Toplumların değişik “tarih zamanlar” içindeki mücadeleleri demokratik devrimi öğretebilir. Mustafa Kemal, Mudanya Mütarekesi ile “sivil siyaset yolu”nu açtı. Lozan’dan geçerek toplumu Cumhuriyete ulaştırdı. 20. yüzyıla ayak basıldı. Büyük bir demokratik devrimdi; geri kalmışlığın katılaşmış kalın kabuğunu kıracaktı.
Cumhuriyet, 13 milyonluk basit köylüler ülkesinde kuruldu. Sadece basit tarım yapabilen, “kerpicinin içinde” yaşayan köylüler. Mustafa Kemal’in ilk sözü: “Müstahsil (üretici) köylü efendimizdir!”. İşin özünü söylüyor: Köylüyü “kerpicinden” çıkararak çiftçi yapabilmek. Köy, toprak, tarımın iç içe bir bütün olduğunu bilerek ilerleyebilmek.
Köylüler (büyük kitle) güçsüzdür. Gücün sahipleri büyük topraklılar, eşraf, tüccardır. Ekonomide, siyasette büyük farkla öndedirler, müttefiktirler. Cumhuriyet 1924’te Köy Kanunu’nu çıkarıyor, köy konuşsun istiyor. Ancak, duyulan ses, büyük topraklıların, zengin çiftçininkidir. Osmanlı’dan devralınan (onun Bizans’tan aldığı) prekapitalist rejimde ortakçı, yarıcı, maraba, toprak işçisi vardır. Sessizdirler.
Cumhuriyet, 1927 ve 1929’un yasaları ile toprak dağıtma adımı atar. “Müttefikler” tepkilidir. 1932’de “eşitlikçi” bir kooperatif modeli getirince (Afyon üreticileri) eski İttihatçı, şimdi CHP’li büyük topraklıların sözcüsü Halil Menteşe, Cumhuriyet yönetimine çıkışır: “Kolektivizasyona gidiyorsunuz!”
1936’ya kadar ilerleme olamadı. Fakat yeni köy düzeni arayışı başladı. Toprak ve tarım davası ile iç içe. Atatürk 1936 ve 1937’de TBMM’de, “Toprak Kanunu’nun bir neticeye varmasını yüksek desteğinizden beklerim. Her çiftçi ailesinin geçinebileceği, çalışabileceği toprağa sahip olması…” diyecek. Ve İnönü, 1936 sonunda vurguları yapar: “Toprak işleyenin!”, “Bin kombina kuracağız.” Ve dağıtılacak toprakları kamulaştırabilmek için anayasa önerisi getirir (1937, 74. Md.). “Müttefikler” direnirler; “yüksek destekleri” söz konusu değildir.
(Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç, bir öğrenciyle)KILAVUZ
Köye “kılavuz”la girilecektir. 1937’de Saffet Arıkan’ın getirdiği Köy Eğitmeni öncüdür. Büyük adım ise 17 Nisan 1940’tır: Köy Enstitüleri. Kılavuz, Enstitü öğretmenidir. Çizgi, kişinin köylülüğünü yadsımaksızın üretimin özgürleştirici damarını kavraması, geliştirmesidir. Ve insanlığın ortak değerlerini özümsemesidir. Bu büyük iddiadır. Köylü kendi potansiyelini keşfederek toplumu dönüştürme iradesine erişecektir. İddianın sahibi üç kişidir: İnönü, Bakan Hasan Âli Yücel ve Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç. Tonguç, tasarımcı, mimar, başöğretmen, usta, hatta işçidir. Müstesna bir belgecidir. Oğlu Dr. Engin Tonguç, onun günlüklerini, belgelerini kitaplaştırdı: Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç, 1997. Bu kitapla sadece Köy Enstitülerini değil, yalın gerçekleriyle 1940’ların Türkiye dramını tüm boyutlarıyla kavrayabiliriz. (Dikkat, 1940’lar her çeşit efsane ve menkıbe yaratma alışkanlıklarıyla, ürünleriyle perdelenmiş bir dönemdir.)
İlk adımda 14 Enstitü kuruldu. Hedef 22 oldu. Enstitülerde eğitim üzerine yazılanlara değinmiyorum. Bilinenler yeterlidir. Tonguç’un gözünden izleyebilirsek, Cumhuriyetin erişmek istediği, demokratik devrim dediğimiz aşamaları tanımlayabiliriz. Yok, Cumhuriyetin “iç mücadelesi”nde somutlaşan demokratik devrim aşamalarını görmezlikten gelirsek, olup bitenlerin anlatımı sıradanlaşır, tek tük şeyler halini alır.
1942’yi anlayabilmeliyiz. Enstitü hareketi mesafe almıştır. Fark edilmeyen bir güç yaratmıştır. Gücü büyütme zamanı gelmiştir. 19 Haziran’da 4274 sayılı “Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Yasası” geliyor. (80. yılındayız) Bu, Cumhuriyetin köye egemen olabilmesinden, büyük bir tarihsel atılımdan önceki fotoğraf gibidir. Yasa ile okul, köyün merkezi olmaktadır. “Kılavuz” köy halkını yetiştirecek, sorunlarını çözebilecektir. Kooperatifleri kurabiliyor. Çalışan köylü için, antikçağdan beri dünyasında olmayan şey, ödüllendirme geliyor. Yurttaşlığa büyük adım. “Müttefikler” bunların ne demek olacağını anlamışlar mı? Hem de nasıl! Prekapitalist dokunun sürdürülmesi onlar için “hayat memat”tır. Savaşacaklardır.
DEVRİMİN İKİNCİ AYAĞI
1940 Yasası’na iki kişi “Evet” oyu vermişti; 150 kişi oy kullanmamıştı. Bu “Hayır” demekti. 1942’de 252 kişi “evet” oyu verdi; 177 kişi “yok”tu. Görüşmelerde kıyasıya direnmişlerdi. (Ayrıntıları, özellikle hangi maddelerde direndiklerini okuyunuz. Öğrenmek lazım.) Artık Enstitüyü kapsayan fakat aşan büyük bir adımla mücadele alanına giriyoruz. Gerçekte, sınıfsal muharebe alanına. 20 Temmuz’da İnönü, Tonguç’u alarak Enstitü ve köy “seferleri”ne başlıyor: Eskişehir, Sivrihisar, Mahmudiye, Hamidiye, Konya, Karapınar, İvriz, Ereğli, Bor, Aksaray, Koçhisar ve Ankara Gölbaşı. (Kitaptaki bilgiler aydınlatıcıdır.)
Gölbaşı’nda İnönü’yü karşılayan CHP’nin yeni Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, Tonguç’u arabasına aldı. “Ne gezdirip duruyorsun bunu köy köy. Yarın bizim söylediklerimize, raporlarımıza inanmayacak!” dedi. “Bu” İnönü’ydü! Tonguç, partideki güç yapısının uzaktan göründüğü gibi olmadığını, mücadelede İnönü’nün karşısındaki gücün mertebesini artık en iyi kavrayan kişiydi. Birlikte yaptıkları “seferler”de İnönü’nün kurgusunu kavrıyordu. Bir kurmaylık. Garp Cephesi Komutanı kimliğiyle kurgulamış gibi: Yüzyıllardan gelen prekapitalist dokuyu ancak bir tür “harekât”la çökertebilirsin. Barış yıllarında yapılamadı. Şimdi, uygun zaman ayağına geldi: 2. Dünya Savaşı. Ülkenin, Cumhuriyetin en büyük tehlike ile karşı karşıya geldiği zaman. Ama içinde bir fırsat taşıyor: Eğer ülkeyi büyük savaş kıyametinin dışında tutabilirsem, içeride tarihin (bir paradoksla) ikram ettiği bu altın fırsatı kaçırmamalıyım! Ve hemen, (Alman kuvvetleri Fransa’yı almaya giderken) 1940’ın nisanında başlamalıyım. Gecikmemeliyim. Demokratik devrimin 1940’lardaki ilk ayağı olan Enstitü, 1942’de, İnönü’nün savaş yıllarının yokluklarında azalmayıp artan desteğiyle “ileri cephe”sini kurdu. (Ekmek karneyle, inşaat çivisi bile bulunmuyor!)
Devamı geliyor. Temmuzda Başbakan Refik Saydam ölür. Yerine Şükrü Saracoğlu geçer. Tarım Bakanlığı’na Şevket Raşit Hatipoğlu gelir. Cumhuriyetin en kayda değer Tarım Bakanı. O da Tonguç gibi, Almanya’da (ve Fransa’da) okumuş, doktora yapmış, Anadolu’yu karış karış gezmiştir. Köylüyü tanımış, toprak ve tarım davasını dert edinmiştir. 20 Ağustos’ta İnönü’nün Tonguç’la başlayan “sefer”inde o da vardır. Kayseri, Sarımsaklı, Pazarören, Bünyan, Sivas, Yıldızeli, Tokat, Turhal, Ladik, Samsun ve dönüş. Dönüşte, trende Tonguç’u ve Hatipoğlu’nu toplantıya çağırıyor. Yollarda, köylerde onlarla daha önce konuştuklarını “harekât” hedefi olarak söylüyor: Enstitü sayısı 60’a çıkarılmalı ve 200 bin tarımcı (çiftçi) yetiştirme hazırlığı yapılmalı! Tonguç, İnönü’yü özel merakla izliyor. Büyük toprak sahiplerine, topraksız köylülerin durumuna tepkisini not ediyor. Ve demokratik devrimin “ikinci ayağı”nı (“ikinci cephe” de diyebiliriz) keşfediyor: Toprak davası gelecektir. Garp Cephesi Komutanı sanki bir “kıskaç harekâtı” tasarlamıştır: Kıskacın bir ayağında Köy Öğretmeni’nin Enstitüsü, öbür ayağında Atatürk’ün özlemi olan “müstahsil köylü”, yani, topraklandırılarak doğacak olan çiftçi (iki yüz bin tarımcı).
‘BİRKAÇ TÜMENİM OLSA’
Mücadelenin siyasal söylemi, duyurusu kasım başında İnönü’nün TBMM konuşmasıdır: “…Cumhuriyet hükümetlerinin sarf ettikleri gayretlere iki seneden beri cemiyetimiz tarafından hiç yardım edilmemiştir... Bulanık zamanı bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz (soluduğumuz) havayı ticaret metaı (nesnesi) yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük fırsat sanan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar.” Sınıfsal “blok” tablosu berrak değil mi?
1943’ün “seferleri” nisanda başlayacak. Savaştepe, Kızılçullu, Gönen, Aksu. Sonra, eylülde Erzurum, Pulur, Kars, Cılavuz, Trabzon. Ve Beşikdüzü’nde Enstitü öğrencileri motorla açılmış, türkü söyleyip ağ çekiyorlardı. İnönü, Tonguç’la yan yana oturarak bir motora biniyor, giderken kolunu sıkıyor, acıtarak. Şöyle diyor: “Elimde bunlar gibi gençlerden birkaç tümen olsaydı, Türkiye’nin yazgısını değiştirirdim!” Askeri terim kullanıyor: “Birkaç tümen.” Demek ki 50 bin kişi bile yok! Esendal’ı bilmez mi? Yanı başında. Çoğunluk o tarafta ve eldeki malzeme bu. Bir demokratik devrim hamlesi, ortaçağ yapılarının tasfiyesi için bir “minimum güç” istiyor. Çünkü ortaçağ ile hesaplaşma büyük olacaktır. Ve öyle oldu.
Daha önce Tonguç, “60 Enstitü, 200 bin çiftçi” hedefi için kapsamlı bir çalışma yapmıştı. Bakan Yücel’le de uzun uzun görüştüler. Proje, takatlerinin çok üzerindeydi. Ne devlet yapısındakiler ne de parti destek olurdu. Gerçek bu idi. İnönü’ye gittiler. “Olamayacak” dediler. Kitap şöyle yazıyor: “Tonguç, onun yanıtını yaşamı boyunca unutmayacaktı: ‘İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı kaçırıyorsunuz’ demişti.” Tarih henüz 1942 idi. “Savaştan sonra” deyişi yaptığı kurguyu açıklıyor.
“Biz” ve “Bize yaptırmayacak olanlar”. Açık değil mi? Enstitüler için İnönü’ye “Bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın?” diyen Mareşal’den valilere, kaymakamlara kadar gelen bir kadronun katı tutumu ve devrimciliği 1930’ların ortalarında eskimeye başlamış bir parti yapısı. Peki, Cumhuriyetin köylüler ülkesinde demokratik devrim mücadelesi kaybetmeyi de göze alarak yapılmayacak mı? Yapılacak.
(Toprakla içiçe bir yaşam süren Köy Enstitülü çocuklar.)GERİCİLİĞİN KALIN KABUĞU
Türkiye kendini savaşın “kıyamet”inden korumuş ama beş yıl boyunca büyük bir orduyu silah altında tutmak zorunda kalmıştır. Köydeki üretici orduda tüketici olmuştur. Savaş biterken tarlaya dönüş eski düzene dönüş mü olacaktır? Yoksa o köylü toprağa kavuşup çiftçi kimliği mi kazanacaktır? Tarım Bakanı Hatipoğlu, 17 Ocak 1945’te “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması” tasarısını getiriyor. Demokratik devrimin ikinci ayağı (cephesi).
Hakkıyla tarım yapmak üzere toprakta yeni mülkiyet getiriyor. Merkeze “Bağımsız Çiftçi”yi (Çiftçi Ocaklarını) yerleştiriyor. Ona 30’dan 500 dönüme kadar toprak veriyor. Ortakçı, yarıcı, maraba tarihe karışacaktır. Büyük topraklılar tarım yapmak istiyorlarsa 500’den 5000 dönüme kadar ekim yapabilirler. Ekmezlerse, o topraklar da kamulaştırılarak bağımsız çiftçiye verilecektir. Köyde aydınlanan çiftçi, toprakta Cumhuriyetin gerçek tarım ajanı olacaktır. İnönü ile Hatipoğlu’nun tarihe geçecek hamlesidir.
‘SOVYET ÖZELLİĞİ’
Usulen, tasarı önce Muhtelit Encümene (Karma Komisyon) geldi. Çoğunluk tasarıya karşı idi. Hatipoğlu geniş hazırlığını, uygulama için “ayrı bir teşkilat” kurulacağını açıkladı. “Yalçın hakikat şudur: Çiftçi dediğimiz kimseler topraksızdır. Toprakları yetmemektedir. Bu davayı halledelim arkadaşlar. Bu yurtiçinde toprağı yetemeyen çiftçi ve topraksız çiftçi bulundukça her şey zarar görür. Kundaklanmış kanun işe yaramaz” dedi. Komisyon sözcüsü ise Adnan Menderes’ti!
Uzatmayalım. Tasarı köy-toprak-tarım rejiminin fiili sahipleri için ürkütücüydü. Ortaçağdan gelen “statü”leri sona erecekti. İnandırıcı tezleri yoktu. Ancak, çoğunluk sağlayacak taktikleri ve “komünizm geliyor” yöntemleri vardı.
KARŞIDEVRİM
Emin Sazak: “Rusya’da da aynen böyle olmuştur. Kolektif şirket diye başlamıştır, halk da mecbur olmuştur. Aynen tatbikatı budur.” Recai Güreli: “Tasarının dışarıda akisleri bambaşkadır. Bilhassa ocak meselesi… Diyorlar ki acaba hükümet sola mı kayıyor? Tüccarlar da acaba bizim elimizdeki mülkleri de taksim edecekler mi diye soruyor.” Feridun Fikri Düşünsel: “Nereye gidiliyor? Yalnız toprak mülkiyetine değil, mülkiyet prensibine ait niteliktedir.” Adnan Menderes: “Çiftçiliği özel meslek saymaktaki maksat nedir? Yüksek komisyonunuz buna lüzum olmadığını ifade etmiştir. Toprak kiralamamak, ziraat amelesini tamamen ortadan kaldırmak, toprağı bizzat işletmek, toprağı kökünden kamulaştırmak Sovyet toprak rejiminin belirgin özellikleridir.” Atıf Bayındır: “Kullanımda sınırı kabul edersek, bütün servet şekillerinde de kabul etmek lazımdır. O zaman bunun ismine başka bir şey derler.” F. F. Düşünsel: “Çiftçi diye bir sınıf vücuda getiriyoruz. Bizim hukuki bünyemize uygun mudur? Uygun değildir. Memleketin gelecekteki yönetimine zararları olabilir mi? Olabilir. Çünkü memlekette bir sınıf bilincinin oluşması muhtaç olduğumuz siyasal dengeyi yarın bozabilir.”
Ve Cumhuriyette de yaşasa, bir ortaçağ rejiminin toprak mülkiyeti sahibi için, en üstün değerin o mülkiyet olduğunu anlayabilmemizi çarpıcı biçimde anlatan Emin Sazak: “Acaba bu adamları (büyük topraklılar) ortadan kaldırmak memleketin gelişmesi için faydalı mıdır? O adamlardır ki Milli Mücadele’nin ilk günlerinden beri Garp Cephesi Kumandanı 100 vagon buğday verin der, yetiştirir… Bakanımızın tasfiyeye layıktır dediği o ağalar yok mu, oğlunu askere gönderdi, binlerce vagon zahireyi, yüz binlerce lirayı hükümet yok iken Garp Cephesi Kumandanı’nın emrine gönderdi…” Ne diyor? Senin askerin, senin Milli Mücadele’ni benim gönderdiğim ekmekle yaptı, diyor! Cumhuriyet en ileri menziline ulaşamadı. Bağımsız çiftçi (Mustafa Kemal’in “müstahsil köylü”sü) doğamadan öldü. Köy öğretmeni 1945’ten sonra yalnızdır. Ortaçağ toprak rejiminden güç alarak “yeni siyaset” için sahneye çıkanlar, “kılavuz”un güçsüzleştiğini iyi görmüşlerdir. İttifaklarının gücünü artık Enstitü’yü yıkmaya yönelttiler. Geri kalmışlığın kalın kabuğu kırılamadı, biraz daha kalınlaştı. Demokratik devrimden kalan boşlukta karşıdevrim filizlenmeye başladı.
Dr. Engin Tonguç, kitabında, babasının yaşamı boyunca, İnönü aleyhinde konuşan olursa hemen susturduğunu yazıyor. Acaba neden?
Bilsay Kuruç / Cumhuriyet