştıramadığını biliyoruz. İstanbul bir köpek şehri olmaya devam etti. Bugün de bir kedi-köpek şehridir. Sokaklarından havlama, evlerinden miyavlama eksik olmamıştır hiç.

Dediğim gibi artık aç da kalmıyorlar. Fakat sorunlar devam ediyor. Nüfusu artan kedi ve köpekler salgın hastalıklardan kırılıyor. Çok doğurup çok ölüyorlar. Mama taşıyan merhametli hayvan severler kum taşımaya yanaşmıyor hiç. Sokaklar, yollar, çocuk parkları, ağaç dipleri, saksılar genel heladan hallice…

***

Atlar kayboldu. Marazi duyarlılığın yol açtığı faciadır bu. Çalıştırmak için sattılar mı yoksa sucuk mu yaptılar bilinmez. Ama yaptılarsa şaşıracak halimiz yok. Bıraktık yemeyi, ineğine ad takan, kaybında arkasından ağıt yakan bir halktan kediye tecavüz eden, köpeğin kolunu bacağını koparan, kaçıyor diye ineğine palayla saldıran tuhaf bir mahlûklar yığını türedi az zamanda. Tepetaklak bir dünya bu. Ne zulmü insani ne merhameti doğal…

Ahlakı yoktur kapitalizmin, kaybeden düşer. Merhameti yoktur, düşenlerin üzerinde yükselir. Aç kalma tehlikesi olmalıdır ki, emek gücünden başka satacak şeyi olmayan mülksüzler ücretli çalışmaya rıza göstersin. Çalışmayan aç kalır, yaşaması başkalarının yardımına bağlı olan ölür. İnsanlar da atlar da çalışmalıdır…

***

Sanayi Devriminin en ateşli zamanları. Topraktan koparılmış ve özgürleştirilmiş yoksul kalabalıkların sokak hayvanları kadar değeri yok. Açlık, sefillik diz boyu. Bir papaz ve şair olan Edmund Cartwright dokumacıların haline bakıp kederleniyor; çok çalışıyorlar, az kazanıyorlar çünkü. Bizim şair, oturup kafa patlatıyor, dokumacıların acısını hafifletecek makineli dokuma tezgahını icat ediyor. Fakat icadı dokumacıların çoğunu işsiz bırakıyor. Çalışanları da onların bükücüleri indirdikleri proleterlik derecesine düşürüyor. Aç kalan dokumacılar düştükleri durumu öyle acıklı bir şekilde haykırıyorlar ki, bu zavallıların ıstıraplarını Tanrının sesiyle insanlara ilan etmek için birçok yeni şairin işe koyulması gerekiyor. 

Atlar yitti gitti, acı çekmiyorlar artık… Ve merhametin hükmü bir kez daha yıkıldı. 

Merhamet zalimin erdemidir. Merhamete değil, akılcı, planlı, doğayla düz olan bir yeni düzene ihtiyacımız var. Emekçiler ve atlar vurulmasın diye…

Orhan Gökdemir / SOL



23 Nisan 2021 Cuma

Tarihe dizilen çiçekler- I Savar'ın karanfilleri - Burçak Özoğlu / SOL

 Yarın, insanlık tarihinin en yüksek ölümlü yapı çökmesi ve konfeksiyon sanayiinin en büyük kayıplı endüstriyel kazasının sekizinci yıldönümü.


Yarın, insanlık tarihinin en yüksek ölümlü yapı çökmesi ve konfeksiyon sanayiinin en büyük kayıplı endüstriyel kazasının sekizinci yıldönümü.

24 Nisan 2013’te Bangladeş’in Dakka kenti Savar mahallesinde dünyaca ünlü markalara üretim yapan konfeksiyon atölyelerini barındıran sekiz katlı bir bina binlerce emekçinin başına çöktü, tam bin yüz otuz dört işçiye mezar oldu.

Bangladeş’te dönemin iktidar partisinin gençlik kolu örgütü üyesi Sohel Rana’nın babasıyla birlikte 2006 yılında kondurduğu, sonra türlü pislikle kaçak katlar çıktığı Rana Plaza binasında, Benetton’undan, Prada’sına, Gucci’sinden Primark’ına, Mango’suna dünyanın ünlü markalarının giysileri üretiliyordu. Sekiz kata çıkmış bu derme çatma binada beş bin civarında kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı hababam, renk renk, çeşit çeşit giysi kesiyor biçiyor dikiyordu.

Hazır giyim sektöründe küresel sömürü zincirinin ilk halkalarından biri olan, emek sömürüsünün en ağrına tanıklık eden bu pespaye binada 23 Nisan 2013’te derin çatlaklar tespit edilmişti. Hatta binadaki hasar bir televizyon kanalı tarafından görüntülenip yayınlanmıştı. Bu yayın üzerine bina apar topar boşaltıldı, binlerce insan o beton yığınından güneşe çıkıp evlerine döndü.

Sonra?

Sonrasında, binanın patronu Sohel Bey, dünyanın dört bir yanına gerine gerine peşkeş çektiği ucuz emek cennetinin kapısına nasıl olup da mühür vurduğunu açıklayacağını bilemediğinden, “ne alakası var sapasağlam bina yarın herkes işine gidecek” buyurdu. Atölye yöneticileri işe gelmeyenin bir aylık maaşını keseceklerini söyledi.

24 Nisan günü binlerce işçi, elleri mahkum, yine doluştular katlara. Önce bir sebepten, binanın elektrik bağlantısı gitti, şalter indi anlayacağınız, hemen ardından, üretimin saniye durmasına tahammülü olmayan düzenin çarkları dönsün diye en üst kattaki dizel jeneratörler işe koyuldu ve daha saat 09:00 olmadan koca Rana Plaza saniyeler içinde yerle bir oldu.

Gerisi ne yazık ki bizim de memleketten bildiğimiz acı hikaye, kum gibi dağılmış kolonların kirişlerin tozu dumanı, birbirine girmiş beton tabakalarının arasından edepsizce sarkan renk renk kumaşlar. Karmaşa, acı, canını dişine takmış tırnağıyla beton kazan kurtarma ekipleri, kan, ter, toz, gözyaşı, hep gözyaşı…

Bin yüz otuz dört can…

Rana Plaza faciası, o kadar büyük o kadar gizlenemez bir olaydı ki, hemen ardından adına “hızlı moda” sektörü dedikleri bu kirli alanı temizlemeye koyuldu tüm dünya dört bir yandan.

Binada üretim atölyesi bulunan büyük markalar karalar bağladı, tazminatlar ödendi, duyarlılık mesajları yayınlandı. Ünlü Vogue “feşın” dergisi bile sayfa sayfa makaleler yayınladı.

O yıldan beri, Rana Plaza olayı örneği kullanılarak, hazır giyim endüstrisinde güvenli çalışma protokolleri hazırlandı, “temiz giysi” kampanyaları başladı. Belgeseller, raporlar, yazılar çıktı.

Pek çok şeyler oldu olmasına da, o en gerekli tek şey olmadı.

Düzen değişmedi düzen.

Küresel tedarik dedikleri o lanet zincirde değer üstüne değer, sömürü üzerine sömürü binerek dönmeye devam ediyor bu düzen. Ne bir gram geri düşüyor patronlar sermaye biriktirme derdinden, ne bir adım geri basıyorlar rekabet hırslarında.

Hayır üstüne üstlük bütün o güvenli çalışma, insani çalışma koşulları safsatası da yalan. Gördük işte pandemi sürecinde misal, Hindistan’da sokağa dökülmüş direnen milyonlarca emekçiyi. Yaşıyoruz kendi memleketlerimizde, nasıl göz çıkıveriyor yaşamlarımız daha ilk sırada.

Rana Plaza işçilerinin tepesine çökmeden henüz daha beş ay önce yine Dakka’da yine bir tekstil fabrikasında diri diri yanmıştı yüz on iki işçi. Rana’dan sonra da devam etti yitip gitmeye canlar. Ne kehanet, ne uydurma, ben demiyorum, kendileri itiraf ediyor. Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO, söylüyor, Rana Plaza kazasının ardından da bitmedi bu sektörün kazası ölümü diyor, raporluyor.

En büyük isyanım da ne biliyor musunuz, dünyanın en ölümcül kaza sayılarında tepeye oturmuş, insan yakmış, ezmiş, zehirlemiş bu sektör, ipeğin, pamuğun işlendiği, renk renk desen desen ipliğin dokunduğu bir sanayi. Olur mu bu kadar kara ironi?

Değişmedi bu düzen, ama değişecek.

Elbet daha yüzlercesi binlercesi vardır da, ben Savar mahallesinde tarihe dizilen iki kırmızı karanfili anlatarak tamamlayayım istiyorum yazıyı.

Protibade-Protirodhe 

(İsyanda ve Direnişteyiz)

İlki, göğe yükselen iki el,birinde çark diğerinde çekiç. Rana Plaza’nın işçilerin üzerine çöküşünden 100 gün sonra Savar’da o lanet binanın yerine genç komünistler bir anıt diktiler, “Protibade-Protirodhe” koydular adını, İsyanda ve Direnişteyiz.

İkincisi, o bir çift elin dibine bırakılan bir fotoğraf, Rana Plazanın enkazında, birbirine kenetlenmiş iki insan. Simge oldular, dünyaya yayıldılar bu fotoğrafla. Son kucaklaşma diye adlandırdı fotoğrafı Batı, yakınları yoldaşları nasıl anar, nasıl isim takar bilinmez.

İşin acısı, fotoğrafın sahibi Bangladeşli fotoğrafçı ve feminist aktivist Taslima Akhter de bulamamış, bilememiş adlarını. Kendi yaşamını da alt üst etmiş, onları görmek, fotoğraflarını çekmek, eminim en çok kendisi istemiştir adlarını bulmayı ama olmamış bulamamış.

İşte Rana Plaza’nın enkazında gömülü insanlığın, emeğin simgesi o çiftin güzelliği ile göğe yükselen o genç ellerin kararlılığı bu düzenin değişeceğinin somutlaşmış umududur.

İsimleri belli değilmiş, biz koyalım adlarını, mesela Tahir ile Zühre diyelim.

Değil mi ki zaten Usta’nın dediği gibi “...bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Rana Plaza ile toprağa gömülen Sakar’ın tüm kırmızı karanfillerini anmak için gelin hep birlikte dinleyelim Tahir ile Zühre’nin öyküsünü Sema’nın yorumuyla:

Burçak Özoğlu / SOL



İki salgın yılında ülke ekonomileri ve Türkiye - Korkut Boratav / SOL

 Bütçe kaynakları halk sınıflarından, sağlık siteminden esirgenmiştir; şirketlere öncelik verilmiş;  toplumsal bunalım derinleşmiştir. O kadar… 

Dünya ekonomisi 2020 ve 2021’yi korona salgınının etkisi altında yaşadı; yaşamaktadır. 

Salgının ekonomik bilançosu, IMF’nin Nisan’da yayımladığı raporlardan, güncelleştirilen veri bankasından izlenebiliyor. 

Geçen hafta bu kaynaklarda yer alan 2020-2021 Türkiye millî gelir / büyüme bilgilerini özetlemiş; diğer ülkelerle karşılaştırmıştım (Sol Haber, 9 Nisan). Bugün diğer makro-ekonomik verilere, öngörülere göz atarak benzer bir karşılaştırma yapacağım. 

İşsizlik ve enflasyon 

IMF kaynakları, doğrudan bölüşüm göstergeleri içermez. Bunlar, ILO veya (“neoliberal gözlükler” ile) Dünya Bankası belge ve verilerinden izlenebilir. 

IMF’nin ekonomik raporu (World Economic Outlook) işsizlik ve tüketici enflasyonu verilerini içeriyor. Elbette bölüşüm bağlantılıdır. 

İşsizlik oranları ile başlayalım. Bunların, TÜİK’in “dar anlamda işsizlik” tanımıyla uyumlu olduğu anlaşılıyor. Büyük Batı ekonomilerinin hepsi, iki salgın yılını yüzde 10’un altında işsizlik oranları içinde yaşamıştır. 

IMF Türkiye’nin 2020-2021 işsizlik oranlarını %13,1 → %12,4 olarak veriyor. Diğer “yükselen ekonomiler” ile karşılaştırdığımızda gözleniyor ki, Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinin     tümü, iki korona yılını Türkiye’dekinden daha düşük işsizlik oranları içinde geçiştirmiştir. 

Çevre ekonomilerinde işsizlik göstergeleri açısından Türkiye, Latin Amerika grubuna girmektedir. 2020-2021’de bu coğrafyadaki “yükselen ekonomiler” içinde Brezilya ve Kolombiya, işsizlik oranları bakımından Türkiye’yi aşmaktadır. Meksika, Arjantin, Peru ve Şili’de bu oranlar Türkiye’nin altındadır. 

IMF’ye göre 2020-2021’de Türkiye’nin tüketici enflasyonu %12,3 → %13,6  olarak gerçekleşiyor.  Bu iki yılda tüm Batı ekonomilerinde enflasyon tek hanelidir. “Yükselen piyasalar” grubunda bu oranları geçen tek ülke (2020 için %42 ile) Arjantin’dir. Salgının iki yılında diğer tüm “yükselen ekonomiler”de enflasyon yüzde 5’in altında seyrediyor. 

Bu verilerden hareket edelim ve salgının emekçiler üzerindeki olumsuz etkisini, işsizlik ve enflasyon göstergelerinin toplamı olarak alalım: Türkiye, büyük çevre ülkelerinin başlarındadır. 

Emek gelirlerindeki kayıplar ve salgının halk sınıflarındaki yaygınlığıyla birleştirilirse Türkiye’deki ağır toplumsal bunalım, IMF verileriyle de doğrulanmaktadır.

Cari işlem dengesi

Kapitalizmin “merkez bloku” içinde, ABD, Britanya ve Fransa dışında tüm ülkeler iki salgın yılında yüksek oranlı cari işlem fazlaları vermektedir. 

Cari işlem açığı, çevre ekonomilerinde emperyalizme bağımlılığın önemli bir göstergesidir. 20’nci yüzyıl boyunca (petrol ihracatçıları dışında) bu ekonomiler genellikle dış açık verdi. 1998’de patlak veren Doğu Asya krizi bir dönüm noktası oldu; “Güney” coğrafyasının önemli bir bölümü (özellikle Asya’dakiler) dış fazla vermeye başladı. 

Türkiye, bu uyumu göstermeyen çevre ekonomilerinden biri olarak kaldı. 2020-2021’de de cari açık vermektedir. IMF’ye göre bu iki yılın cari açık/millî gelir oranı %5,1 → %3,4’tür. 

İki salgın yılında da dış açık veren     “yükselen ekonomiler”in sayısı beştir (Macaristan, Endonezya, Brezilya, Kolombiya, Güney Afrika); ama hiçbirinin oranı Türkiye’ye ulaşmamaktadır. Çoğunluk, 2020-2021’yi cari işlem fazlaları ile kapatmaktadır. İki yılda da dış fazla/millî gelir oranları veren çevre ekonomileri içinde G. Kore (%4,6 → %4,2) ve Malezya (%4,4 → %3,8) ile ön sıradadır.  

Türkiye, iki salgın yılında da büyüyen üç ülkeden biridir. 2020-2021’de daha hızlı büyüyen iki büyük çevre ülkesi (Vietnam ve Çin) ise, iki yılda da dış fazla vererek Türkiye’den farklılaşmıştır. 

IMF, 2021 sonrasında da Türkiye için sürekli cari işlem açıkları öngörmektedir., Ülkemizin dünya ekonomisi içinde bağımlı konumunun süregeleceği öngörüsü…  

Salgına karşı kamu destekleri 

IMF’nin Nisan 2021 tarihli malî raporunda (Fiscal Monitor) salgın sonrasında kamu kaynaklarından yapılan destekler inceleniyor. 

IMF, öteden beri dünya çapında ekonomi politikalarının “gözetmeni” işlevi üstlenmiştir. Maliye politikalarında neoliberal malî disiplin ilkesinin “bekçiliği” gibi… 

Salgın sonrasında IMF, bu işlevde önemli bir dönüşüm gerçekleştirdi. Malî disiplin ilkelerinin Batı ülkelerinde devre-dışı bırakılmasını, bölüşümcü-Keynes’gil açık bütçe uygulamalarına geçişi savundu. Bu adımı hızla atan ABD ve Avrupa hükümetlerini sonuna kadar destekledi. Politika önerilerinin bu uygulamaları “izlediği” de söylenebilir. 

“Güney” coğrafyasına gelince, IMF daha ihtiyatlıdır: Kamu maliyesinde esneklik alanı (“fiscal space”) olan “yükselen ekonomiler”, kamu açıklarını, devlet borçlarını artırabilirler; geçici olmak şartıyla…

“Kamu maliyesinin esneklik alanı” nasıl tanımlanır? İki ölçüt kullanılır: (a) Birincil (“faiz-dışı”) bütçe dengesi; (b) Kamu sektörü borç toplamı… Her iki ölçütün, millî gelirdeki payları izlenir. 

IMF’nin malî raporu, bu iki ölçütün salgının arifesinde ve ilk yılındaki (2019-2020’de) seyrini ülkeler itibariyle veriyor (s.76, Tablo A10 ve s.81, Tablo A15). 

Salgın sonrasında kamu açıklarında, borçlarında “sıçramalar” gerçekleştiren Batı ekonomilerini bir yana bırakalım. 2019 ve 2020’de “yükselen ekonomiler” ortalaması ve Türkiye ile ilgili veriler aşağıda yer alıyor:

  • 1. Kamu kesimi birincil bütçe dengesi / millî gelir oranları (%) 
  • Yükselen ekonomiler: -2,9 → -8,0
  • Türkiye: -3,8 → -3,5
  • 2. Kamu kesimi brüt borç/millî gelir oranları (%) 
  • Yükselen ekonomiler: 54,7 → 64,4
  • Türkiye: 32,6 → 36,8

İlk bilgi gösteriyor ki, “yükselen ekonomiler”, salgın yılını temsil eden 2020’de faiz dışı bütçe açığı oranını, ortalama olarak 5 puan yükseltmiştir.  Bu hesaplamada IMF çok titizdir ve Türkiye’nin tam aksine davrandığını; birincil bütçe açığının millî gelirdeki payını 0,3 puan daralttığını belirlemektir.  

Demek oluyor ki salgın sonrasında Saray iktidarı, sağlık sistemini ve halk sınıflarını artan kamu harcamalarıyla desteklemede “cimri” davranmıştır. Önceliğinin, finansal sistem aracılığıyla şirketlere kaynak aktarmak olduğunu biliyoruz.  

İkinci bilgi gösteriyor ki, Türkiye’de kamu borçlarının millî gelire oranı 2019’da %33’tür; ılımlı bir eşik sayılan %50’nin (ve “yükselen ekonomiler”in %55’lik ortalamasının) bir hayli altındadır. Bu gösterge açısından    Türkiye, geniş bir “malî esneklik alanı”na sahiptir.  

2020’de “yükselen ekonomiler”, esasen yüksek olan kamu borç oranlarını 10 puan, Türkiye ise sadece 4 puan artırmıştır. İç borçlanma yoluyla emekçilerin gelir kayıplarını telafi etme olanağı vardı; kullanılmadı… 

Kamu borçlarında 4 puanlık artış, bu doğrultuda bir adım değil midir? Tam aksine… Resmî verilere göre 2019-2020 arasında kamu dış borç stoku (TL ile ölçülürse) %32,4 artmıştır. Özel sektörün döviz borçlarının kamu dış borçlarına dönüştürülmesi böyle mümkün olmuştur. Ayrıcalıklı şirketleri, sermaye çevrelerini destekleme, kurtarma işlemleri ile… 

Türkiye’nin 'bütçe olanakları' var. Salgında kullanılmadı…

Bu tespitler, Saray iktidarının salgını izleyen maliye politikalarına ışık tutuyor: Bütçe kaynakları halk sınıflarından, sağlık siteminden esirgenmiştir; şirketlere öncelik verilmiş;  toplumsal bunalım derinleşmiştir. O kadar… 

IMF verileri de gösteriyor ki, salgının denetimden çıktığı bu dönemde kamu maliyesi, TL ile iç borçlanmayı anlamlı boyutlarda yükselterek dört haftalık bir kapanmayı üstlenecek, sürdürecek güçtedir. Özel hastanelerin en azından yoğun bakım birimlerini devletleştirecek; kapanma döneminde emekçilerin ve esnafın gelir kayıplarını telafi edecek kamu kaynakları bugün de yaratılabilir. 

Salgının Türkiye’deki başlangıç döneminde, 26 Mart 2020’de on beş sosyal bilimci iki haftalık bir kapanma öneriyor ve ekliyorduk: “Bütçe açığı kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz. Merkezi bütçe harcamalarının gerekirse TCMB avanslarıyla karşılanması sağlanmalıdır.”  

Bu öneriler bugün fazlasıyla geçerlidir. 

Korkut Boratav / SOL