Bu ülkenin sosyalistlerinin derinliğe ve meraka, bilgeliğe ve coşkuya ihtiyaçları var. Korkut Hocam ve Yalçın Hocam, var olsunlar, nur olsunlar, ışık olsunlar, yanımızda olsunlar.
Evrensellik yerellik olmadan mümkün müdür?
Evrensel olana ulaşmak için, herkesin ve herkes için olana ulaşmak için, önce bize özgü olandan, “biz”den başlamak gerekmez mi?
Aksini iddia etmek ukalaca bir köksüzlüğü savunmak anlamına gelmez mi?
Evrensellik aslında herkesin “biz”liğinden biraz kattığı bir ortaklaşma değil midir?
İnsani erdemler elbette evrenseldir ancak önce, başkalarından önce, biz yüklenmez miyiz onları?
“Biz” yüklenmezsek onları, “biz” göstermezsek onları, nasıl iddia ederiz evrensel olduklarını? Öyleyse önce “biz”i biz yapan değerleri sahiplenmeliyiz değil mi?
Ortak insanlık kavgasına ancak “biz”den olanla katılabiliriz, başka yolu varmış gibi görünmüyor.
Yıllar öncesinden bir anı canlanıyor gözümde. ODTÜ İktisat Bölümü’nde asistanlık yılları. O vakitler bölümün üç değerli hocasının (sevgili hocam, tez danışmanım Erol Taymaz, sevgili hocalarım Erdal Özmen ve Alper Güzel) inatçı çabaları ile uluslararası bir iktisat kongresi her yıl düzenlenirdi. Bu kongreye solcu, sağcı pek çok önde gelen iktisatçı katıldı yıllar boyunca. Eserlerini yalayıp yuttuğumuz pek çok önemli Marksist sosyal bilimci ve iktisatçı da yıllar içinde kongrenin davetlisi oldular. Şimdi Samir Amin’i, Ellen Meiksins Wood’u, Boris Kagarlitsky’yi ve daha pek çoklarını hatırlıyorum. O zaman yeterince takdir edemediğim için gecikmiş bir teşekkürü sevgili hocalarıma ve tüm emeği geçenlere ileterek devam edeyim.
Bu kongrelerde adettendir, kapanış oturumu en önde gelen davetli konuşmacıların güncel ve yakıcı bir konu üzerinde konuştukları oturumdur. Kısacası sokak jargonuyla “ağır abilerin” oturumu olur genelde. Ve genellikle de en kalabalık katılımın olduğu oturumdur. Bir tanesinde sunucu (moderatör) konuşma yapacak isimleri adlarını okuyarak sahneye davet ediyordu. Her adı okunan sahneye çıkarken alkışlanıyordu. Sunucu en son Korkut Hocam’ı sahneye davet etti (yanlış hatırlamıyorsam), Korkut Hoca sahneye çıkarken kapanış oturumunun yapıldığı kocaman salondaki herkes, yerlisi yabancısı, ayağa kalkarak uzunca bir süre alkışladılar. Alkışlayanların arasında gelmelerini dört gözle beklediğimiz ecnebi sosyal bilimciler de vardılar, bu defa onlar “biz”i alkışladılar. Aslında pek tabii ki beni alkışlamıyorlardı, beni tanımazlardı zaten. Ancak niyeyse ben alkışlanıyorum gibi duygulanmıştım. Aslında beni değil, “biz”i alkışlıyorlardı; bu toprakların bilgeliğini, bu toprakların gelecek güzel günlere inancını, bu topraklarda baskıya karşı direnci alkışlıyorlardı. Korkut Hoca tüm bunların bedenleşmiş haliydi.
Mühendislik okudum, sosyal bilimlere sonra geçtim. Mühendislik okurken Marksist klasikleri okumaya çalışırdım, “çalışırdım” diyorum. Çalışıyordum, ancak benim için bilinmeyenlerin bilinenlerden daha fazla biriktiği bir dönemdi. Bilinmezlik denizinde ilerleyen bir garip maceraydı benimkisi. Çıkışı arıyordum, kılavuz arıyordum. Rosetta Taşı’nı arıyordum aslında. Bilenler vardır, Mısır uygarlığına yönelik erken dönem araştırmalarda arkeologlar (ve aslında yağmacılar, erken dönem arkeoloji aslında batılı mezar soyguncularının ve yağmacıların işiydi) kocaman bir bilinmezlik denizinde ilerliyorlardı. Buldukları Mısır yazıtları onlara bir şey ifade etmiyordu çünkü erken dönem Mısır hiyeroglif yazısını bir türlü çözemiyorlardı. Derken Napolyon ile birlikte Mısır’ı işgale giden Fransız ordusundan bir subay, Pierre-François Bouchard, Rosetta (Raşit) şehrindeki bir kalede inşaat malzemesi olarak kullanılmış bir taşı keşfetti. Daha sonra taş Fransızları yenen İngilizlerin eline geçti. Taşın alameti farikası üç farklı alfabeyle ifade edilen tek bir metnin üzerinde yazılı olmasıydı; eski Yunanca, Demotik diye adlandırılan ve o dönemde kullanılan Kıptice alfabenin atası sayılabilecek bir alfabe, ve erken dönem hiyeroglif. Çözülmesi yine de uzun zaman aldı. Önce eski Yunanca metin çözüldü, sonra 1814’de İngiliz Thomas Young demotik metni çözünce onun eski Yunaca ile yazılanla aynı metin olduğu ortaya çıktı. Dolayısıyla en alttaki erken dönem hiyeroglifle yazılanın da aynı metin olması gerektiği ortaya çıktı. Nitekim 1822’de bir Fransız, Jean-François Champollion, bu bilgiyi kullanarak eski hiyeroglif alfabeyi tamamen çözdü; böylece Antik Mısır uygarlığı bilinmezlikten çıktı.
Ben de Rosetta Taşı’nı arıyordum. Nitekim bir sahafta buldum. Eski kitapları, kullanılmış ve okunmuş olanları, ve hatta biraz da yıpranmış olanları yenilerinden daha çok severim. Sahaftan aldığım kitap sahafın raflarındaki en ucuz kitaplar standındaydı, çünkü ambardayken su yemiş ve şişmişti. Dahası bir tarafını herhâlde fareler kemirmişti. 1972 baskısıydı. Adı ise 100 Soruda Gelir Dağılımı idi. 1969 yılında ilk baskısını yapmıştı, benim sahaftan aldığım ikinci baskıydı. Korkut Hocam çok değerli ve çok önemli bu kitaba her zamanki tevazuu ile kısa bir giriş yazmıştı. Bu kitap benim Rosetta Taşım oldu. Bilinmezlikler birden bilinir hale geldiler. Korkut Hoca ile böylece tanıştım. Kitabı defalarca okudum. Onu da şuradan biliyorum, cümlelerin altları bir defa değil, değişik kalemlerle birkaç defa çizilmişler. Eskiden kitaplarda cümlelerin altlarını çizerdim. Sonra Yalçın Hocam’dan küçük not kartonları tutmayı öğrendim, altlarını çizmeyi bıraktım. Not kartları tutmaya sebat ettim. Ancak ben tabii ki Yalçın Hocam kadar sebatkâr değildim, beceremedim. Yeniden cümle altlarını çizmeye döndüm. Aydınlandım. Korkut Hocam karanlıktan aydınlığa, bilinmezlikten bilinirliğe yol oldu benim için.
Kitabın bendeki baskısının arka kapağında kitap için yapılmış yorumlar var. 26 Ağustos 1969’da Tarık Dursun şunları yazmış: “Türkiye’nin ekonomik yapısı nedir, kapitalist sistemde ve yurdumuzda gelir dağılımı nedir, ana sorun ve çözüm yolları üzerine genç Boratav’ın gözlerinizin önüne serdiği gerçeklere şaşmamanız mümkün değil”. Tarık Dursun bir sanatçıya has evrensel görüsüyle ebedi gerçeği tespit etmiş: Genç Boratav. Doğrudur, Hocam her zaman gençtir.
Şimdilerde biz de hasbelkader hocalık yapmaya çalışıyoruz. Arada bir ödev yapacakları konuda kaynak sormak için öğrenciler gelirler. Hemen önce Korkut Hocam’ın başka bir magnum opusu olan Türkiye İktisat Tarihi’ni öneririm; hem de konu ne olursa olsun. Bir ara kendimden şüphelendim, acaba başka bir şey bilmiyor muyum diye. Ancak neden bu değildi, öğrencilerimi önemsememdi. Sonsuz bilgelik pınarından yararlansınlar istiyordum. Öyledir Korkut Hocam, sonsuz bir bilgelik çınarıdır. Büyük devrimci aydın Paul Sweezy aramızdan göçtüğünde ardından bir anma yazısı yazmıştı; başlığı yanılmıyorsam “Bir Bilge Marksistin Ardından” idi. Sweezy öyleydi, 70li yaşlarında bile masaları yumruklayarak haykırırdı bir gün Amerika’ya bile gelecek sosyalizm diye. 70li yaşlarında devrimci ve çocuktu. Bir zamanlar yazmıştım; devrimciler çocuktur, çocuklar ise devrimci.
Korkut Hocam bilgelik çınarıdır. Her bilge kadar mütevazidir; daha fazla bilmenin daha fazlasını merak etmek olduğunu bilir. Bilge mi; varlığı güven vericidir. Hocam her nereye çağrılsa gider. Farkında mıdır bilmem, ama nereye gitse, girdiği ortama sıcak bir güven duygusu yayılır. Varlığı sıcaklık ve güven anlamına gelir.
Kendisini önce eserleriyle tandım, sonra, Mülkiye’de göreve başlayınca, dostlarım aracılığıyla kişisel olarak tanıma fırsatı buldum. Bilgeliğe eşlik eden mütevazilik ve sıcaklık, işte o zaman anladım. Bu ülke, “biz”, ondan sadece kuramsal ve siyasal bir ders öğrenmiyoruz, erdemli ve büyük insanlığın ne demek olduğunu da öğreniyoruz. Belki bu daha da değerlidir. Hoca her zaman güven verici, sıcak ve davetkârdır.
Şöyle anlatayım. Hani bazen bilmediğiniz bir yerde, aşina olmadığınız bir mekanda yol sormanız gerekir ya, hani işte o zaman çevreden geçen insanların suretlerini süzer ve size en sıcak ve en davetkâr olanı ararsınız ya, işte Hocam aslında o aradığınız kişidir her zaman. Ona sorarsınız, çünkü o “öteki”, “yabancı”, “tanınmayan” değildir, “biz”dir, ortak olduğumuz, parçası olduğumuz “biz”in parçasıdır. Bu toprakların birikmiş inancı, bilgeliği, yiğitliği ve insanlığıdır. Bu nedenle en yalnız hissettiğimizde onu ararız.
Çocuklar mı? Devrimcidirler. Her devrimci kadar açık yürekli ve teklifsiz, ve hesapsızdırlar. Çocuklar sıcaklığı, “biz”liği, ve bilgeliği gerçek hayatın türlü melanetiyle, fitnesiyle, öfkesiyle dimağları çürütülmüş biz yetişkinlerden daha iyi görürler, ve dahi çabuk algılarlar. Haksız ve hukuksuz bir şekilde işten atılan dostumuz Nilgün Erdem’in evinde yemekteydik; ki kendisi Korkut Hocam’ın fakültedeki son asistanı olmak şansına nail olmuştu. Hocam da aramızdaydı. Oğlum 8 yaşında idi o zamanlar. Bırakacak kimse yok diye onu da götürmüştük yemeğe. Hocamın çocuklarla da arası çok iyidir. Oğlumla sohbet etmişti; ne konuştular bilmiyorum. Bundan kısa bir süre sonra her babanın oğluyla yaptığı buyurgan sohbetlerden birini yapıyordum. Kısacası babalık despotizmini kullanarak ona kendimce üst perdeden akıl veriyordum; matematikle arası iyi olsun istiyordum zamanlar. Ona matematiğin geleceği ve düşünsel gelişimi için ne kadar önemli olduğunu anlatıyordum ki bir yerde sözümü kesti. “Baba Korkut Hoca da iyi matematik biliyor mudur?” dedi. Şaşırdım. Anladım ki eğer Korkut Hoca da matematiği iyi biliyorsa bu matematiğin gerçekten önemli bir şey olduğu anlamına gelecekti oğlum için. Ben de Hocam’ın prestijini sömürdüm, “tabii ki” dedim. Anladım ki Hocam sadece sizin, benim değil herkesin öğretmenidir. “Biz”i bize öğreten muallimdir her daim.
Ve Yalçın Hocam. Yalçın Hocam kuram kadar duyguyu da iyi aktarır. Bir kitabının girişinde (ki kitaplara yazdığı girişler bazen kitaptan bile daha ilgi çekici olurlar) I. İnönü Savaşı’nın olmadığını keşfettiğimde günlerce daktilomun başına oturamadım demişti. Bilgiye ve öğrenmeye, ve keşfe karşı bu türden bir coşkuyu ben hiç yaşamadım. Yalçın Hocam öğrenmenin ve merakın, coşkunun kaynağı olduğunu öğretti her zaman.
Hayatımda hiçbir süreli yayını, dergiyi, Toplumsal Kurtuluş’u takip ettiğim heyecanla takip etmedim. Hocam ile o dergi vesilesiyle tanıştım. Dergi çevresinde arkadaşlarım vardı; bazen onlardan alırdım dergiyi bazen de kitapçılardan. Ancak çıktığı gün alırdım; ne zaman çıkacağını haber alırdım. Müthiş bir dergiydi vesselam. Şimdi aynı gün yazmaktan onur durduğum Mesut Abi (Mesut Odman) vardı kadroda, İlhan Akalın’ı hatırlıyorum. Dergiyi bir gecede okuyup bitirirdim. Ancak en çok Hocam ne demiş ne yazmış onu merak ederdim. Hocam hem kendi ismiyle hem de mahlasla yazardı galiba (örneğin dergide Çelik Bilgin yazardı; Yalçın Hoca olduğundan şüpheleniyordum). Çok şey öğrendim, en çok da düşünmeyi ve merak etmeyi. Hocam en çok merakı yaratmayı ve aşılamayı sever; kendisi çok meraklıdır. Hocamın düşünen insan kafasını evrendeki en güzel şey olarak gördüğünü biliyorum.
Sosyal düşüncede abartılı iddialara ve takım tutar gibi taraf tutmaya genellikle yer yoktur. Ancak ben şimdi iddialı bir yargıda bulunacağım. İddia ediyorum Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu yazılmış en iyi kitaplardan biridir. Kurgusu, dili ve şiddeti, ve içsel estetiği muazzamdır. Hala derslerde bu kitaptaki burjuva iktisadına yönelik eleştirileri kullanırım. Aslında ecnebi dillere çevrilmiş olsa idi dünya Marksistlerinin ve sosyal bilimcilerinin başucu kitaplarından biri olurdu herhalde. Ancak Yalçın Hocam buna tenezzül etmedi. Bir keresinde, benim buna ihtiyacım yok, bu topraklar bana yetiyor demişti. “Biz” ona yetiyorduk her zaman. Tıpkı Korkut Hocam gibi o da “biz”di, bu toprakların düşünceye açlığını, sosyalist iktidara özlemini, ve merakını temsil etti her zaman.
Aydın Üzerine Tezler’i ilk okuduğum zamanları hatırlarım, şok olmuştum. Solcu bile olsak sanki başkaları “biz”den daha iyi yazıyor önyargısına bazen biz de kapılırız. Aydın Üzerine Tezler ve Korkut Hocam’ın Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm kitabıyla Tarımda Üretim İlişkileri başlıklı uzun polemik yazısı bu türden bir önyargıyı en azından benim için yok etti. Adı geçen eserler “biz”im de yazabildiğimizi ve üretebildiğimizi gösteriyordu. “Biz”im de evrensel bir tartışmaya katkıda bulunabileceğimizi gösteriyordu. Ancak bunların bir önemi yoktu. Bu eserler “biz”im merakımızı ve “biz”im düşüncemizi temsil ediyorlardı. Aydın Üzerine Tezler mi? Bizden aydın çıkmaz diyerek kendi topraklarını küçümseyen ahmaklara cepheden bir cevaptı, bu toprakların aydınlarını sevmeyi ben Aydın Üzerine Tezler ile öğrendim.
Yalçın Hocam’ın mahpusluk ile imtihanı bir kerelik bir imtihan değildi. Sadece benim aklım yeteli beri defalarca girip çıktığını bilirim. Ve ülkede vatanseverliğin ve sosyalistliğin bazen mahpusluk ile test edilmesi gerektiğini en çok Yalçın Hocam bilir herhalde. Hatta yine yazılarından birinde - sıkça içeri girmekten dolayı uzmanlaşmıştı - mahpusluğa nasıl hazırlanılacağını, mahpusa girenin yanına neleri alması gerektiğini bile anlatmıştı. Biliyordu, deneyimlemişti ve bundan da pek hicap duymamıştı. 90ların ortasında Demirel Cumhurbaşkanı, Çiller ise Başbakandı. O, “Ben Demirel’in Cumhurbaşkanı, Çiller’in de Başbakan olduğu bir ülkede yaşayamam diyerek” Paris’e gönüllü sürgüne gitti. Sonra, yanlış hatırlamıyorsam, hakkındaki davalardan birinde mahpusluk kararı kesinleşince, yurda döndü. Dönerken de hapisliğe dönüyorum diye açıklama yaptı. Gelmeyebilirdi, dönmeyebilirdi; çok örneği vardır. Ama döndü, mahpusluğu bile “biz”e borç olarak bildi.
Yalçın Hocam’ın sosyalizme inancı hiç bitmedi. Sadece şu tanımlama bile Hocam’ın sosyalizmi basit bir gelişme ve kalkınma stratejisinden, bir eşitlik ve ortakçılık programından ötede bir yerde gördüğünün kanıtıdır: “Sosyalizm, Bruno kadar inançlı, Balzac kadar meraklı, Thomas More kadar bilge, Erasmus kadar şakacı, Faust kadar öğrenme tutkunu, Gide kadar dünya nimetlerine saldırgan, bir keşiş kadar oruç tutan, doğa karşısında Einstein kadar şaşıran, kütlesine Tolstoy kadar mistik bir saygı duyan, Bertrand Russell kadar yaramaz, Nazım kadar saf bir insanı yaratmaya yazgılıdır…” Sosyalizm “Yeni İnsan”ı yaratmaya yazgılıdır, aksi takdirde başarısız olmaya mahkumdur. Ben sosyalizmin bundan daha iyi bir tanımını durmadım. Yalçın Hocam “biz”im sosyalizme özlemimizdir.
Korkut Hocam ve Yalçın Hocam; biri durgun bir suyun bilgeliğine ve direncine, diğeri ise delidolu akan bir suyun coşkusuna ve arayışına, merakına sahiptir. Bu ülkenin sosyalistlerinin derinliğe ve meraka, bilgeliğe ve coşkuya ihtiyaçları var. Korkut Hocam ve Yalçın Hocam, var olsunlar, nur olsunlar, ışık olsunlar, yanımızda olsunlar.
SERDAL BAHÇE / SOL