23 Kasım 2021 Salı

AKP’den krize karşı 'Zeka Küpü' harekatı! - SOL







































                                     ÇEK ÜSTÜNE BİR ÇİZGİ







AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan;

“Dolar kurunun nereden nereye geldiğini soranlara söylüyorum, bakınız AK Parti’den önce 19 yılda, yani 1983’ten 2002’ye kadar geçen sürede 83’te 220 lira olan dolar, 2002 yılında 1 milyon 680 bin liraya çıkmış. 6 bin 680 kat dolarda bir artış meydana gelmiş. Evet, dolardaki değer kaybını tam bin kat aşağıya çekmek suretiyle 20 yıla baktığımızda sadece 6 kat bir artış söz konusu. Demek oluyor ki ortada bir kazanım var. Demek oluyor ki ortada Türkiye’nin istikrarı söz konusu.”

                                                                              ***

AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz;

"Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutmak ve onun yaptıkları sebebiyle sevap hanemize bir şeylerin yazılıyor olması çok büyük bir şey. Oylarımız ile Tayyip Bey'e destek verdiğimiz için hanelerimize sevap yazılmaya devam ediyor" 

               ***

AKP MKYK üyesi Metin Külünk:

Yeni dünya düzeninde Türkiye’nin kutup başı güç merkezi olmasını istemeyenlerin PKK üzerinden Türk devletinin butik devlet haline getirmek, FETÖ üzerinden Türk devletinin çatısını çökertmek ve LGBT üzerinden de insani değerlerini tüketmek istediklerini ileri sürdü. “Hodri meydan. Yunanistan füze atacakmış. Atsın da görelim ağzının payını alır. 5 saatte Selanik’teyiz. 5 saatte Atina’dayız. Eski Türkiye yok artık"

                                                                           ***

AKP Genel Başkanvekili Binali Yıldırım;

“Amerika, Avrupa denen ülkeler bunlar enflasyon diye bir şey bilmiyor. Bugün Amerika’da sıfırdan yüzde 7’ye çıkmış enflasyon. Bu ne demektir, 7 kat artış. Bizde onlardan 20’e çıkmış, 2 kat artış. Bizde 10'lardan 20’ye çıkmış iki kat artış. İyi mi, değil” 

                                                                              ***                                               

AKP MKYK Üyesi Mücahit Birinci 

5 bin liralık atkısıyla gündeme gelen Birinci "Enflasyon biraz da psikolojik bir hadisedir. Psikolojiktir bu iş. Bu iş kararlılıkla kararlılığın, vatandaş tarafından satın alınmasıyla, kararlılığın vatandaş tarafından içselleştirilmesiyle ortaya çıkar." 





***

AKP Elazığ Milletvekili Zülfü Demirbağ

Bugün ekonomik sıkıntı çekebiliriz. Diyelim ki normal şartlarda ayda 1 kilo, 2 kilo et yiyorsak yarım kilo yeriz. Domatesi 2 kilo alıyorsak 2 tane alırız. Kış günü turfanda sebzeleri kullanmak zaten sağlığa da çok faydalı değil. 1 kilo biber alacağımıza 3 tane alırız. Piyasadaki bu fırsatçılara, tefecilere, vicdansızlara bu fırsatı vermeyelim"

                                                                            ***

AKP Manisa Milletvekili Uğur Aydemir

“Ben her zaman şunu söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim Cumhur İttifakı olarak. Belki soğan ekmek yiyeceğiz günlerce, aylarca, belki yiyeceğiz ama güvenliğimizden asla kimseye taviz vermeyeceğiz. Buradan bütün dünyaya sesleniyorum, bu ülkede gözü olanın gözünü çıkarmak her birimizin boyunun borcudur. Cumhur İttifakı olarak dimdik buradayız, 

(SOL)

2023 hedefi: İki ‘gemicik’ daha! - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 Birileri 2023 yaklaşırken 100 yıl önce temeli atılmış kamusal birikimlerin hunharca talan edilmesini kaygıyla izliyor, birileri ise 100’üncü yılda filosuna yeni ‘gemicikler’ ekleme heyecanı yaşıyor. Bunu unutmamak lazım.


“Gıda şirketindeki hisselerini sattıktan sonra ne iş yapsak diye düşünüyorlardı. Denizciliği önerdim. ’Kazancı iyidir’ dedim…

2007 yılında Vatan gazetesindeki bir röportajında söylemişti bu sözleri, yarım asırlık denizci Mecit Çetinkaya. Oğlu Mert, Burak Erdoğan’la beraber denize açılıyordu. “Gemicik” sözüyle veciz şekilde ifade edilenolayındevamı malum: Küçük bir gıda şirketiyle Ülker’in bölge bayiliğini yürütmekten,uluslararası sularda dev bir filoyu yüzdürmeye…

Mert ve Burak’ın 14 yıl önce kurdukları MB Denizcilik, Çetinkaya ailesine ait Manta Denizcilik’le iç içe,Üsküdar’daki binada faaliyet gösteriyor. Sahip oldukları 13 geminin işletmesi Manta’da bulunuyor. Geçen yıl iki ailenin “denizcilik koalisyonuna” sessiz sedasız bir şirket daha eklendi: Pascogas.

Merkezi Marshall Adaları’nda bulunan şirketinCumhuriyet’in 100. yılı için büyük planları var.

Yabancı denizcilik kaynaklarının haberlerine bakılırsa, tamamı LPG taşıyacak 15 tankerlik yepyeni bir filo düşünülüyor. Böylece gıda ağırlıklı kuru yük taşımacılığından, petrol ürünleri ticaretine sıçrayacaklar. İlk anlaşmalarMart ve Haziran ayında yapıldı. Güney Koreli Hyundai Mipo Tersanesi’ne, 47’şer milyon dolarlık iki gemi siparişi verildi. Gemiler 2023’te teslim edilecek.

Anlaşma sonrası Pascogas’tan yapılan açıklamada, “Mottomuz sürdürülebilir bir dünya için sürdürülebilir deniz taşımacılığı. Dual Fuel makinalı MGC gemimiz IMO’nun yürürlükte olan düşük sülfür regülasyonuna uyumlu olduğu gibi, bir aşama sonrası yürülükte olacak düşük karbon hedefi ile de uyuşmaktadır. Bu alanda Türkiye’de ilk ve tekiz, dünyada ise ilk beş şirket arasındayız” deniliyordu.

Çin ve Güney Kore’deki gemi siparişlerini takip eden “ChinaShipbuilding” şirketinin kayıtlarında,Pascogas’ın mevcut envanteri ve siparişleri verilmiş:


Yaptıracağı gemilerin dışında elinde LPG taşımaya uygun 2013’te inşa edilmiş Anka ve Dicle isimli hazır iki gemi bulunuyor. Hikaye de burada başlıyor zaten.Her zaman olduğu gibi her şeyi yasal, her şeyi kitaba uygun bir hikaye.Fakat o meşum döngü hükmünü icra etmiş yine. Kamu yararına kullanılması gereken kaynaklar, kamu yararına hizmet vermesi gerekenlerin kararlarıyla; şirketten şirkete, elden ele dolaşıp iktidara yakın birilerinin sermayesine dönüşüvermiş.

Nasıl mı?

“Her tercih bir vazgeçiştir” denir ya, çoklu maaş iddialarına karşı gururla, “187 bin değil 62 bin TL maaş alıyorum” açıklaması yapan eski AKP milletvekili Fahrettin Poyraz’ın başında bulunduğu Tarım Kredi Kooperatifleri de kaynakları kullanırkenbazı tercihler yapmış işte. Çiftçi adına yatırılan her dolar, çiftçi dışında herkese yaramış!

                                                                           ***

Daha önce Tarım Kredi’nin en büyük şirketi Gübretaş’ın gübre yatırımlarının hikayesini yazmıştım. Meraklısı için linki buraya (https://www.gazeteduvar.com.tr/gubretasin-milyon-dolarlik-gemileri-nereye-gitti-makale-1532075) bırakıp, özetleyeyim:

2008’de gübrede dışa bağımlılığı önlemek adına yaklaşık 700 milyon dolara satın alınan İran’daki Razi Petrokimya’dan gübre ve hammadde taşımak amacıyla Güney Kore’de Anka ve Dicle adlı iki gemi inşa ettirildi. Gemiler 2013’te törenle teslim alındı ve Panama’da IGLC Anka ShippingInvestment SA ve IGLC Dicle Shipping Investment SA adlı iki şirket kuruldu.


2015’ten sonra Gübretaş, denizcilik iştiraklerini elden çıkarmaya başladı. Suudi Arabistanlılarla ortak kurulan NegmarDenizcilik’teki hisseler ihale edildi ilk. Tam üç kez tekrarlanan ihalede alıcı hep aynı kişiydi: Saray’a yakın Şaban Kayıkçı. Negmar’ı alan Kayıkçı, Negmar’ın yönetimindeydi, Razi’nin ise yüzde 23.9’una ortaktı. Her detayı acayip alışverişin içinde o iki gemi yoktu.

2018’de bu sefer Nbulgas’daki hisseler satışa çıkarıldı. Öncesinde bir garip “değiş tokuş” daha yapılarak elbette. Borsaya şu açıklama geçiliyordu:

"Negmar ortakları arasında, alt şirketlerindeki varlık ve yükümlülüklerin ortaklık payları doğrultusunda paylaştırılmasına yönelik sözleşme imzalanmıştır. Bu kapsamda  şirketimizNegmar’daki %40 payı EtisDenizcilik’e devredecektir. Buna mukabil, Negmar’ın sahip olduğu Nbulkgas’ın %100 hissedarı olacaktır. Ayrıca Negmar’ın %50'lik kısmına sahip olduğu IGLC Anka ShippingInvestment S.A. ve IGLC Dicle Shipping  Investment S.A. şirketlerindeki paylar da Nbulkgas’a devredilecektir. Anka ve Dicle LPG taşımacılığıyapmaktadırlar.”

Kısaca gemiler istenen rotaya gitsin diye uğraşılmış. Kime gitmiş peki? 2020’de Nbulkgas’ın tamamının 75 milyon dolara Marshall Adaları’nda kurulu PascoInvestment Holding Co.’ya satıldığı açıklandı.

Şirket İstanbul’da Pascogas’ı kurdu. Esasında bu şirket, 2019’da kurulan UBK Denizcilik’in isim değiştirmiş haliydi. Kurucusu da Uğur Berke Kayıkçı’ydı. Kayıkçı ailesinin en son nerelerde karşımıza çıktığı, geçen hafta bu köşede yayınlanan “Paramaount Otel” yazısında yer alıyor. (https://www.birgun.net/haber/paramount-yazismalari-ve-bodrum-daki-otel-derebeyligi-365918)

Kayıkçı şirketi,Mert Çetinkaya’ya devretti; o da Manta ve MB Denizcilik’in binasına taşıdı. MB Denizcilik’in bütün gemileri Marshall Adaları’na kayıtlı.


Böylece Gübretaş’ın çiftçiye gübre taşısın diye aldığı gemiler dönüp dolaşıp Burak Erdoğan’ın ortağının 2023 atılımının temelini oluşturdu.

                                                                            ***

1924 İtibar-ı Zirai Birlik Kanunu, 1929 Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu, 1935 Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu, 1936 Silifke Tekir Çiftliği’nde Atatürk’ün 1 No’lu üyesi olduğu ilk tarım kooperatifi…

Birileri 2023 yaklaşırken 100 yıl önce temeli atılmış kamusal birikimlerin hunharca talan edilmesini kaygıyla izlerken, birileri de 100’üncü yılda yeni ‘gemicikler’ ekleme heyecanı yaşıyor. Markete her girildiğinde can yakan gıda fiyatlarına bakarken, ardında yatan yıkımın sadece kur ve faiz kararıyla oluşmadığını unutmamak lazım.

Bahadır Özgür / BİRGÜN





Hulusi Akar’ı görmezden gelmişler+SOYLU’NUN PARASI DUVARA ASILACAK+BÜYÜK PATRON AYDIN DOĞAN MI OLACAK / Barış Pehlivan-Cumhuriyet

 Hulusi Akar’ı görmezden gelmişler

Çok değil, iki ay önce... 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’den daha yeni dönmüştü.

Cuma namazı sonrası şöyle dedi: “ABD’de bizim münasebetlerimiz iki NATO ülkesi olarak burada olmamalı. Daha önce hiçbir ABD lideriyle bu durumu yaşamadım.”

Erdoğan Türkevi’nin açılışı için büyük bir heyetle gittiği ABD’den hayal kırıklığıyla dönmüş gibiydi. Tamam, randevusu yoktu da Biden ile görüşmedi. Tamam, ABD Başkanı ile buluşma ancak G20’ye nasip oldu. Tamam da farklı bir ton vardı Erdoğan’ın siteminde...

Nedeni konusunda fikir verebilecek bir iddia var.

Zira duydum ki Milli Savunma Bakanı’na büyük bir ayıp edilmiş. Yanıt bile verilmemiş.

Şunu demek istiyorum…

Türkevi için New York’ta bulunan heyet içinde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da vardı.

Deniyor ki: Bakan Akar ABD Savunma Bakanı Lloyd James Austin ile de görüşmek için randevu talep etmiş. Ancak tam bir diplomatik nezaketsizlik örneği yaşanmış.

Böyle diyorum, çünkü Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı’nın ABD’deki mevkidaşı ile görüşme talebini görmezden gelmişler.

Olumlu dönüşü geçtim, ret yanıtı dahi vermemişler.

Bu, eskiye oranla çok kritik bir eşik.

Acaba…

Ondan mıdır ki Bakan Akar, Austin ile ne zaman iletişime geçse “daha yakın işbirliği” çağrısında bulunuyor?

                                                           ***

SOYLU’NUN PARASI DUVARA ASILACAK

Biliyorsunuz değil mi?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 1 TL’lik tazminat cezasına çarptırıldı. Davayı gazeteci Müyesser Yıldız kazandı.

Hatırlayın... 

Bakan Soylu, gazeteci Yıldız’ı “PKK seviciliği” ile suçlamıştı. Yıldız da bunun üzerine Soylu hakkında suç duyurusunda bulunmuş, ancak üç gün sonra “siyasi ve askeri casusluk” suçlamasıyla kendisini cezaevinde bulmuştu.

Neyse ki “Ankara’da hâkimler var” dedirten bir karar çıktı. 

Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi, 1 TL’lik manevi tazminatın Süleyman Soylu tarafından yasal faizi ile ödenmesine karar verdi. 

Müyesser Yıldız’ı aradım ve o 1 TL’yi ne yapacağını sordum. Şunları söyledi: 

“Yüklü miktarda bir tazminat olsaydı Mehmetçik Vakfı’na bağışlardım. Ama şimdi çerçeveleteceğim ve duvara asacağım. Zira, bu karar uzun zamandır görmediğimiz bir durumu da yaşattı. Mahkeme güçlünün de cezalandırılabileceğini gösterdi. Kuşku yok ki hakkın teslim edilmesi anlamında önemli bir karardı.” Müyesser Yıldız, 2011’de de tutuklanıp Silivri’de kalmış ve dava sonucunda beraat etmişti. 

Pek bilinmez: 

Yıldız, 16 ay suçsuz yere tutuklu kalmasına dair devlete tazminat davası açmadı. Zira, kazanacağı paranın halkın cebinden çıkan vergilerle ödenmesinden rahatsızdı. Onu içeri atan kimse, onların bedel ödemesi gerektiğini düşünüyordu. 

Demem o ki Soylu’ya karşı kazanılan davanın böyle bir sembolik anlamı da vardı.

                                                                         ***

BÜYÜK PATRON AYDIN DOĞAN MI OLACAK

“Yeni patron Aydın Doğan olur mu sence” diye sordu karşımdaki.

“Ben nereden bileyim, diğer kızların da onayı lazım” diye yanıtladım. Anlamıştı anladığımı.

Efendim, gizem katmaya gerek yok. Malum, Doğan Holding’in yönetiminde Aydın Doğan’ın dört kızı var. Yönetim Kurulu Başkanı ise en genci olan Begümhan Doğan Faralyalı.

Şimdi duydum ki holdingin kurmay katında üçüncü kuşak döneminin başlaması gündemdeymiş. Dedesiyle aynı adı taşıyan Aydın Doğan Yalçındağ’ın holdingin başına geçmesi arzulanıyormuş. Aile meclisi ne der bilinmez ama anne Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın hayaliymiş bu.

Zaten Aydın Doğan torunu için şöyle dememiş miydi zamanında:

“Doğan’ın gelip aramıza katılmasını çok arzuluyorum. Holdingi çok ileriye götüreceğine inanıyorum. Tüm torunlarımın birlikte Doğan Holding’i büyüttüğünü görmeyi çok isterim.”

Az daha unutuyordum yazmayı: BluTV’nin de kurucusu olan Aydın Doğan Yalçındağ, 1990 doğumlu. 

Doğan Holding’den bahsi açmışken... 

Hayır, Doğan’ın kızlarının medyaya dönme arzusunu yazmayacağım. Medyayı buluşturmalarını anlatacağım.  

Şöyle ki: Aydın Doğan Vakfı Türkiye’den birçok gazeteciyi Almanya’ya götürmeye hazırlanıyor. Nedeni de bir tören...  

Vakıf, Covid-19 aşısını geliştiren bilim insanlarından Özlem Türeci’ye ve Uğur Şahin’e bir ödül verecekmiş. Eski Doğan Medya yöneticilerinin yanı sıra Aydın Doğan’a yakınlığıyla bilinen birçok yazar da o tören için bavullarını hazırlamış. 

Söylemezsem olmaz, törene katılacak bir gazeteci hafif kriz yaratmış. Öyle ya, yıllarca AKP’ye verdiği açık destek unutulur muymuş? Ama işte Doğan’a yakın olmasından dolayı mecbur, o da listeye dahil edilmiş.

Barış Pehlivan-Cumhuriyet

KOLAJLAR:MKRC



22 Kasım 2021 Pazartesi

Devlet mi kazanacak çapulcular mı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Otobüs gecikiyor, sevdiğin gelmiyor, meraklanıyorsun. Sebepsizliğe ise kızıyorsun. Oysa adaleti yıllarca bekleyenler var. Her yanları ateşler içinde aramaya devam ediyorlar.

Geçen Çarşamba günü, 14 Haziran 2018’de Urfa’da yaşanan olayları anlatmıştım. Seçim öncesinde 4 kişinin ölümüne neden olan o hadise, “AK Partililere PKK saldırısı” diye duyurulmuştu. 

Oysa yıllar sonra, AKP Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba’nın hatırlattığı gibi, meselenin terörle uzaktan yakından ilgisi yoktu. 

Ölenlerden üçü bizzat AKP’yi destekleyen grup tarafından katledilmişti. Saldırıya uğrayan Şenyaşar Ailesi’nin üyeleri, dükkanlarında yaralanmış, getirildikleri hastanede ise linç edilerek vahşice öldürülmüştü. 

Yargı, yaşananların hesabını soramadı. Linçten, valinin araya girmesiyle yaralı kurtulan Ferit Şenyaşar ve annesi ise, 260 gündür, Urfa Adliyesi önünde, adalet nöbeti tutuyor. Hem kaybettikleri aile üyeleri hem de tutuklu Fadıl Şenyaşar için adalet istiyor.

    Olay anının fotoğrafı, dükkan sahiplerinin saldırıya uğradığını gösteriyor.

ERDOĞAN’I UYARAN AKP’Lİ VEKİL

Yazıdan sonra AKP Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba ile görüştüm. Anlattıklarımın özüne itirazı olmamakla birlikte, Fakıbaba’nın da ekleyecekleri vardı.

Fakıbaba, “3 buçuk yıl sonra konuştu” sözünü eksik buluyordu. “Evet, ben olayın ilk günü terör demiştim. Beni yanılttılar. Olaylardan üç gün önce ben de Şenyaşar Ailesi’ni ziyarete gitmişim. Beni çok iyi karşılamış, uğurlamışlar. Olaydan sonra bunların fotoğraflarını görünce açıklamamın yanlış olduğunu anladım. Hemen Cumhurbaşkanımızla görüştüm. Ona bunun bir terör hadisesi olmadığını anlattım. Şenyaşar Ailesi’nden de başsağlığı dilemesini istedim. Yani ben sadece 3 buçuk yıl sonra değil, ilk günlerden beri olayın iç yüzünü devletin en tepesine kadar anlattım.”

Fakıbaba ile, saldırıyı azmettirmekle suçlanan AKP Urfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ı da konuştuk. Fakıbaba, olaydan sonra Yıldız’a da tavır aldığını anlattı. “Meclis’te kavga çıktığında eli kırılmıştı. O zaman geçmiş olsun dedim. Bunun dışında o milletvekiliyle 3 buçuk yıldır selamım bile yok. Ben bu olaydan sonra vekile de tepkimi gösterdim.”

DEVLET ÇAPULCUYA YENİLMEZ

Fakıbaba, Urfa’da çeteleşmiş bir yapı olduğu tezine itiraz etmiyordu. Ancak “Yıldız Ailesi”nin, İbrahim Halil Yıldız’ın arkasında olduğu yorumuna karşı çıkıyordu. Fakıbaba şunu söyledi: “Aileden birileri vekilin yanında, bu olayların içinde olabilir. Ama Yıldız Ailesi’nden çok değerli insanlar var. Onlardan da bu işe karşı olanlar var. Bu yüzden akrabalarından çok yandaşları demek daha doğru.”

Yazımda Urfa Valisi Abdullah Erin’in de hadiseler nedeniyle rahatsız olduğunu, Cumhurbaşkanı’yla konuşup “görevden affını” istediğini söylemiştim. Fakıbaba da konuşmamızda Vali Erin’e sahip çıktı:

“Siz de yazmışsınız. Vali doğrunun yanında duran bir adam. Aslan gibi bir vali. Devleti temsil ediyor. Bir grup çapulcuya devlet yenilmez. Bu çeteler er ya da geç temizlenecek.”

FAKIBABA TEHDİT Mİ EDİLDİ

Daha da ilginç bir ayrıntı var…

Urfa’da konuştuğum kaynaklar Ahmet Eşref Fakıbaba’nın bu grup tarafından tehdit edildiğini, hatta evinin basıldığını söylediler. Bu iddiayı sormak için Fakıbaba’yla ikinci kez konuştum. Verdiği yanıt çok ilginçti:

“Bu soruya şimdi yanıt vermek istemiyorum. Her şeyin bir zamanı var. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam. Ama Urfa’da siyaset zordur. Çakalların ayağına basarsanız tehdit ederler tabii. Aşiretiniz yoksa, sıradan bir kişiyseniz tehdit alırsınız. Ama şimdi bunu konuşmak istemiyorum”.

KAFAYA VURARAK LİNÇ

Türkiye’nin bir şehrinde, bir milletvekilinin başını çektiği grup hastane bastı, yaralı insanları öldürdü. Bütün bunlar devletin gözünün önünde yaşandı.

Ferit Şenyaşar, ambulansta saldırıya uğradığını söylemişti. Savaş ahlakına bile aykırı bu olayı doğrulayan ambulans raporunu yazıdan sonra okudum:

“Ambulansımıza devlet hastanesi önünde kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırı düzenlenmiştir. Ambulans kullanılamaz hale geldiğinden hasta Suruç Emniyeti’nde başka ekibe teslim edilmiştir.”

Bir doktorun olay günü paylaşımı, vahşetin boyutunu gözler önüne seriyordu:

“Arkadaşlar az önce hastaneden ayrıldık. Üç acil hekimi, bir tekniker ve sağlıkçı arkadaş ile görüştük. Hastane içinde infaz gerçekleşmiş. Bir hasta, kafa travması ile gelmiş. Hastaya oksijen tüpü ile kafaya vurarak linç yapılmış. Doktor bir hastaya cpr uygularken yan tarafta diğer hastaya iki şarjör boşaltmışlar. Diğer yaralı defalarca bıçaklanıyor. Bıçaklayanlar çıkıyorlar. Başka bir yaralının boğazı kesilmiş. Sağlıkçılar tehdit edilmişler. Can güvenliği yok. Kolluk kuvvetleri olan bitene göz yumuyor. Vekilin yakınları hastane kameralarını tahrip etmişler.”

DİNLEME TUTANAKLARINDAKİ AYRINTI

AKP’nin Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba, her şeyi açıkça anlattı ama…

İçişleri Bakanı’nın da aralarında bulunduğu Hükümet yetkililerinin o günkü “terör” açıklaması halen arşivde duruyor. Anadolu Ajansı’nın “Suruç’ta AK Partililere Saldırı” diye duyurduğu hadisenin ardından; Süleyman Soylu, “Türkiye'de kimse PKK ağzıyla siyaset yapamaz. Bu kadar basit, yaptırmayız” demişti. Bugün, saldırının AKP milletvekili destekli bir çetenin katliamı olduğu ortaya çıktı. Hükümetten özür açıklaması gelmediği gibi, 3 buçuk yıldır hastanede yaşananların iddianamesi yazılamadı. Şüphelilerin telefon dinleme tutanakları ise, arkasına siyaseti almış saldırganların, “bize bir şey olmaz” güvencesi ile hareket ettiğini gösteriyor.

Yarın ne getirir bilinmez…

Ancak Türkiye’yi son yıllarda zehirleyen siyaset destekli çeteler ile hesaplaşma olacak ise, bunun en kritik ayaklarından biri Urfa’da yaşanacak. Devletin gücünü arkasına alarak terör uygulayanlardan hesap sorulmadan da kimsenin hakkını helal etmeyeceği açık.

Yevtuşenko, adalet için, “her zaman rötar yapan bir tren gibi” diyor. Yeter ki beklemeyelim. Oturduğumuz koltuktan kalkıp, gelmesi için eyleme geçelim.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Haydarpaşa Dayanışması ısrarlı: İstanbul’a gar gerek - GAMZE ERBİL / SOL

 Dünyanın en güzel garları listesindeki Haydarpaşa Garı’nın restorasyon projesi sürüyor ama burasının tekrar ulaşım zincirine döndürüleceğine dair bir sinyal yok.



Haydarpaşa Garı ve Limanı bir süredir unutulmuş durumda. Garın arka tarafında süren arkeolojik kazı, arada Kadıköylülerin gündemine giriyor, fakat garda süren restorasyon çalışması daha sessiz biçimde yürütülüyor. Haydarpaşa Garı ve Limanı’nın yakın dönem tarihinde buranın korunması için yürütülen mücadele bir sonuca bağlanmamış durumda, aslında devam ediyor.

Haydarpaşa Dayanışması, Pazar günleri merdivenlerde “nöbet” etkinliğini sürdürüyor. Restorasyon ve kazı sonrasında Haydarpaşa Garı’nın ulaşım zincirine geri döndürülmesi ve eski rolünü üstlenmesi isteniyor. Dayanışmada yer alan isimlerden Birleşik Taşımacılık Sendikası İşyeri Temsilcisi Tugay Kartal ile daha önce yapılanları ve son durumu konuştuk.

Bugüne dek Haydarpaşa Dayanışması neler yaptı, onları özetler misiniz?

Kurul kararlarına itiraz edildi, planlara itiraz edildi. Haydarpaşa Gar ve Liman Sahası’nda dönüşüm için birçok olasılık gündeme gelmişti. Bunlardan bir tanesi, 2020 olimpiyatları ülkemize verilmiş olsaydı, Haydarpaşa gar ve çevresinde olimpiyatlara yönelik bir takım değişiklikler yapılacaktı, stadlar yapılacaktı, yüzme alanları yapılacaktı. Birtakım değişiklikler yapmaya niyetlendiler. 

Yangınlar: Dönüşüm projelerine altlık oluyor.

Daha sonra Haydarpaşa yangını… İstanbul’da biliyorsunuz ki, birçok dönüşüm ve imar projelerine yangınlar altlık oluşturuyor. Haydarpaşa’daki yangın için “direkt budur” diyemeyeceğiz ama nereden bakılırsa, dönüşüme altlık oluşturacaktı. Haydarpaşa Gar restorasyon projesinin ilk etabında Haydarpaşa Gar çatı katına ticari fonksiyon verilmişti. Buna hem Dayanışma’nın, hem Kadıköy Belediyesi’nin itirazı oldu. İtiraz sonucu çatı katındaki ticari fonksiyon iptal edildi ve restorasyon projesi hem belediye, hem kurul tarafından onaylandı 2010 yılında. 

2018’de restorasyona başlandı, halen devam ediyor. Birinci etabı tamamlandı. Çatı katının restorasyonu tamamlandı. Şu anda dış cephe taşlarının onarımı devam ediyor. Giriş katında da bekleme salonu restorasyonu tamamlandı, gişelerin olduğu bölüm. Restorasyon süreci için söyleyeceğimiz başka bir şey yok. 

Sizce şirket gerekli özeni gösteriyor mu?

Gözlediğimiz kadarıyla gerekli özeni gösteriyorlar. Çatı katında kullanılan taşları İspanya’dan getirdiler. Dış kaplama taşları için Lefke’de, Osmaneli’de ocak açıldı. Taşları oradan getiriyorlar. 

Uzun zamandır devam eden bir mücadele sürecinden bahsediyoruz, bunun kırılma noktaları ne zamanlarda oldu? Kazandığınızı düşündüğünüz ya da çok önemli yenilgi aldığınız dönemeçler ne zamanlardı? 

Biz hiç kazandık demedik. Zaten öyle bir şey yapsak, Pazar nöbetlerini de bırakmış olurduk. 

Gar ve liman ihtiyacı sürüyor

Peki şu anki misyonunuzu nasıl tarif ediyorsunuz. Şimdiki görev nedir?

Bugünkü görev Haydarpaşa Garı’na ulusal ve uluslararası demiryolu bakımından ihtiyaç olduğunu dile getirmek. Gar ve Liman’a olan ihiyacı kamuoyunun gündeminde tutmak. 

Ama şu an Marmaray buradan kısa devre yapıyor. Yüksek Hızlı Tren de Söğütlüçeşme’den kalkıyor. Gara ihtiyaç duyulmuyor sanki…

O yeterli olmuyor işte. Haydarpaşa Garı gibi kapsamlı bir gar olmadığı takdirde, yani bu büyüklükte, kapasitede bir gar olmadığı takdirde işletebileceğiniz tren sayısı da sınırlı kalıyor. Yaptığınız bakım-onarım ve yatırım da bir işe yaramıyor. Siz hızlı tren yatırımı yapıyorsunuz, günde 4-6 tren mi çalıştıracaksınız, yarım saatte hatta 10 dakikada bir tren mi kaldırmanız gerekir? 

İstanbul gibi bir metropol kentte bir tane Gar yoksa bu biraz sıkıntı. Üstelik bir değil iki garımız var ama ikisi de işlevsiz. Sirkeci de, Haydarpaşa’yla yarıştırılıyor. Sirkeci Garı’nı da demiryolundan koparmak için ellerinden geleni yaptılar. 

Dünyada tek örnek: Demiryolu yerine bisiklet yolu

Oradaki son atakları da, Sirkeci ile Kazlıçeşme arasındaki çift hatlı demiryolunun tekini söküp bisiklet yolu yapıyorlar. Dünyada böyle başka bir örnek yok, kentin merkezine giden demiryolunu sök, bisiklet yolu yap… Olacak iş değil.

Bunun sebebi, bu garların arazilerine ya da konumlarına göz dikilmiş olması mı? Gar yapılmamasının sebebi ne olabilir?

Haydarpaşa’yla ilgili son yaklaşım tren getirmekti. Haydarpaşa’yla Sirkeci arasında bir de feribot taşımacılığımız var, bu feribot taşımacılığı tehlikeli eşya nakli için gerekli. Tehlikeli eşyayı ne tüpten, ne köprüden geçirebiliyorsunuz. Bunlar için denizin üzerinden giden feribotlarınız olmalı, vagonların yüklendiği. Bunları burada yüklüyorsunuz, Sirkeci’de indiriyorsunuz, oradan demiryoluyla devam ediyor. Bu taşıma için feribot iskelenin konulması kararı alındı. 

Onun dışında Haydarpaşa Garı 3-4 peronlu Hızlı Tren Yolu, birkaç perona da konvansiyonel trenler için yol yapılma kararı alındı ama henüz daha plan tasarım aşamasında, onaylanmış bir plan değil. 

Şu anda nasıl taşınıyor bu bahsettiğiniz malzemeler peki…

Taşınmıyor.

Nasıl yani?

Taşınmıyor.

Ne gibi malzemeler bunlar?

Petrol taşıması yapamazsınız. Parlayıcı, patlayıcı, yanıcı dediğimiz eşyayı taşıyamazsınız. Marmaray’ın ölçüsüne sığmayan eşyayı taşıyamazsınız… Bunlar şu an taşınmıyor, çok taşıma talebi de yok. Ama talep olursa taşıma şansınız yok. 

Her yerde boru hattı yok, bazı durumlarda vagonla taşımak gerekiyor. Bunları şu an gördüğüm kadarıyla kamyonlarla taşıyorlar. Onların da bir dizi sınırlaması var, saat olarak izinleri var.

Yüksek Hızlı Tren’in Anadolu yakasındaki kalkış noktası Söğütlüçeşme istasyonu. Burası bir gar özelliği taşıyor mu sizce, aslında sadece bir Marmaray istasyonu gibi görünüyor...

Yok gar özelliği taşımıyor. 1974-75 civarında yapıldı orası. O dönem Salı Pazarı – Kuşdili çayırının olduğu yere bir otobüs terminali yapılması planlanıyordu, Anadolu yakası otogarı olacaktı orası. Söğütlüçeşme de bir aktarım merkezi olacaktı. O amaçla yapıldı o viyadük istasyon ama o plan hayata geçmeyince bir banliyo durağı olarak kaldı. Orası bir tren manevrası, diğer işler vs. için; gar organizasyonu için uygun değil.

Yüksek hızlı ama sefer sayısı yetersiz, çünkü gar yok

O ihtiyacı karşılayacak bir istasyon değil. O nedenle de çalışan tren sayısı az. Garda bekletebileceğiniz, arka arkaya dizebileceğiniz tren sayısı yeterli değil. Haydarpaşa olmadan bu işlerin olabilme şansı yok. Bunun yerini ne Halkalı karşılıyor, ne tüp karşılıyor. Artan yolcu ihtiyacını görüyoruz oysa.

AKP iktidarının buraya yönelik bir planı yok gibi görünüyor. En son ulaştırma bakanı bir yıl kadar önceki bir konuşmasında restorasyonun iyi gittiğini ve buranın çok güzel olacağını anlatıyor ama ulaşımla ilgili bir başlığı hiç gündeme getirmiyor…

Bu konuda bazı planları var. Bir altyapı hazırlığı yapıldı, trenlerin buraya getirilmesi için. O zaman bu kazı meselesi ortaya çıktı.

Kazı konusunu da kısaca anlatır mısınız? Restorasyon sürerken ortaya çıktı bu kalıntılar değil mi?

Buradaki restorasyon devam ederken, yönetimdekiler Haydarpaşa Gara trenleri getirmeye karar verince, yapacakları düzenlemeleri bir plan haline getirdi ve kurula gönderdi. Bunun üzerine kurul da “Siz inşaat yapacaksanız, önce ben bunun altını bir kazayım” dedi. 

Burada gar sahası sökülmeden kalsaydı kazı olmayacaktı. Kurulun ellerinde buranın durumuna ilişkin belgeler var.

Son olarak peronları kazdılar, onların altına bakıyorlar. Buralarda pek bir şey çıkmadı. 

Peki bu halde Gar nasıl geri gelecek?


Bu konu bizim için çok çetrefilli bir durum ortaya çıkardı: Arkeolojiden yana mı olacağız, ulaşımdan yana mı olacağız? Çevrimiçi toplantılarda, birçok buluşmada bu konular tartışıldı; arkeologlarla konuşuldu. En son yaklaşımımız şu oldu: İkisi de bir arada yaşatılabilir dedik. Ortak bir çözüm yolu bulundu: Çok değerli olan kısım korunacak. Onun dışındaki arkeolojik değeri olan ve sergilenmesi mümkün olmayan eserlerin üzeri kapatılacak. Taşınması ihtiyacı olanlar taşınacak. Ondan sonra raylar döşenip, bir kısmı arkeolojik ortam olmak üzere Gar yeniden işlev kazanacak.

Toplum, Kent ve Çevre için Haydarpaşa Dayanışması

Haydarpaşa Dayanışması’nın kuruluşu 13 Mayıs 2005 gününe denk geliyor.

Haydarpaşa Garı’nın trenlerle, yolcularla ilişiğinin kesilmesi 31 Ocak 2012’de son trenin buradan gidişiyle başlıyor. 2013 yılının 13 Haziran günü de banliyö trenleri son buluyor; Marmaray ve Yüksek Hızlı Tren (YHT) çalışmaları bunun gerekçesi olarak gösteriliyor. 

2012 yılının 5 Şubat gününden itibaren Haydarpaşa Gar merdivenlerinde 514 Pazar nöbeti tutulmuş durumda. Bugün 515’inci nöbet gerçekleştiriliyor. Perşembe günleri daha çok kültür-sanat içerikli 200 kadar etkinlik yapıldı. Kadıköy’ün doğal kalmış tek kıyısı olan Haydarpaşa kıyıda “Mavi Sandal Buluşmaları” yapıldı. Kızıltoprak Emekli Derneği’nde de Kızıltoprak Telakisi adı verilen yılbaşı buluşmaları düzenleniyor.

Dayanışma, İstanbul’da ya da Türkiye’nin başka bölgelerindeki kent sorunları ya da başka meselelerle de ilgileniyor. Validebağ korusu, Kadıköy’e cami yapılması, Soma madencileriyle dayanışma bunlardan bazıları…

Dayanışma, Gar’ın hafızalardaki yerini canlı tutmak için var gücüyle çalışıyor. Kitaplara, romanlara, hikayelere Haydarpaşa’yı aktarmanın yol ve yöntemlerini deniyorlar. Tugay Kartal’ın aktardığına göre, Ben Hopkins’in çektiği “Bir Hasret” isimli belgeselde toplam 55-56 saniye Haydarpaşa Dayanışması’nın merdivenlerde yapılan bir etkinlik yer almış. 

“Haydarpaşa Güncesi” adı altında Dayanışma’nın eylem ve etkinliklerinin sunulduğu bir doküman pdf haline getiriliyor. Yaklaşık 50 yazar ve 80 kadar öyküden oluşan bir kitap çıkarmaya hazırlanıyorlar. 

Kadıköy Belediyesi’nin hazırladığı bir kitap var, buna Dayanışma’dan isimlerden söyleşiler alınmış, ancak kitabın yüksek bir satış fiyatı olduğunu söylüyor Tugay Kartal. Kendi hazırladıkları kitabı bedava dağıtacaklarını, “Kadıköy Belediyesi gibi parayla satmayacaklarını” söylüyor.

GAMZE ERBİL / SOL



21 Kasım 2021 Pazar

Zeytin bütün ağaçların ilkidir! (Olea prima omnium arborum est...) - Ahmet UHRİ / EVRENSEL

 


Yunan Mitolojisi’nde de her zaman ölmez ağaç olarak nitelenen zeytin belki de evcilleştirilen en eski ağaçlardan biridir.

Olea europae ve Olea sativa bilimsel adlarıyla vaftiz edilmiş olan zeytin, sadece kısa bir yazıyla anlatılamayacak derecede kültürel bağlar içerir. Zeytin, 500 yıldan fazla yaşaması, neredeyse her yerinden yararlanılması ve semavi dinlerin doğduğu Ortadoğu gibi bir bölgede insanlığa yararının dokunması nedeniyle her zaman belli bir kutsallık halesi içinde değerlendirilmiştir. Zaman zaman da incir ve üzümle beraber uygarlık yaratan bitkilerden biri olarak nitelendirilmiştir. Yunan Mitolojisi’nde de her zaman ölmez ağaç olarak nitelenen zeytin belki de evcilleştirilen en eski ağaçlardan biridir. Bu yazıya başlarken yazdığım Latince deyiş de bunun bir kanıtı. Hoş, Latince söylenen her şey insana bilgece gelir, (Quid quid Latine dictum sit altum sonatur…) diye bir söz daha vardır Latince ama bu söz zeytin üzerine söylenenlerdeki anlamı gölgeleyemez.

NE ZAMAN EVCİLLEŞTİ?

Anavatanı Doğu Akdeniz olan zeytinin genetik çalışmalar sonucu oleaster olarak adlandırılan ve günümüzde delice denilen yabani zeytine benzeyen yabani ve küçük bir ağaççık görünümündeki ilksel atasından yine Ürdün Vadisi ve Doğu Akdeniz civarında evcilleştirildiği ileri sürülür. Bu ilksel yabani ata ile ilgili en eski veriler ise oleasterin bütün Ege ve Doğu Akdeniz’de yaygın olduğunu gösterir. Dar bir iklim kuşağı içinde yetişebilen zeytin için uygun bir alandır burası. Örneğin yakın zamanda Yatağan civarındaki kömür ocaklarında yapılan bir çalışmada günümüzden 14 milyon 300 bin yıl öncesine ait bir zeytin poleni fosilleşmiş halde bulunmuştur. Bir Ege adası olan Santorini’de volkanik alanlarda yapılan çalışmalarda ortaya çıkarılan fosilleşmiş yabani zeytin yaprağı fosilleri günümüzden 37 bin yıl öncesini işaret etmektedir. Kısacası yabani ata için ana vatan Doğu Akdeniz, Ege, Anadolu’nun güney kıyıları ve doğuya doğru da olasılıkla Kuzey Suriye ve belki Güneydoğu Anadolu gibi gözükmekte. Yani çok genel tanımlamayla Yakındoğu ya da Güneybatı Asya yabani atayı lokalize etmek için en uygunu. Ancak adı üstünde bu yabani zeytin, peki bu durumda zeytin nerede ve ne zaman evcilleştirildi? Bu sorunun yanıtı kesin olarak bilinememekle birlikte Suriye, Ürdün Vadisi ve Doğu Akdeniz civarından gelen arkeobotanik veriler içinde Olea europae ile ilgili kalıntılara rastlanılması zeytinin bu bölgelerde ve olasılıkla MÖ 6000 gibi evcilleştirilmiş olduğunu göstermekte. Suriye’de Halula’da, Doğu Akdeniz’de Carmel Dağı’nın Akdeniz’e uzanan batı eteklerindeki Kfar Samir ve diğer yerleşimlerle, Anadolu’nun güney kıyılarındaki Mersin Yumuktepe’den elde edilen arkeobotanik veriler içinde rastlanılan Olea europae ait zeytin çekirdekleri yaklaşık olarak MÖ 6000 civarında ve söz konusu bölgelerde zeytinin evcilleştirilmiş olabileceğinin ipuçlarını taşımaktadır.

NEDEN EVCİLLEŞTİRİLDİ?

Evcilleştirme için bir yer ve zaman yaklaşık olarak saptanabildiğine göre bir başka soruya geçme zamanı şimdi. Evcilleştirilmesi Geç Neolitik Döneme uzanan zeytin neden evcilleştirildi. Zira meyvesi içerdiği oleoropein nedeniyle acıdır zeytinin yani çiğ olarak tüketimi kolay değildir. Üstelik yabani zeytinin meyveleri de küçüktür. Kısacası yenilebilecek bir meyve değildir zeytin. Bununla birlikte odunu sağlamdır ve Yakındoğu halkları için odunu ve yağlı tohumundan yararlanmak için evcilleştirilmiş olabilir.

Burada bir soru daha sormak gerek. Yağ neden gerekli? İnsan neden bitkilerden yağ elde etmeye çalışmıştır? Bence bu sorunun yanıtını beslenme dışındaki alanlarda aramak gerek. Bu alan da olasılıkla aydınlanma ve piroteknoloji ile ilgili. Burada bir de anımsatma yapmak istiyorum. Hemen bütün klasik dönem arkeoloji kazılarında çokça çıkan bir buluntu grubu vardır. Toprak kökenli çanak çömleklerden sonra belki de en çok ortaya çıkarılan buluntu kandillerdir. Yani aydınlatma için kullanılan araç gereçler. Peki, kandillerin içinde yakıt olarak ne kullanılmakta? Bu sorunun yanıtı da büyük bir olasılıkla yağ olarak verilebilir.

Ateşin evcilleştirildiği 500 bin yıl öncesinde başlayan süreçte yaşadığı yeri aydınlatmada olasılıkla yağ kullandı insan. Bir soru daha ekleyelim o zaman. Hangi yağ? Yanıt açık, olasılıkla bitkisel veya hayvansal yağlar. Bu durumda ilk farkına vardığı nokta, çam, zeytin vb. çıralı/reçineli veya yağlı bazı bitkilerin odunsu kısmının diğerlerine göre daha iyi yandığı ve yine aynı şekilde avladığı hayvanların bazı parçalarının ateşin içinde aynı hayvanın başka vücut parçalarına göre daha iyi yandığı veya eridiği olmalıdır. Bu farkındalıkla beraber, özellikle başlarda yani Orta/Üst Paleolitik Çağda, önce çalı çırpı ve odunla başlayan yakıt gereksinimi sonrasında belki hayvansal yağlarla devam etse de esas olarak yerleşik yaşam ve tarımın ortaya çıkmaya başladığı Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ ve sonrasındaki çağlarda yerini yağ oranı yüksek bitkilere bırakmış olsa gerek. Başlangıçta yemek yapma, ısınma, aydınlatma vb. amaçlarla kullanılan ocaklar olasılıkla Üst Paleolitik Çağla birlikte işlevlerinden birini yani aydınlatmayı bir başka araca yani kandile bırakmış olmalı. Bu durumda kandillerin ya da genel anlamıyla aydınlatma gereçlerinin ortaya çıkışıyla bunlar içinde yakılacak maddeler arasındaki ilişki üzerinde durmak gerek.

Öncelikle ilk kandil ya da aydınlatma gerecinin Üst Paleolitik Çağın mağara yaşantısında ortaya çıktığını belirtmek olasıdır. Yakındoğu kültürlerine bakıldığındaysa deniz kabuklarından üretilmiş kandillere Filistin civarında MÖ 8000-6000 yılları arasındaki değişik kazılarda rastlanılmış olup bunların içindeyse bitkisel ve hayvansal yağların yakıldığı araştırmacılarca saptanmıştır. Yakındoğu kandilleri için verilen bu tarihler zeytinin evcilleştirilmeye başlandığı tarihlerle uyumlu gibi gözükmektedir. Sonuç olarak en başta sorulan sorunun yanıtını daha kesin olarak ifade etmek olasılığı artık bulunmakta.

ZEYTİNİN ‘YAĞI’

İnsanlık zeytini esas olarak yağını aydınlatmada kullanmak için evcilleştirmiş olmalıdır. Ancak bu demek değildir ki zeytinyağı yemeklerde kullanılmadı. Elbette zeytinyağı yemeklerde kullanıldı, fakat ilk başlarda bu zeytinyağının ikincil faydası olarak kabul edilmeli. Bu durumda özellikle yazılı çağlardan itibaren zeytine ya da zeytinyağına Sümer ya da Akkad kayıtlarından başlayarak rastlanılması da gereklidir. Gerçekten de Mezopotamya uygarlıklarına bakıldığında zeytinin adına Akkadçada ‘zeirtum/zertum’ olarak rastlanılmakta ve bu sözcük daha sonrasında Hititçede ZERTUM ya da SIRDU/SERDU olarak karşımıza çıkmakta. Ayrıca Akkadça gibi Semitik dillerden olan İbranice’de adı “zeta” ya da “zai”, yine Semitik bir dil olan Arapçadaysa “zaitun” olup, bu dilsel olgu kültürel süreklilik açısından son derece heyecan vericidir. Mezopotamya kökenli bu “z” ya da “zeta” bağlantısı Yunancada “ölümsüzlük” simgesi olarak da kullanılmış ve Yunanca “zeta” olarak okunan “Z” harfi aynı zamanda ölmez ağaç olarak nitelenen zeytinin uzun yaşamasından esinlenilerek simgesel biçimde zeytini niteler hale gelmiştir. Ayrıca sözcüklerden anlaşılabileceği gibi Türkçe zeytin de bu kökten gelmekte. Simgesel göndermeleri bir kenara bırakıp Yunancaya tekrar bakılacak olursa bu kez zeytin anlamına gelen ‘elaia’ sözcüğüyle karşılaşılır ki bu sözcük batı dillerinde ‘olea ya da olive’ sözcüklerine de köken olmuştur. Yunancanın eski formlarından olan Lineer-B yazısında kullanılan ‘e-ra-wa/e-ra-wo veya elaiwa/elaiwon’sözcüklerinden köken alan zeytin ve zeytinyağı sözcükleri de Doğu Akdeniz ticaretinin o dönemlerde ne derece güçlü olduğunu gösterir biçimde yine Mezopotamya kaynaklıdır. Zira susam yağının Sanskritçe adından köken alan ve Akkadca yağ anlamında kullanılan ‘ellu/elle’ sözcüğü de bu sözcüğün kökenidir. Kısacası zeytin batıya doğru yol alırken bitkinin kendi adı değil ondan üretilen yağ sözcüğü isim olarak geçmiştir. Yakındoğu dillerinde zeytin için kullanılan sözcükleri Mısır kaynakları ile tamamlayalım. Eski Mısır’da zeytin ve zeytinyağı için ‘ddtw ve bзķ’ isimleri kullanılmakta.

Son olarak zeytinin evcilleştirildiği Kuzey Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz civarından bir bilgiyle konuyu tamamlayalım. Bilinen en eski yağhane ya da zeytinyağı işliği İsrail’deki kazılarda ortaya çıkarılan ve MÖ 2000 yıllarına tarihlenen işlik olup, Anadolu’da ise yaklaşık MÖ 600 yıllarına tarihlenen ve bugün deneysel bir çalışmayla canlandırılan İzmir’in Urla ilçesindeki Klazomenai Antik Kenti zeytinyağı işliği Anadolu’nun en eski yağhanesidir.

Ahmet UHRİ / EVRENSEL


                                                                    ***

Umudun umutsuzluğu | Zeytin! - Murat NARİN / EVRENSEL

"Zeytin hem umudun hem de direngenliğin ta kendisidir. Eğer öyle olmasa idi binlerce yıl yaşar mıydı? Yaşadığı sürece üretmekten vazgeçmez zeytin. Geleceğe hep hazırdır."

Bu yılki hasat sezonunun ortasındayız. Zeytin yetişen bölgelerde her yıl yaşanan telaşlı günler yaşanıyor. Sabah gün ağarmadan, uzak köylerden gelen “taşıma tayfa” daha da erken, yarı gecelerde yola çıkarlar. Gidiş-dönüş bazen 150-160 km yol yaparlar eski model minibüslerle. 15 kişilik araçlarda 25-30 kişi üstü üstüne “yığın” halinde hem de… koronavirüsü için yer kalmamacasına dolu anlayacağınız… Yakın mesafelerde traktör römorkunda sabah ayazı ve rüzgar yüzünüzün derisinin gerilip çatlamasına denk gelir. Gergin cildi ile doğal botokslu, kırışıklıkların olmadığı cilde sahip, zeytin tayfalarından olmak istemez misiniz? Üstelik zeytin ve zeytinyağı cildi besliyor da! Alyanaklı, kırışıklığı olmasın isteyenler durmasın gelsin zeytin tayfalığına! Kadın tayfaya 110, erkek tayfaya 150 TL yevmiye de veriliyor…  Öğlen yemeğini getirdiğin çıkını zeytin ağaçlarının altında yapmak gibi bir keyfi de işin cabası! Çektirme bıçakla kesilmiş ince bir dilim köy ekmeğinin üstüne zeytinyağlı salça sürüp, yuvarlama zeytin, peynir,  yanına semaverde çalı-çırpı ile yapılmış bir de çay varsa soğukta bal börek ne gam! İnsan başına 100-150 kilo zeytin toplarsanız “iyi tayfa” olursunuz, aşağıya düşerse kötü demektir.     

Gel gör ki ağaçlar mahsul dolu ise toplanan zeytin de çok olacaktır.  Ama küresel iklim değişikliklerinin en etkili sonuçlarını zeytinde görürsünüz. Çünkü zeytin dünya genelinde daha çok kendi doğal koşullarında yetişir. Yeterli yağışın olmaması, verimin düşmesi için yeterli nedenken, olması gereken ısının da ortalamaların üstünde olması ağaçların ihtiyacı olan “kışlama saati” ni de yaşayamaması, yani dinlenme ve uykusunu alamamış bir canlının verimliliği de düşük olacaktır. Tayfa o ağaçtan öbürüne avare çalışacak, yeteri ürün toplayamayacak ve “iyi tayfa” olamayacak! 

Konvansiyonel tarım henüz daha çok yaygın değil. Arjantin, Avustralya gibi yeni zeytinci ülkeler ve bir miktar da İspanya ve Türkiye’de yeni plantasyonlarda konvansiyonel zeytin tarımı yapılıyor.  Bunun da toplam üretim içindeki payı yüzde 10-15 den fazla değil. Dolayısıyla iklim etkileri zeytinde çok net görülüyor. Akdeniz çanağı ürünü olan zeytin küresel iklim değişikliklerinin en etkili görüldüğü bölge olması nedeni ile de ağır sonuçlar yaşanmasına neden oluyor. Türkiye iki yıl önce 290 bin ton zeytinyağı üretirken, geçen yıl 173 bin ton olduğu, bu yıl da 235 bin ton zeytinyağı üretimi olacağı tahmin ediliyor. Uluslararası zeytin konseyi rakamlarına göre komşu Yunanistan’da da benzer sonuçlar var. Geçen yıl 270 bin ton olan üretimin bu yıl 235 bin ton olacağı öngörülüyor. Konsey diğer ülkelerde yıllık ürün artışı öngörüyor! Akdeniz çanağında yıllardır yaşanan kuraklık, yangınlardan zeytinlikler hiç etkilenmemiş sanki… Bir önceki yıl dünya devir stokunun 847 bin ton iken bu yıl 685 bin ton olması dünyada talebin patlamasından değil arzın eksiğinden kaynaklı bir durumdur. Tek başına Türkiye’nin üretim eksiği 290-170=120 bin tondur.  Politika ve piyasayı maniple etme uğruna rakamlarla oynandığı yalnızca TUİK’e vergi bir şey değil…   

Tarımsal üretim girdilerindeki artışla, ürün fiyatları arasındaki ters orantılar her gün yazılıp çiziliyor. Bu rakamlar zeytin için de geçerli. Üstelik üretimdeki düşüş yoksullaşmayı daha da artırıyor. Nereden mi biliyoruz? Açın bankaların satılık gayrimenkuller listesini, hepsinin en büyük “zeytinci” olduğunu göreceksiniz. İcra satış ilanlarında zeytinlikler ilk sırada! Ve sayısını, istatistiğini TÜİK izliyor mu ben bilmiyorum… Türkiye’de zeytin üretiminin yüzde 85’i 25 dönümden daha küçük zeytinliklerdir. Hem mülkiyet parçalıdır hem de üreticiler çok küçük ölçeklidir. Genellikle zeytinci bölgelerde başka tarımsal üretim ya da hayvancılık yapılması nerede ise mümkün değil. Bu durum da yoksulluğun üretimin düşmesi ile daha katmerli hale gelmesi sonucunu doğuruyor…

Üstüne bir de son günlerde dövizdeki artış, ekonominin genel gidişi ile de birleşince “Bu kış komünizmin gelmesi” ni kaçınılmaz kılıyor…

Yıllardır ülke zeytinciliği üzerinde tepinen “tüccar” taifesinin etkileri günümüzde de belirleyici durumda. Üretici kooperatifleri neredeyse “etkisiz eleman” düzeyinde varlık gösteriyor. Suriye’den kaçak ve yasa dışı, uluslararası hukuka aykırı, yağma ve talan yolu ile elde edildiği iddia edilen zeytinyağlarının işlenmesi ve pazarlanmasında dünya zeytin sektörü Türkiye’yi çeşitli kurumlarda sorguluyor. Dünya basınında sayısız eleştiri ve soruşturma yazıları yayımlanıyor.     

KAN DAVASI GÜDEN BİR DEVLET, HEM DE BARIŞIN SİMGESİ ZEYTİNE KARŞI!

Oysa zeytin umudun simgesidir. Oysa ülkede yaşadıkları ile umut onu yönetenlerin yaptıkları nedeni ile derin bir umutsuzluk içinde. Doğal koşullarla mücadele etmek onu yorup umutsuz etmiyor. Bu yüzyılda yaşadıkları binlerce yıldır yaşadıkları ile hiç benzemeyen kötülüklerle baş etmeye çalışıyor. AKP iktidarı, ilk gününden bu güne kadar Zeytin Yasası’nı değiştirmek için yapmadıklarını bırakmadılar. 9 kez durduruldu bu saldırılar. Şimdilerde Meclis Sanayi Komisyonunda Zeytin Yasası’nı 10. kez değiştirmek istiyorlar. Kan davası güden bir devlet, hem de barışın simgesi zeytine karşı! Akıl alır gibi değil bu akıl kaybını…

Yazının başlığı kısa süreli bir zaman diliminde olanlara dair bir ironiydi. Zeytin hem umudun hem de direngenliğin ta kendisidir. Eğer öyle olmasa idi binlerce yıl yaşar mıydı? Yaşadığı sürece üretmekten vazgeçmez zeytin. Geleceğe hep hazırdır.

Murat NARİN / EVRENSEL