4 Nisan 2022 Pazartesi

Kuşdili Çayırı otopark değil çayır olmalı - GAMZE ERBİL / SOL

 


Mimar ve yazar Arif Atılgan, Yoğurtçu Parkı için Kuşdili Çayırı alanının şantiye olarak tutulmasının gerekli olmadığını ve önerilen Kuşdili Projesinin de bu haliyle yapılmaması gerektiğini savunuyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı ve Kuşdili Çayırı için gündeme getirdiği projeler üzerine yerel konularla ilgili çalışmalarıyla tanınan mimar ve yazar Arif Atılgan’la konuştuk. Atılgan, Yoğurtçu Parkı için şantiye olarak kullanılacak Kuşdili Çayırı için geçmişte gelen projelere karşı mücadelelerini ve bugünkü projeyi değerlendirdi. Arif Atılgan Kalamış yat limanı için de oldukça karamsar senaryolar üzerinde duruyor. Çözüm halkın mücadelesi, diyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) Kuşdili Çayırı için hazırladığı yeşil alan projesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Burası için daha önce de farklı projeler gelmişti, ne oluyor?

Kuşdili Çayırı için hazırlanan planı gördüm. Oraya bir park düzenlemesi yapılmış. Öncelikle Kuşdili’yle ilgili şimdiye kadar yapılan planların hikâyesini anlatayım. 

İlk olarak 2006 yılında o zamanki İBB yönetimi, Kuşdili’ne bir AVM projesi çıkartmıştı. Kadıköy’deki ünlü bir müteahhitin yeni kurduğu bir şirkete yap-işlet-devret usulüyle 30 yıllığına o alanı vermişlerdi. O zamanki İBB yanlış bir iş yapmıştı. Bakın bunu hep söylüyorum, orası kamuya ait yeşil alan. 1967 yılında düzenlenmiş bir belge var. O zamanki Kadıköy Belediyesi’nin yetkililerinden almıştım. Kuşdili Çayırı yeşil alan gözüküyor. Yani kamunun, yani halkın mülkü… O tarihteki İBB yönetimi mülkiyeti kendine ait olmayan alanı ihaleye çıkarmıştı. O zamanlar ben hem Mimarlar Odası’nın hem Kent Konseyi’nin başkanıydım, kurulda da gözlemci üyeydim. İtiraz ettik “İBB’nin kendi mülkü değil nasıl ihaleye verir” diye ve o ihale iptal oldu. 

O zaman tecrübe kazandılar. Önce içerisinde AVM olan planı yaptılar. Plan yapıldığı için İBB mülkiyeti üzerine alma hakkını elde etti ve tüm alanın sahibi oldu. Daha sonra da ihaleyle işi ve dolayısıyla alanı aynı şirkete verdi.

Yine itiraz ettik, dava açtık. Plan iptal oldu. Kuşdili Platformunu kurduk, konu halkın mücadelesi haline geldi. Başka planlar da yapıldı. Ama bu planların hiçbiri şu an geçerli değil. Gerekli bütün itirazlar yapıldı, o planların hepsi iptal oldu. Bildiğim kadarıyla en son 2018’de bir plan geldi o da iptal oldu.

Plan iptal olunca mülkiyetin onlardan çıkıp tekrar bize, yani halka dönmesi gerekir. Ama şimdi hâlâ İBB’nin mülkiyetinde, sürekli yeni planlar yapılıyor.

Evet, bugünlerde de yeni bir plan var. Henüz bu plan konuşulmuyor ama. Oranın şantiye olarak tutulmasının sebebi Yoğurtçu Parkı’ndaki plan olarak gösteriliyor. Kurbağalıdere Projesi bittikten sonra Yoğurtçu Parkı için defalarca proje başlatılacağı söylendi, hiçbiri hayata geçmedi. Bugün yine yeni bir proje olacağı söyleniyor. Kuşdili de hep şantiye olarak kalacak belki de…

Biz Kuşdili için önerilen plana dönelim yine, onunla ilgili değerlendirmeniz nedir?

1980’lerde Salı Pazarı getirilmişti oraya. Salı ve Cumartesi günleri kuruluyordu. Ancak Cumartesi günleri Fenerbahçe Stadında maç olduğu için pazar Cuma gününe alınmıştı. Pazar kurulmadığı günlerde alan otopark olarak kullanılmaya başlandı. Pazar oradan kaldırılınca da devamlı otopark yapıldı ve o zamandan beri otopark olarak kullanılıyor. 

Burası 46 dönümlük alan olarak geçer. Kadıköy’ün tarihinde Kuşdili Çayırı olarak yer alır. Açıklık, koruluk, doğal bir yeşil alan. Yüz yıl öncesinde Kadıköy insanları burada piyasa yaparmış. Sineması var, tesisleri var. Sosyal hayat burada olurmuş. 

Bugünkü yeni yapılan plana baktığımda Kuşdili Caddesi tarafındaki 5-6 dönümlük parça özel mülkiyete geçmiş ve bütünden koparılmış. 40 dönüm civarı yer kalmış, çevresinden yol da geçmiş. Otoparka doğru kavis yapan derenin yatağı da düzleştirilmişti. Orada bir alan çıkmış. 

Şimdi buraya bir yeşil alan projesi veya park düzenleme projesi yapılmış. Gördüm. 

Elde kalan 40 dönümlük yerin yaklaşık sekiz dönümlük kısmı İtfaiye Müdürlüğü’ne ayrılmış. Yanında yine bir sekiz dönüm civarı alan da otopark olarak ayrılmış. Eski otopark korunmuş aslında. Bütün bu bölümler çıktıktan sonra park için 20-25 dönümlük bir alan kalıyor. Bakın park diyorum artık, Kuşdili Çayırı diyemiyorum.

Gördüğüm kadarıyla, ortada bir yürüyüş yolu var kenarlarına ağaçlar dikmişler. Orası Söğütlüçeşme İstasyonu ile Kuşdili Caddesi arasında yol olacak. Oradan gelip gidecekler; bir nevi sokak olacak yani. Yeşil alan hissi vermeyecek. Ağaçlar da bir müddet sonra kurur gider. Orası öyle olmaz. Olmamalı. Dilim varmıyor ama Kuşdili Çayırı kuşa dönecek diyeceğim neredeyse.

Bugüne kadar çayır yok olmadı. Bakın Kuşdili Çayırı diyoruz, çünkü alan duruyor. Alan önemlidir, alanın üstü otopark şu anda, oradaki asfaltı kaldırıp toprağı çıkarırsanız tekrar ağaç çıkar. Makilik olur, çayır olur. Ama bu projeyle yok ediliyor. 20-25 dönüme dikeceğiniz 5-10 ağaç göz aldatmaca olur. Bunu böyle yapanlar “Kuşdili Çayırı’nı yok edenler” olarak tarihe geçerler.

Kuşdili Çayırı’na öyle bir şey yapılmamalı, yani o projeyi yapmasınlar. Hiç uğraşmasınlar. Orada yapılması lazım gelenler belli. Bir kere Kuşdili Caddesi’nin yakınındaki 5-6 dönümlük yeri satın alsınlar. Orası 46 dönümün içindeydi. Bu alan özel mülkiyette kalırsa ileride oraya inşaat yapıldığında arkadaki Kuşdili Çayırı alanı, hem geride hem de çukurda kalacaktır. Otoparkı ve İtfaiyeyi de oradan kaldırsınlar. İtfaiye’nin bulunduğu yerde tarihi Kuşdili Sineması vardı. 100 küsur yıl önce Kadıköy’ün üç sinemasından biri olan bu tek katlı sinema binası tekrar yapılabilir.

Sonuçta 46 dönümlük çayır, içerisindeki tarihi Kuşdili Sineması’yla birlikte koru olarak yeniden oluşturulmalıdır. Emin olun, bunu yapan yetkili arkadaşlarımız ise “Kadıköy’e Kuşdili Çayırı’nı geri getirdiler” diye tarihe geçerler.

Şu anda Kuşdili Çayırı alanının şantiye olarak kullanılan kısmının bir bölümünün de otoparka dönüştürüleceği söyleniyor. Yarısı Yoğurtçu Parkı projesi şantiyesi ve diğer bölüm de otopark olarak kullanıma açılacak deniyor. Otopark alanı genişleyince bu sefer otopark ihtiyacı daha da artmayacak mı?

Bu mevcut otopark iki katlı, üç katlı da yapılabilir ve araba sayısı artabilir. Şantiye olayı ayrı bir sorun bizim için. Biz Türk insanı olarak şantiyede yaşamaya alıştırıldık. Bu kadar senedir İstanbul’da büyüdüm, şimdiye kadar inşaat olmayan bir sokakta, caddede yaşadığımı hatırlamıyorum. Biz hep şantiyede yaşıyoruz esasında, şehirde yaşadığımızı sanıyoruz ama... İşte onun için de o durumdan kimse rahatsız olmuyor. Evet. Eski inşaat firmasının şantiye alanı Kuşdilinde kaldı. Kaldırılmalıdır o. 

Orada hâlâ bu kadar şantiye kurulacaksa, bu da açıkçası insanı tedirgin ediyor. Yoğurtçu Park’taki basit bir park düzenlemesi için böyle bir şantiye gerekli değil. O zaman daha başka bir şeyler mi yapılıyor, diye insan düşünüyor. Böyle bir şantiye alanı kurulacaksa orada yapılaşma mı olacak? Parktaki düzenleme için, öyle ayrı bir şantiye alanına gerek olmadığını düşünüyorum. Bu şantiye alanının oradan kaldırılması gerek bence. Ama genel olarak şantiye görüntüsüne bizim insanımız alışmış ve rahatsız olmuyor. Yani orada yaşayanların rahatsız olması, “kaldırın bunu artık” demesi gerekir.

Yoğurtçu Park 1923-1925 yılları arasında bataklıkmış. Süreyya İlmen burayı kurutmak için Sıçan Yolu tabir edilen moloz taşlarından blokaj yaparak suyu dereye akıtmış. Sonra da bugün hala var olan ağaçları dikmiş. Burayı park haline getirmiş. 

Günümüzde Yoğurtçu Park’ın zemini çukurda kalmış. Bir yanındaki Kurbağalıdere Caddesi ile diğer yanındaki Kurbağalıdere’nin kenarındaki yürüyüş yolu yüksekte kalmış. Zeminde biriken su sadece insanları rahatsız etmekle kalmaz. Ağaçları ve diğer bitkileri kurutur. Yapılacak drenaj ile zemin suyunun dereye değil Caddenin altından geçen kolektöre aktarılması gerekir. Zira ağzı çok daraltılan dere aşırı yağışlarda yükselebilir.

Otopark meselesine gelince… Kadıköy’de genel anlamda bir otopark sorunu var. Sorunu ortaya koymak lazım. Evet. Kadıköy’e hafta sonu arabayla girilmiyor. Bunu düşünmesi gerekir yetkililerimizin. Bunu biz nasıl çözeceğiz? Otopark mı yapacağız, yoksa başka bir düzenleme mi? Sorunu kabul edip ortaya koymak, çözüm için de tartışmak gerekli. 

Kadıköy’e otopark yaptığınız müddetçe bir o kadar daha otoparka ihtiyacınız olur. Şimdiye kadarki pratik de böyle; bir kere bunu bir düşünmek lazım. Kadıköy’e eninde sonunda araba sokulmayacak, öyleyse artık oturup cesaretle bunun kararının verilmesi gerekir. Kadıköy’e araba sokulmayacak. Engelliler için otopark olabilir, o ayrı bir konu. 

Söğütlüçeşme Meydanı önemli. İstasyon orada, Gar orada, otobüs durakları orada. Oraya bir noktayı koymak lazım; Söğütlüçeşme’den aşağı araba girmeyecek. Oradan yukarısı nasıl çözülür, onu oturup konuşacaklar, tartışacaklar. Kadıköy merkeze tramvaylarla ring seferleri yapılabilir. Bunlar hep tartışılmalı. Çözüm bulunur.

İnsanların kamu araçlarında seyahat etmelerini cazip hale getirmeliler. Arabasını şehir merkezinde park etmeyi pahalı hale getireceksin. Şehrin merkezinde süper bir fiyat olur dışarı çıktıkça ucuzlar ve sonunda bedava olur. Yani şehir içine özel arabayla girmeyi zorlaştıracaksınız. Ana prensip bu olmalı. 

Kalamış Yat Limanı ihalesi iptal edildi, siz bu konuyu da izliyordunuz. Nedir son durum?

Ben orada çok kötümserim. Bir şey bildiğimden değil, hislerimi söylemek istiyorum. Komplo Teorisi gibi diyelim. 

Şimdi tepeden dronla bölgeyi bir görelim; kuşbakışı görelim. Devlet Demir Yolları Kampı var Fenerbahçe’de. Sanırım 5-10 sene önce, Özelleştirme İdaresi’ne devretmişlerdi orayı. Oraya da marina yapılacaktı, sonra durdu. Şimdi düzenleme yaptılar, galiba tesis olarak kullanılıyor şu anda ama orası uykuda.

Fenerbahçe yarımadasını hiç konuşmuyorum, konunun dışına çıkarıyorum ki, o da girer aslında. Oradan geliyorsunuz Fenerbahçe-Kalamış Marina’ya. Özelleştirme İdaresi’ne verildi, onlar planlar yaptılar. Kapasiteyi yükseltmeyi ve tesisleri çoğaltmayı hedeflediler. 

Devam ediyoruz… Yoğurtçu Parkı çukurda kalıyor, ağaçlar çürüyor, şu an çözüm aranıyor... Derenin kenarında yürüyüş yolları yapılıyor; projeler düşünülüyor... Ve geliyoruz Kuşdili Çayırı’na. 46 dönümlük yer. Burayla da ilgili 2006 yılından beri planlar geliyor-gidiyor. Ama hâlâ mülkiyeti halkın olamadı. Çeşitli planlamalar-düzenlemeler yapılmaya devam ediyor. 

Fenerbahçe tesisleri, Kalamış, Yoğurtçu Parkı, Kuşdili Çayırı… Topladığınız zaman 200-300 dönüm gibi bir yer ediyor. Kaldı ki, proje alanı Bağdat Caddesi’ne kadar genişletilebilir de. Türkiye’nin en değerli toprakları İstanbul’da, İstanbul’un en değerli toprakları Kadıköy’de, Kadıköy’ün de en değerli toprakları bu saydığım yerde. 

Biz o planı-bu planı konuşuyoruz ama pat diye Cannes’da gayrimenkul fuarında Kalamış çıkıyor görücüye. Ben de o zaman komplo teorisini düşünmek zorundayım. Orada sunulan teklifte sadece Kalamış marina tarif ediliyor ama orayı vermişlerdi zaten Türkiye’nin en büyük sermayelerinden birine daha önce. Geri aldılar. Cannes’daki gayrimenkul fuarında yeniden sunuluyor. Sadece Kalamış’ı sunduklarını düşünmüyorum o zaman ben, Kalamış’ın çevresiyle birlikte olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan şunu da düşünüyorum, Haydarpaşa’da tarihi kalıntılar çıkınca Haydarpaşa’da düşünülen planlar, projeler askıya alındı. O kalıntıları yok edemiyorlar; projeler kalıntıların bulunduğu alanda yapılacaktı çünkü. 

O zaman benim de aklıma şöyle bir şey geliyor: Haydarpaşa Port olamayacak. Onun yerine Kalamış Port mu yaratılacak? 

Haydarpaşa projeleri de daha önce bu fuarda yatırımcılara sunulmuştu değil mi? 

Haydarpaşa Port da ilk kez Cannes Gayrimenkul Fuarı’nda sunulmuştu. Ve orası da başlangıçta 1.000.000 metrekarelik bir alandı. Sonra 2.000.000 metrekareye çıktı. Daha sonra neredeyse Üsküdar’a kadar bir alanı da katarak 4.000.000 metrekarelere çıkarıldı. 

Onun için Kalamış sunuluyorsa sadece Kalamış’la sınırlı kalmaz diye düşünüyorum.

Peki bu tür gelişmeler nasıl engellenebilir?

Baktığınızda Özelleştirme İdaresi “şöyle şöyle yapacağım” diyor. Ama karşıt siyasi görüşteki ilçe belediyesi ya da büyükşehir belediyesinden umduğum tepkiyi göremiyorum. Kalamış için Kadıköy Belediyesi “Orayı bize verin. Bu haliyle kullanalım” diyor. 

Yani yine halktan yana olan halktır. Halk kendi sorunlarına sahip çıkmalı. Siyaseti kendisi için yönlendirmeli. En iyi, halk karşı çıkarak önleyecektir bu planları. 

Bu alan için hayalimi paylaşmak isterim…

Kuşdili Çayırı’nın 100 sene önceki gibi çayır, koruluk haline getirildiğini düşünün. Yeldeğirmeni, Hasanpaşa, Acıbadem, Osmanağa gibi çevredeki mahallelerin hiçbirinin parkı yok. Burası oksijen, nefes olacaktır insanlara… Temizlenmiş derenin kenarlarının ağaçlandırıldığını düşünün... Yoğurtçupark aynı haliyle korunarak bakımlı halde hizmete devam etsin... Kalamış’taki marinanın tamamen kaldırıldığını, oraların yemyeşil olduğunu düşünün... Fenerbahçe burnundaki özel tesislerin kaldırıldığı, kendi orijinal kıyılarının halka açıldığı bir yarımada haline geldiğini düşünün... DDY kampının sosyal tesis vs. olarak gene halk açık olarak kullanıldığını düşünün... 

Ne kadar nefis bir şey olur değil mi halk için. Cennet.

GAMZE ERBİL / SOL

KISA KISA GÜNDEM (4 NİSAN 2022)

 


1- Gazeteci Nezih Alkış hayatını kaybetti(BİRGÜN)

Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin (TSYD) eski başkanlarından tecrübeli gazeteci Nezih Alkış, 84 yaşındaki Alkış hayatını kaybetti.
(https://www.birgun.net/haber/gazeteci-nezih-alkis-hayatini-kaybetti-382739)





2- CHP’li Özgür Karabat: Binlerce ton et, 4 zincir markete ucuza satıldı.(Birgün)

CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat, Kasım 2017’den 2020 yılının başına kadar Et ve Süt Kurumu tarafından binlerce ton etin 4 zincir markete ucuza satıldığını açıkladı. Kamunun 610 milyon TL’den fazla zarar ettirildiğini belirten Karabat, “Malı götüren 4 zincir market oldu” dedi.
(https://www.birgun.net/haber/chp-li-ozgur-karabat-binlerce-ton-et-4-zincir-markete-ucuza-satildi-382752)

3-Kur zararının faturası büyüyor(Nurcan Gökdemir-Birgün)

İktidarın izlediği yanlış politikalar nedeniyle bütçedeki kara delikler daha da büyüdü. Faturaları baskılamak için yapılan sübvansiyon bütçe kaynaklarından karşılanıyor. BOTAŞ'ın 2021 görev zararı 55 milyar TL.
İktidarın yanlış kur politikası doğalgazda tüketicinin dünya piyasalarındaki artıştan daha yüksek bir fatura ile karşılaşmasına neden oldu. Kur artışı nedeniyle altından kalkılamayacak büyüklüğe ulaşan faturaları sübvansiyonla düşürmeye çalışan iktidar, BOTAŞ’ın görev zararının 55 milyar TL’ye çıkmasına neden oldu. Sübvansiyonla halka verildiği iddia edilen destek bütçe kaynaklarından karşılandığı için yine halkın cebinden çıktı.(REKOR BOTAŞ’TA) 2018 yılında DHMİ, TCDD, TMO, ESK, TŞFAŞ, TKİ, TTK ve BOTAŞ’a verilen görevlerden dolayı ortaya çıkan ve 2.1 milyar TL olan görev zararı 2019’da 1.6 milyar TL, 2020’de 2 milyar TL iken enerji fiyatlarındaki yükseliş ve izlenen yanlış kur politikalarının sonucu 2021’de 60,6 milyar TL’ye çıktı. Bunun 3,4 milyar TL’si Toprak Mahsulleri Ofisi, 191 milyon TL’si Et ve Süt Kurumu, 1,6 milyar TL’si Türkiye Kömür İşletmeleri, 24 milyon TL’si Türkiye Taş Kömürü Kurumu, 55,3 milyar TL’si ise BOTAŞ’a verilen görevlerden kaynaklandı. Bunun 23,8 milyar TL’si yıl içinde ödendi, 38,6 milyar TL’si bir sonraki yıla devretti.(https://www.birgun.net/haber/kur-zararinin-faturasi-buyuyor-382726)

4-Macaristan'da seçimi, aşırı sağcı Orban’ın liderliğini yaptığı Fidesz-KDNP koalisyonu kazandı(BİRGÜN)

Macaristan'da yapılan genel seçimi, aşırı sağcı Başbakan Viktor Orban’ın liderliğindeki Fidesz-KDNP koalisyonu kazandı. Orban, arka arkaya dördüncü kez başkanlık koltuğuna oturacak.
(https://www.birgun.net/haber/macaristan-da-secimi-asiri-sagci-orban-in-liderligini-yaptigi-fidesz-kdnp-koalisyonu-kazandi-382795)

5-Sri Lanka'da Devlet Başkanı Rajapaksa dışında kabinedeki tüm bakanlar istifa etti(Birgün)

Tarihinin en kötü ekonomik krizini yaşayan Sri Lanka’da halkın ayağa kalkması ardından Devlet Başkanı Rajapaksa dışında kabinedeki tüm bakanlar istifa etti.(https://www.birgun.net/haber/sri-lanka-da-devlet-baskani-rajapaksa-disinda-kabinedeki-tum-bakanlar-istifa-etti-382796)


6-Firmalar piyasaya ‘yarım litrelik’ ayçiçeği yağı sürdü(Mehmet İnmez-Cumhuriyet)

Türkiye, Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan savaş nedeniyle ayçiçeği temininde zor günler yaşadı. Fiyatı artan ve kuyruklara neden olan ayçiceği yağı krizi, yeni uygulamaları gündeme getirdi.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/firmalar-piyasaya-yarim-litrelik-aycicegi-yagi-surdu-1922330)




7-TKP'den seçim hamlesi: Adaylıklarını ilan ettiler(Cumhuriyet)

Türkiye Komünist Partisi (TKP), İstanbul’da bugün düzenlediği etkinlikle milletvekili aday adaylarını belirledi. Öğrenciler, gençler, işçiler, emekliler adaylığını ilan etti. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, “Henüz daha seçim tarihi belli değil ve Türkiye Komünist Partisi, alışılmış tabiriyle milletvekili adaylarını ama bizim ifademizle halkın temsilcilerini belirlemeye devam ediyor” dedi.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/tkpden-secim-hamlesi-adaylari-belirlediler-1922258)

8-Gazetemiz yazarı Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti (Evrensel) 


Gazetemizin ilk gününden bu yana köşe yazarımız olan Ermeni Yazar Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti.
Margosyan, 7 Nisan Perşembe günü Kumkapı Patrikhane kilisesinde saat 14.00'te yapılacak törenin ardından Şişli Ermeni Mezarlığında toprağa verilecek. Mıgırdiç Margosyan karaciğerle bağlantılı sağlık sorunları nedeniyle bir süredir Maltepe Üniversitesi Hastanesi'nde tedavi görmekteydi.  Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül, Mıgırdiç Margosyan'ın ölümünü sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla duyurdu, Gül, "Diyarbakır Ermenilerinden. Bu toprakların zenginliğini edebiyatımızın en güzel diliyle anlatan. "Söyle Margos Nerelisen" adlı şahane kitabın yazarı. Büyükadalı. Mıgırdiç Margosyan'ı kaybettik. Çok üzgünüz'' ifadelerini kullandı.

9- Anket sonucu: Halkın yüzde 60'ının geliri giderine yetmiyor(SOL) 

Anket sonucuna göre Türkiye'de halkın yaklaşık yüzde 60'ının geliri giderine yetmiyor.

AKP seçmeninin yüzde 40,7'si "geçinemiyoruz" derken "geçinebildiklerini" söyleyenler arasında AKP ve MHP'liler ise zirvede. Araştırma şirketi Türkiye Raporu, Mart ayında yaptığı anketinde katılımcılara gelirlerinin giderlerini karşılayıp karşılamadığını sordu. Türkiye Raporu Direktörü Can Selçuki anketin sonuçlarını sosyal medya hesabından paylaştı. (Yüzde 59 geçinemiyor) Ankette, katılımcılara “geçinebiliyor musunuz” sorusu yöneltildi ve dört seçenek sunuldu. Katılımcıların yüzde 59'u gelirlerinin giderlerini karşılamadığını söyledi. Anketin sonucuna göre çıkan sonuçlar şöyle:

  • Gelirim giderlerimi karşılamadı: Yüzde 59
  • Gelirim giderlerimi ucu ucuna karşıladı: Yüzde 27
  • Gelirim giderimin üstünde oldu: Yüzde 7
  • Gelirim giderimi fazlasıyla karşıladı: Yüzde 6

10-Pazar yerlerindeki ıskarta ürünlerin satışı artış gösterdi: '27 yıldır ilk kez görüyorum'(SOL)

Iskarta olarak bilinen ezilmiş ve çürük ürünlerin pazar yerlerindeki satışı son zamanlarda artış gösterdi. Pazarcılar, ıskarta ürünleri daha uygun fiyata sattıklarını, bazı yurttaşların ise o ürünleri pazarın toplanma saatinde tezgâh altından ücretsiz aldığını belirtti. Cumhuriyet'ten Kader Çukay'ın haberine göre, son dönemlerde ıskarta ürün satışının artış gösterdiğini belirten pazar esnafı, “Çocuklarıyla beraber gelip tezgahın altındaki çürük ürünleri toplayanlar oluyor. Onları görünce insanlığımızdan utanıyoruz. Bu durumla her gün karşılaşıyoruz” şeklinde konuştu. Konuya dair konuşan başka bir pazar esnafı ise şöyle dedi: “İnsanlar aç uyuyor. Pazarın ortasına sepet koyup çürük ve ezilmiş ürünleri koyuyoruz. Muzun kilosu 10 liraysa, ıskarta ürün 4-5 lira. Bizde ürünlerin elimizde kalmasını istemiyoruz. Hepimiz zarardayız. O çürümüş ürünleri bile alamayan insanlar var. Millet aç kalmaktan korkuyor. Maydanozun çeyreğini isteyen oluyor. Bu tür durumlarla karşılaşınca bedava veriyoruz. Bu kadar çok insanın ıskarta ürün istediğini 27 yıldır ilk kez görüyorum”

3 Nisan 2022 Pazar

İrfan Atasoy ve Kunt Tulgar’ın ardından(I-II) - Mesut Kara / Evrensel

 (I)-(27/MART/2022)

   Soldan sağa ayaktakiler: Levent Çakır, Çetin İnanç, Kunt Tulgar. Oturanlar: Safa Önal, Yılmaz Atadeniz, Mesut Kara      (Fotoğraf: Kişisel arşiv)


Sinemada yaprak dökümü sürüyor. Gidenlerin arkasından yazmak çok zor. Daha önce bu sayfada sinema ve tiyatrodan Altan Karındaş, Rasim Öztekin, Aytekin Çakmakçı, Ertem Göreç, Serdar Selvidal, Mehmet Ezici, Oktay Yavuz, Ekrem Turan Gökkaya ve Mustafa Dik; edebiyat dünyasından Demir Özlü, Erol Toy, Sporcu ve Tiyatrocu Yazar Hakan Dilek’in vedaları üzerine “Dört mevsim sonbahar" ile “Siz orada çoğalırken, biz burada çok eksiliyoruz” başlıklı iki yazıya yer vermiştik.

Ölümlerin ardından yazmak zorken, acı verici ve üzücüyken bir yazıda kısa süre içinde arka arkaya kaybettiğimiz onca tanıdığın, dostun ardından yazmak çok zordu, çok üzücüydü. Her cümleyle acılarım tazelendi. Ne yazık ki, yaprak dökümü sürüyor, haberler yine ve arka arkaya “ölüm ölüm” gelmeyi sürdürüyor. Bir acının üzüntüsünü hafifletemeden bir başka ölümün, düşen yaprağın acısı ekleniyor acılarımıza.

İRFAN ATASOY


Geçtiğimiz günlerde önce unutulmaz Sinemacı Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı, Yılmaz Güney’in can arkadaşı İrfan Atasoy’un 3 Şubat 2022’de doğum gününde hayatını kaybettiği haberi geldi. Aradan çok geçmemişti, bu kez de (17 Mart 2022) Yeşilçam’ın iz bırakan, unutulmaz isimlerinden Yönetmen, Senarist, Yapımcı, Oyuncu ve Seslendirme Sanatçısı Kunt Tulgar’ın acı haberini aldık. Yeşilçam sineması için çok değerli, unutulmaz isimler yine arka arkaya aramızdan ayrılıp yıldızlara karışmışlardı. İrfan Atasoy da Kunt abi de tanıma, sohbet edebilme, söyleşi yapma olanağı bulduğum, benim için çok değerli insanlardı. İkisi de çok yönlü, tam bir sinema emekçisiydi ve Yeşilçam sinemasında çok emekleri vardı.

İrfan Atasoy birçok sinemacı gibi Adana doğumluydu. (3 Şubat 1937) Sinemaya senaryo yazarı olarak adım attı. Filme çekilen ilk senaryosu henüz yirmi yaşındayken yazdığı Kahraman Üçler (1961) olur. Sonrasında 18 senaryosu filme çekilen İrfan Atasoy 50 filmde oyuncu olarak yer alırken 4 filmin yönetmenliğini, 34 filmin de yapımcılığını üstlenir. İrfan Atasoy’un oynadığı filmler arasında benim unutamadığım, Yılmaz Güney’le birlikte oynadığı, Erol Taş’ın ürkütücü, inanılmaz bir kötü adamı canlandırdığı Yılmaz Duru’nun yönettiği 1967 yapımı “İnce Cumali”,  yine Yılmaz Duru’nun yönettiği 1974 yapımı “Susuz Yaz”, Melih Gülgen’in yönettiği “Adanalı Kardeşler” (1972), “Maskeli Şeytan” (1970), Casus Kıran/Yedi Canlı Adam (1970), “Kızıl Maske” (1968), “Casus Kıran (1968), “Killing İstanbul’da (1967),  “Killing Uçan Adam’a Karşı” (1967) gibi defalarca izlediğim filmleri de var. 1967 yılında “İnce Cumali filmiyle yapımcılığa ve aynı yıl içinde Klink İstanbul’da filmi ile de oyunculuğa başlayan İrfan Atasoy’un Yılmaz Güney’e -kimi zaman filmine- oynadığı tavlalar ve dostlukları Yeşilçam sokaklarında ballandıra ballandıra anlatılırdı.

Yıllarca filmlerini izlediğim, sinema yolculuklarını bildiğim İrfan Atasoy’la da, Kunt Tulgar’la da 2006 yılında “Fantastiğin Sineması” belgeselini çekerken yüz yüze tanışma olanağı bulmuştum. İrfan Atasoy’u ’90’lı yıllarda ne zaman Gazeteci Erol Dernek Sokak’tan geçsem güleç yüzüyle sinema emekçileriyle sohbet ederken görürdüm. Çekim için buluştuğumuz film şirketi de bu sokaktaydı. Belgesel için yaptığımız söyleşide anlattıklarından notlar aktarmak isterim:

SÖZ İRFAN ATASOY’DA

*“Askere gittim, askerdeyken 2 tane senaryo yazdım. Birini 20 liraya birini 50 liraya. Bunların biri çekildi, biri sansürden geçemedi. Bir piçi anlatıyordum. ‘Türkiye’de piç yok’ diye, sansür reddetti bunu.”

* “Canlı Adam” filminde çok enteresan bir şey oldu. Şimdi beni düşmanlarım yakalamıştı, bir kotrada eğleniyorlardı. Beni de ellerimden bağlayarak denize atmışlardı. Kotranın arkasında çekiyorlardı. Sonra film ekibi beni denizde unuttu. Hava soğuktu hem de çok soğuktu. Morarmıştım. Artık ölümle burun buruna gelmiştim. Neden sonra Kameraman Ali Yaver “İrfan Bey nerede” diye sorunca beni hatırladılar. Hemen koştular beni yukarı çektiler. Çektikleri zaman işin ucuna gelmiştim, morarmıştım. Donmuştum daha doğrusu. O arada 2 tane hanımı soydular, onların arasında, onların vücut ısılarıyla kendime geldim. Bu fikir Yönetmen Yılmaz Atadeniz’in aklına gelmişti. Tehlike aklımıza gelmiyordu. Bütün mesele o işi iyi yapmaktı. Yani ölürsek ölürüz, yaşarsak film iyi olur diye düşünüyorduk. Bu düşünceyle çok tehlikeli sahneler çektik. Ne dedilerse yaptım; atla dediler atladım, zıpla dediler zıpladım, uç dediler uçtum.  İşte sonunda bu iyi filmler ortaya çıktı.”

 *“Kızıl Maske filminde de çok enteresan bir şey oldu. Düşman trenle kaçıyormuş. Ben de köprünün üstünden trenin üstüne, düşmanı yakalamak için atlayacakmışım. Damından kayarak pencereden girip düşmanı yakalayacakmışım. Yapılması mümkün değil yani. Şimdi tren karşıdan geliyor. 1500- 2000 kişi de birikmiş, ben trenin üstüne atlayacağım. Tren karşıdan geliyor süratle, ben trene baktım, baktım. Tren geldi geçti. Yani cesaret edemedim atlamaya, gerçek bu. Çetin (İnanç) geldi ‘Abi niye atlamadın?’ dedi. ‘Nasıl atlayayım, ya ölürsem’ dedim. Çok zor bir iş. ‘Sen atlarsın’ dedi. Atlayamamış olmama rağmen, çekimleri izlemek için biriken halk alkışladı. Sonra tren gitti, yeniden geliyor. Geldi geldi köprünün altından geçerken kamerada üstümde Rafet abi çekiyordu. Ben atladım trene. Trenin damı delindi içine girdim. Pencereden girme sahnesi gitmiş oldu. Örneğin benim trenin üstüne atlamamı dünyanın hiçbir yerinde hiçbir aktör yapmaz. Biz yaparız anlıyor musunuz?”

*“Filmcinin hiç itibarı yoktu. Biz de yaptığımız işin 7. sanat olduğunu bilmiyorduk. Devlet bilmiyordu ki. Çünkü devlet sinemada satılan biletin üstüne eğlence rüsumu koymuştu. Bar, pavyon, genelev kategorisinde tutmuştu. Biz de ondan yaptığımız işi, eğlence işi olarak gördük.

*“Bizim değerini bilmediğimiz bu ürünler bugün çok önemseniyor. Tabii bu bizi üzüyor. Halkımız bunun ne kadar önemli olduğunu anlamış ki, büyük kitleler olarak izlemişler. Fakat biz yapımcı, oyuncu, yazan olarak anlayamadık.”

(II) - (3 NİSAN/2022)

İki değerli isim de Yeşilçam’ın iz bırakan, unutulmaz isimlerindendi. Sinema alanında “asli işi stüdyoculuk” olan Kunt Tulgar, yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu ve seslendirme alanındaki çalışmalarıyla tam bir sinema emekçisi olarak önemli işlere imza atmıştı.



1946 İstanbul doğumlu olan Kunt Tulgar sinemacı babasından dolayı sinemanın içine doğar. Ev film stüdyosu gibidir.

“Babam ‘Milli Film’i 1944’te kurmuş.  Hava Sokak’ta yazıhanesi vardı. Yurt dışından film ithal ediyorlardı. Bir ara rahmetli Orhan Atadeniz ile konuşuyorlar. ‘Tarzan filmi yapalım’ diyor babam. Amerikalıların o zaman ‘Tarzan New Yorkta’sı var, bizde Tarzan İstanbulda’yı yapalım diyor. Tamer Balcı, (Toma Valcis), Aziz Basmacı, Hayri Esen, Cemil Demirel… bu oyuncularla güzel bir Tarzan filmi çekiyorlar. O zamanlar bizim evde senkron makinesi, montaj masası var. Montajı bizim evde yapıyorlar. Film çekilirken Yönetmen Orhan Atadeniz’in her tarafında orijinal filmden kare doküman parçalar var. Aslan, papağan, timsah… onlara bakardı, yürüyen kafileyi o yönde yürütürdü ki montajında doküman parçayı kullandığı zaman yanlış tarafa yürümüş olmasınlar diye.”

Babası Sabahattin Tulgar’ın yapımcılığını ve kameramanlığını üstlendiği, Orhan Atadeniz’in yönettiği Tarzan İstanbul’da (1952) filminde Tarzan’ın küçüklüğünü canlandırır Kunt Tulgar: Böylece kamera karşısında ilk oyunculuk deneyimini de yaşar. İlk okulu farklı okullarda tamamlayan Kunt Tulgar girdiği Robert Kolejin sınavını 340 kişi arasından üçüncülükle kazanır. Fakat babası İtalya’da arkadaşları olduğu, İtalyanlarla iş yaptığı için, “Sen İtalyan Lisesine git” der. İtalyan Lisesini bitirdikten sonra, çalışmak için İtalya’ya, Roma’ya gider. Üçüncü montajcı olarak çalışmaya başlar.

Stüdyo işini öğrendiği o günlerde İstanbul’da Milli Film yapım stüdyosunu kuran babasının çağrısıyla İstanbul’a döner.

“Babam 1963 yılında Milli Film Stüdyosunu kurmuştu ve bana artık dönüp kurduğu stüdyoda çalışmamı yazmıştı. Türkiye’ye döndüm ve stüdyoda çalışmaya başladım.”

1967 yılında kendi firması olan Kunt Film’i kurar. ’70’li yıllarda birçok avantür-fantastik kült filmde oyuncu, yönetmen, senarist olarak yer alır. Oyunculuk ve yönetmenliğin yanı sıra birçok filmde kurgu, eşleme, ses ve negatif kurgusu, ses çekimi ve kopya baskı yıkama işleri yapar.

Sinemanın mutfağının her kademesinde çalıştığını vurgulayan Kunt Tulgar Yılmaz Atadeniz’in yapımcısı ve yönetmeni olduğu 1972 yapımı “Yılmayan Şeytan” adlı avantür-fantastik filmde başrolde oynar. Filmde dünyayı kötülerden, kurtarmak isteyen maskeli kahraman olarak Bakırbaş’ı, canlandıran Kunt Tulgar maskesiz olarak da Bay Tekin’i oynar. Başrol arkadaşı Mine Mutlu’dur. Dünyayı yok edecek bir icat yapan çılgın kötü adam Dr. Şeytan rolüyle Erol Taş yine kötülüğün, ‘kötü adam’lığın tarihini yazıyor.

Özel TV kanallarının Yeşilçam’ın avantür filmlerini gösterdiği 1990’lı yıllarda genç kuşaklar da Yeşilçam’ı, fantastik diye adlandırdıkları avantür filmleri de keşfetmişti. Ben de o yıllarda Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç gibi Türk avantür- fantastik sinemasının “baba yönetmenleri”yle ilk söyleşileri yapan gazeteci-yazar olarak sonrasında da türün izini sürdüm.

“Dünyayı Kurtaran Adam” filmi patlayıp kült filme dönüştüğü, medyanın, yazarların Cüneyt Arkın’a yöneldiği günlerde “Bu filmin bir de yönetmeni var” demiş, Dünyayı Kurtaran Adam’ın kendisiyle konuşmakla yetinmemiş, o sıralarda kimsenin ilgilenmediği “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin Yönetmeni Sevgili Çetin (İnanç) Ağabey’i bulmuş ilk söyleşiyi yapma ayrıcalığının keyfini yaşamıştım.

Birlikte belgesel filmler yaptığımız Yılmaz Atadeniz’den dolayı filmlerini izlediğim Kunt Tulgar’la da “Fantastiğin Sineması” belgeselini yaptığım 2006 yılında tanışıp söyleşi yapmıştım.

Maskeli, maskesiz, uçan-koşan süper kahramanlı filmler çekildiği dönemde Kunt Tulgar da “Süpermen Dönüyor”u (1979) çeker. Filmin çekim hikayesi oldukça ilginç, komik ve fantastiktir:

“1979’da ben babam ve eşim Paris’e gitmiştik. Süpermen-1 oynuyordu, girdik izledik. Film bitti, dışarı çıkarken babam bana ‘bir Süpermen de sen çek’ dedi. Filmi çekmek mühim değil, adamı uçurmak mühim. Adam uçmadığı sürece Süpermen’i çekseniz nolur çekmesiniz nolur. İstanbul’a döndük, Evde kızımın Barbie bebeği vardı, onun üstüne eşim Süpermen kıyafeti dikti. O Süpermen kıyafetiyle alıp, işyerine götürdüm. Bir çerçeve yaptık, üzerine aydınger kağıdı gerdik. Sonra onu tavana astık dublaj stüdyosunda. Projeksiyon makinesine Türkiye’nin ve İstanbul’un panla çekilmiş planlarını alıp aydınger kağıdından çerçeveye yansıttık. Süpermen’i omuzlarından ve topuklarından misinayla bir tahtaya bağladık, onu orada tuttuk Görüntü de uçuyor, uçuyor da acaba kameraya çekersek nasıl olacak diye düşündük. Biraz prova çektik, yıkadık, iş kopyasını bastık. Oturduk büyük ekranda izledik adam uçuyor, ama bir hata var. Tamam, adam uçuyor, arka taraftaki resimler gidiyor, adam gidiyor her şey güzel de bir hata var. ‘Ya dedim bunun pelerini oynamıyor. Gittik saç kurutma makinesini getirdik. Süpermen’in altından yukarı doğru tuttuk, bir daha prova çektik, pelerin başladı oynamaya. Oynatınca baktık adam uçuyor görünüyor. Onun üzerine senaryoyu yazıp filmi çektik.

2008’de felç geçirip hastanede yatmıştım uzun süre. Eve çıkıp toparlanmaya çalıştığım günlerde sık sık haberleşip sohbet ettiğim Kunt Tulgar ve eşi Emel Hanım eve kadar geçmiş olsun ziyaretine gelmişti. Unutamadığım o günden sonra çok sık görme olanağı bulamadım Kunt ağabeyi.

En son eylül 2011’de Ankara’da gerçekleştirilen Fantasturka Festivali’nde üç gün boyunca birlikte filmler izledik, söyleşiler yaptık. Sinemanın fuayesinde Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç, Safa Önal ve Levent Çakır ve Kunt Tulgar’ın gençlerle kurdukları sıcak yakınlık, yaptıkları sohbetler ve Kunt Tulgar’ın gençlerle canlandırdığı kavga sahneleri, mizansenler belleğimizde unutulmaz izler bıraktı.

Mesut Kara / Evrensel

Tarımda ektiğini biçersin - Oğuz Oyan / BİRGÜN

 

Tarımsal politikalar denilince de orta-uzun vadeli plan ve programlar ilk bakılacak yerlerdir. Gerçi bu belgelerin Türkiye’de 3. Plan’dan itibaren fazla bir hükmünün kalmadığı söylenebilir ve haksız da sayılmaz.

Aslında “Ne ekersen onu biçersin” deyişi tarımı aşan anlamlarda, kişisel veya toplumsal yaşamın tüm alanlarında kullanılır. Ama bu mecaz anlamın çıkış noktası tarımdır, tarımsal üretimdir. Dolayısıyla her şeyden daha fazla tarım için geçerlidir. Bugünlerde tarımsal ürünlerde arz açığı ve fiyat şoklarıyla (et ve şeker fiyatları başta olmak üzere) her zamankinden daha fazla gündemdedir.

Ama burada konuyu tarımsal üretimin teknik anlamına sıkıştıracak değiliz. Konuyu tarımsal politikalar bağlamında tartışacağız. Tarımsal politikalar denilince de orta-uzun vadeli plan ve programlar ilk bakılacak yerlerdir. Gerçi bu belgelerin Türkiye’de 3. Plan’dan itibaren fazla bir hükmünün kalmadığı söylenebilir ve haksız da sayılmaz. Ama gene de 20 yıldır işbaşında olan bir iktidarın tarım politikalarındaki ufkunun nereye kadar gidebildiğini görmek bakımından anlamsız değildir. Sınırlı ufukların/hedeflerin bile gerçekleşme sorunları yaşaması da ayrı bir göstergedir.

Şimdiki zaman diliminde 11. Beş Yıllık kalkınma Planı (2019-2023) içindeyiz. Her yıl yenilenen Orta Vadeli Program’ın sonuncusu da 2022-2024 dönemini kapsamakta. Ayrıca yıllık programlar var. Yürürlüktekinin başlığı şöyle: “2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı” (Kısaca “2022 Yılı Programı”). Konuyu 11. Plan’dan başlatabiliriz elbette. Ama eksik kalacaktır. Konuyu, IMF/DB’nin Türkiye tarımını olabildiğince dışa bağımlı kılmak için getirdiği “Tarımda Reform Uygulama Projesi” ve bunun en uzun süreli uygulayıcısı AKP iktidarı döneminden başlatmak yeterli bir derinlik sayılabilir. Elbette şunu unutmamak kaydıyla: Asıl ilk büyük dönüşümün başlangıcı 24 Ocak 1980 Kararlarına kadar çıkmaktadır.

Aslında 24 Ocak Kararları yalnızca 4. Plan’ı fiilen geçersiz kılmamıştır; ayrıca, izleyen Beş Yıllık Planların da IMF’nin “yakın izleme” çerçevesine girmesini sağlayan kritik bir dönemeç olmuştur. Bu planlar 1961 Anayasası’ndan itibaren hem anayasal bir zorunluluk hem de ülkenin planlı kalkınma gereksiniminin icabı olarak yapılıyor olsalar da, 1982 Anayasası’ndan itibaren artık salt Anayasa’ya usulen uyumun belgelerine dönüşeceklerdir.

Tarımda yetersizlikler

Temel sorunumuz şudur: Türkiye’nin bugünkü nüfusu 1980’e kıyasla ikiye katlanmasına karşın tahıl üretimi adeta yerinde saymaktadır. Bunun çok ciddi bir gıda açığına yol açması beklenirdi ve nitekim bugün gelinen nokta tam olarak da budur. Buna şeker, yağlı tohumlar ve bakliyat gibi diğer bitkisel ürünler ile et, süt gibi hayvansal ürünler eklenirse, stratejik ürünlerin kısa listesi bakımından durumun hiç de parlak olmadığını görülür. Basitleştirmek için buğday rekoltesi ile nüfus istatistiklerini karşılaştıralım ve kişi başına buğday tüketimini esas alalım.

Şu saptamaları yapalım:

Kişi başına buğday üretimi, üretimin dalgalı yapısına rağmen, sürekli bir azalış içindedir. Bunun nedeni, nüfustaki düzenli artışa karşın üretimin 1988 sonrasında yaklaşık 20 milyon ton ortalamasına demir atmış bulunmasıdır.

Dalgalanmalar da önemsiz değildir; o kadar ki, 2021’in düşük rekoltesi, 1984 düzeyine yani 37 yıl öncesine denk gelmektedir. Bunun nedenleri, 2000 sonrasının IMF/DB programları sonucunda buğday üretimine ayrılan alanların daralması ve desteklerin iyice yetersiz kalması; kuraklık artışlarına paralel olarak sulama altyapısının istenen düzeye getirilememesi; böylece verimlilik artışlarının istikrar kazanamamasıdır.

Sonuçta, kişi başına buğday üretimi 1988-1991 ortalamasının yaklaşık yarısına gerilemiş durumdadır. Kaldı ki, 2011 sonrasındaki yoğun sığınmacı göçü bu hesaplara dahil değildir. 2020 ve 2021 için toplam nüfusa kabaca 5’er milyon sığınmacı nüfus eklenirse, kişi başına üretim 2020’de 231 kg., 2021’de ise 197 kg. mertebesinde olacaktır.

Bunların sonucunda, Türkiye hem iç tüketimi hem de un ve makarna cinsinden ihracatını karşılayabilmek için giderek büyüyen bir buğday ithalatı ihtiyacı içindedir. Yıllık ortalama buğday ithalatı 10 milyon tonu aşmış bulunmaktadır. (2019: 9,8 mn. ton; 2020: 10,7 mn. ton; 2021 GT: 11,9 mn. ton).

Buğday, mısır, arpa ithalatı birlikte alındığında, 2021 yılında bu üç tahılın ithalatı 16,9 milyon tonu bulmaktadır. Bunlara, buğday kepeği, mısır küspesi, soya ve soya küspesi, ayçekirdeği tohumu, ayçiçeği küspesi ve ayçiçek yağı eklendiğinde, 2019’da toplam 21,5 milyon ton olan ithalat miktarı 2021’de 27 milyon tonu geçmektedir.

Tarımdaki yetersizlik sadece bitkisel üretimle de sınırlı değildir; hayvancılık da ithalatçı bir sektördür. IMF/DB programının uygulandığı 2000 sonrasında, birkaç yıl istisnasıyla, tarım artık net ithalatçı bir sektördür. Son dört yılın ortalamalarına bakılırsa, tarım ürünleri ihracatının ithalatı karşılama oranı yüzde 65 dolayındadır. (2022 Yılı Programı, s.150). Ancak gıda sanayii (gıda ürünleri ve içecek) de bu toplama eklendiğinde net ihracatçı konumuna gelinebilmektedir.

Gıda ve girdi tekellerinin çıkarlarına uyum

Türkiye’nin tarım başta olmak üzere birçok sektöründe IMF/DM aracılığıyla yapısal dönüşümler gerçekleştirilerek, dışa bağımlılık oranları arttırılmıştır. Tarımda desteklerin budanması 1980’li yıllarda IMF’ce programlanmış, sonra 5 Nisan 1994 Kararlarıyla yeniden gündeme getirilmiş ise de asıl tahripkâr dönüşüm 2000 programıyla başlatılmıştır. 57. Koalisyon Hükümeti döneminde başlatılıp en sadık uygulayıcısının AKP hükümetlerinin olduğu bu programla tarımsal KİT’ler tasfiye edilmiş, tarımsal destekleme önemsizleştirilmiş, tarımın ve özellikle tarımsal istihdamın ağırlığı azaltılmıştır. KİT’lerin özelleştirilmesinin hangi yıkıcı sonuçlara yol açtığı tam olarak görülemiyor veya unutulduysa eğer, son günlerin şeker kıtlığı ve fiyat şokları yeterli bir hatırlatma sayılabilir.

1990’lardan başlayan bir ikna-uyum sürecinde, AB aday adaylığı havucu da kullanılarak -AB’ye aday üye sıfatı bile kazanılmadan- Türkiye yönetici sınıfının (sermaye, siyaset, bürokrasi üçlüsünün) nasıl büyük bir hevesle ülkenin tarım/gıda egemenliğini adım adım feda ettiğinin hikâyesi yazılmıştır. Yedinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Kalkınma Planları (topluca 1996-2013 dönemi) adeta bunun yazılı itirafnameleri gibidir. (Bkz. 7. Plan, s. 57 vd.; 8. Plan, s. 217; 9. Plan, s.31; ve 10. Plan, s.98). 11. Planda da tarıma yönelik politika tedbirlerinin (s. 91 vd.) içi tamamen boştur. Sayılan bu planların özellikle ilk üçünde DTÖ kriterlerine, IMF/DB programlarına, AB uyum sürecine referanslar hiç aksatılmadan verilmektedir. Bu, ulus-ötesi şirketlerin egemenliğine, neoliberal düzenleme rejiminin tamamlayıcı parçası olan “Üçüncü Gıda Rejimi”ne, mali emperyalizmin güdümündeki küreselleşme sürecine sadakatin sürekli teyidi anlamındadır.

Bu bağlamda en önemli ve kalıcı IMF çıpası, tarımsal desteklerin hem nicelik olarak son derece sınırlandırılması hem de nitelik olarak -tarımda fiyat oluşumuna etki etmeyen- alan bazlı ve benzeri destek türlerine kaydırılmasıdır. Nitel sınırlamaya bakılırsa, Doğrudan Gelir Desteği uygulamasının sona erdiği 2008 sonrasında destekleme bütçesinin dağılımına bakmak yeterlidir. Son yılların tablosu 2022 Yılı Programı’nda verilmektedir (s.157): Fiyat oluşumuna etki edebileceği düşünülebilecek “Fark Ödemesi” sisteminin toplam destek ödemeleri içindeki payı beşte bir düzeyine geriletilmiştir.

Nicel sınırlamanın ölçütünü 2006 tarihli Tarım Kanunu koymuştur; tarımsal destekler GSYH’nın yüzde 1’inden az olmayacaktır. Ama bu aslında bir aldatmacadır; çünkü bu düzey “en fazla” olarak düşünülmüştür. Nitekim ortalama binde beş civarında seyrederken son yıllarda binde 3 düzeyine kadar geriletilmiştir. Bunun IMF tarafından da böyle anlaşıldığının somut kanıtı yaşanmıştır: 2009 bütçesi TBMM Genel Kurulu’nda görüşülürken IMF’nin “görünür eli”nin müdahalesiyle destekleme miktarları geriye çekilmişti. Bu iki bakımdan ilginçti: Bir, IMF müdahalesi öncesinde bile destekleme bütçesi GSYH’nın yüzde 1’inin çok altındaydı; iki, Genel Kurul aşamasında bütçeye böyle bir müdahalenin daha öncesinde hiçbir örneği yoktu. Tarım destekleme bütçesinin son dört yıl içinde tarımsal katma değere oranı bakımından değerlendirilmesi daha anlamlı olabilir (bkz. Tablo 2).

2020 ve 2022 Yıllık Programları esas alınarak düzenlenen Tablo 2’ye göre son yıllarda tarımsal katma değerin GSYH’ya oranı yüzde 6’lar düzeyinde seyrederken, 2021’de tarımsal katma değer yüzde 2,2 gerileyip GSYH da yüzde 11 artınca, bu oran yüzde 4,6’ya kadar gerilemiştir. Bununla birlikte bunun şimdilik kalıcı olması beklenmemelidir.

Asıl üzerinde durulması gereken konu, tarıma yönelik destek bütçesinin tarımsal katma değerin yüzde 6,2 ile yüzde 7,0 gibi çok sınırlı bir seviyede kalıyor oluşudur. 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2019-2023)’nın 2023 öngörüsü de bu oranın yüzde 7,2 düzeyine çıkmasından ibarettir (s.97). Bunun ne kadar yetersiz olduğunu anlamak bakımından, tarımsal desteklere çok önem verilen AB’nin kurucu üyelerinde tarımsal desteklerin tarımsal katma değerin yaklaşık yarısı boyutunda olduğunu vurgulamak yeterli olur. Türkiye açısından bizim uzun süredir dillendirdiğimiz öneri ise tarımsal destek/tarımsal katma değer oranının en az 1/3 düzeyinde olmasıdır. Bu, mevcut destek bütçesinin en azından 5 katına çıkarılması anlamına gelmektedir.

Gıda güvenliğinden gıda egemenliğine

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2019-2023 Stratejik Planı, misyonunu hâlâ şöyle tanımlamaktadır: “Ülkemizdeki ekolojik kaynakların kalkınma modeli perspektifiyle etkin, verimli ve sürdürülebilir bir şekilde harekete geçirilip ekolojik, bitkisel ve hayvansal katma değer vasıtasıyla ekonomik güvenliği, gıda arz güvenliğini ve insan sağlığını güvence altına almak”. Bakanlığın sözlüğünde “gıda egemenliği” kavramı yoktur ve zaten olması da beklenemez. Olmadığı içindir ki, giden Tarım Bakanı “Türkiye’de para var ki ithalat yapılabiliyor” kör cehaletinin arkasına sığınabilmişti. Pandemi krizinde gıda ürünlerine konulan ihracat yasaklarına rağmen bunu söyleyebilmişti. Ukrayna savaşında bakanlık koltuğunda hâlâ oturuyor olsaydı artık gerçeği görebilir miydi? Pek sanmıyoruz; çünkü bunlar büyük gıda şirketlerinin mantığının dışında düşünemezler.

Gıda güvenliğini, sağlıklı gıda üretimi, taşınması, işlenmesi, ambalajlanması ve saklanması koşullarını içeren gıda kodeksleri ve yönetmelikleri kapsamında dar teknik anlamda da tanımlamak mümkün. Ama iktisatçı bakışıyla bunun dışında iki anlamda kullanılıyor: (Bundan sonrasında eski bir yazımızdan da yararlanıyoruz: “Tarıma saldırı ve gıda güvenliği”, Sol Gazete, 10 Ağustos 2013). Birincisi, gıda güvenliği dünyanın veya verili bir ülkenin belirli bir zaman dilimi içinde nüfus için erişilebilir fiyatlarda yeterli gıdayı sağlayabilme kapasitesi olarak anlaşılabilir. Bu, bir ülke açısından, yeterli gıdayı üretebilme değil satın alabilme kapasitesi anlamında kullanılıyor yani ithalatı da içeren bir arz yeterliliğine vurgu yapıyor. Bir açıdan da eski bakanın şirket mantığıyla çakılıp kaldığı yeri gösteriyor.

Biz burada Prof. Tayfun Özkaya’nın tanımına uyarak, “gıda güvenliği”ni güçlülerin kavramı olarak görüp “gıda egemenliği” kavramını benimsiyoruz: “Gıda egemenliği, halkların ve toplulukların kendi biricik çevrelerine ekolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan uygun olacak şekilde, kendi tarım, işgücü, balıkçılık, gıda ve arazi politikalarını belirleyebilmeleridir”. Her durumda, gerçek bir gıda güvenliği veya egemenliği için kapitalist sistemin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası ve ulusal düzlemlerde kamusal müdahalelerin yapılması gerekir. Bu, ülke veya ülkeler bloğu düzeylerinde kapitalizme ve onun uzantısı mali emperyalizme ve dev gıda-girdi tekellerine sınır konulması anlamına gelir. Başarabilmek için de güçlü bir kitle desteği temelinde sol bir bakışa ve programa sahip olunmasını gerektirir.

Oğuz Oyan / BİRGÜN

Marx, Mao, Tayyip Erdoğan: Ethem Sancak'ın tuhaf yolculuğu - Orhan Gökdemir / SOL



Üstelik Reisi ile en uyumlu olması gereken zamanlardaydı. Eski idolü Perinçek de gelip Reis’e kapılanmıştı çünkü. Bu düşüşünün nerede duracağını çekirdek çıtlatarak izleyeceğiz! 

Ethem Sancak Siirt'li bir köylü çocuğu. 1972'de İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ne başladı, bitiremedi. 1980’li yıllarda bir ecza deposu kurdu, oradan çok para kazandı. 

1970’li yılları yaşamış herkes gibi biraz solcuydu. Solculuktan onun payına Doğu Perinçek düşmüştü. İdare etmeye çalıştı. Sonra bir gün eski liderinden daha becerikli başka bir liderle kesişti yolu. Geçmişteki idolleri Marx ve Mao’dan yeni idolü Tayyip Erdoğan’a yatay geçiş yapmakta hiç tereddüt etmedi. O günden bu yana servetine servet katarak ilerliyor. 

Yeni reisinin işaretiyle medya işine girdi. TMSF tarafından 2007 yılında düzenlenen ihaleyle Star gazetesini satın alan Kıbrıslı iş adamı Ali Özmen Sefa ile Star'a ortak olarak medya sektörüne girmişti 2007 yılında. Star Grubu'ndaki hisselerini Ekim 2010'da satarak medyadan çıktı. Ardından TMSF tarafından İnterbank'tan kaynaklanan borçları nedeniyle el konulan Çukurova Grubu'na ait gazeteler ve televizyon kanallarını aldı. Aldı mı yoksa verdiler mi hâlâ belirsiz. Böylece, Skyturk360 televizyonu ve bünyesinde 2 ulusal gazete; 1'i haftalık, 4'ü aylık olmak üzere 5 dergi ve 1'i ulusal, 1'i bölgesel olmak üzere 2 radyo kanalı sahibi oldu. O fırsat Kirpi isimli mayına dayanıklı askeri araçları üreten ve Türkiye'nin ilk otomobil fabrikası olma özelliğine sahip BMC şirketini de satın almak için görüşmelere başladı.

Bu ilerlemesini “Eski bir sosyalist, yeni bir Müslümanım” diyerek özetledi bir söyleşisinde. Artık geçer akçe Müslümanlıktı. Şöyle devam etti; “Liderimiz bana dedi ki, ‘Sen o otomotiv şirketinin altından kalkabilir misin?’ Vallahi ne emrederseniz onu yaparım. Ama buna gücüm yetmeyebilir. Katar’la neredeyse tek millet iki devlet haline geldik. Allah da gani gani para vermiş Katar’a. Emir de sizi kırmaz. Katar devletini ve silahlı kuvvetlerini bana ortak ederseniz bu işin altından kalkarız. Sağ olsun, sayın Emir’i aradı, o da kırmadı. BMC’nin yüzde 50 eksi birini Katar ordusuna sattım. Tek başına yapmak istemiyordum. Benim gibi deli bir Laz ortak da önerdi bana Sayın Cumhurbaşkanım. Onu da yanıma aldım: Talip Öztürk, eşit bölüştük.”

BMC’yi 752 milyon liraya almıştı. Fakat şirketin sadece 220 dönümlük kıymetli arsasının 1 milyarın üzerinde olduğu söyleniyordu. Üstelik şirket borçlarının 800 milyonunu devlet üstlenmişti. Yani fabrika Sancak’a üste para vererek hibe edilmişti aslında. Üstelik, Sakarya’daki tank-palet fabrikası da BMC’ye devredilerek savunma sanayiinde bir tekel yaratması sağlanmıştı. 

Öyle kazanca böyle aşk

O kadar ballı bir işin ortasında buldu ki kendini, Erdoğan’a “Tanıdıktan sonra gördüm ki, böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” diyecek kadar bağlandı. Bu onu AKP MKYK yolunu açtı kısa zamanda. 

İslama dönüşüne aracılık eden ise Erdoğan değil Fethullah Gülen’di. Aydınlık’tan yola çıkıp Fethullah’ın dizi dibinde kemale erenler arasındaydı oda. Oral Çalışlar, Şahin Alpay, Halil Berktay, Gülay Göktürk, Büşra Ersanlı gibi isimlerle birlikte Hoca’ya biat etmişler, el etek öpmüşlerdi. 2013’te bu dönüşümünü şöyle anlatmıştı:

“Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ABD’de ziyaret gittim. Gittiğimde kendisine dedim ki ‘Ben adalet ve özgürlük arayışı peşinde solcu oldum’ ve hakikaten öyleydik, öyle düşünüyorduk. Bana çok enteresan bir şey dedi, ‘Beni 72’de hapse attılar, yanı başımda hücrede solcu gençler vardı, onları gözledim, bunların içinde sahabe hayatı yaşayanlar vardı’ dedi. Sahabe hayatı yaşamak çok zor bir şey… Yani dürüst olmak, kanaatkâr olmak, yalan söylememek, baskıya boyun eğmemek, despotizme karşı hakkı savunmak, haklıyı savunmak. Mesela ben acayip şekilde sempati duydum bu objektif ve güzel değerlendirmeye. Çok saygınlık uyandırdı bende Hocaefendi. Biz Hocaefendi’nin dediği gibiydik, herkes bir değildi ama gerçekten bazılarımız öyleydi.”

Artık kendini bu harekete ait görüyordu. 

İçindeki Aydınlıkçı yüzünden

Bu gelgitli lafları sarf etmekten hiç vazgeçmedi. İçindeki Aydınlıkçıyı zapt etmekte zorlanıyordu. “Biz 100 yıldır kapitalizmin geri bıraktırmak ve kul köle etmek için bize pompaladığı stratejilerle yönettik ekonomimizi. Borçlanarak büyümek gibi ve üretmemek gibi” dedi mesela bir söyleşinde. Bir kurultayda, “Ben bir girişimciyim. Değişik şapkalarım var. İşgüzar bir adamım ve hiperaktif bir karakterim var. Sosyal olmaya çalışan bir kişiliğim var. Her işe girdim çıktım. Biraz siyaset de yaptım. Hatta siyasette ilk öğretmenim Doğu Perinçek'ti. Sonuçta soluğu Tayyip Erdoğan'ın yanında aldım. Şimdi onunla arkadaş olmaya çalışıyorum. Hâlâ AK Parti üyesiyim” dedi.

Yakın zamanda Putinci oldu. Ukrayna halkının Atlantikçiler tarafından kurban edildiğini söyledi, "Putin İskender'in yaptığı gibi kör düğüme kılıcını vurdu. Doğu'nun kendi mazisine ve tarihine sahip çıkıp, insanlığın hizmeti için örgütlenmesi sürecini başlattı” dedi. 

Üstelik Reisi ile en uyumlu olması gereken zamanlardaydı. Eski idolü Perinçek de gelip Reis’e kapılanmıştı çünkü. Hatta, Sancak’ın Perinçek, Metin Feyzioğlu ve Öztürk Yılmaz’ı yan yana getirerek AKP’ye bir “ulusalcı kanat” eklemeye çalıştığı da iddia ediliyordu. 

Putinci olunca, NATO’ya sataşmak da kaçınılmazdı. Rus televizyonuna konuştu, “NATO üyeliği Türkiye'nin geçmişten gelen ayıbıdır” dedi. Buna en çok bozulan ise NATO’cu CHP oldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak, “Saraya ilahi aşkla bağlı eski Maocu bir çakma oligark” diye seslendi, “Bu ülkeyi bu çakma oligark mı yoksa Tayyip Erdoğan mı yönetiyor?” diye tepkisi gösterdi.

Herhalde Perinçek’le görüşmesinin etkisi olacak, lafı döndürmeyi sürdürdü. Sonunda “AKP Amerika’nın yardımıyla iktidara geldi” deyiverince ipini çekiverdiler. 

AKP sayesinde yükselmiş, dünyalığını yapmış Perinçek-RTE kırması bir yeni dönem karakteri o. Bu düşüşünün nerede duracağını çekirdek çıtlatarak izleyeceğiz!

Orhan Gökdemir / SOL

1908 Devrimi’ne saldırı: 31 Mart 1909 Ayaklanması - Mehmet Bozkurt / SOL

 


Şeriat isteriz bağırtıları arasında Kör Ali…Ve Deniz Binbaşısı Ali Kabuli Bey’in gerici bir güruh tarafından linç edilmesini Yıldız Sarayı’nın penceresinden izleyen kambur bir silüet!

Temmuz’dur… Makedon dağlarında çeteye çıktılar. İlkin Kolağası Niyazi takvimler 3 Temmuz 1908’i gösterirken peşine taktığı 200 fedaisi ile Resne’de “çeteye çıktı”. Sonra yol oldu dağlar; Eyüp Sabri Ohri’de, Enver Tikveş’te, Salahattin ve Hasan Tosun Arnavutluk’ta dağa çıktılar. Sarayın peşlerine saldığı omuzları sırmalı göğüsleri nişanlı anlı şanlı paşaların kimilerini gecenin bir vakti don gömlek dağa kaldırırken, kimilerini de onlarca muhafızın arasında kan revan içinde yere indirdiler. Sonra Firzovik’te 20 bini aşkın Arnavut’un ayaklanması…

Devrimin adı Temmuz’dur. Partinin adı İttihat ve Terakki. Devrim diyoruz, meşrutiyetin ilandır. İstanbul ahalisi meşrutiyetin ilanını bir gazete bildirisi ile öğrendi. Yazık, nereden bilecek ahali, “hayırlısı olsun” deyip beklemeye durdu. Hüseyin Cahit Yalçın, ünlü gazeteci not düştü:

“Gazeteyi merakla coşkuyla gözden geçirdim; hiçbir değişiklik yok. Bir gün önceki gazetelerin aynı, boş, kuru, sahte, cansız bir edebiyat!”. Sonra Cuma selamlığı ahali tek bir ağız:

“Padişahım çok yaşa!”

Siz bakmayın İstanbul ahalisinin meşrutiyeti Saray’ın lütfu olarak algılamış olmasına. Devrimin ruhu Selanik’te İttihat Terakki’dir. Zorun merkezi ise Resne’li Niyazi, Ohri’li Eyüp Sabri, Tikveş’te Enver, Salahattin, Hasan Tosun bir de Binbaşı Vehip:

(…)

anlaşılmaz bir sıcak
ortalık ana baba günü
yağlı bir fes kalabalığı dalgalanıyor
neferi zabiti esnafı işçisi
 arnavut türk ve rum
 yahudi ve bulgar
makedonya dağlarının özgürlüğünü
 gözlerine işlemiş komitacılar
 iplik iplik kan
 ateş menekşesi
“hürriyet” birdenbire açıklanıyor
 binbaşı vehip bey tarafından
 çıkmış top arabasının üstüne
 (altmış numaralı top arabası)
 konuşan sanki topun namlusudur
 yani vatan

***

Buna devrim diyoruz. Burada bi not düşmek isterim. Şimdi unutuldu ,23 Temmuz’un meclisin 21 Ocak 1909 günlü oturumunda Hüseyin Cahit Yalçın’ın önergesiyle İyd-i Milli (Milli Bayram) ilan edildiğini ve 1934 yılına kadar törenlerle kutlandığını bilir miydiniz, Çok oldu unutalı. Unutturulan ilk devrimimizdir.

***

Devrime karşı muhalefetin ilk adımını Sabahattin Bey attı. Avrupalıların “Prens” unvanını yakıştırdıkları Sabahattin Bey, eski İttihatçıdır. 1908 Temmuz devriminden kısa bir süre sonra 2 Eylül’de beraberinde babası Damat Mahmut Paşa’nın cenazesi olduğu halde İstanbul’a döndü. Jön Türklerden 1902 kongresinde ayrışan Sabahattin, İstanbul’a dönüşünün ilk günlerinde İttihatçılardan epeyce itibar görmüş olmasına rağmen yönetimde kendine layık görüp biçtiği makamlara getirilmemesi üzerine Ahrar Fırkasını (Hürler Partisi) kurdu. Aralık 1908 seçimlerine pek iddialı giren parti İttihat Terakki karşısında hiç bir varlık gösteremedi. Aday listesinin başında yer alan Prens Sabahattin, Sadrazam Kamil Paşa ve cumhuriyet döneminde linç edilecek olan gazeteci Ali Kemal hayal kırıklığına uğradılar. Hani derler ya “deve dişi…” Deve dişi gibi adamlardı. Yeminli İttihatçı düşmanlığı cephesinin başköşesine kuruldular. Buna bir diyoruz.

Şuna da iki olsun:

1908 Devriminin sağladığı özgürlük ortamında yayımlanmaya başlayan çok sayıda gazete var. Bunlardan biri de Volkan gazetesi. 11 Aralık 1908’de yayımlanmaya başlıyor. Gazetenin sahibi ve başyazarı Hüseyin Cahit’in “ağzı kirli mühlik” olarak tariflediği Derviş Vahdeti’dir. Volkan aynı zamanda, Ayasofya’da okutulan mevlitle kuruluşunu ilan eden İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin, parti diyebiliriz, yayın organı olduğunu da açıklıyor ve cemiyetin tüzüğünü yayınlıyor ve biz tüzüğün birinci maddesinden, artık ne demekse, Hz. Muhammet Mustafa’nın derneğin başkanı olduğunu öğreniyoruz. Gazetenin aynı nüshasında iki de duyuru var. Daha doğrusu iki çağrı. İlki cemiyete üye kaydına yönelik ve şöyle:

“Ey Muhammet şeriatının düşmesini istemeyen müminler! Allah-u Zülcelal aşkına Peygamberimiz Muhammet Mustafa adına bu cemiyete giriniz.” İkincisi ise İttihat Terakki karşıtı gazeteler Mizan, Serbesti ve İkdam gazetelerine yapılan cephe çağrısıdır:

“Acele et Mizan! Arş ileri Serbesti! Sebat et İkdam! Hakperest matbuat hep hücum edelim; işte kale-i istibdat! İşte şehit-i hürriyet, zincirlerle bağlanıyor, bize imdat diye kollarını uzatıyor; kale ise zayıftır, sihirlidir ki bize kuvvetli görünüyor. Kale muhafızları da sihirle bağlı. İşte Volkan sancaktarlık vazifesiyle ilerliyor; arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz! Zira zafer bizimdir.”

Bu çağrının ardından adı geçen gazeteler Volkan’ın ardına diziliyor. Gazetenin adından ötürü “Mizancı” namlı eski İttihatçı Murat, İttihatçıların “Cemiyet Kanadı”nın, gerici ayaklanmanın hemen öncesine Galata Köprüsü’nde tabancayla vurup öldüreceği Serbest Gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi ve İkdam Gazetesi başyazarı Ali Kemal…Matbuat kesiminde oluşan gerici cephede istihdam ediliyorlar

Şu da üç diyerek devam edelim:

Meşrutiyetin ilanı ile birlikte orduda bulunan “alaylı” subayların hakimiyetlerini yitirmesiyle birlikte keyiflerinin bozulması... Kurulan yeni düzende eğitimli, disipline öncelik veren Harbiyeliler vardır artık. Harbiyeli olmayan çoğu da yaşını başını almış ve “alaylı” olarak adlandırılan bu subayların hızla tasfiye edilmeleri ordu içinde büyük bir hoşnutsuzluk yaratmış, bu hoşnutsuzluktan olmalı, erlikten subaylığa terfi etmeyi bekleyen azımsanmayacak çoklukta er ve erbaş yığınını gerici cepheye taraf olarak yönlendirmiştir. Volkan Gazetesi bir yandan yeni düzenden hoşnut olmayan er ve erbaşların şikayet mektuplarını yayımlarken, öte yandan İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti bilhassa Avcı Taburları içinde hızla örgütlenmeye başlamıştır. Öte yandan o güne kadar askerlikten muaf tutulan medrese öğrencilerinin yeni düzende herkesle eşitlenip bu ayrıcalıklarının ilgası, bu arada dolgun maaşlı paşaların maaşlarının indirilmesi ve “beşik uleması” zevatın arpalıklarının kesilmesinin İttihatçı karşıtı gerici cepheyi genişlettiğini ve güç kattığını ilave etmek gerekir.

İşaret fişeği Ali Kemal’in Darülfünun’da öğrencilere yaptığı kışkırtıcı konuşmayla veriliyor… Sonrasında Avcı Taburları… Sultanahmet Meydanı’nda miting…Derviş Vahdeti ve meydanda açılan yeşil bayrak… Ardından başlayan mektepli subay avı. Galata Köprüsü’nde sağlı sollu asılmış subay ölüleri… Şeriat isteriz bağırtıları arasında Kör Ali…Ve Deniz Binbaşısı Ali Kabuli Bey’in gerici bir güruh tarafından linç edilmesini Yıldız Sarayı’nın penceresinden izleyen kambur bir silüet!

***

“Meşrutiyet tehlikede” telgrafını çeken Talat olarak kalmış aklımda, yanılıyor olabilirim, Harekât Ordusu İstanbul’a giriyor ve ezip düzlüyor… Harekât Ordusu yolda iken tehdit ve hakaret içerikli telgraflarla boğuyorlar Bâb-i âli’ yi. Telgraflardan biri, yazarken yüzüm kızarıyor, çok ayıplı sözler var ama ne yaparsın, belge işte ve şöyle:

“Makam-ı Sadarette bulunan alçağa

Size 2 Nisan 1325 tarihli telgrafımızla yirmi dört saat mühlet verilmişti. Henüz vücud-i rezilâlenizle teşviş ettiğiniz makamlardan çekildiğinize dair bir iş’ar vuku bulmadı. Bundan çok memnun oldu; bari tertip edeceğimiz cezaya bu suretle istihkakınızı kendiniz tasdik etmiş oldunuz. İhtimal ki orada bulunan bir takım kerhaneci evlatları ilk telgrafımızı vermediler. Onları alınız, okuyunuz, ki vebal bizde kalmasın. Okumadığınız takdirde Allah’ın laneti, analarınızın donu başınıza geçsin. Okumayanlar, telgrafları vermeyen alçaklar kendilerini yok bilsinler….Ey namussuzlar…”

Bu telgrafın altında Harekât Ordusu içinde yer alan ve kendilerine “İpek Fedaileri” adını vermiş olan bir grubun imzası var.

Bu kadar…

Gerisini Orhan Gökdemir “113 yıl sonra 31 Mart gerici ayaklanması: Kahrolsun istibdat” başlığı ile geçen hafta Sol’da pek güzel yazmış, okuyun tavsiye ederim.(https://haber.sol.org.tr/haber/113-yil-sonra-31-mart-gerici-ayaklanmasi-kahrolsun-istibdat-yasasin-hurriyet-331053)

Mehmet Bozkurt / SOL

Not:

  1. Bu yazı, epey oluyor,3 Nisan 1916 tarihinde Sol’da yayınlanan “31 Mart gerici ayaklanması “Analarınızın donları başınıza geçsin” başlıklı yazımın çok az eklerle yeniden yazılmış halidir.
  2. Şiir ve telgraf metni Tevfik Çavdar’ın “Talat Paşa, Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü” kitabından alıntılanmıştır (Dost Kitabevi Ocak 1984).Ayrıca yazının hazırlanışında kaynak olarak Sina Akşin, Jön Türkler İttihat ve Terakki; Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasi Anılarım; Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Partiler cilt:3 kullanılmıştır.