28 Nisan 2022 Perşembe

KISA KISA GÜNDEM (28 NİSAN 2022)

 


1-Ankara Büyükşehir Belediyesi'nden flaş TOGO Kuleleri kararı. Rant iddialarıyla gündeme gelmişti (Yeniçağ)

Ankara Büyükşehir Belediyesi'nden yapılan açıklamada rant iddialarıyla gündeme gelen TOGO Kuleleri hakkında Belediye Encümeni toplantısında yıkım kararı alındığı duyuruldu...
(https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ankara-buyuksehir-belediyesinden-flas-togo-kuleleri-karari-rant-iddialariyla-gundeme-gelmisti-536596h.htm)







2-Vatandaş boş baklavayla idare ederken, AKP'li belediyenin baklava ihalesi yine AKP'li bir isme gitti(Yeniçağ)

AKP'li belediyenin yüz binlerce liralık baklava ihalesi, yine AKP'li bir isme gitti.(
GEÇMİŞTE DE BİRÇOK İHALE ALMIŞ) Ümraniye Belediyesi’nin baklava ihalesini alan Oviya Gıda Unlu Mamuller firmasının üç ortağından biri Hakkı Şanlı. Firmayı 2010 yılında kuran Hakkı Şanlı, 2015 seçimlerinde AKP’den İstanbul 1. Bölge’den milletvekili aday adayı oldu. AKP Hakkı Şanlı’yı 19. sıradan milletvekili adayı gösterdi ancak kazanamadı. Hakkı Şanlı’nın, İstanbul Ticaret Odası kayıtlarına göre birçok şirketi bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde Üsküdar Belediyesi’nden 714 bin TL bedelle “su böreği” ihalesi alan Şanlı’nın şirketi, geçtiğimiz yıllarda da AKP’li belediyeden aynı ad altında birçok ihale almıştı.(https://www.yenicaggazetesi.com.tr/akpli-belediyenin-yuz-binlerce-liralik-baklava-ihalesi-yine-akpli-bir-isme-gitti-536586h.htm)

3-TRT’nin zararı nasıl 3 milyar TL’lik kâra dönüştürüldü? (Sözcü)

TRT'nin bandrol ücreti ve faturalardaki TRT payını satışa konu ürünlermiş gibi yansıttığı ortaya çıktı. Böylece 2020 yılında 1,6 milyar TL olan brüt satış zararı 2,2 milyar TL'lik brüt satış kârı olarak gösterildi. Aynı yöntem 2021'de de uygulanarak 3 milyar TL brüt satış kârı gösterildi.   
Ayrıca TRT’nin 2020’de elde ettiği iddia edilen 2,2 milyar TL brüt satış kârı rakamının doğru olmadığı, TRT’nin 2020’de 1 milyar 671 milyon TL’lik brüt satış zararı elde ettiği görüldü. Vergi Uzmanı Dr. Ozan Bingöl, TRT’nin gelir tablosunun muhasebe ilke ve uygulamalarının çok ötesinde hazırlandığını belirtti. Bingöl, TRT’nin gelir tablosunda vergi benzeri bu tür gelirlerin sanki TRT'nin üretip sattığı hizmet veya ürün gibi dikkate alınmasını eleştirdi.(https://www.sozcu.com.tr/2022/ekonomi/trtnin-zarari-nasil-3-milyar-tllik-kara-donusturuldu-7103225/)

4- Maçoğlu'ndan tepki: Dersim'de itfaiye biriminin elektriğini kesmeye çalıştılar(SOL)


Dersim'de Fırat Aksa adlı elektrik şirketi belediyenin itfaiye biriminin elektriğini kesmeye çalıştı. Belediye Başkanı Maçoğlu, 'Malum şirketi Dersim halkıyla birlikte mahkum edeceğiz!' dedi. 
Dersim'de belediyenin itfaiye ekiplerinin bulunduğu birimin elektrikleri kesilmeye çalışıldı. Duruma tepki gösteren Dersim Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu, "Belediyemiz itfaiye biriminin elektriğini zorla kesmeye gelen görevlilere, belediye personelimizce müsade edilmemiştir. 24 saat esasıyla çalışan, acil durumlara müdahale eden itfaiye biriminin elektriğini kesmeye kalkan bir anlayışı anlamamız mümkün değil" derken, "Kamu kurum ve kuruluşlarını birlikte çalışmaya davet ediyoruz. Kamunun bünyesinde, temel bir hak olan elektrik hizmetini özelleştirerek kamu kurumlarını çalışmaz hale getiriyorlar. Malum şirketi Dersim halkıyla birlikte mahkum edeceğiz!" ifadesini kullandı.

5-Avrupa’da en fazla gökdelene sahip şehir İstanbul oldu (SOL)


Yüksek Binalar ve Kentsel Habitat Konseyinin paylaştığı Şubat 2022 verilerine göre Türkiye, gökdelen sayısıyla Avrupa’da birinci sırada yer alıyor. En fazla gökdelene sahip şehirse İstanbul oldu. 
Yüksek gökdelenlerin çoğu zaman şehrin silüetini bozduğuna dair tartışmalar yaşanırken, yenileri yapılmaya devam ediyor. Şubat 2022 verileri, yüksekliği 150 metreden fazla olan gökdelenleri kapsıyor. Bu verilere göre; Türkiye, yüksekliği 150 metreden fazla olan toplam 67 gökdelene ev sahipliği yapıyor. İstanbul ise 48 adet yapımı tamamlanmış gökdelen bulunuyor. Rusya’da 150 metre yükseklikte 51 gökdelen yer alıyor. 150 metreden yüksek bina sayısında İngiltere 33 gökdelen ile üçüncü sırada bulunuyor. Almanya’da 20, İspanya’da 13, Polonya’da 12, Hollanda ve İtalya’da 6, Avusturya’da 3 tane 150 metreden yüksek gökdelen yer alıyor.İstanbul 48 gökdelenle ilk sırada yer alırken onu Moskova’da 46 ve Londra 30 gökdelen ile takip ediyor. Ankara 11 gökdelen ile altıncı sırada İzmir ise ilk 10’da kendine yer buldu.

6-Mahkeme gerekçeli kararını açıkladı: 'Erdoğan'ın diploması sahte' demek suç değil (SOL)

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın diplomasının sahte olduğu yönündeki paylaşım nedeniyle yargılanan Genco Erkal'a ilişkin mahkemenin gerekçeli kararı açıklandı.

İstanbul 16. Asliye Ceza Mahkemesi, sanatçı Genco Erkal’ın, sosyal medya mesajlarıyla Cumhurbaşkanı’na zincirleme hakaret suçundan yargılandığı davada verdiği beraat kararının gerekçesini açıkladı. t24'ten  Gökçer Tahincioğlu'nun haberine göre, gerekçeli kararda, Cumhurbaşkanı’nın diplomasının sahte olduğuna yönelik iddialarla ilgili paylaşımların daha önce bölge adliye mahkemeleri tarafından suç olarak nitelendirilmediği belirtilerek, “bu haliyle istinaf mahkemesi kararları da göz önüne alındığında diploma sahteliğine ilişkin söylemlerin tek başına somut bir fiil veya olgu isnadı veya sövme niteliği taşımadığı, hakaret teşkil etmeyeceği anlaşılmıştır” denildi. Kararda, Erkal’ın, “Başkanlık sistemi yetmez, Türk usulü çobanlık sistemi olsun" paylaşımı için de “Paylaşımda, yönetim sisteminin eleştirildiği, doğrudan Cumhurbaşkanına yönelik herhangi bir söylemin bulunmadığı, çobanlık mesleğinin bir kişiye yöneltilmesinin başlı başına hakaret suçunu oluşturmayacağı” yorumu yapıldı.

7- Mahkeme; İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un CHP'li Veli Ağbaba ve Özgür Özel hakkında açtığı tazminat davalarını reddetti (Cumhuriyet)

İstanbul Anadolu 17. Asliye Hukuk Mahkemesi ve Ankara 36. Asliye Hukuk Mahkemesi; Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un “İstanbul Kuzguncuk’taki Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait bir araziyi kiraladığı ve üzerinde peyzaj düzenlemeleri yaptığı” yönündeki haberler üzerine yaptıkları açıklamaları gerekçe göstererek CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba ve CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel hakkında açtığı tazminat davalarını reddetti.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/mahkeme-iletisim-baskani-fahrettin-altunun-chpli-veli-agbaba-ve-ozgur-ozel-hakkinda-actigi-tazminat-davalarini-1930788)

8-Danıştay Savcısı İstanbul Sözleşmesi'nin feshi kararının iptalini talep etti! (BİRGÜN)

Danıştay 10. Dairesi, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine karşı açılan davaları bugün esastan görüştü. Danıştay Savcısı, mütalaasında sözleşmeden çekilme kararının hukuka aykırı olduğunu belirtti. Heyet kararı daha sonra açıklayacaklarını bildirerek duruşmayı bitirdi.(https://www.birgun.net/haber/danistay-savcisi-istanbul-sozlesmesi-nin-feshi-kararinin-iptalini-talep-etti-385885)

9-İçkiye yeni zam: Yüzde 40’a varacak!(BİRGÜN)

Sene başında ÖTV zammı yapılan içkilere Mayıs ayında da ‘maliyet zammı’ gündemde. Zamların yüzde 40’a varacağı belirtiliyor.
Zammın, ramazan bayramının sonrasında raf fiyatlarına yansıyacağı bekleniyor.Mey Diego firmasının attığı mesaj paylaşan Türkiye Tekel Bayileri Platformu Başkanı Özgür Aybaş, "15 Mayıs 2022 tarihinde tüm ürünlerde zam geçişi olacaktır. Zam oranı rakı, votka ve viskilerde yüzde 15 ile yüzde 20, şaraplarda ise yüzde 35 ile yüzde 40 oranında geçmesi beklenmektedir” dendiğini belirtti.(https://www.birgun.net/haber/ickiye-yeni-zam-yuzde-40-a-varacak-385913)








10-Almanya Federal Meclisi Ukrayna'ya ağır silah gönderilmesini onayladı(duvaR)

Bundestag, Ukrayna'ya aralarında eski Sovyet yapımı ağır silahların olduğu askeri desteğin gönderilmesi önerisine onay verdi. Hükümete öneri kapsamında olan söz konusu karar, bir ilk niteliği taşıyor. 
Hükümeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller ve Hür Demokrat Parti ile ana muhalefetteki Hrıstiyan Birlik (CDU/CSU) partilerinin meclis gruplarının sunduğu teklif, 586 milletvekilinin lehte oyuyla kabul edildi. 100 milletvekili teklife ret oyu verirken 7 milletvekili de çekimser oy kullandı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/almanya-federal-meclisi-ukraynaya-agir-silah-gonderilmesini-onayladi-haber-1562710)



Fransa seçimleri üzerine spekülatif düşünceler + ‘Çöle çevirirler adına barış derler’ - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

 


Fransa seçimleri üzerine spekülatif düşünceler 

Fransa da başkanlık seçimlerinin 2. turunda, “yeni-faşist” Le Pen oy oranını 2017’de yüzde 33.8’den 2022’de de yüzde 41 yükseltti. Macron (merkez sağ) oyların yüzde 55.8’ini alarak ikinci kez seçildi. “Büyük bir tehlike atlatıldı, ya Le Pen kazansaydı!” diyerek rahatlamak olanaklı, “Büyük bir fırsat kaçtı” diye düşünmek de var tabii. 

KAÇAN FIRSAT ÜZERİNE…

İlk turda sekiz aday yarıştı. Macron, Le Pen, sırasıyla oyların yüzde 27.85’ini ve 23.15’ini alarak ikinci tura kaldılar. Solun en büyük parçası, Baş Eğmeyen Fransa/Birleşik Cephe grubunun adayı Melenchon ise oyların yüzde 21.95’ini aldı; Le Pen’i eleyerek ikinci tura kalma şansını yalnızca yüzde 1.2 oy farkıyla kaçırdı. Solun diğer adaylarının payları sırasıyla, Jadot (Ekoloji ve Yeşiller) yüzde 4.36, Roussel (Komünist Partisi) yüzde 2.28, Hidalgo (Sosyalist Parti) yüzde1.75, Poutou (Yeni AntiKapitalist) yüzde 0.77, Arthoud (İşçi Kavgası) yüzde 0.56 oldu. Sol partilerin adaylarının oy toplamı yüzde 9.78 ediyor. 

Sol, seçimlere grup çıkarlarıyla, liderlerinin fantezileriyle değil de seçim pratiğinin doğasına uygun biçimde yaklaşarak sonuç alması en olanaklı aday üzerinde oylarını yoğunlaşarak girmiş olsaydı, ikinci tura Le Pen değil Melenchon kalacaktı. Melenchon ikinci tura kalsaydı, sol en azından iki kazanım elde edebilecekti. Birincisi, uzun bir süredir ilk kez varlığıyla “fark yaratmış” siyasi bir başarıya imza atmış olabilecekti. İkincisi, Melenchon’un kaybetmesi durumunda Macron “başarısını” faşist partilere borçlu olacaktı. Faşist partiler de orta sınıfların ve işçi sınıfının nefret nesnesini iktidara taşımış olmanın yükü altına kalacaktı. Macron, “Merkez olma iddiasını kaybederken Faşist hareketin popülist cilası dökülecekti. İşçi sınıfı ve orta sınıflar açısından siyasi manzara, uzun yıllar sonra ilk kez sınıf çıkarlarını öne çıkaracak yönde sadeleşecekti. 

Böylece sol hareket, haziranda yapılacak genel seçimlere moral kazanmış, faşist hareketin kültür savaşlarına karşı, “hepiniz aynısınız” söylemiyle, emekçi sınıfların ve küçük işletmelerin sınıfsal çıkarlarını savunarak gidebilecekti.

Bu fırsatlar nasıl kaçtı? Neden I. turda  Melenchon’u yetersiz bularak oy vermeyenler, II. turda “ya muhafazakâr Macron ya faşist Le Pen” tuzağına düşerek büyük sermayenin adayına oy vermek zorunda kaldılar? Bu soruların üzerinde dikkatle durmak gerekiyor.

BİR YENİSİ GELİYOR

Fransa genel ve yerel seçimleri meclisin bileşenini, yeni başbakanı, yerel yönetimlerin bileşimini belirleyecek. Böylece Fransa’yı yönetecek siyasi denklem oluşacak. Sol, güçlerini birleştirebilir, seçimlere ortak adaylarla gidebilirse, en güçlü grubunun lideri Melenchon’u başbakanlığa taşıyabilecek bir meclis aritmetiği oluşturabilir. 

Melenchon’un başbakan olması, Macron’u “cohabitation”a (ortak yaşamaya) zorlayarak sola, halk sınıflarının sorunlarını hafifletecek kazanımlar elde etme fırsatı verebilir. Böylece sol kendini yeni bir gelişme hattı üzerinde bulabilir.

Bir olasılık daha var: Macron, faşist partilerin tutsağı olur, “cohabitation”da ayakta kalabilmek için faşist partilere yeni tavizler vermeye başlar. Böylece Macron, daha da sağa kaymaya, ekonomik sorunların üzerini kültür savaşlarıyla örtebilmek için Le Pen’in ırkçı, milliyetçi görüşlerinin, politikaların, amaçladığı anayasa reformunun önünü açmaya başlayabilir. Bu senaryo içinde Macron’un, “süreç olarak faşizmin” bir “yararlı salağı” konumuna düşme olasılığı bile var. 

Türkiye’de de solun Fransa başkanlık seçimlerinden çıkarması gereken dersler var: Faşist tehlikeyi, seçim pratiğinin getirdiği olanakları ve bunların sınırlarını görmek grup çıkarlarını, teoride sekterliği aşarak antifaşist güçleri birleştirmek için çabalamak gerekiyor.                                                                                       ***

‘Çöle çevirirler adına barış derler’ 

Romalı tarihçi Tacitus, imparatorluklar için “Sahte gerekçelerle yakarlar, yıkarlar, çöle çevirirler adına barış derler” diyordu. 

İmparatorluklar sürekli genişlemek zorundadır; “barış”, sürekli savaş demektir. İmparatorluk dinozora benzer, uzun yaşar, yavaş ölür, ölürken kuyruk darbeleriyle etraflarını yakıp yıkar.

Bu betimlemelerle (“barış”ın yanına “demokrasi”yi ekleyerek) ABD hegemonyasının tarihi, “tek kutuplu dünya” “tek süper güç” savlarının içindeki “imparatorluk” refleksi, “sürekli genişleme” çabası, birbirini izleyen savaşlar arasında bir paralellik kurabiliriz.

‘BARIŞA GİDEN YOL’

Kosova savaşı sırasında, ABD Dışişleri Bakanı, M. Albright’ın kimi sözleriyle bu “paralelliği” destekleyebiliriz. 

“Eğer güç kullanmak zorunda kaldıysak, Amerika olduğumuz içindir. Biz vazgeçilmez ulusuz… Uzağı (herkesten-EY) daha iyi görürüz.” (…) “Hep sözünü ettiğiniz o muhteşem orduya sahip olmanın ne anlamı var eğer kullanamayacaksak.” (…) “Bütün yaptığımız barışa giden yolu bulmak içindir.”

Bu adı konulmamış “imparatorluk”, eski SSCB coğrafyasında, IMF ve Dünya Bankası eliyle genişlemeye çalıştı. Rusya ekonomisini yangın yerine döndürdü. Bu yangının içinden Putin rejimi doğdu. Ancak, genişleme SSCB’nin uydu (bağımlı) ülkelerini NATO içine alma çabalarıyla, Putin rejiminin kuşkularını, korkuları doğrular yönde ilerlemeye devam etti. Bu adı konulmamış “imparatorluk”, 11 Eylül 2001 “olayından” sonra “terörizme karşı küresel savaş” kavramıyla resmileşti. “Barışa giden yol” da şimdi “demokratikleştirmeden” geçiyordu. ABD ordusu küreselleşmenin “çatlaklarını” kapatacak, bir “barış ve demokrasi” dönemi başlayacaktı. 

Afganistan ve Irak sahte gerekçelerle hedef alındı, asker sivil ayırımı yapılmadan (CNN’in canlı yayını eşliğinde) yakılıp yıkıldı, milyona yakın insan öldü, milyonlarcası yerinden yurdundan oldu; “demokrasi ve de barış” gelmedi ama Şii-Sünni savaşı, IŞİD geldi... 

YAKIP YIKMAYA DEVAM

İmparatorluk projesinin askeri-diplomatik fiyaskolarına ek, 2008 finansal krizi ABD’yi, “ekonomik modeli örnek alınan ülke” statüsünden çıkardı. “Uzağı görme” iddiası da iflas etmişti. 

Yeni “durum” içinde ABD’nin imparatorluk projesi çökerken, Çin “süper güç” düzeyine yükseldi. Rusya’nın toparlanma süreci, nüfuz alanları edinme sürecine dönüştü. Yeni imparatorluk projeleri şekillenerek “büyük güçler” dışında kalan ülkelerin topraklarında, “kaynak savaşları” havzalarında, jeostratejik noktalarda birbirlerine sürtünürken, maliyeti, riskleri hızla artan doğrudan müdahale eğilimi, yerini vekâlet savaşlarına bırakmaya başladı. Yakıp yıkmanın biçimi de değişti. Şimdi emperyalist müdahale, hedef aldığı ülkedeki etnik, dini cemaatler arasındaki dengeleri, mutabakatları bozuyor, bir iç savaşı tetikliyor, “demokrasiye, barışa giden yolu”, uzaktan dengeleme yoluyla “arıyor”. 

“Eğer dış müdahale (uzaktan dengeleme) olmasaydı” diye başlayarak “soğukkanlı” ve “realist” bir bakışla şöyle bir bilanço çıkarabiliriz: Libya’da, iç savaşı Kaddafi kazanacaktı, demokrasi gelmeyecekti ama “barış” yeniden, çok daha az can ve mal kaybıyla kurulabilecekti. Bugün Libya’da hâlâ kaos var; çok taraflı vekâlet savaşları yaşanıyor. Bu yıkıma bir de göçmenler, göçerken denizde ölenler, Avrupa’da yeni faşist hareketler eklendi. 

Suriye’de Esad rejimi, demokratik muhalefete önce biraz taviz verecek, sonra ayaklanmayı bastıracak, başkaldıranları cezalandıracak, “barışı” yeniden kuracaktı. Sonunda, ölenlerin sayısı, yüzlerle ifade edilecekti, yüz binlerle değil. Ülkenin yakılıp yıkılması, milyonlarca göçmen, IŞİD canavarı da cabası. Dahası dış müdahale, çatışmaları ülkenin demokratik muhalefetini uyum sağlayamayacağı bir düzeye taşıdı. Hem bir devrimci demokratik kuşak yok oldu, hem de muhalefet, dersler çıkarmasına, daha sonra yeniden başlamasına olanak verecek bir yenilgi deneyiminden yoksun kaldı. 

Emperyalist rekabetin sunak taşında şimdi Ukrayna halkı var. “Dinozor’un kuyruğu” başka hangi ülkelere çarpacak? Cevabı ararken, imparatorlukların sürtüşme noktalarındaki ülkelere, imparatorluklar arasında denge kurmayı hayal eden “liderlere” bakabiliriz.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Gezi turuncu değil kırmızıydı + Stratejik saflaşmanın ana ölçütü - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

 


Gezi turuncu değil kırmızıydı 

Gezi, bu topraklardaki devrimci geleneğin, isyan ve direniş kültürünün 21. yüzyıla taşınmasıdır. Namık Kemal’lerden Mustafa Kemal’lere, Nâzım Hikmet’lerden ve Deniz Gezmiş’lerden Ali İsmail Korkmaz’lara ulaşan bir gelenektir...

Bu gerçeği Türkiye’de en iyi anlayanların başında da Saray yönetimi gelmektedir. Öyle olduğu için de Gezi’yle boğuşmaktadırlar.

İKTİDARIN GEZİ’YE DÖRT KUMPASI

1. Gezi’yi Osman Kavala üzerinden Soros’la irtibatlandırarak lekelemeye çalıştılar: Oysa Soros’un asıl temsilcisi Can Paker ve akrabası olan Barlasgiller ailesi Saray’ın “entelijansiya” takımında... Kaldı ki Kavala’ya kinleri Sorosçuluktan değil, Kavala’nın AKP-FETÖ kumpası günlerinde, Balyoz sanığı Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Rodrik’in “kumpasın belgelerini ve gerçekleri” duyurabilmeleri için toplantı düzenlemesi nedeniyleydi. 

2. Gezi’yi Henri Barkey üzerinden CIA ile irtibatlandırarak lekelemeye çalıştılar: Oysa Barkey, Kemalizm karşıtlığı konusunda, ilk günden itibaren akıl hocalarıydı... 

3. Gezi’yi PKK ile irtibatlandırarak lekelemeye çalıştılar: Oysa Gezi günlerinde, PKK’yle açılım yapan kendileriydi. Dahası HDP, o zamanki adıyla BDP, AKP’den de önce Gezi’de “darbe gören” siyasi partiydi! Demirtaş“Gezi’de hükümeti devirmeye çalıştıklarını gördük ve mesafe koyduk” deyince, sık sık MİT’le görüşmekte olan Öcalan devreye girmiş ve Demirtaş’lara “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın” mesajı göndermişti! (Öcalan’ın AKP gümrüğünden geçen o açıklaması sonrası Taksim’e Öcalan posterleri ve PKK flamaları doluştu, hükümet de yol verdiği bu işi daha sonra “Gezi-PKK ortaklığı” diye kullanmaya çalıştı!)

4. Gezi’yi, FETÖ ile irtibatlandırarak lekelemeye çalıştılar. Güya FETÖ’cü polisler, halkı kışkırtmak için bilerek Gezi’deki gençlere sert davranmış ve iş büyümüştü. Oysa polisin o sert müdahalesi sonrası “Emri ben verdim” diyen de, daha sonra “Polis, Gezi’de kahramanlık destanı yazdı” diyen de kendileriydi.

Kısacası, Gezi’yi Sorosçu turuncu eylem gibi göstermeleri mümkün değildir. Zira turuncu eylemlerin iki tipik özelliği vardır; eylemcilerin bir bölümü silahlıdır ve eylem Amerikancılık zeminindedir. Oysa Gezi’de eylemcilerin elinde yan yana geldikleri diğer eylemcilerin avuçları vardı ve eylem sloganlarında görüldüğü gibi antiemperyalistti. Yani turuncu değil kırmızıydı.

SARAY MUKTEDİR GÖRÜNME PEŞİNDE

Verilen “cezaları”, hukuk dışılığı üzerinden tartışmaya gerek yok, tablo ortada: Daha önce suç bulunamadığından ceza verilememiş bir dava için yeniden mahkeme kurup ağır ceza vermek, hukukun değil, siyasetin konusudur. Kaldı ki Saray cezaları, kamu vicdanı nezdinde ceza değil, madalyadır. 

O nedenle konunun hukuk boyutunu değil, esası olan “Gezi’ye cezanın” siyasetini konuşmalıyız. Bu cezalar, seçim atmosferine girilmiş Türkiye’de, oyları eriyen ve tabanı erozyona uğrayan Saray’ın “muktedirlik” gösterisi gereğidir. AKP hükümeti bu cezalarla Gezi’ye katılan milyonlarca yurttaşın iradesini tehdit etmektedir; krizle boğuşan ve AKP’nin ekonomi politikalarına eleştiriler dile getirmeye başlayan burjuvaziye Kavala örneği üzerinden “çok konuşma” sopası göstermektedir, bir türlü ele geçiremediği TMMOB’yi sindirmeye çalışmaktadır; sıradan vatandaşta “Zengin Kavala’yı zindanda çürüten bize ne yapmaz” duygusu uyandırmayı amaçlamaktadır... 

Fakat 2013 Mayısı’nda ağaçları savunan bir avuç genci ezerek halkın hak arama iradesini önleyebileceklerini sanarak nasıl yanıldılarsa, bugün de yanılmaktadırlar.

TMMOB’nin örnek yöneticisi Mücella Yapıcı başta olmak üzere hepimiz Gezi’deydik, yine Gezi’deyiz... Gezi, bir mekânın değil, bir mücadelenin adıdır ve her yerdir.

                                                             ***

Stratejik saflaşmanın ana ölçütü 

İster Kuzey-Güney, isterse Batı-Doğu, ister gelişmiş-gelişen devletler, isterse ezen-ezilen uluslar çelişmesi temelinde bakılsın; küresel düzeyde ve stratejik düzlemde saflaşmanın esas ölçütü Çin-Rusya işbirliğine karşı tutumdur. 21. yüzyılın birinci yarısının turnusol kâğıdı budur.

İşte Fransa’nın cumhurbaşkanı adayı Le Pen’in sözleri: “Gelecekte güvenliğimizin başına gelebilecek en kötü şey Çin ve Rusya’nın yarı-birleşmesi, bu iki ülke arasında parasal, ekonomik ve askeri olabilecek bir blokun oluşturulmasıdır. Bu, belki de 21. yüzyılda Fransa ve Avrupa’nın güvenliğine yönelik en büyük tehdit olacak.”

Le Pen’in sözleri şu bakımdan önemli: Çin-Rusya işbirliği, Rusya’nın Ukrayna harekâtından sonra artık bir varsayım olmaktan çıktı, 1945 dünyasının tabutuna çiviler çakan bir gerçekliğe dönüştü. Dolayısıyla şimdi Çin-Rusya işbirliğine karşı tutum, nasıl bir dünya arzu edildiğini belirliyor.

ANTİ-PUTİN’CİLİK, LE PEN’CİLİK

Batı açısından asıl tehlike olarak Çin-Rusya işbirliğini gören anlayış, sadece Le Pen’in değil, Amerikan hâkim sınıfının Trump’ın da içinde olduğu kanadı başta olmak üzere Batı’daki pek çok siyasetçinin esas görüşü. Hatta sadece siyasetçilerin değil, devletlerin de egemen görüşü. Biden yönetimi de Ukrayna savaşı boyunca Çin’in Rusya’ya desteğini ve Çin-Rusya işbirliğini kesmeye ağırlık verdi. Çin’i yaptırımlara zorlamak, bunun somut ifadesidir.

Zira en iyi emperyalist devletler bilmektedir: Çin-Rusya işbirliği, ekonomi, siyaset, güvenlik ve uluslararası hukuk alanlarında adım adım yeni bir dünya düzeni inşa etmeye çalışıyor.

Stratejik düzlemdeki bu ana saflaşmayı esas almayan bir tür solculuk, nasıl Putin’in ve Rusya’nın kapitalist olmasından hareketle Ukrayna’da yanlış çizgiye düştüyse, diğer tür bir solculuk da NATO karşıtı sözleri üzerinden Le Pen’ciliğe savruldu. (Oysa Fransa’da NATO karşıtlığı zaten yükselen değer, nitekim Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” sözleri de o değerin siyasete yansımasıydı zaten.)

UKRAYNA SAVAŞININ İKİ SONUCU

Batı basını üzerinden “Putin tuzağa düştü, Putin yanlış Ukrayna hamlesiyle ABD ile AB’yi birleştirdi, NATO ülkelerini işbirliğine itti” şeklinde propagandalar ne kadar yapılırsa yapılsın, emperyalist merkez şu gerçeğin farkında: Ukrayna krizi; 1) Çin-Rusya işbirliğini kesemedi, tersine Çin-Rusya-Hindistan işbirliğini geliştirdi, 2) Transatlantik ilişkileri restore edemedi, tersine Avrupa’yı böldü.

Almanya ve Fransa liderliğindeki Batı Avrupa’nın ABD’den bağımsız Asya ile yürütmek istediği ilişkinin ABD tarafından bu denli kabul edilemez görülmesinin arkasında işte bu küresel saflaşma var. O nedenle Avrupalı ülkelerin siyasetçilerinin Çin-Rusya işbirliğine karşı nasıl tutum aldıkları, diğer tüm siyasetlerinin üstünde ve belirleyici olandır.

Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir.

AKP’NİN MANEVRASI

Ukrayna krizini ABD’yle işbirliğinde fırsata çevirme hesabı yapan iktidar, yeni pozisyonlar almaya başladı:

- Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Suriye’ye asker taşıyan Rus uçaklarına hava sahasını kapattıklarını” duyurdu!

Çavuşoğlu“ABD, Türkiye’nin S-400’ü Ukrayna’ya vermesini önermedi. Bizim taleplerimiz ortada zaten, onların bize teklif ile gelmesi lazım” diyor.

- AKP Sözcüsü Ömer Çelik“Türkiye’nin sınırları NATO’nun, AB’nin sınırları anlamına geliyor. (…) Bazıları hadlerini aşarak Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışmaya çalıştı” diyor. Ki yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın “NATO’ya kayıtsız şartsız bağlıyız” demiş, Çavuşoğlu “NATO’nun birliğini, Türkiye’nin savunması öneminde gördüğünü” açıklamış, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar “NATO’nun güvenliğinin tam merkezindeyiz” demişti.

Bitirirken önemle belirtelim: NATO’culuk, yukarıda özetlediğimiz stratejik düzeydeki küresel saflaşmada, son örneği Macaristan’da görüldüğü üzere iç siyasetlerde de kaybediyor!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Gezi hâkimi yalnız değildir + 500 liraya satılık mahrem - Barış Pehlivan / Cumhuriyet


Gezi hâkimi yalnız değildir 

Ne kadar açığı varsa o kadar adaleti kapatıyor. 

Öyle ya, Gezi davasında adaletsizliğin mimarlarından hâkim Murat Bircan’ın eşi Fethullahçı çıktı, itirafçı olmuştu. 

Tıpkı gazetemiz Cumhuriyet’e FETÖ operasyonu yapan savcı Murat İnam’ın FETÖ sanığı olması gibi... 

Tıpkı Sözcü gazetesine FETÖ iddianamesi yazan savcı Asım Ekren’in “Çocuğun cinsel istismarı” konulu bir dosyanın şüphelilerden haksız menfaat temin etmeye çalışmasından hapis cezası alması gibi... 

Tıpkı Mansur Yavaş’ın hapsini isteyen savcı Serkan Ucuzcu’nun FETÖ’nün desteğiyle KPSS’den geçmekle suçlanması gibi... 

Tıpkı İstanbul’da hukuksuz operasyonlara imza atan Başsavcı İrfan Fidan’ın öğretmen kardeşinin FETÖ suçlamasıyla açığa alınması, Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in FETÖ’nün finans ayağından Ali Çelik’le 93 görüşmesinin çıkması gibi... 

Yaz yaz bitmez. 

Kısacası, AKP zaafı olanlarla çalışmayı seviyor. İktidar koltuğunu intihar saldırısı gibi kararlara imza attırarak korumaya çalışıyor. Elbet biter.  

‘İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN YETKİSİ YOK’ KARARI

“Alkolü yasaklamaya İçişleri Bakanlığı’nın hakkı yok.” 

Danıştay savcısı böyle özetlenebilecek bir görüş kaleme aldı. Ayrıntılarını yazacağım ama önce hatırlayalım: 

Geçen sene bu zamanlar... Koronavirüs salgını nedeniyle 17 günlük tam kapanma kararı alındı. İçişleri Bakanlığı da 81 ilin valisine sokağa çıkma yasağı sürecinde uygulanacak kurallara dair bir genelge gönderdi. 

İşte o genelgedeki bir madde büyük tartışma yarattı. Buna göre, tekel bayileri kapatılmış, açık olan marketlerde de alkol satışına yasak getirilmişti. 

İzmir’den bir avukat, Devrim Savran bu hukuksuz yasağı dert etti ve Danıştay’ın yolunu tuttu. Avukat Savran, genelgedeki ilgili maddenin iptalini istiyordu. 

İçişleri Bakanlığı’na karşı açtığı davada şöyle yazdı dilekçesinde: 

“Alkolün teminini böyle keyfi uygulamalarla zorlaştırmak, fiyatına fahiş zam yaparak erişimini engellemek doğru değildir. Sırf bu hatalı uygulamalar yüzünden geçen yıl yüzden fazla yurttaşımız sahte alkolden yaşamını yitirmiştir. Sorumlu idare bu hafızayı unutmamalı ve aynı hatada ısrarcı olmamalıdır. Kişilerin alkole karşı alerjileri varsa içmezler ve evlerine sokmazlar. Ancak bu kişisel yargılarını milyonlarca yurttaşa dayatamazlar. Ne yazık ki bu genelgede ve bakanlığın yaptığı açıklamada işte böyle bir hukuksuz dayatma vardır.” 

Bu satırların üzerinden bir yıl geçti... 

Ve Danıştay savcısı 8 Nisan tarihinde görüşünü kaleme alıp özetle şöyle dedi: 

“Memleketin sıhhi şartlarını ıslah ve milletin sıhhatine zarar veren bütün hastalıklarla mücadele etmeye ilişkin genel sağlıkla ilgili devlet görevleri Sağlık Bakanlığı tarafından yerine getirilir. Salgın hastalıklarla mücadeleye ilişkin yapılacak iş ve işlemlere yönelik talimat içeren düzenleyici işlemlerin tesisinde Sağlık Bakanlığı’nın yetkili olduğu açıktır. İçişleri Bakanlığı tarafından tesis edilen işlemde yetki yönünden hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle dava konusu genelgenin 1.2 No’lu maddesinin iptaline karar verilmesi gerektiği düşünülmektedir.” 

Bakalım, Danıştay 10. Dairesi son kararını verirken savcının bu görüşünü dikkate alacak mı? Ve oradan çıkacak “alkol yasağı” kararı “müzik yasağı” için de emsal teşkil edecek mi? 

                                                                    ***

500 liraya satılık mahrem

Diyelim ki ailece tatildesiniz. Mutlu anlarınızı Instagram hesabınızdan paylaştınız. Döndünüz ve gördünüz ki evinize siz tam tatildeyken hırsız girmiş...

Diyelim ki boşandığınız eşinizin tehditlerinden korkup farklı bir adrese taşınmaya karar verdiniz. Telefon numaranızı ve hatta çevrenizi bile değiştirdiniz. Bir gün yeni evinizden çıkarken sizi öldürmek isteyen o eski eşi kapınızın önünde gördünüz... 

Diyelim ki hiç ilginiz yokken bir terör suçu işlediğiniz iddiasıyla gözaltına alındınız. Sizi sorgulayan savcı, adınıza kayıtlı bir telefon numarasının suç sırasında kullanıldığını ortaya koydu... 

Uzatabilirim lakin, gerek yok. Ama anlayın artık, on milyonlarca insanın tüm kişisel bilgileri çalındı. En güncel verilerin her isteyene 10 bin liraya satıldığı kulağıma geliyor. İnternetten kolayca girilen açık bir site üzerinden ise tüm Türkiye’deki insanları aylık sınırsız sorgulamanın bin liraya yapılabildiği söyleniyor. Herkesin girebileceği bir Telegram grubunda aynen şöyle yazan bir duyuru bile gördüm:

Bayrama yakın olduğumuz için: TC.den seri no, aile, GSM, mail, vesikalık, adres... 

Toplu bir arada panel yüzde 50 indirimle 500 lira!” 

Okurken şaşkınlığımdan ağzımı elimle kapatıyorum, yazarken yaşanabilecekleri düşünüp acı çekiyorum. Dilediğiniz insanın adreslerinden cep telefonlarına kadar her bilginin herkese açık şekilde para karşılığı sunulmasından bahsediyorum. Özellikle hırsızların, katillerin ve teröristlerin bu parayı verdiğini yazıyorum. 

İddia o ki veriler hem ÖSYM’den hem de Sağlık Bakanlığı sisteminden çalındı. Sağlık Bakanlığı’na bağlı Halk Sağlığı Yönetim Sistemi’ndeki açıklardan sızıntı olduğu düşünülüyor. Türkiye’nin şu an dijital sırları koruma konusunda 110 ülke arasında 96. sırada olduğunu da hatırlatarak konunun başka bir yönüne geçeyim.

KİM İSTEDİ O VİDEO ÇEKİMİNİ 

Gazeteci İbrahim Haskoloğlu bu skandalı duyurduğu için tutuklandı. Kendi deyimiyle “önlem alması için devlete yardım etmek” istemişti ancak kapısını çaldığı devlet onu cezalandırdı. Şimdi yatarı olmayan bir suçlamayla hapiste. 

Meğer, Haskaloğlu kendisini cezaevinde ziyaret eden CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel’e akıl almaz bir olayı da anlatmış. Özgür Özel de ilk kez Halk TV’deki “Açıkça” programında özetleyerek aktardı: 

“Haskoloğlu şöyle bir şey anlattı bana... Tam cezaevi binasına girerken polislerden birinin telefonu çaldı. ‘Bunun cezaevi binasına girişinde videosunu çekin’ demişler. Polis arkadaşımız demiş ki, ‘Cezaevinde video mu olur, kim istiyor bunu?’ Israr etmiş karşı taraf. ‘Vallahi cezaevine sorun, olmaz, yaptırmazlar’ demiş polis.  

Bir daha aramışlar, bu kez daha uzun konuşmuşlar, ‘peki’ demiş. Hatta şöyle olmuş... Haskaloğlu cezaevi binasına girerken videosunu çekmişler. ‘Olmadı, güzel çıkmadı’ demişler ve bir daha sokmuşlar. Bu kanunsuz bir emirse, İçişleri Bakanlığı’nın müfettişleri bu emri vereni araştırsın. Bir konuya da dikkat çekmek isterim, Adalet Bakanlığı’nın zaten orada kameraları var. Devlet bu bilgiyi istiyor olsa, elinde var zaten giriş kaydı. İçişleri Bakanlığı bunu talep etse usulüne uygun, alabilir. Yani devletin zaten elinde olan bir kayıt var. Devletin içinde olan birileri alternatif kayıt istiyor. İçişleri Bakanlığı hemen soruşturma başlatmalı, oradaki o polislere kanunsuz emri veren kim?”  

İçişleri Bakanlığı düzenli olarak şu SMS’i atar herkese: “Sizi polis, asker veya savcıyım diyerek arayıp, hesap ya da kimlik bilgileriniz terör örgütünün eline geçti gibi sözlerle sizden para veya banka hesap bilgilerinizi isteyen dolandırıcılara itibar etmeyiniz. Çünkü devlet para ve hesap numarası istemez.” 

Gerçekle yalan, kurguyla yaşam, hukukla suç birbirlerine çok yakın artık.

Barış Pehlivan / Cumhuriyet


Gezi Parkı’nı savunan AKP yöneticisi - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Öldürmek için bir kurşun yetiyordu. Şimdi eski bir yolun tekrarını buldular. Bir iddianame, iki 

hâkimle işlerini bitiriyorlar.

Biri AKP teşkilatından gelen, iki hâkimin kararına bakarsanız, Gezi eylemleri “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçu. Hâkimler öyleydi ki, kravat takan tecavüzcülere indirim uygularken, Almanya’dan kalkıp duruşmaya gelen sanık için iyi hale gerek görmedi.

Ortada bir somut soru duruyor. Madem Gezi darbeydi, öyleyse Erdoğan, Gezi eylemcileriyle ne görüştü? O görüşmede eylemciler, “Hükümet gitsin” talebinde bulundu mu?

Yanıtını öğrenmek için Taksim Dayanışması’nın öncülerinden Cem Tüzün’ü aradım.

VIP’TEN BAŞBAKANLIĞA

Dayanışma, Gezi eylemlerinden bir yıl önce, Taksim projesine karşı olan 200’e yakın parti ve toplum örgütü tarafından kurulmuştu.

O dönem başbakan olan Erdoğan, eylemler başladıktan sonra, önce sanatçılarla görüşme yaptı. Ancak sanatçılar, eylemciler adına konuşamıyordu. Onların girişimleriyle 13 Haziran 2013 akşamı, Taksim Dayanışması’nın sekiz üyesi ve bir grup sanatçı, Erdoğan’la Çankaya’da görüştü.

Başbakanlık ile aralarında ilk sürtüşmeyi Tüzün şöyle anlattı:

“Onlar dediler ki sadece Cem Tüzün ve Eyüp Muhcu gelsin. İtiraz ettik. Dayanışma’yı temsilen dört kadın dört erkek geliriz dedik.”

Sonraki temas, 13 Haziran’da oldu. Tüzün devamını anlatıyor:

Yavuz Bingöl arayıp ‘havaalanına gelin’ dedi. Gittiğimizde bizi VIP’e aldılar. 10-12 kişilik iki ayrı uçakla, sanatçı-yazarlarla birlikte gittik. İtiraz ettikleri arkadaşlar ikinci uçaktaydı.”

Tüzün, yol boyunca onların da getirildiklerinden emin olmaya çalışıldığını anlatıyor:

“Başbakan geldi. Gezi’deki eylemcileri şikâyet eden, polisin hazırladığı videolarla sunum yapmaya başladı. İnsanlar sitemkâr davranışlarda bulundu. Başbakan azarlar tonda konuşuyordu. ‘Biz buraya günlerdir dinlediğimiz konuşmaları dinlemeye gelmedik, taleplerimizi söyleyelim ve çözüm bulalım diye geldik’ dedim. ‘Altı arkadaşımız geldi, kapıda, gelmeyeceklerse ben de çıkıyorum’ dedim, çıktım.”

Sonrasını şöyle aktarıyor:

“Peşimden Mahsun Kırmızıgül geldi, sakinleştirdi. Tekrar altı kişiyle birlikte bizi içeri aldılar.”



ERDOĞAN’IN SİNİR KRİZİ

Devamında gergin anları şöyle aktarıyor:

“Benden sonra Arzu Çerkezoğlu söz istedi. O konuşurken Erdoğan bir anda sinirlendi. ‘Bana sosyoloji anlatma, ben ne kadar oy alıyorum, senin desteklediğin partiler ne kadar oy alıyor’ dedi. Sinirle ayağa kalktı. O kalkınca herkes de kalktı. Beyza Metin o sırada ‘Bir kadınla böyle konuşamazsınız, haddinizi bilin’ dedi. Erdoğan, bunu Arzu Çerkezoğlu söyledi sandı. Öfkeyle ona döndü. ‘Asıl siz haddinizi bilin’ dedi. Sanki kriz geçiriyordu. Kelimeleri birbirine giriyordu. Sümeyye Erdoğan ve partisindekiler araya girdi, onu götürdüler.”

Tayyip ve Sümeyye Erdoğan dışındakiler bir süre sonra salona döndü. AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik söze girdi. Önerilerini söyledi:

“Biz mahkeme kararını bekleyeceğiz, olumsuz bir karar çıkarsa Topçu Kışlası’ndan vazgeçeceğiz, dedi. Tersi çıkarsa da halka sorarız, referandum yaparız, dedi.”

Dayanışma’dakiler bunu olumlu bulmakla birlikte taleplerini sıraladılar. Mahkemeden hükümet lehine karar çıkarsa üniversitelere, meslek kuruluşlarına sorulmasını istiyorlardı. Öte yandan sivil halka şiddet uygulayarak ölümlere neden olan görevliler hakkında soruşturma açılmasını, gözaltındakilerin bırakılmasını istiyorlardı.

DAYANIŞMA’DAKİ AKP’Lİ

“Erdoğan’dan hükümetin görevi bırakması talebiniz oldu mu” diye sordum. “Asla” dedikten sonra çok ilginç bir şey anlattı:

“Taksim Dayanışması içinde siyasi partiler olabilir. Ama Dayanışma siyasi bir organ değil. Dayanışma, sadece kent ve meydanla ilgili meseleleri konuşuyordu. Numan Kurtulmuş’un HAS Partisi de Taksim Dayanışması’nın bileşeniydi. Toplantılara temsilcileri katılıyordu.”

Belli ki sonrasında AKP’ye katılmaya karar veren HAS Parti ve Kurtulmuş, Dayanışma’dan çekilmişti. Kurtulmuş, bugün Erdoğan’ın yardımcısı.

O gece belki de her şey çözümlenebilirdi. Ancak Erdoğan’ın uzlaşmaz tutumu imkânsız kıldı. Sert açıklamalarını sürdürdü. Sonrasında, FETÖ’den yargılanan polislerin şiddet gösterisi de devam etti. Kısacası hükümetin istifa etmesini talep etmek demokratik bir hak olmakla birlikte, eylemleri düzenleyenlerin talebi bu olmamıştı. Haliyle pazartesi verilen kararda, düğme başından yanlış iliklenmişti.

Tarihçiler tarihi yazıyor. Eylemleriyle yön verenlerse tarihi yapıyor. Mahkemelerle tarihi kurmaya çalışanların kazandığını hiç gören oldu mu? 

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

'Erdoğan sinirle ayağa kalktı, sanki kriz geçiriyordu... Sümeyye Erdoğan onu götürdü' - SOL

 AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Haziran Direnişi sürerken Taksim Dayanışması'ndan bir grupla yaptığı görüşmeye ilişkin konuşan Cem Tüzün, neler yaşandığını anlattı.

Gezi'de eylemlerin sürdüğü sırada dönemin Başbakanı Erdoğan'la Taksim Dayanışması adına bir grup görüşme gerçekleştirmişti.

O görüşmeye katılan isimlerden biri olan Cem Tüzün,Cumhuriyet  gazetesinden Barış Terkoğlu'na açıklamalarda bulundu.

Taksim Dayanışması'nda şimdilerde AKP saflarında olan Numan Kurtulmuş'un Has Partisi'nin de olduğunu hatırlatan Tüzün, Erdoğan'la yapılan görüşmede yaşanan gergin anlara ilişkin ise şöyle konuştu:

“Benden sonra Arzu Çerkezoğlu söz istedi. O konuşurken Erdoğan bir anda sinirlendi. ‘Bana sosyoloji anlatma, ben ne kadar oy alıyorum, senin desteklediğin partiler ne kadar oy alıyor’ dedi. Sinirle ayağa kalktı. O kalkınca herkes de kalktı. Beyza Metin o sırada ‘Bir kadınla böyle konuşamazsınız, haddinizi bilin’ dedi. Erdoğan, bunu Arzu Çerkezoğlu söyledi sandı. Öfkeyle ona döndü. ‘Asıl siz haddinizi bilin’ dedi. Sanki kriz geçiriyordu. Kelimeleri birbirine giriyordu. Sümeyye Erdoğan ve partisindekiler araya girdi, onu götürdüler.”

Yaşanan bu olayın ardından Tayyip ve Sümeyye Erdoğan dışındakilerin bir süre sonra salona döndüğünü aktaran Tüzün, dönemin AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik'in sözlerini şöyle aktardı:  “Biz mahkeme kararını bekleyeceğiz, olumsuz bir karar çıkarsa Topçu Kışlası’ndan vazgeçeceğiz, dedi. Tersi çıkarsa da halka sorarız, referandum yaparız, dedi.”

SOL


Antonio Gramsci: Kayıtsızlardan nefret ediyorum - ANTONİO GRAMSCİ / Çeviri: Eren Karaca - SOL

 Bugün 20. yüzyılın önemli marksist düşünürlerinden İtalyan Komünist Partisi'nin lideri Antonio Gramsci'nin ölüm yıl dönümü. Büyük devrimciyi daha önce soL'da yayınlanan bir yazı çevirisiyle anıyoruz.

soL'un notu: 20. yüzyılın en önemli marksist düşünürlerinden, İtalyan Komünist Partisi'nin lideri Antonio Gramsci'nin 1917 Şubatı'nda "Geleceğin Şehri" gazetesinde yazdığı bu metin, hâlâ güncelliğini koruyor. Neredeyse tamamen 26 yaşındaki Gramsci tarafından hazırlanan bu gazete, Sosyalist Parti'nin Piedmontese gençlik federasyonunun yayın organıydı. Yazının taraf olmaya çağıran dili ve içeriğine dikkatle bakarken, tarihi gözden kaçırmamak gerekir: 1. Dünya Savaşı sürüyor, Rusya'da Çarlık bir devrim ile yıkılmanın arefesinde bulunuyor, İtalya'da işçi sınıfı kaynıyor ve "konseyler" örgütlenmesine doğru gidiyordu. Gramsci, tarihin hızlanan bu kesitinde, "taraf olmaya" çağırarak aslında tarihi yapmaya çağırmaktadır.

Çeviri: Eren Karaca


Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Frederich Hebbel’in dediği gibi ‘yaşamak taraf tutmaktır’ bana kalırsa. Bir insan, şehrin (*) dışında ve sadece insan olarak var olamaz. Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, taraflı olmaktır. Kayıtsızlık irade yitimidir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsız olmak yaşamamaktır. Kayıtsızlardan bu yüzden nefret ediyorum.

Kayıtsızlık, tarihin yüküdür. Yenilikçinin ayağına dolanan fazlalıktır, en güzel coşkuların içinde kalıp boğulduğu atıllık durumudur, eski şehri kuşatan ve onu en güçlü duvarlardan, en cesaretli savaşçılarından bile daha sıkı sarmalayan bir bataklıktır. Çünkü saldırganları karanlık girdaplarında yutar, telef eder, mücadeleden soğutur ve bazen de kahramanca davranmaktan vazgeçirtir.

Kayıtsızlık tarih üzerinde büyük bir güce sahip olmuştur. Kayıtsızlık pasif çalışır, ama yine de çalışır. Kayıtsızlık yazgıcılıktır, bel bağlanmaması gereken şeydir. Programları tersine çevirir, en iyi şekilde düşünülmüş planları mahveder. Akılcılığı yıkan şeylerin hammaddesidir. Olup bitenler, herkese eziyet çektiren kötülükler de, bir kahramanlığın sonucunda gelecek olası iyilikler de, hareket halindeki birkaç kişininin inisiyatifinden çok, kitlelerin kayıtsızlığının ve hareketsizliğinin sonucudur. Olup bitenler, az sayıda insan öyle istediği için değil, kitleler sorumluluk almadığı ve oluruna bıraktığı için böyle gerçekleşir. Düğümlerin öyle bir bağlanmasına izin verirler ki, zamanı geldiğinden ancak bir kılıç o düğümleri kesebilir. Öyle yasaların geçmesine izin verilir ki, iktidarı öyle adamların eline bırakırlar ki, zamanı geldiğinde ancak bir isyan onları indirebilir. Tarihe hükmetmiş görünen bu yazgıcılık, tam da bu kayıtsızlığın, bu ilgisizliğin yanıltıcı görüntüsünden başka bir şey değildir.

Olaylar perde arkasında evrilir. Başıboş bırakılan birkaç el, kolektif yaşamın dokusunu örer ve çoğunluk bunları görmezden gelir, umursamaz. Bir dönemin gidişatı, hareket eden küçük grupların dar görüşleri, anlık ihtiyaçları, hırsları ve kişisel ihtiraslarına göre şekillenir ama çoğunluk bunları görmezden gelir, umursamaz.

Fakat evrilen olaylar günü gelir açığa çıkar. Perdelerin arkasında örülenler tamamlanır ve sonrasında her şeyi ve herkesi kuşatan şey yazgı gibi görünür. Tarih, uçsuz bucaksız bir doğal olgu, bir patlama, bir depremden ibaretmiş gibi ve biz de onun kurbanlarıymışız gibi görünmeye başlar. Bunların olmasını isteyenler de istemeyenler de, bunların olacağını bilenler de bilmeyenler de, aktif olanlar da kayıtsız olanlar da kurbanmış gibi görünür. Sonra olanlara sinirlenenler kayıtsızlar olur. Ortaya çıkan sonuçlardan kendilerini ayrı tutanlar, böyle olsun istemediklerini ve sorumlulukları olmadığını duyurmak isteyenler hep o kayıtsızlar olur. Bazıları acınacak kadar ağlar, bazıları açıkça küfreder ama çok az kişi kendine şunu sorar: ben görevimi yapsaydım, sesimi duyurmak için, isteklerimi anlatmak için çabalasaydım tüm bunlar olur muydu? Hatayı kendi kayıtsızlığında, şüpheciliğinde, bir kötülükle mücadele eden veya ortak bir hedefin peşinden giden örgütlü yurttaşlara destek vermemesinde bulur.

Bunun yerine, olaylar olup bittikten sonra, ideolojik başarısızlıklar, düzensiz planlar ve diğer konularda hoşbeş etmeyi tercih ederler. Böylece, üstlerine düşecek herhangi bir sorumluluktan yeniden kaçmış olurlar. Ara sıra olan biteni açıkça görebilir ya da acil bir soruna veya zaman ve hazırlık gerektirse de acil olduğu düşünülen bir soruna bazen en mükemmel çözümü sunabilirler. Ancak bu çözümler fazlasıyla kısırdır ve toplumsal yaşama bu şekilde katkıda bulunmak ahlaki kıvılcımdan yoksundur. Bu, entellektüel merakın bir ürünüdür; hayatta herkesin mücadelenin içinde olmasını isteyen, bilinemezciliğe ve herhangi bir kayıtsızlığa izin vermeyen keskin bir tarihsel sorumluluk algısının ürünü değildir.

Kayıtsızlardan aynı zamanda, suçsuzlardan yakındıklarına kızdığım için de nefret ediyorum. Hayatın onlara verdiği ve her gün veriyor olduğu görevle nasıl mücadele ediyor oldukları, ne yaptıkları ve özellikle ne yapmadıkları üzerinden sorumluluk duymalarını istiyorum. Bu yüzden acımasız olma hakkını ve merhametimi boş yere harcamama, gözyaşlarımı onlarla paylaşmama hakkını kendimde buluyorum. Ben taraflıyım, yaşıyorum, benim tarafımda olanların kuruyor olduğu geleceğin şehrinin hareketliliğinin nabzının vicdanlarında attığını hissediyorum. Ve bu şehirdeki toplumsal bağ, birkaç kişi üzerinden kurulmuyor. Bu şehirde olanlar ne şans işi ne de kader; yurttaşların akıllı çalışmalarının ürünü. Bu şehrin içinde, pencere kenarında oturup yorulan ve kendini paralayan azınlığa bakanlar yok. Oturup izleyen, o çabadan büyüyecek cılız meyveden tatmayı uman, yorulan ve kendini paralayanları az şey elde etmekle suçlayan kimse yok.

Ben yaşıyorum, taraflıyım. İşte bu yüzden tarafsız kalanlardan nefret ediyorum, kayıtsızlardan nefret ediyorum.


(*) Gramsci’nin yazısında kullandığı città kelimesi, metni İngilizce’ye çeviren Giovanni Tiso tarafından city olarak tercüme edilmiş. Biz de özgünlüğü bozmamak üzere kelimeyi şehir olarak çevirdik. Ancak Tiso’nun uyarısına göre Gramsci città kelimesini, geniş anlamda toplumu ifade etmek için kullanıyor (Çevirenin notu).