5 Kasım 2021 Cuma

ABD-Meksika sınırında Haitililer - Korkut Boratav / SOL

 Bazıları çaresizlikten, bir bölümü bilinçli olarak Haiti’de kalıyor. Ataları, ülkelerini kölelikten kurtarmıştı. Kalanlar da onların açtığı yolu er veya geç sahiplenecek, izleyecektir.

7 Temmuz 2021’de Haiti Cumhurbaşkanı Moise, kiralık bir çete tarafından öldürüldü. Sol  Haber’de yayımlanan 22 Temmuz 2021 tarihli bir yazıda Haiti’deki bu siyasal cinayeti ve öncesini açıklamaya çalışmıştım. 

Yazıda, Haiti’nin 1804’te Afrika kökenli kölelerin Fransız ordusunu yenilgiye uğratan bir isyan sonunda Güney Amerika’da bağımsızlığını ilk kazanan ülke olduğunu hatırlatıyor; bu şanlı başlangıcı izleyen trajik gelişmeleri özetliyordum. ABD emperyalizminin belirleyici rolünü de vurgulanarak… 

Suikasttan üç hafta sonra ülke, binlerce ölüme yol açan bir depremle sarsıldı. Siyasal kargaşa, artan asayişsizlik ve ekonomik çöküntü ABD’ye göç dalgasını hızlandırdı.  

Haiti’deki gelişmeleri izlemeye çalışıyorum. Aşağıda aktaracağım fotoğraflar, bu yazıya vesile oldu.

Rio Grande nehrinde Teksas’lı sınır muhafızları

İlk fotoğraf, AP muhabirleri tarafından ABD-Meksika sınırının bir bölümünü oluşturan Rio Grande nehrinde çekilmiş (AP, 24 Eylül 2021). Bu doğal sınır, Güney Amerika göçmenlerini durdurmak için Trump’ın inşa ettiği duvarın dışında kalır. Sınırın denetimi, fotoğrafta yer alan Teksas sınır muhafızları tarafından da üstlenilmiştir. 

Öyle anlaşılıyor ki, sınır muhafızları, öncelikle nehirden geçişi önlemekle görevlidir.  Haiti’den “sığınmacılık” başvurularının bugünlerde ilke olarak reddedildiğini öğreniyoruz.

 İkinci fotoğrafta  bir Teksas’lı “ranger”ın, Rio Grande’yi geçebilen iki Haitili’yi kovalaması yer alıyor. Gençlerden biri derdest edilmek üzeredir. Arkadaşının kaçması güçtür. Rio Grande yakınsa Meksika tarafına bırakılacak; aksi halde yakındaki göçmen/sığınmacı kampına taşınacaklar.

Benzer bir fotoğrafta da “ranger”lar, Rio Grande’yi geçmeye çabalayan Haitili göçmenleri kırbaçlamaktadır. Suçlamalar karşısında Teksas yetkililerinin “kırbaçlama yok; caydırmak amaçlanıyor” açıklaması durumu hafifletmiyor.  

AP’nin fotoğrafları ABD Güney eyaletlerinin ırkçı sicilini hatırlatıyor.  Yazının başında yer alan resim, bu tarihi hatırlatmak için ilerici çevreler tarafından yayımlanmış. Profesör Anne Bailey’in açıklamasına göre resimdeki kırbaçlı, atlı beyazlar, kölelik döneminde Güney eyaletlerinde yaygın olan silahlı “köle devriyeleri”ni temsil etmektedir (BBC News, 23 Eylül 2021). Çiftliklerinden kaçan köleleri yakalayıp sahiplerine teslim etmekle görevli “resmî” inzibat gücü… Teksas sınır muhafızlarının iki yüzyıl önceki benzerleri…

ABD yolundaki Haitililer ve diğerleri… 

Vizesiz Haitililer için uçakla, gemiyle ABD’ye ulaşmak söz konusu değildir. Öyleyse fotoğraflardaki göçmenler, Teksas sınırındaki Rio Grande’ye nasıl ulaştı? 

Spiegel muhabirleri Haiti’den Meksika-ABD sınırına akan insan kalabalıklarının bir güzergâhını belirlemiş. Bazılarının öyküleri aktarılıyor. Spiegel’in İngilizce baskısında 22 Ekim 2021’de yayımlanan yazı “A Deadly Jungle on the Trek to America” başlığı taşıyor. 

Haiti göçmenlerini kara yoluyla ABD sınırına taşıyacak “uzun yürüyüş”, Kuzey Kolombiya’daki Necocli kasabasının iskelesinde başlıyor. Çeşitli biçimlerde Latin Amerika’ya geçmiş Haitililer için ilk aşama Necocli’den kalkan bir yolcu teknesi ile Uraba Körfezi’nin Kuzey kıyısına ulaşmaktır. Oradan Kolombiya-Panama sınırını içeren ölümcül Darien Ormanı’na geçilecek; en az altı gün süren ulaşan 100 km’lik bir yürüyüşten sonra Panama yetkililerine ulaşılacaktır. 

Spiegel muhabirleri ilk yolcu teknesine bilet alabilmiş bir Haitili ile görüşebilmiş. Ottomobil tamircisi Wickendy Romain… Haiti’den Şili’ye geçen Wickendy,  orada bir süre çalışıp para biriktirdikten sonra karısı ve küçük çocuğuyla birlikte “yola çıkmış”.  Necocli’de yüzlerce Haitili daha tekne bileti kuyruğundaymış. 

Darien Ormanı, insan kaçakçıları ve çetelerin denetimindeymiş. Romain, kaçakçıların insan başına 80, her sırt çantası için 10, her çocuk için 30 dolar aldıklarını duymuş. Panama’ya ulaşan göçmenleri barındıran geçici kamplar için kişi başına 10, Costa Rika sınırına giden otobüsler için 40 dolar gerekiyormuş.  

Spiegel, Ekim başından beri bu güzergâhın 90.000 Haitili ve Latin Amerikalı göçmen tarafından kullanıldığını açıklıyor. “Uzun yolculuk” Costa Rika’dan sonra, Nikaragua, Honduras, Guatemela, Meksika’yı geçerek Rio Grande nehrine ulaşmaktadır. 

Spiegel muhabirleri, Darien Ormanı’nın Panama tarafında yer alan küçük Baja Chiquito köyüne de ulaşabilmiş. Her gün bini aşkın göçmenin durak yeri… Ormanın iki tarafında insan kaçakçılığı dışında, soygun, cinayet, tecavüzün de yaygın olduğunu öğreniyorlar.   

Muhabirler, orman içindeki nehirde kocasını ve bir çocuğunu kaybeden Venezuela’lı bir kadın ve soyulan, tecavüze uğrayan Haitili bir grupla görüşmüş. Kayıplarına rağmen ABD sınırına ulaşmaya kararlı insanlar… 

Haitili göçmen Teksas’a ulaştığında “siyah” kimliği nedeniyle sadece sınır muhafızlarının değil, bürokratların da ayrımcılığına uğrayacaktır. AP, Güney Amerika kaynaklı sığınmacı başvuruları içinde en düşük kabul oranının Haiti’ye uygulandığını; Teksas’taki göçmen kampının ise “yüz karası, insanî bir felaket” uğrağı olduğunu   haberleştiriyor. 

Kamplardaki sığınmacılar da, Biden’ın talimatı üzerine, günlük uçaklarla Haiti başkenti Port-au-Prince’e taşınmaya başlamıştır. 

Haiti’den haberler…

Cumhurbaşkanı Moise’nin öldürülmesi sonrasında Haiti’deki gelişmeler nasıl? 

ABD’nin öncülüğündeki Batı ittifakının önerisi üzerine, başbakanlığa  Ariel Henry getirildi. Atamadan hemen sonra Haiti Başsavcısı, Henry’nin suikast zanlısı olarak soruşturulmasını ve ülke dışına çıkışının yasaklanmasını kararlaştırdı.   Başbakan Henry de Başsavcıyı görevden aldı. Türkiye’de “olağan” karşılanacak bir gelişme… 

Göç yoluna çıkamayan Haitililer ne yapıyor? 

Yanıtın ip uçları 22 Temmuz 2021 tarihli Sol Haber’deki yazıda yer almıştı: ABD emperyalizminin ve neoliberalizmin Haiti halkını üretimden koparmasının, yoksulluğa mahkûm etmesinin  aşamaları… 

Suikasttan ve son depremden sonra ülke, çetelerin denetine girmiş görünüyor.   Faal  nüfus ikiye ayrılmış gibidir: Çete mensupları ve mağdurları… Okul çıkışlarında rastgele öğrenciler, işportacılar dahi kaçırılmakta; “yoksul mağdurlar”dan radyolarını, buzdolaplarını satmaları ve istenen fidyeyi ödemeleri istenmektedir.  Sınıf arkadaşları kaçırılan bir grup öğrenci, aralarında para toplayarak fidye bedelini ödemiş. 

Başkent Port-au-Prince büyük ölçüde çeteler tarafından yönetilmektedir. En gösterişli eylem Amerikalı bir misyoner grubundan on yedi kişinin kaçırılması oldu. Çete, kişi başına birer milyon dolar talep etmektedir. Bu satırları yazdığımda sonuç belli olmamıştı. 

Ülkelerinin bu örneklerde betimlenen “makus talihi”ne rıza göstermeyenler arasında  Rio Grande’yi geçmeye çalışırken fotoğrafları çekilen güzel insanlar, ABD’ye uzanan tehlikeli, belki de ölümcül “uzun yolculuk” için  karısı ve çocuğuyla birlikte Necocli iskelesinde bekleyen otomobil tamircisi Wickendy Romain var. Dileriz yolları açık olur. 

Bazıları çaresizlikten, bir bölümü bilinçli olarak Haiti’de kalıyor. Ataları, ülkelerini kölelikten kurtarmıştı. Kalanlar da onların açtığı yolu er veya geç sahiplenecek, izleyecektir.

Korkut Boratav / SOL 


4 Kasım 2021 Perşembe

Mafya sokakta, fikirleri iktidarda: Kürşat Yılmaz kimdir? + Susurluk'un anlattığı: Ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti / Orhan Gökdemir-SOL

 Mafya sokakta, fikirleri iktidarda: Kürşat Yılmaz kimdir?

Ülkücü mafya Kürşat Yılmaz da Alaattin Çakıcı gibi çıkar çıkmaz soluğu Devlet Bahçeli’nin makamında aldı. İşte tekmili birden Kürşat Yılmaz vakası. 

Yakup Kürşat Yılmaz. 12 Eylül Darbesi öncesinde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. 12 Eylül darbesinin ardından MHP de yan kuruluşları ile birlikte kapatıldı. Boşta kalan ülkücülerin çoğunluğu başta çek-senet tahsilatı olmak üzere bir takım silahlı-külahlı kişisel işlere girişti ve kısa sürede büyük bir mafya organizasyonuna dönüştü. Kürşat Yılmaz da pratisyenliği ÜGD’de tamamlayan ve mafyaya terfi olan “ülkücü” mafya üyelerinden biri.  

Kürşat Yılmaz’ın en bilinen eylemi Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesi. Suyolcu, 16 Mayıs 1995’te Fırat Erdoğan isimli bir kiralık katil tarafından evinin önünde öldürüldü. Cinayetin sebebi Kuşadası’nda rantın giderek büyümesi ve mafyanın bu ranta el koymak istemesiydi. Hatta tarihe “Susurluk Olayı” olarak geçen kazada ölenlerin Kuşadası’nda bir toplantıdan döndüğü, toplantıda Kuşadası’nda açılması planlanan kumarhanelerin görüşüldüğü iddia ediliyordu.  

Cinayetin ardından Kürşat Yılmaz ve adamlarına dava açıldı. Aydın 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen dava sonucunda Fırat Erdoğan ömür boyu hapse, azmettirici oldukları iddiasıyla yargılanan çete lideri Kürşat Yılmaz ve yardımcısı Yavuz Kaşıkçı da 16'şar sene hapse mahkûm oldu. Sanıklardan Şerafettin Kurt cezaevinde öldürüldü. Temyiz sürecinde Yargıtay mahkemenin verdiği 16 yıl hapis cezasını az bularak arttırılmasını istedi. Tekrar görülen davada Kürşat Yılmaz'a müebbet, Yavuz Kaşıkçı'ya idam cezası verildi.

CEZAEVİNİN TORPİLLİ MAHKUMLARI

Kürşat Yılmaz’ın yardımcısı olarak kayda geçen Yavuz Kaşıkçı’nın adı 1992’de Yenikapı Çakıl Gazinosu’nda uyuşturucu kaçakçısı Osman Ayanoğlu’nun öldürülmesi olayında da geçmişti. Yavuz Kaşıkçı cinayetin azmettiricisi olduğu gerekçesiyle yargılandı, 1993’te beraat etti. Bir başka cinayetten yargılandığı için tutukluğu sürdü. Bir yıl sonra hastaneye götürülürken kaçtı, dört ay sonra yakalandı. İçerdeyken adamları cinayet işlemeyi sürdürdü. 

Kürşat Yılmaz da 1998’de Burdur Cezaevinden görevli Uzman Çavuş Numan Güvenir tarafından kaçırıldı. Kaçışla ilgili açılan davada cezaevi müdürü ve yardımcılarının da kaçışa yardımcı oldukları iddia edildi. Cezaevi müdürü Kürşat Yılmaz’ın torpilli bir mahkûm olduğunu, dönemin Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Hayrettin Gökdemir ve birkaç üst düzey yönetici tarafından sık sık ziyaret edildiğini anlattı. Kaçısın organizasyonu için bazı iş adamlarından da haraç alınmıştı.

Bunun üzerine Kürşat Yılmaz çetesine karşı bir operasyon düzenlendi ve 13 çete üyesi gözaltına alındı. Sanıkların karıştığı iddia edilen eylemler şöyleydi:

-3 Mart 1997: Kağıthane İlçesinde İzzet Fıçıcı’nın yaralanması
-9 Kasım 1997: Kağıthane’de Halil Aydın’ın yaralanması
-15 Aralık 1997: Beyoğlu’nda Düver Bar’ın kurşunlanması
-20 Şubat 1998: Şişli’de As Menkul Değerler’in kurşunlanması
-24 Nisan 1998: Gaziosmanpaşa’da İzzet Yılmaz’ın yaralanması
-12 Mayıs 1998: Zeytinburnu’nda Mustafa İhtiyar’ın tabanca ile öldürülmesi
-3 Haziran 1998: Güngören’de Hayri Dinçer Ekerer’in yaralanması

Bu iddialar üzerine Kürşat Yılmaz Behçet Cantürk’ü öldüren güçlerin kendisinden Liceli iş adamı Halis Toprak’ı öldürmesini istediklerini, bunu reddettiği için bir takım cinayetlerin üzerine yıkıldığını söyledi. 

Cezaevindeyken adı iki cinayete daha karıştı. O sırada, özel izinle İstanbul Emniyet Müdürlüğü Özel Kalem’inde çalışan Polis memuru Tülay Çetin‘le evlendi.

Başı sıkışan Kürşat Yılmaz'ın kapısını çalıyor

2005 yılında hakkında yeniden dava açıldı. Kürşat Yılmaz ve adamlarına yönelik yürüttüğü soruşturmayı tamamlayan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Yılmaz ile birlikte iş adamı Korkmaz Yiğit, türkücü İbrahim Tatlıses, manken Tuğba Özay ve “Banker Kastelli” olarak tanınan Abidin Cevher Özden'in de aralarında bulunduğu 42 kişi hakkında 2 ile 307 yıl arasında değişen hapis cezaları istiyordu. İddianamede, Yurtbank'ın eski sahibi Ali Avni Balkaner, “Asena” adıyla tanınan oryantal Onur Çakmak ve gazeteci Zafer Mutlu'nun da aralarında bulunduğu 23 kişi “müşteki” olarak yer aldı. 

İddianameye göre Tatlıses Onur Çakmak’ın çalıştırılmaması, Zafer Mutlu da çetesi tarafından tehdit edilmesi nedeniyle Kürşat Yılmaz’a başvurmuştu. Korkmaz Yiğit ile Cevher Özden de aralarındaki alacak verecek davasını halletmesi için cezaevindeki Yılmaz’ın kapısını çalmıştı. Yılmaz adı geçen kişilere “ekonomik konularda danışmanlık” hizmeti veriyordu. İddianamede, eski MHP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi Ali Maytalman'ın Kürşat Yılmaz'ın arkadaşı olduğu, Maytalman'ın zaman zaman örgüt mensuplarının önemli kişilerle görüşmesini organize ettiği, talep geldiğinde örgüt adına siyasi kimliğini kullanarak itilaflı kimseler arasında arabuluculuk görevi yapıp bunun karşılığında örgütten pay aldığı öne sürülüyordu.

İddianamede, eski futbolcu Mecnur Çolak'ın gasp edilmesi, Yusuf Daşdan'ın silahla yaralanması, Mahmut Cantürk ve oğlu Dursun Cantürk'ün zorla alıkonulması, Varuna Turizm'in sahibi Süreyya Pekuysal'ın tehdit edilmesi olaylarının da aralarında yer aldığı 17 konuya yer verildi. “Reina” adlı gece kulubünün baskı yoluyla satın alınmaya çalışılması ile “Alişan” olarak bilinen şarkıcı Serkan Burak Tektaş'ın korunması olaylarına ilişkin hazırlık soruşturmasının sürdüğü için dosyalarının ayrıldığı bildirildi.

Bahçeli işaret etmişti

Kürşat Yılmaz o davada “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, yönetmek, nitelikli yağma, tehdit, kasten yaralama, kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” gibi suçlardan 66 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 2021 yılında Kürşat Yılmaz'ın avukatlarının başvurusu üzerine yeniden yargılama talebi, dosyadaki bir kısım suçlar yönünden kabul edildi, 32 yıllık cezadan beraat etti. Bu cezanın infazdan düşürülmesinin ardından kalan ceza yönünden infaz süresi tamamlanan Kürşat Yılmaz, güvenlik gerekçesiyle 29 Ekim tarihinde gece yarısı cezaevinden tahliye edildi. Tahliye olmasının ardından ilk işi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ziyaret etmek oldu.  Ziyaretin ardından MHP’den yapılan açıklamada, “Ülkü ve ülke sevdalısı olan, davalarının gözü kara yiğitlerinden Yakup Kürşad Yılmaz, tahliye olmaları münasebetiyle Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli Beyefendiyi ziyaret etmişlerdir” denildi. 

Kürşat Yılmaz’ın bırakılmasının işaretini MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir açıklaması vermişti zaten. Bahçeli, HDP'li Selahattin Demirtaş'ın serbest bırakılması talebine Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz örneğiyle yanıt vermiş, “Peki, ülkü ve ülke sevdalısı olan, davalarının gözü kara yiğitleri olarak bilinen mesela Alaattin Çakıcı, mesela Kürşat Yılmaz, 100 bin ülkücünün imzasıyla aday gösterilseydi, bu kahramanlarımız için de cezaevinden çıkarılmaları için bir kampanya yapılacak mıydı? Bu kardeşlerimizi taş duvarların ardında çürümeye terk etmek ne kadar adil ve adaletlidir” demişti.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “dava arkadaşım” diyerek sahip çıktığı ülkücü mafya lideri Alaattin Çakıcı da cezaevinden salıverildikten sonra Devlet Bahçeli’ye teşekkür ziyaretinde bulunmuştu.  Sedat Peker’in yurtdışına kaçması, oradan iktidarı hedef alan açıklamalarda bulunmasının cezaevinden salınan mafya liderleriyle ilgili olduğu iddia ediliyor. Türkiye tuhaf, karanlık bir dönemin tam ortasında. Ülkücü mafya sokakta, fikri iktidarda! (Orhan Gökdemir-SOL(04/11/2021)

                                                              ***

Susurluk'un anlattığı: Ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti 

Susurluk’ta kaza yapan otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan “derin devlet” olduğu sanıldı. Oysa bildiğimiz sermaye düzenin pisliğiydi.

Susurluk’ta kaza yapan otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan “derin devlet” olduğu sanıldı. Oysa devlet bir bölümüyle değil bütünüyle hukuk dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır. 

Kontrgerilla türü örgütlenmeler, 2. Dünya savaşını takip eden yıllarda aşırı motive olmuş ve aşırı kışkırtılmış ülkelerde ortaya çıktı. Yunanistan, İtalya, Fransa, Almanya, Belçika vb. ülkelerde NATO örgütlenmesine paralel ve kuşkusuz NATO’dan daha güçlü bir “Süper NATO” oluşturulmuştu. Sınır ülkeler, Yunanistan ve İtalya “Komünizm tehlikesi”ne en açık ülkelerdi. İtalya’nın düşmesine yüksek ihtimal diye bakılıyordu ve böylece Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e açılacağı hesap ediliyordu. Türkiye ise zayıf sol hareketiyle denklemin ve tehlikenin dışındaydı. NATO’ya girmek için direndi, yolu açmak için 1951 Büyük Komünist Tevkifatı, Rusya’nın Türkiye’den toprak istediği iddiası vb gibi bir takım iç tertiplere başvurdu. Sonunda, Yunanistan ile birlikte NATO’ya girmeyi başardı.

Bize, kontrgerilla türü örgütlenmeler Amerikan yardımı ile birlikte geldi. Polis, ordu ve elbette istihbarat teşkilatı bizzat Amerikalılar tarafından eğitildi, yönlendirildi. Böylece komünizmle mücadele için kışkırtılmış ve aşırı motive olmuş bir yeni devlet aygıtı oluşturuldu.

Burada örgütlenmenin temel esprisi ne pahasına olursa olsun Komünist yayılmanın durdurulması ve eğer başarısız olunursa, bir ‘komünist işgale’ karşı yeraltında bir direniş hareketi oluşturulmasıydı. Örgütü oluşturmak için harekete geçenler, bu mücadele için en hazır güç olarak dinci ve radikal sağ örgütlenmeleri buldular. 

Devletin mafyalaşması 

Mafya da kendisine göz yumulması karşılığında “mücadeleye” her türlü hizmete hazırdı. ABD, mafyanın buradaki rolünün ne kadar önemli olduğunu İtalya’ya asker çıkarırken iş birliği yaptığı İtalyan mafyasından öğrendi. Bu silahlı, gözü kara ve “devletimsi” güç, kolay ikna ediliyor, hızlı bir şekilde mobilize oluyor ve komünizmle mücadelenin gerektirdiği şiddeti profesyonelce kullanıyordu. Öte yandan mafyanın kontrolünde olan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile oluşan muazzam kara para, “örtülü operasyonlar”ın finansmanı için gereken paranın bulunmasında yerel meclislerin çıkaracağı muhtemel sorunlardan kurtulma şansı sağlıyordu.

Böylece Süper NATO için “Kirli NATO” olmanın yolu da açılmış oldu. Oluşan kayıtsız güç, kaydı olmayan yasaları oluşturmakta da gecikmedi. Terör, dünya tarihinde ilk defa, devletin gücünü kullanan odakların kontrolünde uygulanıyordu. İtalya’da Gladio ve Masonik P-2 örgütlenmeleri açığa çıkarıldığında, Süper NATO’nun süper işlerinin büyük kısmının terör eylemlerine girişmek ve bu eylemleri solcular yapıyormuş gibi göstermek olduğu anlaşıldı. Öte yandan, Vatikan’ın da boylu boyunca içinde olduğu bir ağ kurulmuştu. Bankaların, uluslararası tekellerin, popüler politikacıların, CIA’nın, ABD ordusunun kontrolünde yerel askeri güç odaklarının, büyük sermayedarların, ünlü gazetecilerin rol üstlendiği karanlık ve kuşkusuz sağ bir güç odağının izleri seziliyordu. O dönem İtalya’nın en güçlü adamı olarak kabul edilen politikacı Aldo Moro’nun kaçırılıp öldürülmesine kadar uzanan siyasal cinayetler işlenmiş, paravan sol örgütlerle eylemlere girişilmiş -Kızıl Tugaylar’ın sonradan Gladio’ya bağlı olduğu anlaşıldı- yaratılan dehşet havasında sağın iktidarı garanti altına alınmıştı.

İtalya’daki “derin devlet”in zeminini oluşturan P-2 Locası ve Gladio, bütün Avrupa’yı ve yakın çevre ülkelerini sarmış olan yepyeni bir örgütlenmenin laboratuvarıydı. Türkiye, bu savaşın sıcaklığını ancak 1960’lı yılların sonunda hissetti. 12 Mart muhtırası ile oluşan sert siyasal atmosferde polis, istihbarat örgütü, asker ve mafya arasında karmaşık bağlar kuruldu. Doğal olarak mafya bu ilişkiyi kendi çıkarı için kullanmak istedi. Devlet memurları için ise bu kaçamaklar o kadar önemli değildi. Önemli olan mafyanın sağladığı yeni olanaklardı. Faik Türün, Fuat Doğu, Şükrü Balcı, Hiram Abas; ikinci kuşakta Mehmet Eymür, Mehmet Ağar, Nuri Gündeş gibi resmi kişilikler bu yeni memur tipinin en önde gelen örnekleri oldular. 1970’li yıllar devletle iş tutmayanın mafya olamayacağının anlaşıldığı yıllardı. Hemen hemen önde gelen bütün mafya babaları ceplerinde devletin verdiği kimlikleri taşıyorlardı. İçlerinden bir kısmı, Süper NATO’ya paralel uluslararası ilişkiler de geliştirmişti. Vatikan’da Saint Pierre meydanında Papa’yı hedef alan suikast, sert bir hiyerarşi içerisinde Süper NATO’dan Süper NATO’ya ve mafyadan mafyaya yeni bir ağ kurulduğunu gösteriyordu.

Susurluk devleti iş üzerinde 

12 Eylül’ün ardından oluşturulan yeni hukuk sistemi de işte bu ilişkileri korumak ve sürdürmek üzere şekillendirilmişti. Devleti kutsayan bu yeni anlayış içinde, siyasal cinayetler doruğa çıktı, “faili meçhul cinayet” “devlet tarafından işlenen cinayet” anlamına geliyordu artık. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in bütün bu ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasının ardından söylediği “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü, ülkenin içinden geçtiği 40 yılın birikimini özetliyordu. 
“Şerefli kurşun atanlar”, aynı zamanda uyuşturucu kaçakçısı, mafyöz ve yasadışı kişilerdi. Mafya uyuşturucu kaçırır, cinayet işler ama mutlaka şereflidir. Sicilya mafyası bir “şerefli adamlar örgütü”dür. Türkiye’nin NATO’lu yıllarında “şeref”in politikacı, polis müdürü, istihbaratçı vb. için bir şifre kelime haline gelmesinin sırrı budur. Şeref devlet güçlerinin hızla mafyalaştığını, mafyanın da hızla devletleştiğini göstermektedir.

Dünyanın her yerinde, soğuk savaşa göre konumlanmış bütün ülkelerde ortaya çıkan belirgin bir çürümenin işaretleridir bunlardır. Hukuku bir soğuk savaş aygıtı haline getiren devletler, sürecin sonunda birer çete devlete dönüşmüş, çürümüştür. CIA için şaka yollu söylenen Cocain Important Agenci (Kokain İhraç Örgütü) tabiri gerçekte gelinen noktayı göstermektedir; Killerkapitalismus (Katiller kapitalizmi) terimi ise sistemin yeni efendilerinin kimler olduğunu...

Denildiği gibi, kapitalizmin savunulması artık her yerde bir karşıdevrim örgütlenmesini zorunlu kılar... Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki, devletin, hukukun, çetelerin bu iç içe geçmesi bir arızaya değil, bir yeni yola işaret etmektedir. Ve ne yazık ki karanlıktan aydınlık çıkacağını sananlar yanılmışlardır. Dünyanın hızla muhafazakarlaşmasının ardında, sistemin işte bu keskin dönüşümü yatmaktadır. ABD’de Neo-Con’lar, Türkiye’de Nev-Müslümanlar işte bu karanlığın içinden çıkmışlardır. Usame Bin Laden’in daha yakın zamanın bir CIA yetiştirmesi olduğu, Bush’un da kariyerini onun yanında yaptığı unutulmaktadır. Dünya, istihbarat teşkilatlarının içinden gelen politikacılar yönetimindedir.

Türkiye’de yaşanan ise “çetelerin tasfiye”sinden çok, “başkalarının çeteleri”nin tasfiyesinden ibarettir. Mafya devlet boşluğunda doğar ve giderek devletin yerini alır. Bugün devlet içinde çetelerin güçlenmesinin yanında, bizzat devlet memurlarının bir tür feodalleşmesi, çeteleşmesi söz konusudur. 

Çeteleşme, ortaya çıktığı hemen her yerde kendi hukukunu oluşturur ve giderek devleti biçimlendirir. Bu nedenledir ki, Sedat Peker olmadan “darbe” planı yapmak mümkün olmamaktadır.

Devletin yozlaştığı ancak toplumun ayakta kaldığı yerde bu ağ çözülmekte ve temizlik için ileri adımlar atılabilmektedir. Ancak ne yazık ki, bizim de içinde bulunduğumuz bölgelerde devletle birlikte toplumlar da yozlaşmışlardır. Küçük çeteciklerden oluşmuş bir toplum yepyeni bir vakadır ve bunun imkanlarının olduğu yönünde ciddi işaretler ortaya çıkmaktadır. 

Çeteleşme dünyanın yeni haliydi çünkü daha iyi bir dünyanın olabileceği yönündeki umut kaybedilmişti.

Halk yoksa çete var

Türkiye’de çeteleşme oluştuğu andan bu yana biliniyordu. Bazı “saplantılı” yazarlar ve gazeteciler geride bıraktıkları küçük izleri takip ederek çetinin az çok bir resmini oluşturabilmişti. Kamuoyu ise o fotoğrafın tartışmasız bir gerçek olduğunu 3 Kasım 1996'da Balıkesir-Bursa karayolu üzerindeki Susurluk ilçesinde meydana gelen bir trafik kazası sonucu öğrendi. Kamyona çarparak parçalanan lüks aracın içinden devlet-polis-mafya birlikte teşhis edilmişti. 

Ancak bu gerçek de çarpık bir biçimde algılandı, otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan “derin devlet” olduğu sanıldı. Oysa devlet bir bölümüyle değil bütünüyle hukuk dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan Cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır. Susurluktan biliyoruz, hukuk yoksa, yasa yoksa, denetim yoksa, halk muhalefeti yoksa devlet derin devlettir.

(Orhan Gökdemir-SOL(03/11/2021)

3 Kasım 2021 Çarşamba

Narlıdere balıkçı barınağında çevre kirliliği yaratan tersanenin sorumlusu kim?- Ramis SAĞLAM / EVRENSEL

 

    Fotoğraf: Ramis Sağlam/Evrensel 

Narlıdere Su Ürünleri Kooperatifinin kullandığı balıkçı barınağı içindeki tersanenin neden olduğu çevre kirliliğine dair haberimiz Meclis gündemine taşındı.

CHP İzmir Milletvekili Kani Beko, Altıevler Mahallesi’nde (Sahilevleri) Narlıdere Su Ürünleri Kooperatifinin kullandığı balıkçı barınağının içindeki tersanenin çevre kirliliğine neden olduğuna dair haberimizi Meclis gündemine taşıdı.

Tersanenin çevreye ve halka verdiği zarar için Meclise soru önergesi veren CHP’li Beko’ya Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ile Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli'den yanıt geldi.

GEÇİŞTİRMELİK YANITLAR

Gelen yanıtlarda “2872 sayılı Çevre Kanunu ve İlgili Yönetmelikler kapsamında İzmir Valiliğince (Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü) denetimler yapılmakta olup; numune alma ve analiz işlemi gerektiği durumlarda ilgili Yönetmelik hükümlerine göre işlemler yapılmaktadır” denildi, ayrıntılı cevap verilmedi.

Yanıtta ayrıca gürültü kirliliğine ilişkin tüm şikayetlerin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığına iletildiği belirtildi.

Beko, soru önergesine aldığı cevap üzerine Evrensel'e yaptığı açıklamada, “Her kurum kendi görevi çerçevesinde işlerini yürüttüğünde bu sorunlar çözüme kavuşacaktır. Önemli olan sorunların çözülmesidir” dedi.

TEHLİKE DEVAM EDİYOR

Altıevler Mahallesi’nde yaşayan ve adlarının açıklanmasını istemeyen yurttaşlar, “çekek” diye tabir edilen alanda insan ve çevre sağlığının tehdit edildiğini, sorunların devam ettiğini söylediler.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezine (CİMER) yaptıkları başvuru sonrası kendilerine, bölgeden Narlıdere Tarım İlçe Müdürlüğünün sorumlu olduğu yanıtının verildiğini aktaran vatandaşlar, Beko’ya verilen yanıttaysa Narlıdere Tarım İlçe Müdürlüğünden hiç söz edilmediğini ifade etti.

CİMER ile soru önergesine verilen yanıtların birbiriyle çelişkili olduğunu belirten vatandaşlar, “Adeta laf prosedürü tamamlamak için cevap verilmiş. Bizim sorunlarımız hâlâ devam ediyor” dediler.

"SUÇ DUYURUSUNDA BULUNACAĞIZ"

Vatandaşlar, insan ve çevre kirliliğini tehdit eden, karantina altında su jetleriyle yapılması gereken işlemlere yönelik son çare olarak savcılığa başvuracaklarını söylediler.

Yaşanan sorun karşısında duyarsız kalan kurumları göreve çağıran vatandaşlar, “Bu bölgede yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz. Çevreye zehir saçanlarla yargı önünde hesaplaşacağız” dediler.

BEKO'NUN YÖNELTTİĞİ SORULAR

Kani Beko’nun, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemir’li tarafından yanıtlanması istemiyle sorduğu sorular şöyleydi:

  • -Narlıdere balıkçı barınağının içinde olduğu belirtilen tersaneye ilişkin olarak bakanlığınız tarafından yapılmış olan bir denetim bulunmakta mıdır? Varsa sonuç ne olmuştur?
  • -Bahse konu bölge için “organokalay” maddesinin yayılımı konusunda ölçümlerin yapılması için ilgili kamu kurumlarınca bir çalışma başlatılmış mıdır?
  • -Sahil boyunca balık tutan kişilerin, gıda ürünü satan restoran ve lokantaların tersanedeki kimyasallardan ve kirletici mahiyetteki unsurlardan etkilendiği endişesi yurttaşlarca, kamu otoriteleri ile defalarca paylaşılmıştır. Bakanlığınız veya ilgili kurumlarca bu konuda hangi çalışmalar yapılmıştır? Bu çerçevede yapılmış testlerin ya da analizlerin sonuçları nedir?
  • -Bahse konu tersaneden kimyasal maddelerin yanı sıra büyük bir gürültü yayıldığı belirtilmektedir. Bu konuda sorumlu olanlar çeşitli kereler ceza almış olmalarına rağmen sorunun çözülmediği görülmektedir. Artan gürültü kirliliğine ilişkin somut bulgulara binaen Bakanlığınızca atılmış yahut atılması planlanan adımlar nelerdir?
  • -Tersaneye ilişkin şikayet ve endişelerini dile getiren yurttaşların, tersane sahiplerinin kendilerine zarar vermesinden çekindikleri de vurgulanmaktadır. Bakanlığınızca; temel bir yurttaşlık hakkını kullanmak isteyen yurttaşlara karşı ortaya çıkan bu duruma ilişkin ilgili bakanlıklar ve kamu kurumları ile iş birliği içerisinde önleyici bir tedbir alınmış ya da alınması planlanmış mıdır?
  •                                                        ***
  •         Fotoğraf: Ramis Sağlam/Evrensel

  • Narlıdere balıkçı barınağındaki tersane çevre kirliliği yaratıyor.

  • Ramis SAĞLAM/EVRENSEL (15/Eylül/2021)
  • İzmir Narlıdere Altıevler Mahallesi sahilindeki balıkçı barınağının içindeki tersanede kullanılan yöntem ve kazınan organokalay maddesi çevre kirliliğine neden olup insan sağlığını tehdit ediyor.

  • İzmir Narlıdere Altıevler Mahallesi’nde (Sahilevleri) bulunan Narlıdere Su Ürünleri Kooperatifinin kullandığı balıkçı barınağının içindeki tersane çevre kirliliğine neden olmaya devam ediyor.

    Altıevler Mahallesi’nde yaşayan yurttaşların yoğun olarak yürüyüş ve gezi alanı olarak kullandığı güzergah üzerindeki tersane çalışmalarında insan sağlığını tehdit eden kimyasalların kullanılmasından endişe duyan vatandaşlar bu konuda birçok kez girişimlerde bulunmuş. Sahil boyunca balık tutan, gıda ürünü satan restoran ve lokantaların tersanedeki kimyasallardan olumsuz etkilenmemesi söz konusu olmayacağını söyleyen vatandaşlar, durumdan oldukça endişeli.

  • CİMER’E BAŞVURU

    Altıevler Mahallesi’nde yaşayan vatandaşlar öncelikli olarak yaşadıkları çevre sorunu için 28 Haziran 2021 tarihinde CİMER’e başvuru yapmış. Başvurularına CİMER üzerinden iki ay sonra 17 Ağustos 2021 tarihinde yanıt alan vatandaşlar, Narlıdere İlçe Tarım ve Orman Müdürlüğünün yanıtında, balıkçı barınakları ile ilgili denetimlerin İl Müdürlüklerinin yetkisinde olduğu, denetimlerin rutin olarak yapıldığını belirterek, “Konu ile ilgili olarak İl Müdürlüğümüzce, diğer kurumlardan iletilen benzer şikayetler üzerine yerinde denetim yapılmış olup herhangi bir olumsuzluğa rastlanmamıştır. Gerekli uyarılar yapılarak söz konusu alanın izole edilmesi ve daha dikkatli çalışmaları sağlanmıştır” denilmiş.

    Bölgede yaşayan yurttaşlar, tersaneden çevreye yayılan “organokalay” maddesini arabalarının üzerindeki yapışkan renkli maddeler üzerinden aldıklarını aktararak, ilk etapta toz gibi görünen bu maddenin arabalarına zarar vermesi üzerine “Mala zarar, ziyan verme” iddiasıyla dava yoluna gittiklerini söyledi.

  • ÇEVRE, İNSAN VE GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ

  • Tersane sahiplerinin kendilerine zarar vermesinden çekinen vatandaşlar, isimlerinin yazılmasını istemediklerini açıkça “Kendilerine ve yakınlarına zarar gelmesinden” çekindiklerini ifade etti. Yeni davaların sadece mala zarar ve ziyan verme olmayacağını söyleyen vatandaşlar, çıkan maddelerin insan sağlığına da zarar verdiği konusunda endişeli ve gerekli araştırmanın yapılmasını istiyor.

    Vatandaşlar, tersanenin çalışmasında kullanılan rasta işlemini sırasında çıkan gürültü kirliliğinden de rahatsız olduklarını ısrarla söylüyor. İzmir Büyükşehir Belediyesinin şikayetler üzerine denetim yaptığını ve ceza kesildiği yönünde bilgi sahibi olduklarını söyleyen vatandaşlar, gürültünün hâlâ kesilmediğini, rahatsızlık vermeye devam ettiğini dile getirdi.

    "TERSANE SINIRINI GENİŞLETİYOR" İDDİALARI

    Narlıdere balıkçı barınağının içinde Tarım Orman İl Müdürlüğünün denetiminde olduğu belirtilen tersanenin prefabrik duvarının devamlı genişletildiği ise iddialar arasında. Şikayetlerin ardından branda ile kısmen kapatılsa da ne kimyasal tozlar ne de sesin önlenmediğinden yakınan vatandaşlar, “Kendimiz için değil bu bölgede yaşayan çocuklarımız, torunlarımız için endişe duyuyoruz” diyor. Önceleri sadece küçük balıkçı teknelerinin onarımına hizmet vermesi için planlanan tersanenin bugün balıkçı tekneleri onarımını çoktan aşmış duruma geldiğini ifade ediliyor.

    TERSANEDE BİR DE YEDİEMİN GEMİSİ VAR

    Balıkçı barınağının içindeki tersanenin hemen yanındaki karaya oturmuş gemi dikkat çekiyor. Geminin bir de hikayesi var. İzmir’de geçtiğimiz yıl temmuz ayında bu gemiyle 276 göçmen Yunanistan’a götürülmeye çalışırken yakalanmış. Geminin motor bölümünün su aldığı ve facianın eşiğinden dönüldüğü o tarihteki gazetemizdeki habere de yansımış. Bu gemi tersanenin hemen yanında karaya oturmuş bir şekilde adeta hayalet gemi görünümünde görüntü kirliliğine neden oluyor.

    "MADDENİN KARANTİNA ALTINDA SU JETLERİYLE KAZINMASI GEREK"

  • Gemilerin birçoğunda boyutlarına bakılmaksızın deniz canlılarının yapışmasını engelleyecek organokalay kullanıldığını söyleyen İş Güvenliği ve Asbest Söküm Uzmanı Kimyager Kenan Yıldız, doğal olarak bu maddelerin deniz canlılarını öldürdüğünü veya yapışmalarını önlediğini söyledi. Bu deniz canlılarının gemilerin seyahat sırasında ağırlaşmasının önüne geçtiğini belirten Yıldız, “Bu maddelerin normalde gemilerin karantina altına alınıp tamamen kapalı ortam ve havuzlarda özellikle su jetleriyle kazınması gerekiyor. Ondan sonra yeni boyalar yapılması gerekiyor” dedi.

    RASTA TOZLARI DENİZE ATILIYOR

    Narlıdere balıkçı barınağının içindeki tersaneden çekilen vido ve fotoğrafları da değerlendiren Yıldız, “Anlaşılıyor ki çalışmalarda rasta su jetleriyle değil kumlarla yapılıyor. Kısmen de etrafı sarılmış olsa da gerekli önlemlerin alınmadığı görülüyor” diye konuştu.Gemiden rasta tozlarının denize atıldığı videodaki görüntüler tehlikenin boyutunu gözler önüne seriyor. Yine videolardaki görüntülere yansıyan araçların üzerine yağan rasta tozlarının insan sağlığını ciddi tehlikeye soktuğunu söyleyen Yıldız, “Organokalay denilen bu madde çok tehlikeli ve insan sağlığında önemli sağlık sorunları yaratıyor. Bu işlemin kesinlikle kapalı havuzlarda yapılası gerekir” dedi.

    Ramis SAĞLAM / EVRENSEL


İlk 200’e giren üniversitemiz yok, ilk 300, 400'de de yok' + ‘Matematikte 33'ten 32'ye yükselmişiz, 15 yıl sonra, bir basamak artmış’ / YENİÇAĞ

Abdüllatif Şener’den 'Dünyada 200 ülke var, ilk 200’e giren üniversitemiz yok, ilk 300, 400'de de yok' 

CHP Konya Milletvekili Abdüllatif Şener, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda; "204 vakıf ve devlet üniversitesi bir bakıyorsunuz ilk yüze giren bir tane üniversite yok. 2021 yılı itibariyle söylüyorum… Dünyada 200 ülke var, ilk 200'e giren tek bir tane üniversitemiz yok. İlk 300'e, 400'e giren üniversitemiz de yok" dedi.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda, Milli Eğitim Bakanlığı'na ait bütçe kanun teklifli görüşülüyor. 

"YERİ GELDİĞİNDE ACIMASIZCA ELEŞTİRMEK LAZIM"

CHP Milletvekili Abdüllatif Şener, MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Kamil Aydın'a; "Konuşmanızı zevkle dinledik ama bir noktada katılmıyorum. O da 'eksikleri söylemenin ne faydası var.' Çok büyük faydası var. Eksikliklere odaklanmak ülkenin geleceği açısından çok faydalıdır. Sürekli olup biteni kutsamak ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Hatta ülke bugün büyük zarar görür. Bunun için yeri geldiğinde acımasızca eleştirmek lazım" dedi.

"İSRAF ETMEDEN MÜKEMMEL BİR ŞEKİLDE GERÇEKLEŞTİRMEMİZ LAZIM"

Şener, bugün Türkiye'de gençlerin kendi sınıfındaki arkadaşlarıyla değil; Londra'da, New York'taki, Japonya'daki öğrencilerle rekabet ettiğini söylerken, "Bu küresel rekabette bizim çocuklarımız daha başarılı, dünyayı daha iyi anlayan, sorgulayan ve üretme kabiliyetleri daha iyi niteliklere sahip değilse Türkiye'nin geleceği karanlıktır. Onun için hiçbir şeyi israf etmeden mükemmel bir şekilde gerçekleştirmemiz lazım" diye konuştu.

“465. SIRADA… 600. SIRALARDA”

Şener, Türkiye'deki üniversitelerin dünya sıralamasının geride kaldığını ifade ederken şunları söyledi: 

"204 devlet ve vakıf üniversitesi, dünya üniversite sıralamasında bir bakıyorsunuz ilk yüze giren bir tane üniversite yok. 2021 yılı itibariyle söylüyorum, ilk 200'e giren üniversitemiz yok. Dünyada Birleşmiş Milletler'e üye 193 ülke var; 7, 8 de üye olmayan var. Toplam 200 diyelim. Dünyada 200 ülke var, ilk 200'e giren tek bir tane üniversitemiz yok. İlk 300'e, 400'e giren üniversitemiz de yok.

Ama 465'inci sırada Koç Üniversitesi var, 500'lü sıralarda iki üniversitemiz var Sabancı ve Bilkent, 600'üncü sıralarda ODTÜ ve Boğaziçi var, 700'lü sıralarda İTÜ, 800 ile 1000 arasında da üç üniversitemiz var; Ankara, Hacettepe ve İstanbul Üniversitesi. Bu nasıl bir manzaradır, arkadaşlar. Dünyada rekabet ediyoruz diyoruz. Üstelik geriye kalan 195 üniversitemiz ilk bin üniversite içerisinde değil. Bu üniversitenin birçoğunun üniversite olup olmadığı da tartışılır."


                                                                   

                                                                  ***

İYİ Partili Erhan Usta ‘Matematikte 33'ten 32'ye yükselmişiz, 15 yıl sonra, bir basamak artmış’

İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Erhan Usta, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda; “Matematikte 33'müşüz, aradan 15 yıl sonra 32'ye yükselmişiz. Bir basamak artmış. Fen bilimlerinde 35'ten, 30'a yükselmişiz, okuma anlamada da 35'ten 31'e yüksekmişiz. Ancak bunların hiçbirinin tatminkar olmadığını da ifade etmek gerekiyor" dedi. 

ANKA'nın haberine göre; TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2022 Yılı Bütçe Kanun Teklifi üzerindeki görüşmeler sürüyor. 

İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Samsun Milletvekili Erhan Usta, şunları söyledi:

“Örnek olarak 2017'yi alacağım, niye Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçmeden önceki son yıl. 2017 yılında faiz ödeneği 57.5 milyar TL imiş, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi 85 milyar TL imiş. Yani faiz bütçesinin 1.48 katı fazlaymış. Şimdi bakıyoruz, 2022 yılında, faiz bütçesi 240 milyar TL, Milli Eğitim'in bütçesi 189 milyar TL. Bir buçuk katından yaklaşık yüzde 0.79'una düşmüş. Git gide eriyen bir bütçeniz var. Başka bütçeler artık sizin bütçenizin de önüne geçiyor. Buradan şunu da anlıyoruz, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sizin bütçenize de yaramamış."

Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’e, fazla bütçe almanın sorumluluğu da artırdığını söyleyen Usta, "En fazla bütçeyi alan bir bakanlıksa en fazla iş yapan bakanlık olma ihtiyacı var. Tabii bütçedeki payınız giderek düşüyor. Zaten en fazla pay alan bütçe de diyemeyiz. Çünkü sadece faiz bile sizin bütçenizi aştı" dedi. 

İYİ Partili Usta, dünya eğitim sıralamalarında Türkiye'nin konumunu ise şöyle anlattı: 

"Matematikte 33'müşüz, aradan 15 yıl sonra 32'ye yükselmişiz. Bir basamak artmış. Fen bilimlerinde 35'ten, 30'a yükselmişiz, okuma anlamada da 35'ten 31'e yüksekmişiz. Ancak bunların hiçbirinin tatminkâr olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Bu kadar uzun dönem iktidardan sonra. Bir, iki yıllık hükümete bir şey söyleyemezsiniz. Netice almak uzun soluklu bir iştir. Ama 20 yıllık bir hükümet olunca hala OECD puanlamasının hala epeyce altında bir durumumuz var." 

Üniversitelerin özgür olması gerektiğini vurgulayan Usta, "Öğretim üyesinin zihni özgür olmalı. Öğrencilerimizin özgür olması lazım. Sorugulayan gençler yetiştirmemiz gerekiyor" dedi. 

2 Kasım 2021 Salı

Osmanlı Devleti’nin el konan savaş gemilerini 2021’de hatırlamak-İbrahim Can Usta / SOL (Gelenek)

 F-35’ler, S-400’ler, SİHA’lar, nükleer denizaltılar... 1914 yazında Osmanlı Devleti’nin savaş gemilerine İngiltere tarafından nasıl el konulduğunu hatırlamanın tam zamanı.


NATO kendi müttefiklerine ne kadar güveniyor? Önce Rus S-400 hava savunma sisteminin müşterisi olan Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması ve sonra Fransa’nın Avustralya’yla imzaladığı denizaltı ihalesinin iptali, her şey bir yana, NATO içinde büyüyen çatlaklar olduğunu ortaya koyuyor.

Bir müttefik ülkenin ısrarla hava savunma sistemlerinden yoksun bırakılması ya da bir başka müttefikin beş yıl önce imzaladığı 56 milyar avroluk ihalenin doğru dürüst bir açıklama olmaksızın feshedilmesi açıklanması kolay kararlar değil. Bu kararların arka planını şimdilik uluslararası ilişkiler uzmanlarına bırakalım. Bu tabloda benim gözüme çarpan, NATO ittifakının içindeki ve çevresindeki gerilimlerin halının altına süpürülemez boyuta ulaşması. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın AUKUS (Avustralya - Birleşik Krallık - Birleşik Devletler Hint-Pasifik bölgesi üçlü güvenlik işbirliği) projesi için kullandığı “ihanet”  ve “arkadan bıçaklama” sözcükleri durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.

Bugün Vaşington’u bazı konularda kendi müttefiklerinden kuşku duymaya ve ipleri eline almak için kolları sıvamaya iten birden çok neden olabilir. Yeni bir genel savaş riski bence bu nedenlerden önemli biri. Bir tarihçi adayı olarak bu yazıda modern zamanların ilk genel savaşının hemen başında yaşanan bir süreci hatırlatmak istiyorum.

29 Ekim 1914’ün 29 Ekim 1923 kadar hatırlanmaması pek doğal. 29 Ekim 1914’te Rus limanlarının Osmanlı Donanması’na ait gemiler tarafından bombalanması Osmanlı İmparatorluğu’nun iki gün içinde savaşa girmesine neden oldu. Bir felaketler öyküsünün başlangıcı sayılabilecek bu olay aslında başka bir öykünün sonunu anlatıyor. O öykü 1911’de Osmanlı Devleti’nin İngiltere’den iki savaş gemisi sipariş etmesiyle başladı.

Büyük Savaş öncesi ‘Dretnot siyaseti’

İngiltere Donanması’nın 1906’da ilk Dreadnought (Türkçede “dretnot”) türü savaş gemisini kullanıma sokması denizlerdeki dengeyi sarsan bir gelişmeydi. Yüksek kalibreli silahlarla donatılmış ve buhar gücüyle ilerleyen bu gemiler zırh, hız ve ateş gücü bakımından benzersiz araçlardı. Birinci Dünya Savaşı adım adım yaklaşırken denizlerde iddiası olan bütün ülkeler dretnot yarışına girmişti. Joll’un aktardığına göre olağan koşullarda zorlu tartışmalara sahne olan bütçe görüşmeleri söz konusu dretnot bütçesi olunca kolayca ilerliyor, İngiliz Parlamentosu’ndaki muhafazakar temsilciler “We want eight and we won’t wait!” (“Sekiz tane isteriz, daha fazla beklemeyiz!”) sloganıyla gemi yapımını hızlandırmaya çalışıyordu.

Akdeniz’de Yunan Donanması ve Karadeniz’de Rus Donanması karşısında gücünü artırmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nun dretnot yarışına seyirci kalması düşünülemezdi. 1911’de İngiliz gemi yapımcısı Armstrong Whitworth’a iki gemi siparişi verilmiş, 12 milyon doları bulan ödemenin bir bölümü Osmanlı Donanma ve Muavene-i Milliye Cemiyeti’nin düzenlediği kampanyayla toplanan para sayesinde yapılmıştı. Donanma-yı Hümâyûn’un güçlenmesi için İmparatorluğun dört bir yanında kadınların yastık altında tuttukları altınları bozdurdukları ve öğrencilerin harçlıklarından vazgeçtikleri anlatılıyordu. Bir İngiliz gazetecinin aktardığına göre (The Register, 10 Nisan 1915) Donanma Cemiyeti’ne bağış yapmak [toplumun] “bütün sınıfların[ın] elinden geldiğince katkı koyduğu bir din meselesiydi.”

1914 yazı geldiğinde gemiler hazırdı hazır olmasına ama teslimat işleminin pürüzsüz ilerlemeyeceği de ortadaydı. Osmanlı dretnotlarının Doğu Akdeniz’deki güç dengesini bozacağını bilen ve Osmanlıların Boğazları artık istediği gibi açıp kapayabileceğini gören Yunan Hükümeti siparişin teslim edilmemesi için diplomatik girişimlerde bulunuyordu. Aksakal’ın aktardığına göre Rus Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov 30 Temmuz’da İngiliz Dışişleri’ne teslimatın gerçekleşmemesi için çağrıda bulunmuş, durumun Moskova için “devasa önemde” olduğunu bildirmişti.

‘İngiltere için bu iki gemi neden lazımdı?’

Temmuz’un sonu gelmiş ve Osmanlıların “Sultan Osman-ı Evvel” adını koyduğu dretnotun teslimatı şerefine İstanbul’da donanma haftası ilan edilmişti. Osmanlı başkentinde Osmanlı-İngiliz dostluğunun büyük bir coşkuyla kutlanması planlanıyordu. Danışmanlık görevi için Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan İngiliz Deniz Kuvvetleri heyetinin başındaki Tuğamiral Sir Arthur Limpus 27 Temmuz’da Sultan Osman’ı teslim almak için İstanbul’dan ayrıldı.

Yalnız, hesapta olmayan bir şey vardı. Birkaç hafta önce Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand suikasta uğramış ve patlak veren “Temmuz Krizi” Avrupa’nın diplomasi koridorlarını kilitlemişti. Temmuz Krizi’nin Londra’nın hesaplarını nasıl etkilediğini Fromkin tane tane anlatıyor. Savaşın kısa süreceğini bekleyen İngiliz amiraller için yeni gemi yapımını bekleyecek zaman yoktu. Osmanlı Donanması için yapılan iki dretnotun İstanbul’a teslim edilmeyip Majesteleri’nin donanmasına katılması yaklaşan deniz savaşlarında Londra’yı Berlin karşısında önemli derecede güçlendirecekti. Öte yandan, olur da Osmanlı Devleti’ne teslim edilen dretnotlar Almanya’nın safına geçerse bu kez Londra’nın deniz gücü Berlin’in karşısında önemli derecede azalacaktı. Fromkin bu son olasılığın altının boş olmadığını, Enver ve Talat Paşaların aslında gemiyi alamayacaklarını öğrenmiş olmalarına rağmen 1 Ağustos gecesi yaptıkları gizli ittifak görüşmelerinde Alman Büyükelçi Hans Freiherr von Wangenheim’a Sultan Osman’ı Almanya’nın hizmetine sunmayı teklif ettiklerini yazıyor. Bunun hiç de fena bir teklif olmadığını söyleyebiliriz, çünkü 192 buçuk metrelik ve 27 bin tonluk gemi, döneminin en uzun savaş gemisiydi ve en ağırlarından biriydi. (The Bathurst Times, 29 Ekim 1914)

Tuğamiral Limpus’un başkanlığındaki Osmanlı heyeti İngiltere yolundayken Londra’da hummalı arayışlar başlamıştı. Donanma Bakanı konumundaki Sir Winston Churchill 28 Temmuz’da kurmaylarına teslimata hazır olan dretnotu Osmanlı heyetine vermemenin hukuki kılıfını bulma emrini vermiş, ama henüz iki ülke de savaşta olmadığı için keyfi bir el koymayı hukuken açıklama olasılığı bulunmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştı. Churchill’in gemileri Osmanlı heyetine teslim etmeme emrinden iki gün sonra, 31 Temmuz’da Parlamento’da yeni gemilerin Kraliyet Donanması’na katılması kararı alınmasıyla İngiliz bahriyeliler Sultan Osman’a çıktı. Önce Osmanlı Büyükelçisine geminin yalnızca bir süreliğine bekletildiği söylenmişti. 4 Ağustos’ta Londra İstanbul’a gemileri satın almak istediğini yazdı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’in Osmanlı yetkililerinden durumu anlayışla karşılamalarını şahsen beklediğini bildirdi. İngilizce basında (The Argus, 8 Ağustos 1914) Churchill’in kendilerini Osmanlı dretnotlarının 5 milyon pound karşılığında satın alındığı konusunda bilgilendirdiği yazıyordu ama böyle bir satışı doğrulayan başka bir kaynağa ulaşamadım. Tersine, Aksakal’ın yazdığına göre Osmanlı Hükümeti teslim edilmeyen dretnotlar için ödenen 6 milyon İngiliz sterlinini geri ödemesi ve üstüne 1 milyon pound tutarında tazminat vermesi konusunda 9 Ağustos’ta Londra’ya nota verecekti.

Dretnotlarına kavuşamayan Bâb-ı Âli gemileri satmayı ya da vermeyi tabii ki düşünmüyordu. Donanma Cemiyeti’nin haftalık gazetesi Donanma Mecmuası  İstanbul’a hakim olan duyguyu cömertçe aktarıyor: “Her zaman dostluğumuzdan istifade eden İngiliz hükümetinin bu hareketiyle yalnız Osmanlıları değil bütün alem-i İslamı dilgir etmiş [kırmış, gücendirmiş] olduğuna şüphe yoktur.” (10 Ağustos 1914, s. 98) Öfkenin hedefi haklı olarak İngiltere’ydi: “Dişimizden, tırnağımızdan artırıp, biriktirip verdiğimiz paralarla alınan Sultan Osman, Reşadiye yılmazlarını haksız yere İngilizler zaptettiler. Utanmadılar, sıkılmadılar. […] Allah bu kahpeliği onların yanında bırakmaz.” (10 Ağustos 1914, s. 110) Derginin yazarları karşılaştırmalar yapıyor, İtilaf Devletleri’nin deniz gücünün İttifak Devletleri’ninkinden açık ara üstün olduğunu yazıyor ve verilmeyen iki dretnotun İngiltere için neden bu kadar gerekli olduğuna anlam veremiyorlardı. “İngiltere için bu iki gemi neden lazımdı? Bilmeyiz, nasıl bir zihniyettir ki, Müslümanların idrak ve hesabıyla bu derece istihzaya sayik oluyor [alay ediyor].” Ve bu durum öfkeyi bir kat daha artırıyordu. “Biz ki, bu iki dretnotla varlığımızı muhafaza edecektik. Pek çok parçalanan bir vatanın aksam-ı mütebakiyesini [arta kalan parçalarını] muhafaza edecektik. İşte buna mani olan İngiltere’dir.” (12 Ekim 1914, s. 227)

‘Açılan zararı elhamdülillah kapattık’

İngiltere’nin özlemle beklenen gemilere el koymasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan tepki hala tarafsızlığını koruyan İmparatorluğu ister istemez İttifak Güçleri’ne yaklaştırıyordu. Savaşa girmek üzere olan ve doğu cephesinin bir an önce açılmasını uman Almanya bu fırsatı değerlendirmekte gecikmeyecekti.

Cezayir’i bombalamak için Akdeniz’de bulunan Alman zırhlı muharebe kruvazörü SMS Göben ve hafif kruvazör SMS Breslau gemilerine 3 Ağustos 1914 akşamı İstanbul’a gitme emri verildi. İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilanıyla başlayan altı günlük maceralı bir kovalamacanın ardından gemiler 10 Ağustos’ta Osmanlı sularına ulaştı. Savaştaki bir ülkenin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine ve Osmanlı limanlarını kullanmasına izin verilmesi kısa sürede diplomatik bir krize neden oldu.

İmparatorluğun genel seferberlik ilan etmesi, Osmanlı limanlarında bulunan yabancı tüccar gemilerinin mallarına el konması ve İmparatorluk’ta görev yapan İngiliz bahriyelilerin kızağa çekilmesi gibi kararlar sonrası İstanbul-Londra ilişkisi biraz daha gerilse de bir süre daha kopmadı. Aksakal’ın yazdığına göre Churchill İmparatorluğun tarafsızlığını koruması önerisini yinelerken Enver Paşa’ysa İngiltere’yle işbirliğinin koşulunun el konulan dretnotlar için tazminat ödenmesinden geçtiğini bildiriyor, bu kez Churchill böyle bir ödemenin ancak Alman gemilerinin Osmanlı sularını süresiz biçimde terk etmesi koşuluyla gerçekleşebileceği yanıtını veriyordu.

Tarafsızlığını korumaya çalışan Osmanlı Hükümeti çok geçmeden çareyi gemileri satın aldığını duyurmakta buldu. Sultan Osman örneğinde Londra’nın kullanamadığı satın alma formülü Yavuz ve Midilli  örneğinde işe yaramıştı. Kuyaş Osmanlı yetkililerinin satın alma çözümünün altında yatan mantık yürütmesini şu biçimde özetliyor: “Böylece Almanya'ya tarafsızlıkla uyuşmayan bir ayrıcalık tanınmamış olacağı gibi, Büyük Britanya da Osmanlı Devleti adına inşa edilen paraları da ödenmiş olan Sultan Osmanı Evvel ve Reşadiye  zırhlılarına daha birkaç gün önce el koymuş olduğu için ses çıkaramayacaktı.” Batı basınında çıkan haberlere göre (Sunday Times, 16 Ağustos 1914) gemiler 4 milyon pounda satın alınmış ve Bâb-ı Âli Moskova’ya Alman mürettebatın gemilerden indirileceği ve gemilerin Rusya’ya karşı kullanılmayacağı konusunda güvence vermişti.

İngiliz kazığından Alman kıyağına geçişin etkilerini yine Donanma Mecmuası’ndan okumak mümkün. Dergi müjdeli haberi şu cümlelerle veriyordu: “Allah din-i İslama zeval vermeyecek. Allah yardımımıza yetişti. Hükümet babaca, kahramanca yürüdü Almanya’dan gayet büyük bir yılmaz ile gayet büyük bir zırhlı kruvazör satın aldı. Açılan zararı elhamdülillah kapattık. Var olsun din için vatan için çalışanlar. Doğrusu Almanya bu gemileri bize satmakla iyi bir dost olduğunu anlattı. Müslümanlara, Türklere dostluk edenler daima dostluk görürler, mertlik görürler.” (17 Ağustos 1914, s. 122) İki yeni gemi Osmanlı Donanması’nın 17 Eylül’de Heybeliada açıklarında düzenlediği geçit töreninde boy göstermiş, Mecmua geçit resmini kaçıranlar için gemilerin boy boy fotoğrafını basmayı ihmal etmemişti. (Donanma Mecmuası, 21 Eylül 1914)

‘Moskof sahilleri Türk ateşini gördü’

Alman dretnotlarının İstanbul’a yalnızca geçit törenlerinde yüzdürülmek üzere gelmediği biliniyordu. Burada ayrıntısına giremeyeceğim çok taraflı diplomatik ve bürokratik görüşmeler ve pazarlıklar sonucu Donanma-yı Hümâyûn 27 Ekim’de Karadeniz’e açılma emri aldı. Yavuz ve Midilli adlarını alan ve mürettebatına fes giydirilen Alman gemileri Amiral Wilhelm Souchon’un komutasında 29 Ekim sabahı Rus limanlarını topa tuttu ve bu olay Osmanlı İmparatorluğu’nun iki gün içinde savaşa girmesine neden oldu.

Mecmua yazarları üstünde yaşadıkları topraklar için bir felaketler silsilesinin başladığından habersizdi tabii. Gelen haberleri coşkuyla karşılamışlardı. “Donanma-yı Hümâyûn ile Moskof gemileri çarpıştı. Donanmamız kazandı Moskof sahilleri yüzlerce seneden beri görmediği o mehib [heybetli] Türk ateşini gördü.” (2 Kasım 1914, s. 275) “Türkiye’nin hayat ve mematı mevzuğu bahis olduğu bir dakikada” Karadeniz’in hakimiyetinin Osmanlı Devleti lehine değişmesi karşısında soruyorlardı, “Nasıl sevinilmez?” Yazarların bundan sonrası için önerisi gayet açıktı: “Zelilane [alçakça] evlerinde oturmak isteyenler kadınlarının yanına, Türk ve Müslüman aleminin şu an-ı tarihisinde [tarihi anında] silahın hakkını vermek isteyenler vazife başına!” (2 Kasım 1914, s. 274)

Donanma Mecmuası yazarları yukarda alıntılanan satırları yazarken henüz yüz binlerce Osmanlı askerinin gönderildiği cepheden geri dönemeyeceğini, Anadolu ve Rumeli halklarının enflasyon, iaşe sorunları ve savaş fırsatçılıkları nedeniyle kıvranacağını, felaketler yılı 1915’te tarifsiz acılar yaşanacağını, savaş boyunca milyonlarca hayvanın telef olacağını ya da savaşla yayılan bin türlü salgın hastalığın bu coğrafyada yıllarca hüküm süreceğini bilmiyorlardı…

107 yıl sonra ben düşünmeden edemiyorum, acaba emperyalizmin paylaşım krizi bir üçüncü savaşın patlak vermesine neden olduğunda bu yazının okurları bunu Donanma Mecmuası gibi “sevinçle” mi karşılardı yoksa yeni paylaşım savaşında emeğin ve barışın bağımsız sesini yükseltmenin yolunu mu arardı?

1914’ten 107 yıl sonra...

S-400 ve Patriot füzeleri, F-35 uçakları, F-16 modernizasyon kitleri, nükleer denizaltılar gibi savaş teknolojilerinin kamuoyu önünde giderek daha sık tartışıldığı günlerden geçiyoruz. Bir tarihçi adayı olarak bu yazıda geçtiğimiz yüzyılın başında bu toprakları meşgul etmiş bir olayın kimi ayrıntılarını hatırlatmayı amaçladım.

Eğer siyaset yalnızca liderlerin, diplomatların ve dergi yazarlarının işi değilse bu öyküye de farklı bir tondan son vermek gerekiyor. Yukardaki paragraflarda Göben’in kazan dairelerinde haşlanan ateşçilerden, 1914’te emperyalist savaşa karşı mitingler düzenleyen Avrupalı emekçilerden, denizaltı ihalesi iptal edilen France Naval için çalışan işçilerin ve ailelerinin bugün duyumsadığı tedirginlikten söz edilmemiş olabilir.

Buharlı gemilerden nükleer denizaltılara geçtik... Orduların envanterindeki silahların yıkıcılığı ve öldürücülüğü de büyük ölçüde artmış bulunuyor. Bu silahların giderek daha başına buyruk ve daha sorumsuzca davranan siyasetçilerin emrinde olmasıysa kaygıya değer. “Dretnotlarımız, SİHA’larımız” edebiyatıyla gözü boyanmayan ve bu tablodan sağ çıkmak isteyen emekçilerin omzunda ağır bir yük var: giderek artan üçüncü büyük savaş olasılığına karşı barış mücadelesini yükseltmek ve böyle bir savaşta taraf olunmaması için örgütlenmek.

İbrahim Can Usta / SOL (Gelenek)


KAYNAKÇA

Aksakal, Mustafa. The Ottoman Road to War in 1914: The Ottoman Empire and the First World War. Cambridge University Press, 2010.

“Erişti Devr-i İkbal-i Osmani.” Donanma Mecmuası, No. 66-18, 2 Teşrinisani [Kasım] 1914, s. 274.

Fromkin, David. A Peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation of the Modern Middle East. Avon Book, 1990.

“Geçit Resmini Görmeyenler.” Donanma Mecmuası, No. 60-12, 21 Eylül 1914, s. 177.

“Greece and Turkey on the Verge of Another Sanguinary Conflict.” The Keota News, Cilt 4, No. 12, 7 Ağustos. 1914, s. 4.

Joll, James. The Origins of the First World War. Pearson Education, 1992.

“Köylü ile Konuşma.” Donanma Mecmuası, No. 55-7, 10 Ağustos 1914, s. 110.

“Köylü ile Konuşma.” Donanma Mecmuası, No. 56-8, 17 Ağustos 1914, s. 122.

Kuyaş, Ahmet. Tarihi Düşünmek. Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.

“Moskof Donanması Ne Oldu?” Donanma Mecmuası, No. 66-18, 2 Teşrinisani [Kasım] 1914, s. 275.

“Muhterem Millete.” Donanma Mecmuası, No. 55-7, 10 Ağustos 1914, s. 98.

“Müslümanlar Nasıl Düşünüyor?” Donanma Mecmuası, No 63-15, 12 Teşrinievvel [Ekim] 1914, s. 226-27.

“New Dreadnoughts: Agincourt and Erin.” The Bathurst Times, 29 Ekim 1914, s. 4.

“Sold for £4,000,000/Russia Uneasy/Could Destroy Black Sea Fleet.” Sunday Times, 16 Ağustos 1914, s. 9.

“The Turks in Yamen.” The Register, 10 Nisan 1915, s. 4.

“Two Battleships Bought by Great Britain.” The Argus, 8 Ağustos 1914, s. 15.

Zürcher, Erik J. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Çeviren Yasemin Saner, İletişim Yayınları, 2015.