2 Kasım 2021 Salı

'Viski İrlanda kültürünün ayrılmaz bir parçası' - ÇAĞDAŞ GÖKBEL / SOL(Söyleşi)

Gearoid Keegan: Viskinin tarihimizin derinliklerine uzanan ve İrlanda kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğuna şüphe yoktur. 


Uçsuz bucaksız bir yeşilin ortasında Kilbeggan’a doğru ilerliyoruz. İrlanda’da öyle uzun boylu ağaçlar yok. Dev ağaçları görmek bazı bölgelerin ayrıcalığı. İngilizler, zamanında direnişi kırmak için İrlanda’nın sık ormanlarını yok etmiş. Tüm bu insani ve doğal kıyıma rağmen İrlandalı, damarlarında gezen direniş çağrısına kulak tıkayamamış. Bu durum Jack London’nın ‘Vahşetin Çağrısı’ndaki anlatıma çok benziyor. Hiçbir canlı sonsuza dek özgür olma vaadine kulaklarını tıkayamaz. Tullamore Tribune gazetesinden meslektaşım Gearoid Keegan’la birlikte Kilbeggan’daki tarihi viski damıtımevine girerken tüm bu tarihi kesit hızlandırılmış biçimde zihnimden geçiyor…Okurun bu röportajı okurken dikkat etmesi gereken bazı şeyler var. Röportajı daha iyi anlayabilmek için lütfen bıraktığım dipnotları sabırla okuyun…

Viski, ada için sıradan bir alkollü içki olmanın çok ötesinde. Zamanla ticari bir rekabetin konusu olsa da viski, ada uluslarının tek tek ruhunu temsil eden özel bir ‘yaşam suyu’ olarak kabul edilmiş. İngilizlerin viskiyi ne kadar iyi yaptıklarını bilmem ama İrlandalılar ve İskoçlar bu işi gerçekten çok iyi biliyorlar ve İngilizlerden daha farklı bir ruhu bu yaşam suyuna kattıkları ise tartışılmaz.

Ulusal bir değer olarak viski: ‘Kilbeggan Viski’

İrlanda tarihinde viskinin yeri ve öneminden bahseder misiniz?

Herkes bunu bilmiyor, ancak İngilizce “viski” (whiskey) kelimesi (viski farklı kelimelerle ifade ediliyor. Kelimenin yazılış biçimi viskiye farklı bir anlam katıyor “scotch” bunun bir örneği gibi kabul edilebilir)1, su anlamına gelen “uisce” kelimesinden türetilmiştir. Viski, Galcede (İrlandaca) “yaşam suyu” olarak tercüme edilen “uisce beatha” dır; bu nedenle viskinin tarihimizin derinliklerine uzanan ve İrlanda kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğuna şüphe yoktur.

'İrlanda viski endüstrisinin en büyük rakibi İskoçya’daydı'

Yıllar önce İrlanda adasının her yerinde örneğin Westmeath bölgesinde Kilbeggan ve Offaly bölgesinde Tullamore ve Birr kasabaları da dahil olmak üzere birçok damıtımevi2 vardı. Locke'un3 büyüdüğüm köy olan Kilbeggan'daki viski damıtımevi 1757 yılına dayanıyor. İrlanda viski endüstrisi bu yüzyılda genişledi ve 1880'lerde Dublin, Belfast ve Cork'taki büyük damıtma tesisleriyle dünya pazarına hükmetti. İrlanda viski endüstrisinin en büyük rakibi İskoçya’daydı ve çeşitli nedenlerden dolayı İskoçya'da üretilen viski, bilinen adıyla ‘Scotch’, İrlandalı üreticileri geride bıraktı ve şu anda dünya çapında tüketilen viskinin4 önde gelen tedarikçilerinden biri.

'İrlandalılar neden İskoçya’ya yenildi?'

İrlandalılar neden İskoçya'ya yenildi? Cevap oldukça karmaşıktır, ancak kısmen Scotch (İskoç) damıtma tesislerinin viskilerini farklı bir şekilde ürettikleri (ki bu fark viskinin daha fazla üretilmesi ve daha ucuza mâl edilebilmesine ilişkin teknik bir farktır ‘Ç.N.’), hâlâ Coffey imbiği5 olarak bilinen teknikleri kullandıkları ve bu yüzden 1933'te Yasaklama sona erdiğinde viskilerini daha iyi pazarladıkları ve hızlı-seri ürettikleri için Amerika Birleşik Devletleri'nde İskoç viskisi, İrlanda viskisinin önüne geçmişti. İskoç damıtıcıları bu teknik sayesinde, Amerikan pazarına ihraç etmeye hazır çok sayıda uygun fiyatlı viskiye sahipti ve İrlandalılar bundan dolayı onlara yetişemedi. Özetle, seri üretim/sanayi devrimi gibi gelişmelere yenildi İrlanda viskisi. Ayrıca, İrlanda 1930'larda korumacı bir ekonomi politikası izliyordu ve buradaki viski endüstrisi ihracat için desteklenmiyordu. İrlanda viskisi 20. yüzyılda sert bir düşüşe geçti ve damıtma tesislerinin çoğu kapandı. Tullamore DEW 1954'te kapandı ve Kilbeggan damıtımevi 1958'de kapatıldı ve pek çok işçi işsiz kaldı. Neyse ki, İrlanda Midlands'daki6 işler daha sonra düzeldi. Dublinli bir adam olan John Teeling, 1988'de Kilbeggan viskisini yeniden kurdu ve İskoç şirketi William Grant & Sons, 2014'te yeni bir Tullamore DEW içki fabrikası açtı.

 
Tullamore’daki ziyaretçi merkezinin konumuna okur çok dikkat etmeli. Tullamore DEW. Grand Canal’ın yakınında Water Way olarak bilinen ulaşım ağının üzerinde bulunmaktadır. Viski bu sayede daha kolay ve hızlı bir biçimde diğer bölgelere transfer edilebilmektedir.

Viski sadece bir içki değil. Britanya adalarında ulusal kimlik açısından da büyük bir önem taşıyor. İrlanda viskisini diğer viskilere göre farklı kılan şey nedir?

İrlanda viskisi ve İskoç viskisi arasındaki en önemli fark, İrlanda viskisinin genellikle üç kez damıtılmasıdır. Üçlü damıtma farklı bir tada neden olur ve İrlandalılar daha saf bir viski elde ederler. Ayrıca, İrlanda viskisi olarak kabul edilebilmek için en az üç yıl viski olgunlaştırılmalıdır. İrlanda viskisi, bourbon7 olarak bilinen Amerikan viskisinden de farklıdır, çünkü Amerika Birleşik Devletleri'nde yüksek oranda tahıl kullanılmaktadır. İrlanda'da ise çok iyi yetişen bir ürün olan ‘arpa’ İrlanda viskisinin çok önemli bir bileşenidir.

'İklimi nedeniyle İrlanda viski üretimi için ideal bir ülke'

Tabii ki, İrlandalılar da viskinin Britanya'da değil, bu adada ortaya çıktığını söylüyor ve bazı tarihçiler, viski yapmak için arpayı ilk damıtmaya başlayan Hıristiyan rahiplerin İrlanda’dan çıktığını söylüyor. İrlanda iklimi çok sıcak ve çok soğuk değil, bu yüzden viski üretimi için de İrlanda ideal bir ülkedir.

Ailenin içerisinde viski fabrikasında çalışan akrabalarının olduğunu biliyorum. Pozitif ve negatif yönleriyle viski fabrikasında çalışmanın nasıl bir şey olduğunu anlatır mısın?

Kilbeggan'daki damıtımevine sadece üç mil uzakta büyüdüm ve orası ben çocukken terk edilmiş boş bir binaydı. Birkaç kez oraya girdik ve eski şişelerin, etiketlerin çoğu hâlâ bozulmadan olduğu yerde duruyordu. 1980'lerde rahmetli babamın bir dönem başkanlık ettiği yerel bir topluluk komitesi binayı korumaya ve turistik bir cazibe merkezi haline getirmeye karar verdi. 1980'lerin sonunda, daha önce de belirttiğim gibi, John Teeling, eski içki fabrikasını ve Louth Bölgesi’ndeki bir başka damıtımevini devraldı ve tekrar Kilbeggan viskisini üretmeye başladı.

'Babamın kuşağı ve ondan önceki jenerasyondan birçok insan damıtımevinde çalıştı'

Babamın kuşağı ve ondan önceki jenerasyondan birçok insan damıtımevinde çalıştı ve bu gelişim yereldeki çiftçiler için de önemliydi, çünkü damıtımevlerine arpa temin ediyorlardı. 1950'lerden sonra maalesef bu üretim sona erdi ve aynı şey sadece yedi mil uzaklıktaki Tullamore'da da oldu. Ancak 1990'lara gelindiğinde Kilbeggan damıtımevi tekrar açıldı ve İskoç viski devi William Grant yakın zamanda İrlanda'ya yatırım yapmaya karar verdiğinde, Tullamore DEW bir kez daha kasabada üretilmeye başladı.

Viski satışları, viski üretiminin devam etmesi için önemli olsa da viski turizmi de hayati önem taşıyor ve bu amaçla hem Kilbeggan hem de Tullamore'da müzeler ve ziyaretçi merkezleri açıldı. Yurt dışından gelen ziyaretçiler İrlanda viskisinin hikayesiyle çok ilgileniyorlar. En büyük kızım Amy, 2014 yılında Tullamore DEW ziyaretçi merkezinde Almanca konuşan bir tur rehberi ve garson olarak yarı zamanlı bir iş buldu ve üniversite eğitimi boyunca orada çalıştı. Bazı arkadaşları da orada çalıştı ve bir kısmı viski endüstrisinde tam zamanlı olarak ter akıtmaya başladı. Tullamore DEW şu anda yaklaşık 100 çalışanı olan çok önemli bir üretim merkezi. Şehir merkezinde kanal kıyısında (Grand Canal) Ziyaretçi Merkezi şu an kapalı8 ama şirket İmalathanesi olarak şehir dışında gelecek yıl yeni bir tane merkez açmayı planlıyorlar.

Dünya'da her konuda olduğu gibi viski üretimi de büyük şirketlerin saldırısı altında tekelleşiyor. Bu nedenle Tullamore ve Kilbeggan'da yerel olarak viski üretiliyor olmasını önemli buluyorum. Sence böyle bir dünyada yerel tatlar ayakta kalabilmeyi ve direnmeyi başarabilecek mi?

Tullamore ve Kilbeggan'daki viski şirketlerinin hiçbiri İrlandalılara ait değil. Dediğim gibi, Tullamore DEW (D.E.W. şirketi kuran yerel adam olan DE Williams'ın kısaltmasıdır) 2010'da William Grant tarafından satın alındı ve İrlandalılar tarafından işletilmiyor; ancak Tullamore'daki hiç kimsenin bununla ilgili bir sorunu yok. Çünkü Tullamore'da üretilen bir Tullamore viskisi var ve İskoç sahibi onu dünya çapında daha büyük bir pazara getirmek için finans ve pazarlama gücüne sahip.9

'Böyle bir ekonomik düzende ancak bu biçimde hayatta kalabiliyorlar'

Kilbeggan viskisi 2011 yılında büyük Amerikan şirketi Beam'e satıldı ve ardından Beam 2014 yılında Japon şirketi Suntory tarafından satın alındı. Bu tür gelişmelerin küreselleşmeyle ilgili endişeleri olan insanları tedirgin etmesini anlayabiliyorum. Gerçek şu ki, uzman damıtıcıların her zaman farklı lezzetler üretebildiği ‘Tullamore DEW’ gibi farklı markalar böyle bir ekonomik düzende ancak bu biçimde hayatta kalabiliyorlar. İrlanda viskisinin ne olduğunu ve ne olmadığını düzenleyen katı kurallar vardır, bu nedenle bir ürün bu kurallara uymuyorsa, Irish viski değildir ve müşteri tarafından satın alınmayacaktır.

Bu büyük uluslararası alkol şirketleri Tullamore ve Kilbeggan'a yatırım yapmış olsalar da tam tersi yönde gelişmeler de oluyor. Son 20 yılda bağımsız İrlandalı damıtıcılarda da çarpıcı bir gelişme yaşandı. Hemen hemen her ilçede bir damıtımevi var ve bazı ilçelerde birden de fazla damıtımevi var.

Büyük uluslararası şirketler Kilbeggan'a ilgi duydular, çünkü 20 yıldan fazla İrlanda’da satış rekoru kırmıştı. William Grant, Tullamore DEW ile ilgileniyordu, çünkü 20. yüzyılın İrlanda viskisini çöküşten kurtaran bir markaydı ve Grant büyümek için bu markanın büyük bir potansiyele sahip olduğuna inanıyordu. İrlanda'da yerel olarak büyüyen sadece viski üretimi değil. Cin üretiminde de bir patlama oldu ve Tullamore'un ‘Mor Cin’ adıyla yerel bir markası var ve sahibi Tullamor’un yerlisi Eoin Barra. Ayrıca bira konusunda da ilerleme kaydediyoruz, ‘Kinnitty publican’ Kieran Clements'in Slieve Bloom Brewing'i10 kurduğu üretim tesisi yerel ölçekli üreticilere örnek oluyor. Offaly’de dahil olmak üzere İrlanda'nın her yerinde küçük ölçekte kaliteli bira üreten ‘zanaatçılar’ ortaya çıkıyor. Bunu yerel tatların gelişimi açısından önemli bir ilerleme olarak kabul ediyorum.

Yerel olarak viski üretimini ve tarihi öneme sahip fabrikaları korumak çok güzel bir şey. Bunun dışında ise dünyada yerel kültürlere çok ciddi zarar veren bir hazır gıda endüstrisi var. Elbette sadece İrlanda mutfağını tehdit eden bir durum değil ve çocuklarımız bu hazır gıda endüstrisi yüzünden daha sağlıksız besleniyor. Okuduğum için biliyorum, İrlanda mutfağı sanılanın aksine fakir bir mutfak değil. Viskideki deneyimlerimize bakarak sence gıda endüstrisinin bu yıkıcı etkisini nasıl tersine çevirebiliriz?

İrlanda, kaliteli yiyecek ve içecek üreticisi olmaktan gurur duymaktadır.11 Örneğin ‘Guinness’, tüm dünyada bilinen bir alkollü içecek markasıdır ve elbette Jameson, Bushmills ve Tullamore DEW gibi viskileri de dünyaca ünlüdür. Neyse ki İrlanda, kaliteli yiyecek ve içeceklerin üretildiği bir ülke olarak ününü korumak için çok çalışıyor. İklimimiz nedeniyle, burada ot gerçekten iyi yetişiyor; bu da her zaman etimizin ve sütümüzün farklı ülkelerden gelen benzer ürünlerden daha doğal olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz anlamına geliyor.

Tabii ki, mevcut ekonomik sistemde kaliteli ürünler her zaman daha düşük olanlardan daha pahalı olacak; temelde bunu dengeleyebilmek için nitelikli ürünlerin üretimine daha fazla önem vermeliyiz. Ayrıca İrlandalılar yurtdışındaki pazarları kazanmak için çok çalışmak zorunda. İrlanda, açık ekonomiye sahip küçük bir ülke olduğu için ucuz ithal yiyecek ve içecekler rahatlıkla İrlanda piyasasında satılabilmektedir. Küresel gıda endüstrisinin insan sağlığı üzerindeki bazı zararlı etkilerinin İrlanda'da önlenebileceği konusunda ise iyimserim. Ancak, her yerde iyi yiyeceklerin yetiştirilmesini, üretilmesini ve yenmesini sağlamak için dünya çapında çaba sarf edilmesi gerekiyor. Özetle bu bir küresel sistem sorunu. Parçaları değiştirerek net bir sonuç alabilmek çok zor.

Öte yandan İrlandalı gıda şirketlerinin kaliteli ürünler geliştirmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştıklarına dair birçok örnek var. Tullamore'a sadece beş mil uzaklıktaki Cleary ailesi, çevre dostu ambalajlara sahip organik bir süt ve yoğurt üretim fabrikası kurdu. Çiftçilere süt için geleneksel şirketlere göre daha yüksek bir bedel ödüyorlar ve çok başarılı oldular. Almanya'da yoğurt satma planları bile var. Gıda üretimini ayakta tutmak için birincil üreticilerin çiftçilerin etleri, sütleri ve mahsulleri için adil bir fiyat almaları çok önemlidir. Gıda endüstrisini ve tarımı yeniden şekillendirmek iklim değişikliğine karşı mücadelede dünyanın karşılaştığı en büyük zorluklardan biridir; ancak belki de yerel olarak üretilen yiyecekleri yemek, küresel ısınmanın etkilerini azaltabilecek yollarından biri olacaktır.

ÇAĞDAŞ GÖKBEL / SOL(Söyleşi)


1 Kasım 2021 Pazartesi

'Millet İttifakı’nın gölgesinde devrimci ittifak olmaz' - ALİ UFUK ARİKAN / SOL

 TKP Genel Sekreteri Okuyan soL’un devrimci bir ittifakla ilgili sorularını yanıtladı: Hak ve özgürlükler şu ya da bu burjuva hükümetinin tercihiyle değil, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle alınır.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan soL’un devrimci bir ittifakla ilgili sorularını yanıtladı.

"Hak ve özgürlükler şu ya da bu burjuva hükümetinin tercihiyle değil değil, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin sonucu alınır; gerçek ve kalıcı özgürlük ise gelişkin sosyalist demokraside yaşanabilir" diyen Okuyan, "Diğeri bir aldatmacadır. Bu nedenle ekmek meselesi özgürlük meselesinin üstündedir. Sömürü varsa özgürlük yoktur" ifadesini kullandı.

Okuyan, "İttifaklar zaten var! Bugün eksikliği olan devrimci bir sol ittifak. Bilmediğimiz bir şey yok. Türkiye’de irili ufaklı bütün siyasi oluşumların ne görüştüğünü, neye karar verdiğini ve kararsız olduğu konuları, ittifakların açık ve gizli unsurlarını, nasıl pazarlıklar döndüğünü, kimlerin kime yedeklendiğini, her şeyi biliyoruz. Zaman yok" diye konuştu.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

'Üçüncü ittifak tartışmaları hâlâ solun düzen siyasetine nasıl eklemleneceği noktasında tartışılıyor'

Seçim tarihi yaklaştıkça ve AKP’nin iktidardan düşeceğine dair beklentiler arttıkça ittifaklar konusu daha fazla tartışılmaya başladı. İşin ilginci Cumhur ve Millet ittifaklarının yanı sıra bir üçüncü ittifak konusu da daha fazla işleniyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Üçüncü ittifak tartışmaları kendi başına özel bir anlam ifade etmiyor. Keşke düzen siyasetinin dışında bir cephe, bir işbirliği, bir blok bugüne kadar ete kemiğe bürünseydi de, bunun etkisini konuşuyor olsaydık. Oysa bugün üçüncü ittifak tartışmaları hâlâ solun düzen siyasetine nasıl eklemleneceği noktasında tartışılıyor.

Ama TKP, EMEP, Sol Parti gibi oluşumlar da üçüncü ittifak için çalışma yürüttüklerini açıkladılar. 

Evet ve bu çalışmalar son derece değerli. Ancak konunun gündeme gelmesine asıl neden olan, Millet İttifakı’nın açıktan içine alamadığı ama bütünüyle sırtını dönemediği HDP’nin önümüzdeki seçimlerde nasıl bir tavır alacağının merak edilmesi. Bununla ilgili olarak Millet İttifakı unsurları ile HDP arasında görüşmeler yapıldığı bir sır değil, bunun sorgulanacak bir tarafı da yok. Ancak üçüncü ittifak tartışmalarının merkezinde Millet İttifakı ile HDP arasındaki ilişki durdukça, bu gerçek anlamıyla bir üçüncü ittifak olmuyor. Sol bu ilişkide katalizör olmaya kalkmamalı. Millet İttifakı’nın sınırları ve iç pazarlıkları bizi ilgilendirmiyor.

'Üçüncü bir ittifakın öznesi, sürükleyici gücü olabilecek partiler belli'

Burada sorun olan ya da sizin dert olarak gördüğünüz nedir? Sonuçta HDP’nin Millet İttifakı’ndan uzaklaşması iyi bir şey değil mi?

Siyasi partilerin temel konularda ne düşündükleri, neyi savundukları önemli. Sonuçta partiler de elbette değişebilir. Ancak her bir partinin varlık nedeni, temel ideolojik pozisyonu vardır ve biz görünen ya da günlük söylemlerden öte, bu pozisyonları değerlendiririz. Burada bizim üzerinde durduğumuz, 3-4 temel, yaşamsal konu. Kendimizi ve herkesi öncelikle bu yaşamsal konular üzerinden değerlendiririz. Uzaklık ve yakınlığın temel kriterleri bunlardır. Bu yaşamsal konular açısından baktığımızda Türkiye’nin siyasal tablosunda gerçekten üçüncü bir ittifakın öznesi, sürükleyici gücü olabilecek partiler belli. Bu partilerin düzen siyasetinden kesin bir kopuş gerçekleştirmesi beklenir. Aslında mesele tam da budur. İdeolojik ve sınıfsal olarak düzen dışı, devrimci bir konumlanış içinde olanların düzen siyasetinden kopması…

'Biz insanlara kolay olmayan bir yol öneriyoruz ama bu yol tek gerçekçi yol'

Ancak şu anda düzen siyasetinin içinde devinen partiler toplumun çok geniş bir kesiminin desteğini alıyor. Bu kesimleri dışlayan bir siyaset tarzının başarı şansı olabilir mi?

Devrimci bir siyaset halkı nasıl dışlar? Dediğiniz gibi bugün düzen dışında konumlanan siyasi partilerin toplam seçmen desteği düşük. Bu sorunu düzen siyasetine eklemlenerek çözemeyiz. Ayrıca sorunun merkezinde seçim sonuçları durmuyor. Bugün emekçi halk hâlâ, son dönemde aldığımız mesafeye rağmen, yaygın olarak örgütsüz. Halkın örgütlü gücünü artırmak için net, berrak, umut veren, heyecanlandıran bir program ile hareket etmek gerekiyor. Bugün zengin ve orta sınıflar bir yana, halkın çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimlerin düzen partilerini desteklemesinden ne bir umut, ne bir heyecan çıkar. Onları orada tutan temelde çaresizlik hissi. Evet biz insanlara kolay olmayan bir yol öneriyoruz ama bu yol tek gerçekçi yol. Bunu belirsizleştirdiğimiz, kendimizi düzen siyasetine yamanmaya çalışan unsurlar olarak gösterdiğimiz sürece, kimse bundan heyecanlanmaz, etkilenmez.

'CHP düzenin meşruiyetini sarsıcı hiçbir şey yapmaz, yapamaz'

Bu söyledikleriniz halkın yaklaşmakta olan seçimlere yüklediği anlamla çelişiyor…

Evet çelişiyor. Burada iki faktör var. Birincisi AKP’den bıkkınlık ve bu iktidarın bir an önce gitmesi arzusu, diğeriyse devrimci siyasetin etkisizliği… Türkiye solu birini diğerine kurban etmeden bu iki meseleyi aynı anda çözmek ya da yönetmek zorunda. AKP’den bu ülkede yaşayan yurttaşlar olarak biz de bıktık. Bu anlamda bugün toplumda AKP’ye karşı olan kesimlerin bir parçasıyız. Dahası, TKP bu iktidarın daha ilk günlerinden itibaren uyarma ve karşı koyma adına yapabileceği her şeyi yaptı. Bugün artık AKP artığı partilerle daha da genişleyen Millet İttifakı çizgisinin yaptıklarından çok daha fazlasını. Muhalefette olan partilerin AKP’ye kritik anlarda verdiği desteğin aldatılmayla filan bir ilgisi yok. Düzen partisi olmak böyle bir şey. Bütün düzen partilerini patronların ve emperyalist merkezlerin istekleri doğrultusunda hareket ettirecek mekanizmalar mevcut zaten. CHP’nin “yapıcı muhalefet” adına yıllar boyunca AKP’yi rahatlatan bir tutum içinde olması basiretsizlik ya da CHP yönetiminin acizliği ile açıklanamaz. CHP düzenin meşruiyetini sarsıcı hiçbir şey yapmaz, yapamaz. “Parti yönetimde biz olsak…” diyen iyi niyetli CHP’liler içinde oldukları partiyi pek anlamamışlar.

Ama CHP’ye ve diğer muhalif partilere milyonlarca seçmen umut bağlamıyor mu?

Hayır umut bağlamıyor, umutsuzluk nedeniyle bağlanıyor!

Toplumda yerleşik ideolojilerin, örneğin dinciliğin, miliyetçiliğin bu tercihlerde bir rolü yok mu?

Elbette var. Ancak iddia ediyorum, küçük bir fanatik kesim dışında ideolojik yönü en güçlü düzen partisinin bile toplumda bir rüzgar, bir heyecan yarattığı, bir cazibe merkezi haline geldiği yok. Etkisini artıran bir devrimci hareket bu partilerin hitap ettiği kesimleri de kendini çekmeye başlar.

'Buna direnmek gerekir'

Zaten tartıştığımız bunun nasıl olacağı değil mi? Yaklaşmakta olan seçimlerde düzen muhalefetinden tamamen ayrı bir strateji kurulabilir mi? Ayrıca düzen cephesi ile devrim cephesi arasında geçişken bir alan yok mu?

Şu anda düzen cephesi ile devrim cephesi arasında siyasi aktörler açısından geçişken bir alan olamaz ki! Böyle bir alan, devrim cephesi ciddi bir toplumsallık kazandığında ortaya çıkabilir. Bugün ise düzen cephesinin kendi dışını içine aldığı, yuttuğu ya da eklemlediği görülüyor. Buna direnmek gerekir. Cin olmadan çarpamazsınız. Türkiye’de işçi hareketi başat, yani domine eden, belirleyen güç olmadığı, olamayacağı hiçbir ilişkiye girmemelidir. Bu kadar kesin söylüyorum. Toplumsal açıdansa düzen cephesi ile devrim cephesi arasında elbette bir gri alan var, her zaman olur. Bu alandaki halk kesimlerini düzene kaptırmamak için de kendi sınırlarımızı sağlam çizmemiz gerekiyor.

'Biraz cesaret bulsalar 'gerçek AKP biziz' diyecekler'

Biraz daha somut konuşalım isterseniz. Üçüncü ittifak hangi eksende kurulmalı? Saray rejimine karşı olmak mı, özgürlük ve demokrasi mi, yoksa daha sınıfsal bir ayrım mı gerekiyor?

Kavramların içinin hızla boşaltıldığı bir dönemden geçiyoruz. Ben AKP iktidarının “saray” olarak kodlanmasında bile bir hesap olduğunu düşünüyorum. “AKP’nin ilk yılları iyiydi” diyen unsurlar bugün muhalefetin bir parçası, biraz cesaret bulsalar “gerçek AKP biziz” diyecekler. Saray’dan önce ve Saray’dan sonra! Türkiye bu yaklaşımla aydınlığa çıkamaz. Özgürlük ve demokrasi kavramları da ayrıştırıcı değil, herkes kendince kullanıyor bunları. Komik olan, 19 yıllık iktidarın bile hâlâ bu kavramları kullanması. Tamam bu kavramları, bu değerleri kimseye terk etmeyelim ama ayrıştırıcı bir özelliği, en azından şimdilik, yok bunların. Öte yandan anti emperyalizm, laiklik ve emek ekseni fazlasıyla netleştirici. Bu netlik üzerinde adalet, özgürlük gibi kavramlar da anlam kazanıyor. Bu bağlamda çok belirgin bir biçimde emekçi halkın cephesi yaratılmalı.

Bunun devrimci bir ittifakın alanını daraltacağını ileri sürenler var. Siz ne düşünüyorsunuz?

Emekçi halk dediğimiz nüfusun çoğunluğu. Neden daraltsın ki!

'Sömürü varsa özgürlük yoktur'

Ama yoksul kesimlerin özgürlük ve demokrasi sorunu da yok mu? Her şey ekmek davası ile başlayıp bitiyor mu?

Özgürlük ve adalet arayışını yok saymak insanlığın bugün çektiği acılarla dalga geçmektir. Öyle şey olur mu? Ancak emperyalist-kapitalist sistem içinde özgürlük ve adaletin yeşerebileceğine ilişkin bir beklenti de aynı ölçüde ciddiyetsizliktir. Bugün özgürlüklerin tırpanlanmasını, insan hakları ihlallerini ve demokrasinin alanının daralmasını otoriter-despot yöneticilerin tercihine bağlayamayız. Sermayenin özgürlükçü olduğu hiçbir yer yok. Avrupa’da gelişkin olduğu sanılan demokrasinin yaldızını kazıdığınızda altından işçi sınıfını ve devrimci hareketini adım adım takip eden bir polis devleti çıkıyor. Hak ve özgürlükler şu ya da bu burjuva hükümetinin tercihiyle değil değil, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin sonucu alınır; gerçek ve kalıcı özgürlük ise gelişkin sosyalist demokraside yaşanabilir. Diğeri bir aldatmacadır. Bu nedenle evet, ekmek meselesi özgürlük meselesinin üstündedir. Sömürü varsa özgürlük yoktur. Bu nedenle özgürlük mücadelesi sınıf eksenine yerleştirilmelidir. Bugünkü düzeni temsil eden siyasi güçler içinde “daha özgürlükçü” gözükenlerin var olmasının temel nedeni toplumsal huzursuzluğun bir patlama noktasına gelme olasılığıdır.

Sonuçta bütün düzen partilerini aynı kefeye koymaya götürmez mi bizi bu yaklaşım?

Adları üzerinde düzen partisi! Bu anlamda evet hepsi aynı sınıfın çıkarlarını farklı ideolojik-siyasal referanslarla temsil ediyor. Ancak söylediklerim onlar arasındaki ayrımların tamamen önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Bu ayrımların bir anlamı varsa o ancak işçi sınıfı hareketinin, devrimci hareketin bağımsız bir çizgisi söz konusuysa ortaya çıkabilir. Yoksa sürekli olarak “düzen partilerinden hangisi daha tercih edilir” sorusu ile hareket edersek, sömürü düzeni giderek daha da ağırlaşır, demokratikleşme filan da tamamen hayal olur.

'Sonu hüsran da değil, büyük bir felaket olur'

Bugün Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında sınıfsal bir ayrım yok ama burjuva demokrasisinin alanına dair kimi ayrım noktaları var. Bu sol açısından bir değerlendirme konusu olamaz mı?

Millet İttifakı’nın çok parçalı bir oluşum ve burada CHP dışındaki partiler milliyetçi-dinci-muhafazakar özelliklere sahip. Ayrıca açık bir biçimde anti-komünistler. CHP ise toplumun sola kaymasını frenlemek gibi bir işleve sahipti, bir süredirse toplumun sola yatkın kesimlerini sağcılaştırmak gibi bir misyonla hareket ediyor. Kuşkusuz AKP iktidarı ile farklılıkları var muhalefetin. Ancak bu muhalefetin ortaya çıkışı, emperyalist ülkelerin ve Türkiye sermayesinin bu muhalefeti neredeyse açıkça desteklemesinin nedenlerini konuşmadan bir siyasi değerlendirme yapamayız. Sıralayalım, muhalefete böyle bir destek var çünkü AKP’nin alternatifsizliği onun yönetilmesini zorlaştırıyor. Muhalefete böyle bir destek var çünkü AKP’nin toplumsal desteği hızla azalmaya başladı. Muhalefete böyle bir destek var çünkü bu muhalefet söz dinliyor ve dinlemeyi taahhüt ediyor. Muhalefete böyle bir destek var çünkü geniş halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun toplumsal patlamalara evrilmesinden korkuyorlar. Bütün bunlardan halk adına, yoksul kitleler adına ne çıkar? Öncelikle bir tuzak çıkar. Bu tuzağa karşı önlem almadan, kendi bağımsız gücünü toplumsal olarak hissettirmeden solun muhalefet daha tercih edilir diye bir yaklaşım içine girmesinin sonu, hüsran da değil, büyük bir felaket olur. 

'AKP iktidarından çıkışın sancısız olacağını düşünmek saflıktır'

Neden böyle dediniz?

Türkiye’de AKP iktidarından çıkışın sancısız olacağını, bu geniş tabanlı koalisyonun Türkiye’yi istikrara taşıyacağını düşünmek saflıktır. Daha ötesi, bugünkü muhalefetin göstermelik bazı özgürleştirme hamleleri bile örgütlü sermaye-örgütsüz işçi sınıfı koşullarında kısa sürede daha ağır bir baskıyı beraberinde getirir. İşçi sınıfının örgütlülüğü ise onun düzen muhalefetinden koparılması ile sağlanabilir. 

'Göstermelik bir demokrasi alanı yaratıp o alanın içinde oynayan bir sol istiyorlar'

Bu durumda CHP’yi demokrasi mücadelesinde bir ittifak unsuru olarak görmüyorsunuz, böyle diyebilir miyiz? Veya CHP’yi bugünkü sağ koalisyondan koparmak mümkün değil mi?

Hayır görmüyoruz. Tekrar ediyorum CHP ile AKP’yi aynı kefeye koymak gibi bir niyetimiz yok. Ancak müttefiklik başka bir şey. Millet İttifakı, büyük bir proje. Bu projenin oluşumunda Kemal Kılıçdaroğlu büyük bir görev üstlendi ve partisinin çıkarlarını da bir kenara koyarak bu görevi şu ana kadar büyük bir başarı ile yerine getirdi. Sol, bu proje açısından, bağımsız bir güç olarak etkisizleştirilmesi, bu projeye ne yapıp eklemlenmesi istenen bir unsur. Yani projenin mantığında bu var. Çünkü muhalefet blokunun merkezinde durduğu bir iktidar projesinin solunda etkili bir siyasi güç istemiyorlar. Bu güç, yaşanacağı kesin olan ve halkın sırtına vurulacak ekonomik zorluklarla beraber hızla etkisini artırır. Bundan çekiniyorlar. Dolayısıyla göstermelik bir demokrasi alanı yaratıp o alanın içinde oynayan bir sol istiyorlar.

'Bunu deneyen iyi niyetli unsurlar var, dostlarımız var, hiç şansları yok'

CHP bu denklemden çıkarılamaz mı?

CHP, sol ancak ciddi bir toplumsal güç haline gelir, düzen değişikliği talebi geniş kabul görürse zorunlu olarak sola kayar; geniş kitleleri düzen içinde tutmak için. Onun dışında CHP’nin iç dinamikleri sonucu sola yönelim asla ve asla olmaz. Bunu deneyen iyi niyetli unsurlar var, dostlarımız var, hiç şansları yok. 

'Sol CHP’ye sığınmak zorunda kaldığı sürece hiçbir CHP’li solu ciddiye almaz'

CHP’nin tabanı bir ittifak konusu olamaz mı?

CHP’nin tabanı ve aslında bütün partilerin tabanı ağırlıklı olarak emekçi halk kesimleri. CHP’de buna ek olarak Cumhuriyetçi, laik, yurtsever duyarlılığı olanların yaygın bir biçimde var olduğu ortada. Bunlarla birlikte hareket etmek, işyerlerinde, mahallelerde, okullarda mücadele ortaklığı içine girmek gerekir. Bunun olması için de siyasal olarak bağımsız bir varlığınızın olması gerekir. Sol CHP’ye sığınmak zorunda kaldığı sürece hiçbir CHP’li solu ciddiye almaz. Ben olsam ben de almazdım.

Öte yandan CHP’nin son tezkerede olumlu bir tavrı söz konusu. Bunun devamının gelmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?

Millet ittifakı içinde işbölümü yapılıyor. CHP bu işbölümünün ardından sonucu hiç etkilemeyecek bir tavır değişikliğine gitti. O kadarcık biliyoruz nelerin konuşulduğunu!

TKP’nin de içinde olduğu ittifak görüşmelerinde CHP’ye bir çağrı yapılmayacak o zaman…

Bir ittifak için önce zemin sağlanır; ilkeler ortaya çıkar, birlikte hareket etmeye hazır ve çağrısı heyecan ve etki yaratacak unsurlar bir araya gelir ve net-açık bir çağrı yapar. O aşamadan sonra muhatap herkestir ve kim o ilkeler için “ben de varım” derse, onunla birlikte mücadele edilir. O aşamada kimseye rezerv konmaz.

Ama solun anti-emperyalizm, laiklik, emek ekseni gibi ilkelerine CHP’nin onay vermeyeceği açık değil mi?

Elbette açık. Bu zaten CHP’nin sınıfsal karakteri. Ancak bir toplumsal çağrı peşin rezervlerle yapılmaz. Önce bir netlik ortaya koyulur ve sonra bir ortak programla topluma seslenilir.

'Bugün eksikliği olan devrimci bir sol ittifak'

Peki öncesinde geniş bir tartışma yürüse, muhalefet güçlerinin yan yana geldiği platformlar ortaya çıksa, sonra ittifaklar şekillense daha iyi olmaz mı?

İttifaklar zaten var! Bugün eksikliği olan devrimci bir sol ittifak. Bilmediğimiz bir şey yok. Türkiye’de irili ufaklı bütün siyasi oluşumların ne görüştüğünü, neye karar verdiğini ve kararsız olduğu konuları, ittifakların açık ve gizli unsurlarını, nasıl pazarlıklar döndüğünü, kimlerin kime yedeklendiğini, her şeyi biliyoruz. Zaman yok. Örneğin CHP’nin olduğu bir zeminde neyi tartışacağız? Zaten CHP yönetimi böyle bir zemini neden ciddiye alsın? Onun projesi belli ve sol sadece ve sadece vitrin olarak değerli bu projede.

Peki ittifakları yalnızca siyasal partilerle ilgili bir konu olarak mı değerlendirmek gerekir? Sendikalar, kitle örgütleri, yerel dinamikler… 

İttifak kavramına teorik açıdan girmek istemiyorum. Başbaşka bir tartışma konusu bu.

'Önce halka açıkça neden yan yana geldiğimizi anlatabilmemiz gerek'

Şöyle sorayım o zaman, bugün TKP’nin de içinde olduğu ittifak ya da cephe ya da blok görüşmelerinde siyasi partiler dışındaki unsurlar yer almayacak mı?

Bugün tartıştığımız konu tamamen siyasal! Bir ortak siyasal mücadele hattı yaratmaya çalışıyoruz. Bu yaratılacak ve toplumsal dinamikleri kapsayacak, kitle örgütleriyle rezonansa girecek. Burada öncelik siyasi oluşumlardadır. Bunun toplumsal dinamikleri nasıl kapsayacağı ise hem tarihsel hem de güncel deneylerden hareketle, bellidir. Toplumsal dinamikleri kapsayamayan bir devrimci oluşum kısa sürede çürür ve tasfiye olur zaten. Yani yola çıktıktan sonra esas meselemiz bu olacak. Ancak önce halka açıkça neden yan yana geldiğimizi anlatabilmemiz gerek.

'HDP bu projeyi önemsiyor, bu projeyle birlikte hareket ediyor'

Peki burada HDP’nin durumu ne? HDP de bir çağrı yaptı, ayrıca Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları var.

HDP’nin kendi beklentilerini AKP iktidarı ile karşılamaya çalıştığı dönem geride kaldı. Bu saatten sonra çok zor. Millet İttifakı ile HDP arasındaki ilişkinin de kamuoyuna yansıyandan ibaret olmadığı ortada. Millet İttifakı’nı burada yer alan 3-4 partiden ya da şimdiki eklemelerle 6 partiden ibaret görmemek gerek. HDP bu projeyi önemsiyor, bu projeyle birlikte hareket ediyor. Bunda hayret edecek bir şey yok. Ve bu proje içinde elini güçlendirmek için sol içindeki gölgesini korumak, hatta genişletmek istiyor. Selahattin Demirtaş’ın açıklamalarında bu bariz bir biçimde görülüyor. HDP’den bağımsız olarak söylüyorum, AKP sonrasında sistem içinde “sol”a belli bir alan açılması planlanıyor. Az önce dediğim nedenlerle. Bağımsız bir solun varlığını istemiyorlar. Sonuçta ne olursa olsun, HDP’nin öncelikleri ile solun öncelikleri arasında önemsenmesi gereken bir açı var.

'Sol kendi ağırlığını koyduğunda bütün dengeler değişecektir'

Bu açı kapanmaz mı?

Solun kendi ilkeleriyle yürüyüşünü önemsemeli. Önce bağımsız bir güç olmalı. Zaten şu anda “büyük siyaset”in içinde yer alan bir unsur olsam solu hiç ciddiye almam. Sol kendi ağırlığını koyduğunda ama bunu kendi göbeğini keserek yaptığında, Türkiye’deki bütün dengeler değişecektir. Bunu özel olarak şu ya da bu parti için söylemiyorum. Bütün dengeler, bütün denklemler altüst olacaktır.

CHP ya da HDP zemininde büyük siyasete dahil olmaya karşısınız o halde?

Eskiden beri böyle. CHP ya da HDP’nin açtığı kanallardan mevzi elde edecekseniz, o kanallarda siyaset yapacaksınız. Bu siyasal açıdan sorunlu, etik açıdan da sorunlu. Bu partilerin gölgesinde devrimci bir ittifak kurulamaz.

'Seçimleri kapsamayan bir ittifakı kimse ciddiye almaz'

TKP, EMEP ve Sol Parti ile yürütülen görüşmeler seçimlerde ortak tavrı da kapsıyor mu?

Üç partinin görüşmeleri dışında başka siyasi unsurlarla da temas halindeyiz. Bir ittifak ya da bir işbirliği ortaya çıkacaksa bu seçimleri de kapsamak zorunda elbette. Seçimler her şey değil ama seçimleri kapsamayan bir ittifakı kimse ciddiye almaz. Seçimleri içine alan ama onun ötesine geçen bir ittifak söz konusu olmalı.

Peki şu ana kadar somut bir ittifakın ortaya çıkmamasının nedeni ne?

Stratejik değil ayrıntılarla ilgili kimi başlıklar var. Bunları ciddiyet ve açıklıkla ele alıyoruz. Kuşkusuz zaman daralıyor ama kendimize de dostlarımıza da güveniyoruz.

Herkes sorumluluklarının farkında. Bu dönemin tarihsel görevlerine ilişkin bir açıklık, netlik söz konusu.

ALİ UFUK ARİKAN / SOL


Özelleştirme: Devletin çözülmesi - Kadir Sev / SOL

 'Kendimizi sermayeye yem edecek değiliz. Nasıl ele geçirdilerse biz de aynı yöntemlerle geri alacağız. Ülkemizin zenginliklerine sahip çıkacağız.'

Özelleştirme İdaresi eliyle (ÖİB), 1986-2021/Haziran ayına değin yaklaşık 70,4 milyar dolar tutarında kamu varlığı satılmış; 50,2 milyar doları bütçeye aktarılmıştır. Satılan 275 kamu işletmesinin 269’unda hiç kamu payı kalmamıştır.

İşletmelerin satılmasından 64,6 milyar dolar; otel, sosyal tesis, arsa/arazi satışlarından 5,4 milyar dolar gelir elde edilmiştir. Kamu taşınmazlarının bir bölümü de 1,5 milyar dolar değer biçilerek çoğu özelleştirme kapsamında olan başka kamu kurumlarına ve TOKİ’ye devredilmiştir. Daha açık deyişle; Devlet kendi malını Özelleştirme İdaresine vermiş, 1,5 milyar dolara geri almıştır.

Portföyünde, hemen hepsi kentlerin merkezlerinde olmak üzere henüz satılmamış milyonlarca m² taşınmaz bulunmaktadır.

ÖİB’ye yasalarla imar planı yapma yetkisi tanınmıştır. Devredilen taşınmazları, ticaret+konut alanına dönüştürmekte, nüfus yoğunluğunu artırıp satmaktadır. Planlar üzerinde belediyelerin söz hakkı yoktur. İtirazlar yalnızca ÖİB’na yapılabilmektedir. Böylelikle kentler özelleştirme mantığıyla biçimlendirilmektedir.

Özelleştirme Kapsamına alınmakla birlikte henüz satılmamış işletmelere, alıcıların daha çok kâr etmesini sağlamak amacıyla yüz milyarlarca lira tutarında yatırım harcaması yapılmaktadır. 2021 yılı yatırım programında, BOTAŞ; EÜAŞ; TEDAŞ; TEİAŞ ve TCDD’nin toplam 342,5 milyar TL yatırım proje stoku bulunmaktadır. 106,7 milyar lirası harcanmıştır. 2021-2023 arasındaki üç yılda 112,1 milyar lira harcanacaktır. Bu tutarları kabaca bir hesapla (dolar kuru 8,50 TL varsayımıyla) dövize çevirdiğimizde, proje stokunun 40,3 milyar dolar; 2020 sonuna değin ödenenlerin 12,5 milyar dolar; 2021-2023 arasında ödenmesi öngörülenlerin 13,2 milyar dolar olduğu ortaya çıkmaktadır.

Özelleştirme öykülerine bakıldığında, kimi durumlarda gabin kavramıyla (kişinin bilmezliğinden, zor durumundan, akılsızlığından yararlanıp aşırı çıkar sağlama) anlatılabilecek örneklerle karşılaşılmaktadır. Kamu kaynakları sermayenin belirli kesimlerine yağmalatılmaktadır. Ancak öylesine bir düzen kurulmuştur ki ucuz ya da değerine satılmasının hiçbir önemi yoktur. Özelleştirme karşılığında tahsil edilen paralar bütçeye aktarılmaktadır. Ve yine sermayenin isterleri/çıkarları doğrultusunda harcanmaktadır. Bütçe giderlerinin karşılanmasında özelleştirme gelirleri, vergilerin yerini almıştır. 

Otoyol, köprü ve tüneller “tek kuruş vermeden” aldatmacasıyla, Yap-İşlet-Devret ya da benzeri modellerle yaptırılmış; ulaşım özelleştirilmiştir. Bütçe ödenekleriyle yapılan Boğaziçi, Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile içlerinde Edirne-Ankara-İstanbul otoyolunun olduğu 5 otoyolun satılması amacıyla 2014 yılında Karayolları Yasasının 29.maddesine bir ek yapılmıştır. Maddede, otoyol ve köprüleri yönetmek üzere ÖİB’nin bir Anonim Şirket kurması; gelirinin %25’ini bakım ve onarım karşılığında Karayolları Genel Müdürlüğüne (KGM) vermesi öngörülmektedir.

Yol ve köprülerin bakım ve onarımlarını zaten KGM yapmakta; gelirlerin tamamı bütçeye aktarılmaktadır. 2000-2020 arasında 2021 fiyatlarıyla 40,1 milyar TL gelir elde edilmiştir. Şirket kurulduğunda elde edilecek gelirin %75’i bütçenin değil, bir süre sonra hisse satışı yöntemiyle özelleştirileceği anlaşılan Şirketin olacaktır.

Sermayeye sağlanan çıkarların sonu gelmemektedir. Şehir hastanelerinde devlet, vergi; bağışıklıkları; toprak tahsisi; istihdam destekleri gibi teşvikler vererek binalar yaptırmakta ve bunları kiralayıp kullanmaktadır.

Devletin satış ofisi olarak çalışan kurumu yalnızca ÖİB değildir. Mülk edinebilen kamu kurumları, taşınmazlarını satma yarışına girişmişlerdir. Resmi Gazetede hemen her gün Hazinenin, İl Özel İdarelerinin, belediyelerin onlarca, kimi günlerde yüzlerce milyon lira tutarında taşınmaz satış ilanlarına rastlamak olağanlaşmıştır.

Okul yapmaları karşılığında müteahhitlere para yerine kamu taşınmazları verilmektedir. Takas olarak değerlendirilmekte ve bu yüzden de yapının fenne uygunluğu denetlenememektedir.

Taşeronluk kaldırılmıştır ama belirli süreli işleri, işçi simsarlarının sağladığı işçiler eliyle gördüren kamu işletmelerine rastlanmaktadır. İşçi çalıştırılması işi bile özelleştirilmiştir.

Devlet, kuralsızlığı koruyan bir anlayışla ve gizlilik içinde yönetilmektedir. Bütün kaynaklar, sermayenin çok sevdiği deyişle; “ekonominin hizmetine” sunulmuştur. Kamu hizmeti kavramı tarihte kalmıştır.

2001 yılında çıkarılan Elektrik Piyasası Yasasıyla Devletin yeni santral kurması yasaklanmıştır. Elektrik üretimi patronlara bırakılmış, onlar da derelerin, jeotermal sahalarının üzerine üşüşmüşlerdir. Ruhsatı kapan, elektrik üreteceğim diye bir derenin başına çökmektedir. Yaşamlarını, geçimlerini, derelerini korumaya çalışan köylülerin üzerine jandarma destekleri ile saldırılmaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sermaye birikim sürecine katkı vermek amacıyla kurulan işletmeler satılmış, devletin tarıma, sanayie, ekonomiye müdahale edecek aracı kalmamıştır. Elde kalanlar Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) gibi Anonim Şirkete dönüştürülmekte satılmaya hazırlanmaktadır. Birçoğu da Türkiye Varlık Fonu (TVF) adlı bir örgüte devredilmiştir. Milyarlarca dolar değerindeki varlıkların nasıl kullandığı sır gibi saklanmaktadır.

Dahası, varlıkların devredilmesinin öngörüldüğü CB kararlarının bundan böyle Resmi Gazetede yayımlanmayacağını gösteren belirtiler bulunmaktadır. Türkşeker’in henüz satılmamış 15’i şeker işleme olmak üzere 23 fabrikasının Varlık Fonuna devredilmesinin kararı yayımlanmamıştır. TVF İnternet sitesinde önce yayımlanan kararlara da artık ulaşılamamaktadır. 

Tank Palet Fabrikasının başına neler geldiğini kimse öğrenememektedir.

Yukarıda özetlenen vahim sonuçların alınabilmesi için Uluslararası sermayenin Dünya Bankası; IMF; OECD, gibi mali kuruluşları ile içerideki uzantıları TOBB, TÜSİAD ve benzerleri, 1970’lerden bu yana var güçleriyle çalışmışlardır. Halk, moral olarak hazırlanmış; özelleştirmenin yasal çerçevesi kurulmuş; bürokrasi eğitilmiş ve sonunda “kürek çeken değil dümen tutan devlet” özlemlerine kavuşmuşlardır.

Devlet çözülmüştür. Emperyalizmin yasaları yürürlüktedir. Devlet anonim şirket gibi yönetilmektedir. Ama Tayyip Erdoğan istedi diye değil; sermayenin çıkarı öyle gerektirdiği için öyle yönetilmektedir.

Bu yazıda “Özelleştirmenin sefaleti” kısa değinmelerle açılmaya çalışılmaktadır.

Kamu işletmelerinin kurulma süreci 

Türkiye Cumhuriyeti’ni, beş büyük devletin kurduğu Düyun-u Umumiye adlı bir şirketin 40 yıldan uzun süredir yönetmekte olduğu, çökmüş bir imparatorluktan, bağımsız devlet çıkarma çabasında olanlar kurmuştur. Kadroları, ekonomik egemenlik olmadan bağımsız olunamayacağını yaşayarak öğrenmiştir.

Ülke ekonomisini kapitalist dünyayla eşit koşullarda bütünleşebilmek için ulusal sermayenin güçlendirilmesi gerektiği düşüncesinden yola çıkmışlar ve sermaye birikim sürecine katkı vermek üzere çok sayıda kamu işletmesi kurmuşlar; var olanları millileştirmişlerdir.

Tam bağımsızlık; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma; sanayileşme, gibi kavramlar o yılların anahtar sözcükleridir.

Başta demir çelik, bakır, tekstil, şeker olmak üzere gıda, cam, seramik, kimya gibi sektörlerde üretim yapan işletmeler sayesinde sermayeye ucuz girdi ve yetişmiş işgücü sağlanmış; üretimin pazara ulaştırılabilmesi için demiryolu yatırımlarına girişilmiştir. Bunun yanısıra eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kolaylaştırılmış; ucuz geçim seçenekleri sunularak, sermaye üzerindeki ücret baskısı hafifletilmiştir. Yapılanlar geniş toplum kesimlerine, ekonominin canlanması; refah düzeyinin yükselmesi; ücretsiz kamu hizmeti olarak yansımış, benimsenmiştir.

'Bizim devletçiliğimiz…'

Çok sayıda kamu işletmesi kurulması, iç ve dış kapitalist dünyada kaygılara yol açmış olmalıdır. Bu yüzden de “yanlış anlaşılmaktan” çekinmişler ve sosyalizme yönelmek gibi gizli amaçlarının olmadığını her fırsatta vurgulamışlardır.

“… Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılamadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak…” (Atatürk’ün 1935 İzmir Fuarı açılışına gönderdiği metinden)

Oysa çekinmelerini gerektiren bir neden yoktur. İşletmelerin kuruluş yasalarında özel girişimi desteklemek amacı açıkça belirtilmektedir. Üstelik Anonim Şirket statüsündedirler. Tüzel kişilikleri vardır; özel hukuk kurallarına göre yönetilmeleri öngörülmektedir. Kamu kurumlarının uymakla yükümlü olduğu kuralların çoğundan bağışık tutulmuşlardır. Dahası, pay senetleri hamiline (taşıyana) yazılıdır. Bunun anlamı, “devretme zamanı geldiğinde” yerli ya da yabancı şirketler arasında fark gözetilmeyecek demektir.

1970’li yılların ikinci yarısına değin, KİT’lerin yukarıda sıralanan işlevlerine olan gereksinme, azalarak da olsa sürmüştür.

Karadelik ilan edilmeleri

Sermaye sınıfı geliştikçe, kamu işletmelerini rakip olarak görmeye başladı. Kamunun pazar payına göz dikti. Devlet bez mi üretir? Otel mi işletir? gibi sözler işitir olduk.

1970’lerde “karadelik” ilan edildiler. Ülke kaynaklarını savurganca kullandıkları; gerekenin üzerinde işçi çalıştırdıkları; zarar ettikleri; kalkınmanın önünde engel oluşturdukları gibi savlar, neredeyse Ülkenin ana gündem malzemesi yapıldı.

Oysa verimli çalışmadıkları savı doğru değildi. Verimlilik, teknolojinin gelişkinliğiyle ilişkili bir kavramdır. Kamu işletmeleri birçok sektörde henüz özel sektörden daha gelişkin bir teknolojiye sahipti. Yenilenmediği için köhneleştiler, zaman içinde sözleri gerçek oldu.

Zarar ettikleri savlarını ise ihtiyatla karşılamalıyız. Kamu kuruluşlarının asıl amacı kâr etmek değil, kamu hizmetidir. Üstelik çoğu zarar etmiyordu. Dönemin İktidarları, verdikleri görevlerden kaynaklanan ve teknik adı “görev zararı” olan bu durumu kötü yönetilmeleriyle ilişkilendirip toplumu aldatıyorlardı.

Gerekenin üzerinde işçi çalıştırdıkları savı belki doğruydu. Ama işsizlik sorununun çözümüne olan katkılarını ihmal etmek doğru değildi. Üstelik kamuda çalışanların sendikaları, toplu iş sözleşmeleri vardı ve insanca yaşama mücadelesi verebiliyorlardı. Sendikal mücadele özel sektöre de yansıyordu ve patronlar ayaklarını denk almak zorunda kalıyordu. Bu durumdan sermaye rahatsızlık duymaya başlamıştı.

Söylemler farklı eylem aynı

Emperyalizmin çıkarları söz konusu olduğunda düzen partileri aynı siyaseti güderler. Tavırları duruma göre biraz değişebilir ama hepsi o kadardır.

Bu sözleri birkaç örnekle destekleyelim: Özelleştirme uygulamalarını düzenleyen 4046 sayılı yasa 1994 yılında DYP- SHP koalisyon döneminde çıkarılmıştır.

Özelleştirme, 1999 yılında DSP İktidarında Anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.

DSP’nin iktidar olduğu Aralık 2001’de Resmi Gazetede yayımlanmayan “gizli” bir bakanlar kurulu kararıyla Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) adını taşıyan ve yasal dayanağı olmayan bir kurul oluşturulmuştur. Kurulda TOBB; YASED; TÜSİAD gibi patron örgütlerinin üst düzey yöneticileri; ekonomiden sorumlu bakanlıkların bakan-müsteşar düzeyindeki yetkililerine yer verilmiştir. Kararnameye göre ve uluslararası şirketlerin CEO’ları bile bulunabilecektir. Komiteler kurulmuş, sermaye çıkarına olacak mevzuat hazırlamakla görevlendirilmiştir.

Komitelerin hazırladığı raporlarda önerilenlerin çoğu, zaman içinde yasa ya da Bakanlar Kurulu Kararlarına dönüştürülerek uygulanmaya başlanmıştır. YOİKK’in önerileri özetle şunlardır: Kamu hizmeti zihniyeti ve kamu görevlileri tavrı değişmelidir… madencilik lisans verme süreci gözden geçirilmelidir… kamu arazilerinin satışı teşvik edilmelidir… Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası Türkiye’deki yatırım ortamının liberal niteliğini yansıtacak daha uygun bir yasa ile değiştirilmelidir… reform politikaları, özel sektör kaygılarını yansıtabilmeli, onlara çözüm sunabilmelidir…

Devletin şirket gibi yönetilmesi

Devletin anonim şirket gibi yönetilmesi özlemi, Tayyip Erdoğan’ın düşüyle açıklanacak basitlikte bir olay değildir. Dünya Bankası; IMF; OECD gibi örgütler ile ABD ve AB kaynaklarından beslenen fonların hemen hepsi özelleştirmelerin ve devletin şirket gibi yönetilmesinin yararlarını anlatmak uğruna, milyarlarca dolar/avro harcamaktadırlar.

AKP, Devletin şirketleştirilmesi sürecini yönetebildiği için iktidar olmuştur. Ve iktidarı, gücünü yitirinceye değin sürecektir.

Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların çabalarına yabancı değiliz. Gizlide kalmış, saygınlığını yitirmemiş OECD’nin katkılarına bakalım. 

OECD, konumuzu ilgilendiren 3 önemli rapor yayımladı. Haziran/2000’de “Uluslararası Yatırımlar ve Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) Deklarasyonu” 2002’de “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar” 2005’te “Kamu İşletmeleri İçin Kurumsal Yönetim Rehberi”

Raporlardaki şu öğütler dikkat çekiyor: Reformların dışarıdan empoze edildiği yolundaki yaygın inancın giderilmesi için sendikalar ve STK’larla ortak çalışmalar yapılmalıdır; Çok Uluslu Şirketlere uygun ortamlar hazırlanmalı, yerli şirketler lehine korumacılık yapılmamalıdır. Kamu işletmeleri hiçbir kamusal yetki kullanmamalı, özel sektör işletmeleriyle eşit koşullarda rekabet etmelidir. Kamu işletmelerinden alacaklı olanlar iflas süreci başlatabilmelidir. Özelleştirilmelerinden önce, daha çok kâr edecekleri koşullar hazırlanmamışsa özel sektörün ilgi duymayacağı dikkate alınmalıdır. 

AKP’nin bu işlerin üstesinden geleceğine olan inancı OECD’nin “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar” adlı raporda şu sözlerle dile getiriliyor; “…yapısal, kurumsal ve düzenleyici reformlarda da güçlü atılımlar yapmaktadır ve söz konusu reformlar şimdiye kadar kimsenin yapmaya teşebbüs etmediği reformlardır.”

Değerine mi satıldılar? Gabin gölgesi var…

İşletmeler gabin kavramını çağrıştıran ihalelerle satıldı; yağmalandılar demek daha doğru olur. 

Garip gelebilir ama şu gerçeğin özellikle vurgulanması gerekiyor. Bizden çaldıklarını satıyorlar; ederine satılsaydı “ucuza gitmedi” diye sevinecek miydik?

Gabin, hukuk kitaplarında; “İki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde karşılıklı edimler arasında, taraflardan birinin müzayaka (darda kalma) halinden, tecrübesizliğinden ya da düşüncesizliğinden istifade edilerek oluşturulan açık oransızlığa denir.” sözleriyle tanımlanıyor.

Denetim raporlarına ve yargıya yansıyan birkaç örnek verelim:

Tahmin edilen bedeli hesaplarken çarpma yerine bölme işlemi yapmışlar; bir ihalede 96 milyon dolar teklif, tahmin edilen bedelin altında olduğu gerekçesiyle reddedilmiş, bir yıl sonra 83 milyon dolara satılmış.

Neyi sattıklarının bile farkında olmadıklarını gösteren örnekler var: Sattıkları şirketin yanında bir arsasının olduğunu bilmiyorlarmış, arada o da gitmiş. Olayın ortaya çıkması üzerine “biz onu satmamıştık” deyip yargıya başvurdular. Bir başka ihalede şirketin kasasında para olduğunu unutmuşlar; satın alanlar kasadaki parayı ve iki yıllık kârını verip işletmenin sahibi olmuş. Öyle bir fiyat belirlemişler ki; alanlar hemen iki katına başkasına satmış. Abonelerin sayaçlarını okumayıp satılmadan önce gerçekleşmiş olan alacaklarını işletmenin yeni sahiplerine armağan etmişler.

Bu tür örnekleri sayfalarca uzatabiliriz.

TEDAŞ ihalelerinde nedeni anlaşılamayan garip şeyler oldu. 2010 yılındaki 7 ayrı dağıtım şirketi ihalesini kazanan yükleniciler, söz birliği etmişçesine toplam 342 milyon dolar tutarındaki teminatlarını yakma bahasına sözleşmelerinden caydılar. 2013 yılında yeniden yapılan ihalelerde bir bölümü çok daha ucuz bedellerle satıldı.

Akdeniz Dağıtım Şirketi için 2010 yılında 1 milyar 165 milyon dolar teklif verilmişti: 2013 yılında yarı bedeline, 546 milyon dolara satıldı. İstanbul Anadolu Yakası için 1 milyar 813 milyon dolar teklif verilmişti; 2013’de 585 milyon dolar eksiğiyle 1 milyar 227 milyon dolara satıldı.

Üste para mı verdik?

Kamu işletmelerini belki de üste para verip sattık: Çok belirti var. 2021 yılı Bütçe gerekçesindeki bilgilere göre, 1986-2020 arasında 70,4 milyar dolar tutarında satış yapılmış; 69,3 milyarı tahsil edilmiş; 49 milyar dolar Hazineye aktarılmıştır. 7 milyar doları, üç bankanın kredi alacaklarını kurtarabilmek uğruna devir almak zorunda kaldığı Telekom’dur.

Fon Kullanım Çizelgelerinde, ÖİB’ne devredilen işletmelerin 1986-2019 arasında yasal yükümlülüklerini karşılamak için 7,7 milyar dolar; sermaye artırımlarına katılmak için 8,6 milyar dolar olmak üzere toplam 16,3 milyar dolar harcandığı yazılıdır. Daha açık ifade edelim: 2020 yılına değin Hazineye 49 milyar dolar aktarılmış ama satılan işletmelere 16,3 milyar dolar harcanmıştır. Bunu düştüğümüzde net tutarın 32 milyar 700 milyon dolar olduğunu görürüz.

Acele etmeyelim: gerçekte bu tutarda gelir elde edilmedi. Alınan paralardan belki daha çoğu yatırım harcaması olarak özelleştirilecek işletmelere harcanıyor. Yalnızca enerji ve ulaşım sektöründeki 5 KİT için Bütçe kaynaklarından karşılanan 342,5 milyar lira tutarında yatırım projeleri yürütülüyor. 106,7 milyar lirası 2020 sonuna değin harcandı. Kabaca da olsa karşılaştırma yapabilmek için dolar kurunu 8,50 TL varsayıp bir hesap yapalım: 40,3 milyar dolar proje stoku var ve bunun 12,5 milyar doları harcandı.

Çizelgede ayrıntısı görülüyor:






Bu işletmeler için KİT Yatırım Programında 2021-2023 arasında 112,1 milyar lira yatırım harcaması öngörülüyor. Yukarıdaki yöntemi uygulayarak dövize dönüştürdüğümüzde önümüzdeki üç yıl içinde toplam 13,2 milyar dolar ödenek kullandırılacağı anlaşılıyor.

Harcanan 12,5 milyar dolar ile 2023 değin harcanacak 13,2 milyar doları topladığımızda 25,7 milyar ediyor. Bu hesabın yıllar önce özelleştirilmiş kurumlara yapılan harcamaları içermediğini unutmayalım. Bu paralar, 7 milyar dolara satılan otel-sosyal tesisler ile kamu taşınmazlarına değil işletmeler için harcanıyor; bunu da hesaba katalım. 

Özelleştirmeden bekledikleri gerçekleşti mi?

Sermayenin beklentileri gerçekleşti. Daha da iyileştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı Ofisleri, özellikle de YOİKK’in görevini devir alan Yatırım Ofisi, Ülkeyi yerli/yabancı tekellere pazarlama işlevi görüyor.

Bize söyledikleri ise bir aldatmacaydı.

Özelleştirildiğinde, kaynaklar verimli işletilecek; maliyetler düşecek; hizmet kalitesi artacak; rekabet ortamında sağlanan yarar tüketiciye yansıyacak…toplum refahının yükselmesine katkıda bulunulacak…gibi bir dizi söz ediliyordu. Hiç biri gerçekleşmedi. Üstelik tam tersi oldu. 

Elektrik dağıtım şirketlerinden örnekler verelim: faturalar el yakıyor. Tüketiciden haksız olarak kayıp kaçak bedeli tahsil ettikleri ortaya çıkmasın diye faturalardaki borç bileşenlerini bile gizliyorlar.

Devlet, elektrik dağıtım şirketlerinin alacağının peşine düştü. Borcunu ödemediği gerekçesiyle çiftçinin tarlasını suladığı pompanın elektriğini kestiler. 2013 yılında kaçak elektrik trafolarını belirlemek üzere asker ve tanklar eşliğinde köylere operasyonlar düzenlendi; jandarma helikopterleri havadan destek verdi.

2014 yılından sonra tahsildarlık görevini Devlet üslendi. Yeni buldukları yöntemde tanklar-helikopterler görünmüyor. Bu yüzden daha çağdaş bile sayılabilir. Tahsildarlığın kuralları önceleri Bakanlar Kurul Kararlarıyla belirleniyordu yeni düzende Cumhurbaşkanı kararları çıkarılıyor. Bu yöntemde şirketler, alacaklı oldukları çiftçilerin adlarını Ziraat Bankası şubelerine bildiriyor; Banka tarımsal destek ödemelerinden kesip şirketlere ödüyor. Ve temel görevi çiftçiyi ve tarımı gözetmek olan Tarım Bakanlığı bu işten hiç sıkılmıyor; tebliğler çıkarıp uygulamayı yönetiyor.

Sermayeninse halkın değildir

Ülke kaynaklarını, özelleştirmelerle; Anonim Şirkete dönüştürüp hisse satışlarıyla; Kamu Özel İşbirliği (KOİ), Yap İşlet Devret (YİD) ya da türevleriyle; maden ruhsatlarıyla, ne yolla olursa olsun bir biçimde ele geçirenler, bütün canlılarını ve halkını da satın almış sayıyorlar kendilerini. Yaşamlarının, bedenlerinin, sağlıklarının da sahibi olduklarını düşünüyorlar. Zehirlemekte bile hiç beis görmüyorlar. Direnmelerle karşılaştıklarında kolluk güçlerinden önlenmesini talep ediyorlar. İstekleri derhal yerine getiriliyor. Yaşam güdüleri böyle; başka türlü yaşayamazlar.

Ne yapmalı?

Kendimizi sermayeye yem edecek değiliz. Nasıl ele geçirdilerse biz de aynı yöntemlerle geri alacağız. Ülkemizin zenginliklerine sahip çıkacağız.

Kadir Sev / SOL



Ulaştırma Bakanlığı tur firması gibi olmuş! - Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

Kanunlara uymamak memlekette kanun haline geldi.

Bakın bir kanun var. Sayısı maddesi önemli değil.

Diyor ki:

"Aralarında kabul edilebilir doğal bir bağlantı olmadığı sürece mal alımı, hizmet alımı ve yapım işlerinin bir arada ihale edilemez."

Çok net değil mi?

Bu netliğe rağmen yetmemiş bir yönetmelik yayınlanmış, "böyle yapacaksınız" diye.

Ancak buna rağmen kanun, amacından saptırılmış ve farklı amaçlar ile kullanılmış.

Anlatayım…

Ulaştırma Bakanlığının gerçekleştirdiği, "yapım işi ve mal alımı sözleşmelerinde" yer alan "Diğer Hususlar" bölümünde düzenlemeler yapılmış. Yapılan düzenlemelerle, Bakanlığın "ihale konusu işle ilgisi olmayan genel ve sürekli ihtiyaçları" söz konusu ihaleler kapsamında karşılanmış.

Önce şu tabloya bakın:

Çeşitli ihalelerde şartnameye eklenen "ihtiyaç" diye sözleşme maddelerine de eklenen Bakanlığın istedikleri bunlar.

"Evrak imha makinesi" nedir yahu!

Tablodan görüleceği üzere, sözleşmeye bağlanan işler kapsamında çok sayıda otomobil, ofis araç ve gerecinin temin edilmesi istenilmiş.

Temin edilen otomobil, araç ve gereçlerin büyük bir bölümünün (lüks araçların tamamı) Bakanlık merkez teşkilatınca kullanıldığı da tespit edilmiş.

Dolayısıyla, temin edilen araç ve gereçler sözleşmesi yapılan işin ifasından ziyade idarenin merkez teşkilatının genel ve sürekli ihtiyaçlarının teminine yönelik olduğu anlaşılıyor.

Oysaki kamu idarelerinin genel ve sürekli ihtiyaçlarının nasıl temin edileceği mevzuatta açık şekilde düzenlenmiş.

Devam edelim…

Bir tabloyu daha dikkatlerinize sunuyorum.

Lütfen inceleyin:

Bakanlık, Ulaştırma Bakanlığı değil mübarek Turizm Bakanlığı.

Personelinin yurt dışı gezisini organize ediyor. Sadece yukarıdaki üç konuda "teknik inceleme gezileri" olduğunu sanmayın.

Bakın bir tablo daha sunayım:

Yukarıdaki tablodan görüleceği üzere, yurt içi ve yurt dışı birçok gezilerin sözleşmeler kapsamında yüklenici tarafından karşılanması öngörülmüş.

Yani denmiş ki; bu ihaleyi alırsın ama bizi gezdir.

Bu uygulamanın kamu görevlilerince imzalanan Etik Sözleşmesi'ne ve etik davranış ilkeleri ile ilgili mevzuata uygun mudur?

Çünkü personelin uçak, konaklama, iaşe, ulaşım vs. giderinin karşılanması istenilmiş.

Bakın açık açık ilgili yönetmeliği yazmak zorundayım.

Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin "Hediye Alma ve Menfaat Sağlama Yasağı" başlıklı 15'inci maddesinde ne diyor?

"Kamu görevlisinin tarafsızlığını, performansını, kararını veya görevini yapmasını etkileyen veya etkileme ihtimali bulunan, ekonomik değeri olan ya da olmayan, doğrudan ya da dolaylı olarak kabul edilen her türlü eşya ve menfaatin hediye kapsamında yer aldığı, kamu görevlilerinin hediye almamasının, kamu görevlisine hediye verilmemesinin ve görev sebebiyle çıkar sağlanmaması temel ilkedir."

Aynı maddede; görev yapılan kurumla iş, hizmet veya çıkar ilişkisi içinde bulunanlardan alınan karşılama, veda ve kutlama hediyeleri, burs, seyahat, ücretsiz konaklama ve hediye çeklerinin hediye alma yasağı kapsamında yer aldığı vurgulanmış.

Akıl alır gibi değil.

Birkaç kalem ihale karşılığında devletin imkânlarıyla böylesine seyahatlerin yapılmasını aklım almıyor.

Ama anında kafamda da bir soru beliriyor.

Acaba geçen yıl tartışma konusu olan gri pasaport skandalının bir benzeri de burada yaşanmış mıdır?

İncelemeye devam edelim…

Murat AĞIREL / YENİÇAĞ