22 Mayıs 2022 Pazar

Yeşilçam’ın azınlık ‘öteki’leri (I+II+III+IV) - Mesut Kara / Evrensel

 


(I) 

Geçen haftalarda Ermeni oyuncu Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan) ve annesi Ermeni olan Süha Doğan’ı yazmıştım. Bu hafta da etnik kökenlerden, farklı dinsel aidiyetlerden ülkede ve sinemada “azınlık” kabul edilen eski deyimle ekalliyetten oyuncularımızdan söz etmeyi sürdüreceğiz.

Azınlık sözcüğü “bir toplulukta herhangi bir nitelik yönünden ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar (TDK) anlamında kullanılıyor. Sözcüğün toplumbilim terimi olarak karşılığı da; “Bir ülkede, o ülkenin yurttaşı olmakla birlikte soyu, dili ve dini yönünden ülkenin sayıca baskın öğesi olan halktan az olan topluluk”ları ifade ediyor.

Türkiye’de sinemanın başlangıcı, ilk çekilen filmler de azınlıktan sinemacılar eliyle gerçekleştirilir.

Sinemamızın kabul gören sembolik doğum tarihi 14 Kasım 1914. Bu tarihte çekildiği söylenen ilk “Türk filmi”, “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” filmini çektiği ve “ilk Türk filmi”ne imza attığı söylenen kişi ise Fuat Uzkınay.

1876-1877 yıllarında yaşanan ve 93 Harbi olarak anılan Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaşanan yenilgiden sonra, Ruslar Ayastefanos’a (bugünkü Yeşilköy) bir “zafer anıtı” yaparlar.

“Ayastefanos Rus Abidesi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ölen Rus askerlerinin anısına ve Rus Devletine savaş tazminatı olarak yapılmıştır.” 1914 yılında Almanya ile ittifak yaparak 1. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı İmparatorluğu, “milli duygular”dan yararlanmak, desteği artırabilmek için anıtı yıktırır.

İddiaya göre o tarihte yedek subay olan ve öncesinde Sigmund Weinberg’in yanında sinema aygıtlarını kullanmayı öğrenmiş olan Fuat Uzkınay, anıtın yıkılışını filme alır. Böylece 14 Kasım 1914’de Fuat Uzkınay tarafından çekildiği söylenen “Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı 150 metrelik belge film, ilk “Türk filmi” olarak tarihe geçer. Fakat bu filmi bugüne dek gören olmamıştır. Filmin çekilemediği ya da çekildikten sonra yandığı, kaybolduğu yönünde kuşkular vardır.

MİLLİLEŞTİRİLMİŞ DOĞUM GÜNÜ

Bu konuda, sinema tarihçisi Nijat Özön’ün ve Burçak Evren’in değerli araştırmaları, katkıları olmuştur. Nijat Özön “İlk Türk Sinemacısı Fuat Uzkınay” (TSD Yayınları, 1970 İstanbul) adlı kitabında bu kuşkuları dile getirmiştir. Konuyla ilgili birçok makale yayınlayan, araştırmalarını kitaplaştıran Burçak Evren de kuşkularını ve öncesinde çekildiği söylenen filmlere yönelik belgelerini bu kitaplarda kaleme alır. Yeni belgeler sinemamızın “sembolik” doğum tarihini değiştirmese de bilinmezliklerin, belirsizliklerin aydınlanması açısından önemlidir.

Burçak Evren sözü edilen filmin ilk Türk filmi olmadığını, filmi, döneminde de (bugün aramızda olmayan onlarca kişiyle yapılan söyleşiler sonucu) hiçbir kimsenin görmediği belirtiliyor. Burçak Evren’e göre “En önemlisi; bu film çekilmiş olsa bile ilk film sayılmayacağıdır. Manaki Kardeşler’i yaşadıkları dönem içinde değerlendirip Osmanlı tebaasından oldukları gerçeği düşünülürse, onları Türk sinemasının öncülerinden saymak mümkün olmaktadır. Bu gerçekten yola çıkarak onların 1905’te ilk çektikleri filmi de (Yün Eğiren Kadınlar) Türk sinemasının başlangıcı olarak kabul etmek olasıdır.”

Yanaki-Milton Manaki Kardeşler’in değil de Fuat Uzkınay’ın çektiği varsayılan filmin ilk “Türk Filmi” kabul edilmesiyle sinemayı millileştirme ve sembolleştirme çabası başarılı olur.

İLK GAYRİMÜSLİM KADIN OYUNCULAR

Cumhuriyet öncesi dönemde Müslüman Türk kadınlarının filmlerde oynaması yasaktı. Bu nedenle ilk dönem Türk filmlerinde Ermeni, Rum, Beyaz Rus gibi gayrimüslim azınlıklardan kadın oyuncular rol alır. 1916 yılında çekilen Himmet Ağa’nın İzdivacı filminde oynayan Rozali Benliyan ve Lusi Avuşyak, Sedat Simavi’nin çektiği ‘Pençe’(1917) filminde oynayan Eliza Binemeciyan bu oyuncuların ilklerindendir. Onları Matmazel Blanche (Binnaz, 1919), Lydia Ley (Koruyan Ölü, 1917), Madam Kalitea, Bayzar Fasülyeciyan (Mürebbiye, 1919), Madam Sarmatova, Anna Mariyeviç, Helena Antinova (Boğaziçi Esrarı, 1922) gibi isimler izler. Yine 1922 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk’ filminin başrolünde Anna Mariyeviç oynar. Aynı filmde oynayan diğer kadın oyuncular da gayrimüslim azınlık oyuncularıdır. Roza Felekyan, Liane Console, Aznif Mınakyan, Siranuş Aleksenyan’dır bu oyuncular.

Ayrıca ilk dönem Türk filmlerinde sadece Ermeni, Rum gibi gayrimüslim azınlıklardan kadın oyuncular yer almaz; erkek oyuncular ve kameramanından yönetmenine, montajdan ses ekibine kadar birçok değerli ismin de emeği vardır Türk sinemasının oluşumunda.

Örneklersek görüntü yönetmeni ve yapımcı Yuvakim Filmeridis, kardeşi Manasis Filmeridis, birçok filmde kurgucu olarak yer alan, ses mühendisliği ve kameramanlık da yapan Diamandi Filmeridis, yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu Dr. Arşavir Alyanak…

Osmanlı’da ve cumhuriyetin ilk yıllarında tiyatro’da da çok önemli yerleri olan azınlıkları ayrı bir yazı ve araştırma konusu olarak ayrı tutarak sinemamızdaki azınlıklardan söz etmeyi sürdürelim.

1896 yılında Beyoğlu’nda Dimitris Alataris ve Dimitris Panusyan isimli iki Rum’un işlettikleri Sponek Birahanesi’nde halka açık ilk film gösterimi gerçekleştirilir. Batılı ülkelerden ithal edilen sinema cihazlarını ülkeye getiren ve işletmesini yapanlar da ya yabancı ülke vatandaşları ya da Osmanlı tebaasından azınlıklar olmuştur.

İstanbul’daki ilk sinema işletmecileri yine Avrupalı yabancılar ve Osmanlı vatandaşı azınlıklardan oluşmaktadır. Osmanlı Devleti’nde ilk yerleşik sinema salonunu 30 Ocak 1908’de İstanbul’da Pathe Sineması adıyla açan Polonya Yahudisi Sigmund Weinberg de bu sinemacılardan biridir.

“1920 yılına gelindiğinde, Amerikan rehberi Constantinople Today’in verdiği bilgi göz önünde tutulursa, sadece sinema alanı değil o zamanlar sinemanın da içine dahil edildiği eğlence sektörünün yüzde 83’ü Rumların kontrolündeydi. 1929 yılında Tüccar Naci Bey’in Siirt Milletvekili Mahmut Bey’e gönderdiği rapora göre de Türkiye’de film dağıtım işinde önde gelen kişilerin azınlık mensupları ve yabancı uyruklu kişiler olduğu açık bir şekilde görülmektedir.”(1)

Not: Haftaya “azınlıktan” sinemacılarımızı yazmayı sürdüreceğiz…
(1)Türk Sinemasında Azınlıklar. Yalçın Lüleci, Alparslan Nas. Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi Sayı:2 Haziran, Yıl: 2020                                     
***

(II)

1940’larda Türkiye’de kurulan 24 yapım şirketinin sadece ikisinin sahibi azınlıklara mensup sermayedarlardır. Bu sermayedarlar, 1947 yılında kurulan Elektra Film’in sahibi Yorgo Sarris ve 1948 yılında kurulan Işık Film’in sahibi Agop Fındıkyan’dır. Bu tarihlere kadar yapımevlerinin yanı sıra dağıtımcı firma sahipleri arasında da başı çekenler yine Avrupa kökenli yabancılar ve azınlık mensuplarıdır.

“1930’lu yılların başından itibaren sinema firmalarının büroları şimdiki ismi Yeşilçam Sokağı olan ve Türk sinemasının önemli bir dönemine ismini veren eski Devauux Sokağı’nda bulunuyorlardı. Bu sokakta 20th Century Fox Şirketi ve diğer yabancı sinema firmaları ile Türk ve Rumların işlettiği sinema firmaları vardı. 1930’lu yıllardan sonra sinema işletmeciliği alanında faaliyet gösteren azınlık mensubu sinemacılar azalmaya ve yerlerini yavaş yavaş Türk sinema işletmecileri almaya başlamıştır. Azınlık mensuplarının sinema alanından yavaşa yavaş çekilmeye başlamalarına delil olarak 1940’larda Türkiye’de kurulan 24 yapım şirketinin sadece ikisinin sahibinin azınlıklara mensup sermayedarlar olması gösterilebilir. Bu sermayedarlar, 1947 yılında kurulan Elektra Film’in sahibi Yorgo Sarris ve 1948 yılında kurulan Işık Film’in sahibi Agop Fındıkyan’dır. Bu tarihlere kadar yapımevlerinin yanı sıra dağıtımcı firma sahipleri arasında da başı çekenler yine Avrupa kökenli yabancılar ve azınlık mensuplarıdır.” (1)

Yalçın Lüleci ve Alparslan Nas’ın yazdıkları “Türk sinemasında azınlıklar” başlıklı makalede cumhuriyet döneminde film şirketi sahibi Rumlara örnek olarak şu isimler yer alır: “1930’a kadar Gaumont Şirketinin İstanbul’daki temsilcisi ve Atlas Film Şirketinin sahibi Tilemahos Spiridis, Jozef Kollaro, E. Grissos, Hristos Epaminondas. 1932 yılında, Türk meslektaşları ve bazı Levanten film ithalatçısı firmalarla birlikte Türkiye Sinema İthalatçıları ve Prodüktörleri Birliğini kuran Anas Kardeşler ve Antonis Apostolu. 1946 yılında, Anas Kardeşler ve Antonis Apostolu ile birlikte Sinemacılar, Filmciler ve Türk Film Prodüktörleri Cemiyetinin kurucu üyeleri arasında yer alan Yorgos Sarris. Bunlardan, Yorgos Sarris, Elektra Film’in de sahibiydi. Vasilis, Anastasis ve Yordan Anas Kardeşler, Reks Film Şirketinin sahibi ve birkaç sinemanın işletmecisiydiler. Ayrıca Kostas Princis, Sümer Sinemasının Yöneticisi, Nikolaos ve Filotas Çangopulos Kardeşler ise Koçanga Film’in sahibi ve birkaç sinemanın işletmecisiydiler. Antony Stoll ismiyle sinema eleştirileri yazan ve haber/reklam filmleri hazırlayan Antonis Apostolu Ceylan Film’in sahibiydi. Bunların dışında sinemayla ilgili işler yapan Fedor Nazlıoğlu, Stefanos Poyrazoğlu, Yannis Mizancıoğlu, Lefter Mizancıoğlu ve Nikos Vasiliadis gibi Rum sinemacılardan bahsedilebilir. (a.g.y.)

Geçen haftaki yazımızda isimlerinden söz ettiğimiz gibi 1960’lı yıllarda Mask Film’de yapımcı ve yönetmen olarak çalışan ve asıl adı Kirkor Cezveciyan olan Kenan Pars, Memduh Ün’le 1951 yılında Yakut Film’i kuran Arşavir Alyanak, Koçanga Film’de yapımcılık yapan Aleko Aleksandru, Güven Film’de yapımcılık yapan Yoakim Filmeridis, Melek Film’in ortakları Şahan ve Kaçuni Kardeşler ile Berç ve yönetmenliğin yanında yapımcılık da yapan Aram Gülyüz ile Nişan Hançer gibi sinemacılar vardır.

İlk yıllarda filmlerde rol alan Aktör Kimon Spathopulos, Aktris Madam Kalitea, Madam Panagiota, Sinema Eleştirmeni Ahileas Salevras, Yaziadis Kardeşler, 1900’lerin hemen başında İstanbul’da film çeken Dimitris Mevaridis ve Sedat Simavi’nin yönettiği ve Türk sinemasının ilk konulu filmi olarak bilinen ‘Pençe’ ve ‘Casus’ filmlerinin görüntü yönetmeni Yorgos Siotis, Rum’dur.

“Onun dışında 1930’lardan sonra Türk sinemasında teknisyen, görüntü yönetmeni, ses mühendisi ve kurgu teknisyeni olarak çalışan azınlıklara mensup sinemacılar şunlardır: Kriton İlyadis, Yorgos İlyadis, İoakim Filmeridis, Manasi Filmeridis, Diamantis Filmeridis, Lazaros Yazıcıoğlu, Coni Kurteşoğlu, Avram Gugasyan, Mike Rafaelyan, Stavro Yuanidis, Kostas Psaras, Alekos, Aleksandru ve Markos Buduris. (a.g.y.)

YEŞİLÇAM’IN ‘AZINLIK’TAN OYUNCULARI

Sinemamızda azınlıktan oyuncular dışlayıcı, ötekileştirici nedenlerden, yaşanan baskılardan dolayı çoğunlukla etnik ve dinsel kimliklerini gizlemek, adlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Kirkor Cezveciyan (Kenan Pars) “Türkiye vatandaşı Kenan Pars’ım. Ben bir Türk’üm. Türk olmanın anlamını hissediyorsan sen de Türk’sün.” demek zorunda hissediyordu kendini. “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermeni Kirkor Cezveciyan’ım” diyebilmek ağır geliyordu. Onlarca yıllık dışlanmışlıkları, baskıları düşündüğümüzde.

Fakat Nubar Terziyan cesaretle kendi adını kullanmayı seçebiliyordu. Soyadı Alyanak olmasına rağmen, bir Ermeni tiyatrocuya ait Terziyan soyadını kullanmayı, o tiyatrocuyu seçmiş ve Ermeni kimliğini saklamamıştı. Tersinden bir durum da söz konusudur: Sonraki yıllarda Yeşilçam’a kral olarak damgasını vuran Ayhan Işık, Yıldız dergisinin açtığı yarışmada birinci seçilip oyunculuğa başladığında Işıyan olan soyadı “Ermeni sanılmasın” diye Işık olarak değiştirilir.


Çok sevdiğimiz birçok oyuncuyu etnik ve dinsel kimliğinden bağımsız Vahi Öz (Vahe Ozinyan), Sami Hazinses (Samuel Agop Uluçyan), Danyal Topatan (Ahmet Danyel Bayri). Selim Naşit, Adile Naşit (Adela Naşit) Kamer Baba (Kamer Sadıkyan) olarak tanıdık ve sevdik. Birçoğumuz onların Ermeni ya da Rum olduğunu bilmiyordu: bilseydi sevmezler miydi? (Selim ve Adela’nın annesi Amelya Hanım anne tarafından Ermeni, baba tarafından Rum’du)

Daha önce bu sayfada “Adile Işıyan, Kirkor Nubar” başlıklı bir yazı yazmıştım. İlgilisi linkten, arşivden okuyabilir.(*) O yazının girişinde şöyle yazmıştım: “Yeşilçam “Türk Sineması”ydı; hep öyle adlandırıldı, anıldı. İlk dönemlerinde “yerli sinema” diye de tanımlandı uzunca bir süre. Filmler yerli film (Türk filmi)-yabancı film (ecnebi filmi) diye tanımlanırdı.

“Türk sineması” olmasına, Türk filmi üretmesine karşın başlangıcında kamera arkası çalışanları gibi oyuncularının önemli kısmı da azınlıklardan oluşuyordu.


(1) Türk Sinemasında Azınlıklar. Yalçın Lüleci, Alparslan Nas. Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi Sayı:2 Haziran, Yıl: 2020
(*) https://www.evrensel.net/yazi/71636/adile-isiyan-kirkor-nubar

                                                       ***

(III)

Sinemamızın ‘Yeşilçam döneminden’ de tanıdığımız, bildiğimiz çok sevdiğimiz ‘farklı azınlıklardan’ oyuncuları vardı; Ermeni, Rum, Kürt, Arap, Laz, Çerkes… Çoğu dünya ölçeğinde büyük ve etkili oyunculuklarıyla Türkiyeli oyuncular, unutulmayan yüzlerdi onlar.

Geçen haftaki yazımızda söylediğimiz gibi Yılmaz Güney gibi Kürt kimliğini, Nubar Terziyan gibi Ermeniliğini gizlemeyenler, dillendirenler gibi, Türkiye Ermenisi olan Kenan Pars’ın Kirkor Cezveciyan’lığını gizlemek zorunda hissetmesine de tanık olduk.

Azınlık toplulukların Türk sinemasındaki temsil ediliş biçimlerini sonraki bölümlere bırakıp azınlıktan oyuncuları tanıyarak sürdürelim yazımızı.

“Yeşilçam’ın azınlık ‘öteki’leri” başlıklı yazımızın 1. bölümünde “Cumhuriyet öncesi dönemde Müslüman Türk kadınlarının filmlerde oynaması yasaktı. Bu nedenle ilk dönem Türk filmlerinde Ermeni, Rum, Beyaz Rus gibi gayrimüslim azınlıklardan kadın oyuncular rol alır. 1916 yılında çekilen Himmet Ağa’nın İzdivacı filminde oynayan Rozali Benliyan ve Lusi Avuşyak, Sedat Simavi’nin çektiği ‘Pençe’ (1917) filminde oynayan Eliza Binemeciyan bu oyuncuların ilklerindendir” diye not düşmüştük. Buna hemen erkek oyuncu olarak Arşak Benliyan’ı da eklemeliyiz.

ROZALİ BENLİYAN (1882-1951)

Eşi Arşak Benliyan ile birlikte kurucusu olduğu Benliyan Heyetinde yıllarca oyunculuk yapan Rozali Benliyan, “Leblebici Horhor Ağa” operetindeki Fatine rolüyle hafızalara kazınır. Benliyan Heyetinin tenoru olan Vahram Balıkçıyan’a göre 1912 yılında çekilen “Börekçi Kızı” ve “Besa” adlı iki kayıp filmde daha oynamıştır.

Himmet Ağa’nın İzdivacı filminde Lusi Arusyak ile birlikte rol alır.

Benliyan topluluğu Osmanlı azınlığı tiyatro tarihinin 1890-1923 yıllarını kapsayan dönemde önemli bir yere sahiptir ve bu dönem Arşak Benliyan dönemi olarak geçer kayıtlara.

Türk sinemasının azınlıklardan ilk erkek oyuncusu olan Arşak Benliyan, “Leblebici Horhor Ağa” operetini sergilemek için Bulgaristan’a gider. Bir gün sokakta cambazlık yaparak geçimini kazanan bir babayla kızına rastlar. Şarkılarını çok içten ve etkileyici söyleyen Rozali adlı bu genç kıza hayran kalan Arşak Benliyan onu topluluğuna dahil etmek ister. Teklifi kabul eden Rozali artık Benliyan’ın en önemli kadın oyuncusu olur.

Topluluğun Paris ve Londra turnelerinden sonra İstanbul’a döndüklerinde Balkan Savaşı başlamıştır. Rozali Hanım Bulgar kökenli olduğu için savaş nedeniyle sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır, İstanbul’da kalabilmesi için Osmanlı tebaasından bir erkekle evlenirse ülkede kalabilecektir ve kendisine platonik duygular besleyen Benliyan’ın evlilik teklifini kabul ederek İstanbul’da kalır.

Anne tarafından Rum, baba tarafından Bulgar olan Rozali Benliyan, Arşak Benliyan’ın 1923 yılında yaşamını yitirmesiyle yalnız kalır. Rozali direnç gösterip bir süre daha sahneye çıkmayı sürdürür. Sonrasında Türkiye’yi terk ederek Bulgaristan’a yerleşir ve 1951 yılında sessizce yaşama veda eder.

ARŞAK BENLİYAN

Arşak Benliyan, 18. yy. sonlarına doğru Osmanlı-Azınlık tiyatrosunda tuluatın ve temaşa sanatının öncü isimleri arasında yerini alır. “Leblebici Horhor Ağa” operetindeki “Leblebici” rolüyle döneminde Pera’nın da en sevilen temaşa ustası olarak anılır.

“Börekçi Kızı (1912), Besa (1912) ve Himmet Ağa’nın İzdivacı (1914) filmlerinin senaryosu Arşak Benliyan’ın Şehzadebaşı Tiyatrosunda eşi Rozali’yle başrolü̈ oynadığı piyeslerin uyarlamasıydı. Her iki isim için de Türk sinemasının ilk gayrimüslim oyuncuları tanımlamasını yapabiliriz.”(1)

TAMER BALCI (TOMA VALCİS)

Ocak 1917 Heybeliada doğumlu Türkiye Atletizm Milli Takımı’nda çekiççi olarak yer alan, 15 kez Türkiye şampiyonu olan ve 1940-1956 yılları arasında sayısız Türkiye rekoru kıran Toma Valcis 50’li yılların başında sinema oyunculuğuna başladığında adı Toma Balcı ya da Tamer Balcı olarak yazılır, jeneriklere, afişlere.

1952 yılında çevrilen “Tarzan İstanbul’da” filminin başrolünü, yani Tarzan’ı oynar. Toma’nın Tarzan rolü için seçilmesinde oyunculuğu kadar, iki metreye yaklaşan boyu, güçlü, kaslı bedeni de etkili olur. Tüm uluslararası yarışmalarda atletizm-çekiç atma alanında Türkiye’yi temsil eden ve hep birincilik kazanan Toma Valcis 1951-1976 yılları arasında 24 filmde yer alır.

İlk üç filminin yönetmeni kurgu ustası, birçok ustalaşan kurgucular yetiştiren Orhan Atadeniz, yapımcısı ve kameramanı (Kunt Tulgar’ın babası) Sabahattin Tulgar’dır. Bunlar “Ali ile Veli” (1951), “Cemile Sultan” (1951), “Tarzan İstanbul’da” (1952) adlı filmlerdir. Tamer Balcı 1952 yılında Faruk Kenç’in senaryosunu yazıp yönettiği, yapımcılığını yaptığı “Çakırcalı Mehmet Efe’nin Definesi” adlı filmde de yer alır. Tamer Balcı’nın son filmleri 1975-76 yıllarında oynadığı Natuk Baytan’ın yönettiği “Sahte Kabadayı”, (1976), “Hınç” (1976) ve “Babacan” (1975) adlı filmlerdir.

KAMER SADIK (KAMER SADIKYAN)

Bir deri bir kemik zayıflığıyla hep yaşlılık hallerini bildiğimiz, oynadığı ilginç filmlerden tanıdığımız Yeşilçam’ın “Kamer Baba”sı (bazı kaynaklarda İstanbul) 1911 Kayseri doğumlu, Ermeni asıllı Kamer Sadıkyan, Pangaltı Lisesinden mezun olur. 1954 yılında “Çifte Kavrulmuş” filmiyle sinema oyunculuğuna başlar ve1986’ya kadar 177 filmde yer alır.

İlk filmi Şinasi Özonuk’un yazıp yönettiği “Çifte Kavrulmuş”un yapımcısı Agop Fındıkyan, görüntü yönetmeni de Aram Hugosyan’dır. Filmde Aziz Basmacı, Melahat İçli, Salih Tozan, Faik Coşkun, Gülderen Ece, Vehdi Ersin, Rauf Ulukut, Suat Sim gibi oyuncular vardır Kamer Sadık’ın rol arkadaşları arasında. 1977 yapımı “Sakar Şakir” filmindeki Sabri Amca ve 1979 yapımı “Korkusuz Korkak” filmindeki Mülayim Ters rolleriyle belleğimizde yer eder.

Türkçe, Ermenice yanında Fransızca da bilen Kamer Baba, 1961’de Belçikalı filmcilerin büyük bölümünü İstanbul’da çektikleri “Tenten ve Altın Post” filminde de rol alır. Sinemayı, kamerayı ve oyunculuğu çok seven Kamer Sadık erotik filmler döneminde de sinemadan uzaklaşmaz, bazı erotik komedilerde de yer alır.

Çok sayıda Yeşilçam filminde, foto romanlarda oynayan Kamer Sadık’ı geniş kitleler için unutulmaz yapan Yeşilçam’ın sevilen emektarı Faik Coşkun’la oynadıkları banka reklamı olur.

- Hayrola Akbank’a mı gidiyorsun?
- Hayır Akbank’a gidiyorum.
- Haa ben de seni Akbank’a gidiyorsun sanmıştım,

Sadık Kamer, 1986 yılında “Tarzan Rıfkı” filminin çekimleri sırasında geçirdiği kalp krizi sonrası aramızdan ayrılır.


(1) Burak Süme’nin hazırladığı ‘Vahram Balıkçıyan’ın Jamanak Gazetesinden Türkçe’ye Çevrilen Makaleleri’ başlıklı çalışma.
*Bu yazıda Burak Süme’nin araştırmalarından, yazılarından yararlandım:
https://www.pressreader.com/turkey/makam-music/20200101/283025466570496

                                                                                ***

(IV)

Yeşilçam’ın azınlık “öteki” oyuncularını yazmayı sürdürmeye başlamadan önce bir sergiden, o sergide adı geçenlerden söz edeceğim. “TÜRVAK’ta İstanbul’un Rum Sinemacıları Sergisi” başlığıyla yayımlanan bültende, “TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi’nde TÜRVAK ve Sula Bozis arşivi katkılarıyla hazırlanan ‘İstanbul’un Rum Sinemacıları’ sergisinden bahsediliyordu. “Beyoğlu’daki halka açık ilk sinema gösteriminden Yeşilçam’ın altın çağına uzanan süreçte sinemaya emek vermiş ‘İstanbul’un Rum Sinemacıları’na” odaklandığı belirtilen sergi için şu ifadeler kullanılıyordu: “Türk Sineması’nın 100. yılı kapsamında, TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi tarafından hazırlanan sergi, TÜRVAK Müzesi ve Sula Bozis arşivinden 100’ü aşkın belge, fotoğraf ve film afişini bir araya getiriyor.”

Serginin içeriği şu bilgilerle duyuruluyordu: “Sergide, ‘Sinema Salonu Sahipleri ve İşletmecileri’, ‘Yapımcılar ve Film İthalatçıları’, ‘Oyuncular’ ve ‘Görüntü-Ses-Kurgu Yönetmenleri’ olmak üzere 50’ye yakın isim yer alıyor: ‘Balkanların ilk sinemacısı’ Fenerli Dimitris Meravidis; Sponek Birahanesi’nin sahipleri Dimitris Panuryas ve Dimitris Alataris; Odeon Tiyatrosu’nda film gösterimleri gerçekleştiren Petrakis Raftopulos; Concordia Tiyatrosu’nun işletmecileri Andreas Livadas ve Andreas Ksenatos; film şirketi sahipleri Antoni Apostolu (Ceylan Film) ve Yorgo Saris (Elektra Film); Cici Berber (1933), Milyoner Avcıları (1934) ve Leblebici Horhor Ağa (1934) filmlerinde rol alan Zozo Dalmas; Şarlo İstanbul’da (1954) filminin başrol oyuncusu Kimon Spathopulos; sinemamızın ilk vamp kadınlarından 

Pola Morelli ve Luiza Nor; Pera Güzeli’nin (L’Orea Tou Peran, 1953) yönetmeni Orestis Laskos; görüntü yönetmenleri İoakim Filmeridis, Manasi Filmeridis, Kriton İliadis ve Kosta Psaras; kurgu yönetmenleri Diamandi Filmediris ve Alekos Aleksandru; ses mühendisleri Yorgo İliadis ve Marko Buduris, beyazperdenin İstanbul’daki serüvenine tanıklık etmiş diğer birçok isimle birlikte bu özel sergide sinemaseverlerle buluşuyor.”



SİNEMAMIZIN AZINLIKTAN OYUNCULARI

Yeşilçam’ın azınlık “öteki” oyuncularını yazmayı geçen hafta kaldığımız yerden sürdürelim… 


“Deniz Kızı Eftelya, Zozo Dalmas, Luiza Nor, Pola Morelli, Rula Papa, Türk filmlerinde oynayan 

Rum kadın oyunculardı. 

Atina Miloharakti Ayla Karaca ismiyle Türk sinemasında 1941-1951 yıllarında beş filmde, ayrıca 2004’te “Yabancı Damat” dizisinde yer alır.”1



Zozo Dalmas: Zozo Dalmas’ın doğum tarihi bazı kaynaklarda 1905, bazılarında 1914 olarak geçer, İstanbul doğumludur. Asıl adı Zoe Stavridu olan Zozo Dalmas 1924’te 10 yaşındayken ailesiyle birlikte Selanik’e yerleşir. 13 yaşında Greku Konservatuvarında piyano ve şan dersleri alır. Elsa Engel Tiyatrosunda “Leblebici Horhor Ağa” operetinin koro ve balesinde ilk kez sahneye adım atar. Sonrasında pek çok operette primadonna olarak yer alır. Çalıştığı operet gruplarının Kahire’deki gösterilerinde Mısır Kralı Fuat’ın onu izleyip saraya davet ettiği, değerli mücevherlere boğduğu ve bir süre birlikte yaşadığı yazılır. (a.g.y.)

1933’te Samarcı tiyatro grubuyla İstanbul’a gelip Beyoğlu’da tiyatrolarda sahne alır.

Bu dönemde İpek Film’in çektiği iki filmin başrolündedir. Bunlar “Cici Berber” (1933, Muhsin Ertuğrul) ve “Milyon Avcıları” (1934, Muhsin Ertuğrul) filmleriydi. Ayrıca 1934 yılında yine Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Leblebici Horhor Ağa” filminde de oynar. Zozo Dalmas Türkiye’de başladığı sinema hayatını Yunanistan’da da sürdürür. Zozo Dalmas’ın yaşam öyküsündeki en ilginç bilgi ise Atatürk’le yaşadıkları “duygusal birliktelik.” “Paris’ten Pera’ya Sinema ve Rum Sinemacılar” adlı kitapta da başka birçok kaynakta da gazetecilerin köşe yazılarında da bu birlikteliğe dair bilgiler, yorumlar yer alır. “Şuh, vamp ve çalımlı oyuncu, Atatürk’ü cezbederek Tokatlıyan Otelinde onun tarafından ağırlandı. İstiklal Caddesi’ndeki Meşhur Kuyumcu Frangulis’ten Atatürk’ün ona yolladığı hediyeler ve Zozo Dalmas’ın Tokatlıyan salonlarında Atatürk’e atfen söylediği şarkılar eski İstanbulluların sohbetlerinde yıllarca anılırdı.” (a.g.y.)

1935 ve 1938 yılları arasında Atatürk’ün yakın korumalığını yapan, Atatürk’ün özel hizmetinde çalışan Nazım Canca, “Hayatım ve Hatırlarımda Atatürk” adlı kitabında yaşadıkları bir geceyi şöyle anlatır: “Bir kış seyahati esnasında Dolmabahçe Sarayı’ndayız. Her zaman olduğu gibi yine sofrada yirmi beş otuz kişi, aralarında zamanın meşhur Yunan film ve ses sanatçısı Zozo Dalmas da yanında gitarist bir bayanla birlikte hazır bulunmakta. Ayrıca saz takımı da yerlerini almış hafiften sanatlarını icra ediyorlardı. Zozo Dalmas’ın gitaristi gitarını eline aldığı zaman, bizim saz takımı sustu ve Zozo Dalmas gitar eşliğinde şarkılarına başladı. Bir taraftan şarkı söylerken diğer taraftan dans ediyordu.”

Yine Mine G. Kırıkkanat Radikal’de yayımlanan “Provokasyon” başlıklı yazısında (02/11/2002) Zozo Dalmas’la ilgili şu bilgileri verir:  “Zozo Dalmas, Yunanistan’da Anadolu havaları söyleyen en tanınmış rebetiko şarkıcısıdır. Kurtuluş Savaşı’ndan yıllar sonra bile, doğru ya da yanlış, kendisinin bir zamanlar İzmir’de Mustafa Kemal’in sevgilisi olduğu anlatılmaktadır. Ölümünden bir süre önce, Atina’da Zozo Dalmas’la röportaj yapan bir gazeteci, şarkıcıya bu ilişki hakkında terbiyesizce bir soru yöneltir. Bıçkın Rum dilberi Zozo, cevabı yapıştırır: ‘Evet, İzmir yanarken ben Kemal’in koynundaydım. Zaten İzmir’i de benim yüzümden geri aldı! Var mı diyeceğiniz!”

Zozo Dalmas, 1984 yılında Atina’da büyük bir yokluk içinde ve unutulmuş biri olarak yapayalnız ayrılır bu hayattan.

Haftaya diğer azınlıktan oyuncularla sürdüreceğiz yazımızı…

(1) Paris’ten Pera’ya Sinema ve Rum Sinemacılar, Yorgo Bazis-Sula Bazis. Yapı Kredi Yayınları, 2014.

Bu Kalp Seni Unutur mu? - MURAT BEŞER/SOL

 Kaset çıktığında 17 yaşındaydı Sibel. İlk baskı 1988 yılında Çekirdek etiketiyle gerçekleşmiş, tek seferde 2000 kaset basılmıştı.

Duyan bilen, şarkılarını yüzlerce kez hatmetmiş, dinleye dinleye kasetler eskitmiş kime sorsanız “hakkı ödenmez” diye yorumlar. Gerçekten de öyledir, pop müzik tarihimizin hakkı ödenmemiş albümlerinden biridir, Sibel Sezal’ın “Bu Kalp Seni Unutur mu” kaseti; ayrıca en talihsiz hikâyelerden birine sahiptir.

Hikâye Yeşilköy semtindeki bir pizzacıya kadar uzanıyor. Sibel gurbetçi bir aileye mensup, Almanya’da doğmuş, müzik eğitimi almamış, gencecik bir kız. Kurumsal hayata atılmış ablası ise müzik piyasasıyla alakası olmayan (ama evinde eline aldığı gitarla kendi için sevdiği şairlerin şiirlerine besteler yapan) kendi halinde yaşayan ve Kır Çiçeği adında bir butik işleten Özkan Samioğlu1 ile evli. Henüz reşit olmayan Sibel arada bir semtlerindeki pizzacıda eniştesiyle birlikte çalıp söylüyordu, profesyonel bir iddia ve hırs taşımaksızın.

***

Enişte o yazların birinde Bodrum Mavi’de Bülent Ortaçgil ile tanışmış, bestelerini dinletmişti. Ortaçgil ve arkadaşı Fikret Kızılok, besteleri değerlendirmek üzere kaset kopyasını almışlar, İstanbul dönüşü Kızılok’un Feneryolu’ndaki (içinde stüdyo bulunan) evinde buluşmuşlardı. Kızılok (Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Dostlar Seni Unutur mu şiirinden alınan) sözleri ağır bulmuş, güncellemişti. Şarkıları Sibel okuyacak, kaset yapacaklardı.

Sibel öğrenciydi, o esnada tek niyeti okuduğu liseyi bitirmekti; müzisyen olmak aklının kıyısından bile geçmiyordu. Gerçi ailesi sesinin ve yeteneğinin farkındaydı (hatta abisi bir ara konservatuara bile götürmüştü) ama yine de işine gücüne bakmasını daha fazla önemsiyorlardı. Avusturya Kız Lisesi’nde okurken (anlatılanlara göre boğazı yüzerek geçen) Rudolf Kreuzhuber’in yönettiği koronun solistiydi. O koro gelişimine çok katkı koymuştu ama ardından İstanbul Üniversitesi’nde işletme okumuştu.

Sibel’i okumalar için Kızılok’un evine eniştesi getirip götürüyordu; Yeşilköy’den 74 model turuncu kaplumbağası ile. Pazar akşamları gidiyor, Fransız mutfağına meraklı ve yemek yapmayı seven Kızılok’un evinde kurulu rakı masası ile karşılanıyorlardı. Sibel kayıtlar esnasında çalan orkestrayı (Çekirdek Sanat Evi gibi) hiç görmemişti. Gördüğünü hatırladığı tek kişi Ortaçgil olmuştu. Vokal kanallarının okumasını bitirdiğinde yemekleri yiyip, biraz muhabbet edip dönüyorlardı.

***

Kaset çıktığında 17 yaşındaydı Sibel. İlk baskı 1988 yılında Çekirdek etiketiyle gerçekleşmiş, tek seferde 2000 kaset basılmıştı. Çekirdek Sanat Evi’nin elle çizilmiş kapaklı kendi mekânlarında satmak üzere az basılmış kasetlerinden biraz farklıydı bu; ilk kez piyasaya sürülmek üzere kaset basmışlardı, seri numarası 001 idi. Piyasaya sürülmesi için de dağıtımı Piccatura’ya vermişlerdi.

Çekirdek’te araları bozulan iki ortak prodüksiyonları paylaşmış, Kızılok iki yıl sonra albümün haklarını Taç Plak’a satıldığını (kaset, ardından ilk kez CD olarak) piyasaya sürüldükten sonra tesadüfen gördüklerinde öğrenmişlerdi. Kaset, yeni baskılarda ambalaj ve içerik değişikliğine uğramıştı. Yazım hatalarıyla dolu kasetin kapağı farklı bir fotoğrafla yapılmış, kartonete Kızılok’un evindeyken çekilen resimler eklenmişti. Albüme adını veren şarkı A1 yapılmış, yapımcı adı da yeni şirketin sahibi (Cihan Sütşurup) olmuştu. Sonraki Gam Production baskılarının da ne haberi gelmişti, ne de ödemesi. Ellerinde noterden tasdikli bir sözleşme vardı, kaset başına sanatçıya ödenecek miktar da belirtilmişti ama kuruş almamışlardı.

Kızılok düet olarak şarkılarının kaydedildiğini “Yana Yana” albümü çıkmadan az evvel Özkan Beyi arayarak bildirmişti. Kanalların üzerine Sibel’in tonuna yaklaşarak okumuş, şarkıları düet formatına sokmuştu.  

***

Yıllar geçmiş, Sibel iş hayatına atılmış, evlenmiş, çocuğu olmuştu. Albümü unutmuştu. Zaten geriye dönüp haklarını arayacak ne zamanı vardı, ne de enerjisi. Müzik piyasasının insanlarını da tanımıyordu; albümün haklarını elinde bulunduran firma ve yetkilileri hakkında en ufak bir bilgisi yoktu. Özkan Bey de mülayim karakterliydi, müzik piyasasıyla alakasızdı; bu takibatı yapacak durumda değildi.

“Bu Kalp Seni Unutur mu” yapılıp denize atılmıştı, iyi müzik dinleyicilerinin kulaklarına yapılmış bir iyilik misali. Zaman içinde pop tarihimizin en güzel albümleri listesinde kendine mahzun bir yer edinen albüm, koleksiyonerlerin dünyasında sadece ikinci el satan müzik dükkânlarının rafları arasında bulunabilecek bir kasettir artık; Sibel Sezal’ın ve eniştesi Özkan Samioğlu’nun hikâyelerinde sararmış bir yaprak olarak.

Hakkı Ödenmez…

MURAT BEŞER/SOL


Düello üzerine çeşitlemeler ve akim kalan bir girişim - MEHMET BOZKURT/SOL

 


Düello tabi ki gerçekleşmez. Mustafa Kemal bunu çocuksu bir davranış olarak değerlendirir. Ancak Alfred Rüstem “cins adam” türündendir öyle değerlendirmez küser ve ülkeyi terk eder.

Gol düellosundan, söz düellosuna kadar uzanan envai çeşidi var düellonun. Sözlüklere bakıyoruz şöyle bir tanımı var: “İki kişi arasında bir onur sorununu çözmek için belirli kurallar göre tanıkların huzurunda ölümcül silahlarla yapılan dövüş, vuruşma.”

İşte bu bizde olmayandır. Olsaydı, yakın tarihimiz pek ilginç düello sahnelerini kaydederdi. Temsil; Yakup Kadri, Yahya Kemal’in huyuna gidip onun düello teklifini kabul etmiş olsaydı, hangi tür silahlarla dövüşülmüş olursa olsun aşırı kilolarından ötürü hareket kabiliyeti sınırlı olacak olan Yahya Kemal’in bana göre kazanma şansı olmazdı. Hani derler ya Allah yüzüne baktı, evet, Allah yüzüne baktı da Yakup Kadri düello teklifini kabul etmedi.

Biz bu vesileyle Yahya Kemal’in sadece Yakup Kadri’ye değil, başta Falih Rıfkı ve Ahmet Haşim olmak üzere çok sayıda şair ve romancı arkadaşına düello teklifinde bulunduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bir nevi bağımlılık diyebiliriz. Yakup Kadri “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”nda Yahya Kemal’in kendisine “şahitlerinizi gönderin, silahlarınızı tayin edin” yollu bir davetiye gönderdiğini, bunu telefon marifetiyle Falih Rıfkı’ya söylemeye kalktığında da Falih Rıfkı’nın onun sözünü keserek bana da gönderdi canım, mesele etme türünden cevap verdiğini anlatır. Benim bundan anladığım şairin kırılgan ve çabuk incinen bir “fıtrata” sahip olduğu ve arkadaşlarının onun düello davetlerine ancak sıradan bir “sünnet davetiyesi” kadar değer biçtiğidir. Nitekim Falih Rıfkı önemsemez ancak Yakup Kadri zarif adamdır, Yahya Kemal’e bir mektup yazarak hakkında yapılan dedikodulara yüz vermemesini salık verir. Düello meselesi böylelikle kapanmış olur.

Ünlü İttihatçı/gazeteci/milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın’ın da vaktiyle, Zühre gazetesi başyazarı ve Meclis-i Mebusan’da Priştine milletvekili olarak görev yapan Hasan Bey’den (Berişa) bir düello daveti almışlığı vardır. Dönemi anlatan hatıratlara göre tartışma, Hüseyin Cahit’in başyazarlığını yapmış olduğu Cenin gazetesinde yazmış olduğu bir yazıyla başlar. Zühre gazetesinin sahipliğinin yanı sıra başyazarlığını da yürüten Hasan Berişa bu yazıya biraz hırçınca bir cevap verir. Hüseyin Cahit denilince biraz durmak gerekir İttihatçıların göz bebeği, lafını esirgemeyen, ünü Avrupa’ya kadar yürümüş usta bir gazeteci ve siyaset adamıdır. Hasan Berişa ise Cahit’e göre dünkü çocuk sayılır ancak o da İttihatçı kanattan bir milletvekili, yaman bir tartışmacı ve inat bir Arnavut’tur! Gazete deki köşelerinden sürdürdükleri tartışma uzadıkça tartışmanın dil ve üslubunun seviyesi düşer. Arnavut’a göre artık söz bitmiştir. Hasan Berişa, Cahit’i düelloya davet eder artık söz silahındır. Yer, zaman ve silah seçimiyle birlikte tanıklarını da tespit ederek düellonun şekli yanını da ikmal eder. Şahit olarak Amasya Milletvekili İsmail Hakkı Paşa ile Sinop Milletvekili Rıza Nur’u göstermiştir. Çok yazık, o günlerde yurt dışında olan Cahit Bey davetiyeden çok sonra haberdar olur. Asabi ve sert adamdır Hüseyin Cahit. Ne de olsa İttihat Terakki’nin “Cemiyet” kanadından. Cemiyete katılırken tabancaya bayrağa el basmış bir adam. Bir mektupla davetiyeden geç haberdar olduğu için özür dileyerek düelloyu kabul ettiğini yazar. Şartlar konuşulur. İlk kurşun Cahit Bey tarafından atılacaktır. Hasan Berişa’nın tanıkları düellonun kanunun yasak olmadığı Yunanistan ya da Bulgaristan’da yapılmasını önerir. Cahit bunu da kabul eder. Ne kadar yazık, meselelerin çözümünde İslam’ın bu usulü şiddetle yasakladığını, düellocuların her ikisinin de şiddetli şekilde “kabir azabı” çekeceklerini ileri süren şeyhülislam, düellocuları ikna eder tam da “tava” gelmiş olan vuruşmayı durdurur.

 Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” kitabının yazarı Mazhar Müfit Kansu da kitabında bir düello olayını anlatır. Mazhar Müfit, “Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya geldiği günler” diye başladığına göre,1920 olmalı. Para yoktur. Bizimkilerin sabah akşam bulgur pilavı ve kuru fasulye ile karınlarını doyurdukları günlerden geçilmektedir. Ankara Müftüsü Kuvvacı Rıfat Börekçi yardım kampanyası açar ve topladıklarını Temsil Heyetine iletir. Mazhar Müfit’in demesine göre çok uzun bir aradan sonra o akşam pirzola yenecektir, üstüne de baklava! Sahneyi Mazhar Müfit aynen şöyle anlatıyor:

“Pirzola yendikten sonra sofrada Paşa’nın yanında oturan Rüstem Alfred Bey bir sigara yaktı. Paşa, ‘acele etme Rüstem Bey, pirzoladan başka daha neler var? Bugün fevkalade’ dedi… (Bunu üzerine) Rüstem Bey, ‘sizden müsaade almaksızın sigara içmeyi muvafık-i adab ve muaşeret görmeyerek bir ihtarda bulunuyorsunuz. Halbüki yemek arasında sigara içilmesine siz ne vakitten beridir müsaade ettiniz ve hep içilmekteyken bugün neden ayrıca müsaade almaya lüzum görüyorsunuz’ cevabıyla sertleşti.”

Sözü Paşa Mazhar Müfit’ten sürdürecek olursak Paşa gayet masumane ve sakin cevap verir: “Canım yemek sırasında sigara içilmesini ancak iştahınızın kapanarak az yemek yememiz için usul i ittihaz etmiştik. Bugün ise içmekte acele etmeyiniz.” Mustafa Kemal daha önce yemeğimiz olmadığı için arada iştah kesici olarak sigara içmeyi sakıncalı görmüyorduk ama şimdi durum değişti demeğe getirse de Alfred Rüstem “sükun ve sükûnetini kaybederek” sofrayı terk eder. Alfred Rüstem’in peşinden giden Mazhar Müfit onunla konuştuktan sonra sofraya döndüğünde elinde Mustafa Kemal Paşa’ya yazılmış bir düello teklifi vardır. Yine Mazhar Müfit’ten sürdürecek olursak Alfred Rüstem’in dedikleri şudur: “Monşer, işin şaka ciheti yoktur… Paşa’nın beni adab-ı muaşeretten bihaber farzuyla tahkiri tahammül edilecek bir hâl değildir.”

Hadi bakalım buyurun düelloya!

Düello tabi ki gerçekleşmez. Mustafa Kemal bunu çocuksu bir davranış olarak değerlendirir. Ancak Alfred Rüstem “cins adam” türündendir öyle değerlendirmez küser ve ülkeyi terk eder.

Yani, şimdi insan ne bileyim kimdir bu Alfred Rüstem diye merak ediyor. Geriye doğru iz sürdüğümüzde de onun bir düello sever olduğunu öğreniyoruz. Asıl adı Alfred Bilinski, İngiliz kökenli, Polonya doğumlu. Türk tabiiyetine geçtikten sonra Ahmet Rüstem adını almış. Sivas Kongresi’nden beri Mustafa Kemal ile beraber ve 1. Meclis’te milletvekili… Diplomat ve gazeteci. Bunlar Ahmet Rüstem’le ilgili kısa biyografik başlıklardır. Mazhar Müfit onun aynı zamanda bir morfinman olduğunu yazar ancak bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren 1892’nin 11 Temmuz’unda Atina temsilciliğinden Dışişleri Bakanlığı’na gelen bir yazıdır. Yazıya göre elçilik kâtiplerinden biri tiyatroda her nedense Yunan subayıyla şiddetli bir tartışmaya girişmiş ve elçilik kâtibi subayı düelloya davet etmiş, düello teklifini kabul eden Yunan subayı ertesi gün tanıkların huzurunda yapılan düelloda yaralanmış, böylelikle kazanan elçilik kâtibi olmuştur. Yunan subayı tedavi altına alınırken, Yunan milliyetçileri epeyce patırtı koparmıştır. Haberde konu olan elçilik kâtibi bizim Alfred Rüstem’dir! Yani demem o ki Ahmet Rüstem düelloya yabancı olmadığı gibi, düelloyu söz düellosundan fiiliyata döken ilk Müslüman Osmanlı’dır. Ahmet Rüstem’le ilgili lafzı uzatmam da bundandır!

Hemen geçtiğimiz günlerde bir düello girişimine tanıklık ettik. Her şey kimi şekli eksiklere karşın iyi başlamıştı ve tahminimce Amerikan icadı olarak bilinen kovboy sitinde yapılacaktı bu düello. Evet, silah seçimi yapılmamıştı, bir düellonun olmazsa olmazı olan tanıklar tespit edilip ilan edilmemişti, görebildiğim kadarıyla ortada düellocuların ölçüsünü alacak olan tabutçu ve çatıda uzun namlulu tüfeklerle bekleyen “yancılar” da yoktu ama yine de karşılıklı olarak kızıştırıcı sataşmalar, küfürler, hakaretler yapılmış vuruşma için yer ve zaman ilanen tebliğ edilmişti. Tarafların birbirlerine sarf ettikleri sözler hakikaten altından kalkılacak gibi değildi mutlak vuruşulmalıydı:

“Ben bu adamı adam yerine koymam. Bu hayvandan aşağı bir adamdır. Bu kadar basit. Kendisi adam yerine girmeye çalışıyor. Soros çocuğudur ve operasyon çocuğudur. İstihbarat elemanı olduğu apaçık bellidir.” Bu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dur. Olacak gibi değil. Tanımlanmış görevlerinden biri de “genel ahlakı” korumak olan Süleyman Bey’in muhatabını “hayvan” yerine hatta ondan da aşağı bir yere oturttuktan sonra, ailesinin soy kütüğünü pek de makbul sayılmayan bir kişiye bağlaması, bağlamakla kalmayıp bunu alenen duyurmasının cevapsız kalması söz konusu olamazdı. Nitekim cevabını aldı:

“Süleyman, zerre kadar erkeklik onurun varsa, saat 11.00’de beni kapının önünde bekle. Seni yarın İçişleri Bakanlığı’nın önünde bulacağım oğlum. O zaman göreceğiz erkeksen bekle”

Ertesi gün… Saat 11.00’e gelmek üzere… Bekliyoruz. Süleyman Soylu dudaklarında neredeyse köküne kadar içilmiş sigarayı, olmadı herhangi bir çöpü, dilinin marifetiyle ağzının bir tarafından diğer tarafına aktararak, kemerine asılı altıpatların kabzasına yakın tuttuğu elin parmakları sabırsız sinirli ve oynak meydana çıkacak değildi elbet ama, en azından hepimizin bildiği o “çalak” ve çengelli yürüyüşü ile şöyle bir meydanı turlaması bile taraftarlarının gönlünü çelmesi için yeterli olacaktı.

Ümit Özdağ tam vaktinde geldi. Süleyman Soylu ortalıkta yoktu ancak bahçede tam da yola doğru konuşlandırılmış “Hayvan Durum İzleme Aracı” vardı ki fikrimce Özdağ’ın öfkesini dağa taşa vurduran bu oldu:

“Benim aileme küfretmek senin haddine mi? Korkak herif, korkak Süleyman, çık karşıma…”

 Çıkmadı. Zaten tarihimizde eser sayıda rastlanan düello girişimi böylelikle kuvveden fiile geçmeden akim kalmıştır.



MEHMET BOZKURT/SOL


Yararlanılan kaynaklar:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim y. İstabnul, 2021

Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Tarih Kurumu, Ankara, 2009

21 Mayıs 2022 Cumartesi

5,7 trilyon lira borç 23 milyon icralı - Rıfat KIRCI / BİRGÜN

 

Bankalara olan borç 1 haftada 132 milyar lira artarak 5,7 trilyon liraya yükseldi. Toplam 23 milyon icra dosyası var. Bu sayıya günde 18 bin dosya ekleniyor. 2,5 milyondan fazla konuta ise bankalar tarafından el kondu.


Enflasyonla birlikte borçluluk da hızla artıyor. Mahkemelerdeki icra dosyalarında patlama yaşanıyor. Kredi kartı ya da kredi borçluları arasına her geçen gün yeni kişiler ekleniyor.

Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu (BDDK) haftalık borç istatistiklerine göre kredi ve kredi kartı borçları 1 haftada 132 milyar lira arttı. Bankalara olan borçluluk 5 trilyon 776 milyar 995 milyon liraya çıktı. 161 milyar 469 milyon liralık borç ise takibe düştü. Ayrıca Türkiye’nin tüm illerinde icra dosyası sayısında patlama gerçekleşti.

CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin’in resmi kaynaklardan yararlanarak hazırladığı verilere göre mahkemelere ocak ayından bu yana 2 milyon 511 bin yeni icra dosyası geldi. Şu anda mahkemelerdeki icra dosyası sayısı 23 milyon 511 bin.

BORÇLANMADA SERT YÜKSELİŞ

BDDK tarafından her hafta açıklanan bankacılık verilerine göre borçlanma 13 mayıs haftasında kuvvetli bir ivme kazandı. Verilere göre bankalara olan ticari ve bireysel kredi borcu 5 trilyon 776 milyar 995 milyon liraya yükseldi. BDDK’ya göre 6 Mayıs haftasında bu borçluluk 5 trilyon 660 milyar 100 milyon liraydı. Buna göre haftalık borçluluk 132 milyar lira arttı. Borçluluktaki artış döviz kurundaki fırlamayı akıllara getirdi.

Nisan ayında haftalar arasında yaşanan artışlar sırasıyla 13 milyar, 55 milyar, 58 milyar ve 5 milyar lira olarak gerçekleşmişti.

YİNE KREDİ KARTINA MECBUR KALDIK

BDDK verilerine göre bireysel kredi kartı borcu 13 Mayıs haftasında 247 milyar 503 milyon lira oldu. Önceki hafta borçluluk 241 milyar 647 milyon lira olarak gerçekleşmişti. Kredi kartı borcu 1 haftada 5 milyar 846 milyon lira arttı. Borçlulukta olduğu gibi takibe düşen alacak miktarında da artış gerçekleşti. 284 milyon lira daha borç takibe düştü. Şu anda 161 milyar 469 milyon lira borç takipte bulunuyor.

İCRA DOSYALARINDA BÜYÜK PATLAMA

Kredilere ve kredi kartlarına yüklenmek zorunda kalan milyonlarca kişi borçlarını ödeyemedi. İcra dosyalarında ciddi patlama yaşandı. CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin’in, resmi rakamlardan yararlanarak hazırladığı verilere göre mahkemelerde 23 milyon 511 bin icra dosyası bulunuyor. Sadece ocak ayından bugüne kadar icra dosyası sayısı 2 milyon 657 bin arttı. Birçok ilde icra dosya sayısı nüfusun yarısından fazla.

HER GÜN 18 BİN YENİ İCRA DOSYASI

Tekin’in hazırladığı verilere göre 15 milyon 580 bin nüfusu bulunan İstanbul’da 8,2 milyon icra dosyası bulunuyor. 4,4 milyon nüfuslu İzmir’de ise icra dosyası 1,6 milyon. 5,7 milyon nüfuslu Ankara’da ise 1 milyona yakın dosya var. ‘Türkiye icralık oldu’ diyen Tekin ise şu değerlendirmede bulunuyor: “Milletimiz eskiden borca batmış durumdaydı, şimdi borcunu da ödeyemiyor. Her gün 18 bin yeni dosya açılıyor. İcra iflas dosyalarının patlaması, muhtarlıkların tebligatlarla dolmasına neden oldu. Neredeyse çalışma çağındaki herkese 1 icra dosyası düşüyor. Bu tablo yıl sonuna doğru daha da kötüleşecek.”

2.5 MİLYON KONUTA EL KONDU

Tekin konut krizini de hatırlatarak şöyle konuştu: “Şu anda kiralarda, konut fiyatlarında patlama yaşanıyor. Hükümet bunu arzdaki boşluk olarak değerlendiriyor. İstanbul’un çevresi çeperi boş konut dolu. Çünkü vatandaş almış konutu borcunu ödeyememiş, konuta el konmuş. 2.5 milyon konuta bankalar tarafından el konmuş. Aynı şey otomobil için de geçerli. Yüz binlerce otomobile borcu ödenemediği için el konmuş. Bu araçlar şu anda çürüyor.”

Rıfat KIRCI / BİRGÜN

Yürüyen ölüler düzeni - Orhan Gökdemir / SOL

Kimse kusura bakmasın, bu çürümüş düzeni tek başına AKP kurmadı. O, çürümüş olanı devraldı, ömrünü uzattı. Görüp dehşete kapıldığınız ise bir yürüyen ölüler düzenidir.


Bir İslamcı hareket var. Esinini aldığı Said-i Nursi başlangıçta İttihatçılarla içli dışlıydı, zamanının etkili gizili teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa’nın içindeydi. Devletle ve ona rengini veren ideolojilerle, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te, hep inişli çıkışlı ilişkileri oldu. Bununla birlikte devletin kucağından hiç inmedi. 31 Mart 1909 gerici ayaklanmasından bugüne miras kalan tek şahsiyet o. Bir din “ulu”su olarak sunulmaya çalışılıyor ama ölümüne yakın Adnan Menderes tarafından şehir şehir dolaştırılan bir seçim kuklasına dönüştürülmüştü. Amerikancı, antikomünist ve cumhuriyet düşmanıydı, akıl sağlığı bozuk tuhaf bir kişilikti. Kullanıldı, atıldı. Bugün İslamcı hükümete darbeye kalkıştı diye kovalanan, kovuşturulan Fethullahiler onun talebeleridir. 

Fethullahçılık, Said-i Nursi risalelerini okuma, yorumlama, çoğaltma üzerinden ilerleyen Masonik bir tarikattı. Faaliyetlerinin tamamını “hizmet” diye tanımlıyorlardı. Hizmet dedikleri Said-i Nursi risalesi yayma ve propaganda etme faaliyeti özünde. Kurdukları denklem basitti; Ahir zamanda yaşıyordu Müslümanlar. Komünist-Materyalist felsefenin bilimi de arkasına alarak imana karşı büyük bir saldırı yaptığı bir dönemdeydik. Hizmet, yaklaşan bu felaketi önlemek için yapılan bütün faaliyetlerdi. Mehdi gelecek, imanı kurtaracak, hilafeti geri getirecek ve şeriat ilan edecekti. Komünizm ahir zamanın büyük deccalıydı ve bu nedenle esas mücadele Komünizme karşı mücadeleydi. Mehdi Said-i Nursi’ydi, o ölünce postu Fethullah Gülen’e kaldı. Gelmeye yeltendi, adına 15 Temmuz şeyi diyoruz.

Antikomünizm İslamcı hareketin alamet-i farikasıdır. Başlangıcında hep bu var. 1950’li yıllarda Soğuk Savaş’ın sıcağında Demokrat Parti marifetiyle Türkiye’nin her tarafında Komünizm Mücadele Dernekleri kuruldu. “Nur talebeleri” bu derneklere koştu ve ilk siyasi tecrübelerini “Komünizmle mücadele” içinde yaptı. Derneğin kurucuları ve üyeleri arasında Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi toplumun gericileştirilmesinin müsebbipleri de vardı. Toplamı devlettir. Derneğin önde gelen üyeleri, daha sonra İlim Yayma Cemiyeti'nin kuruluşuna da önayak oldu. Çıkışlarında, duruşlarında hep iflah olmaz bir antikomünizm vardır.

Antikomünizmin esası emperyalizmle iş birliğidir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri İslami hareket emperyalizmin işbirlikçiliği rolünü gönüllü olarak üstlendi. Varlığını o uğursuz rol sayesinde sürdürebildi. Haliyle, 1960 darbesinden sonra sol yükselince, onlar da sola karşı büyük bir atılım yaptılar. Emperyalizmin “yeşil kuşak” projesi yürürlükteydi. İhtiyaç hâsıl oldu, Komünizmle Mücadele Derneği’nin yanına Milli Türk Talebe Birliği iliştirildi. Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Numan Kurtulmuş gibi siyasiler de işte bu örgütten geliyor. Sonra o örgütün içinden de “Ak Genç” çıktı. TİP’e, Komünizme, Sovyetler Birliği’ne düşman, Amerika’ya yandaştılar. Bugünkü AKP kadrolarının büyük ağırlığını o MTTB-Ak Genç üyeleri oluşturuyor.

Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç… Siyasal İslamcılığın tarihinde sembol olmuş kim varsa antikomünizmle zehirlenmiştir. Şimdi şair diye yutturulup Nâzım’ın yanına iliştirilmeye çalışılan Necip Fazıl, “Komünistlikle Mücadele Polisi” kurmayı önermişti vakti zamanında. “Demokrasi taassubu, komünizmayı himayeye kadar vardırılamaz. Devlet istediği şahsı durdurup, Komünist olmadığını ispat et diyebilmek vasıta ve salahiyetine sahip olmalıdır” demişti. Gerek kalmadı, iktidar olup bütün devleti “Komünistlikle Mücadele Polisi”ne dönüştürdüler. Özetle, tarihimizdir.  

                                                                    ***

Bir emekli general var. Generalliğinden çok radikal bir İslamcıydı. Bir ara Cumhurbaşkanı’nın Savunma Başdanışmanı ilan edildi, sonra istifa edip ayrıldı. Tartışmalı SADAT adlı şirketin kurucusu ve patronudur. 1944 doğumlu. Liseden sonra 1 yıl İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde zooloji okumuş. 1963-64 döneminde Harbiye’ye girip 1966’da mezun olmuş. Kadrosuzluktan emekliye ayrıldığı 1996 yılına kadar 30 yıl orduda görev yapmış. Görev derken öyle sıradan işlerden söz etmiyoruz; Gayri Nizami Harp kursu görmüş, Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi Başkanlığı, KKTC’de Sivil Savunma Teşkilat Başkanlığı yapmış. Adı geçen kuruluşlar, bizim “kontrgerilla” dediğimiz gizli yapılanmanın açıkta kalan kısımlarıdır. 

SADAT’ı neden kurduğu sorulunca “Mehdi gelsin diye ortamı hazırlıyoruz” diyen bu adam sanıldığı gibi AKP’nin yetiştirmesi değil. O Harbiye’den başında takkesiyle mezun olduğunda daha ortalıkta Erbakan’ın partisi bile yoktu. Kendisini hiç saklamamış, takkesini hep başında tutmuş. Silah arkadaşlarının dediğine göre TSK’da görev yaptığı sürede dini amaçlarına alet eden uygulamalar içinde olmuş, İstanbul Maltepe’deki Tugay Komutanlığı sırasında kışlanın içine dini sokmuş, kendine oradan adam devşirmeye çalışmış, kışla içinde toplu namazlar kıldırmış. Bakın, bütün bunlar “mehdi çağıran” Fethullahçılık peyda olmadan öncedir. Takke kabak gibi göründüğü halde “laik” T.C. ordusu, “birader ne yapıyorsun” dememiş, ilgilenmemiş, görmezden gelmiş, korumuş, generalliğe kadar yükselmesini sağlamış. 

Peki neden ve nasıl olmuş bu? Çünkü İslamcı hareket içinde olduğu gibi ordu içinde de NATO imalatı antikomünizm yürürlüktedir. Komünizm korkusuyla 1946’dan itibaren devlet tarikatlarla barışmış, imam hatiplere ihtiyaç hasıl olmuş ve tabii silahlı kuvvetlerinin kapıları İslamcılığa açılmıştır. Antikomünizm bütün cumhuriyet düşmanlarını devletin doğal ortağı haline getirmiş, meşrulaştırmıştır. Takkeliler yükselişlerini Komünistlere borçludur.

Demem o ki SADAT’a bakıp kaygılanmaya gerek yoktur. Devletin resmi silahlı kuvvetleri ile SADAT arasında ne fark kaldı ki? Başında Adnan Tanrıverdi’nin yetiştirdiği bir “bakan” var. Kendine özel askeri kıyafetler diktirdi 15 Temmuz şeyinden sonra. General mi, bakan mı, ordu imamı mı belli değildir. Yani SADAT’a muhtaç bir durumu yok siyasal iktidarın.

                                                                          ***

Bir vakıf üniversitesi var. SADAT kurucusu Tanrıverdi onun da kurucularından ve eski “mütevelli heyeti” üyesi. Rektörü de SADAT kurucu ortaklarından biri. O da asker kökenli takkelilerinden. Uzun yıllar Gülhane Tıp Akademisi’nde (GATA) albay rütbesi ile görev yapmış, 1994’de emekliye ayrılmış. Kendisine bakılırsa emekliliği eşinin başörtülü olması sebebiyle. Aradan yıllar geçti hala emekli mi edildi yoksa atıldı mı bilemiyoruz.

Toplandılar bir üniversite kurdular. “Üsküdar Üniversitesi” Nevzat Tarhan’ın yönetimindedir ama Tanrıverdi de Üniversitenin yöneticilerinden biriydi. 2011’de dağıtıma çıkardığı laik cumhuriyete karşı anaya taslağını “Adnan Tanrıverdi-Emekli Tuğgeneral, ASDER Onursal Bşk. ve Üsküdar Ün. Mütevelli Üyesi” diye imzalamıştı. Merak edenler baksın, pek paramiliter bir üniversitemizdir. 

Sedat Peker şöyle demişti üniversitenin rektörü için; “Ordudan mecburi emekli edilen Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan’ın uzmanlık alanı psikolojik harptir. Nevzat Tarhan’la çalışmalarınız ne üzerine? Güvenlik şirketiyiz diyorsunuz. Nevzat Tarhan’ın sizin için yaptığı psikolojik harp çalışmalarının sebebi nedir?" Sonra bu sorularını şöyle sürdürdü; “Ülkede korku iklimi yaratmak için silahlanın çağrısını yapmam ortak fikirdi. Oluk, oluk kan dökülme çıkışını yapacağından haberdar değildik diyemezsiniz. O tarihlerin birkaç gün öncesinde yaptığım görüşmelerin HTS kayıtları da ortaya çıkacaktır.” Özetle Peker asma, kesme, oluk oluk kan akıtma içerikli açıklamalarının SADAT ve Nevzat Tarhan odaklı bir psikolojik harp taktiği olduğunu söylüyordu. Mağdur olup kaçmasa, bugün bir “SADAT Peker” vakasıyla karşı karşıya kalmıştık. 

Ne güzel değil mi? Ordudan atılan takkeliler toplanıp bir “eski asker” şirketi ve bir üniversite kurmuş. Bir yandan silah eğitimi verip bir yandan psikolojik harp taktikleri geliştiriyor. Halkı korkutup terör estirsin diye bir ülkücü-tilkici mafya babasını ayarlıyorlar. O da çıkıp ulu orta halkı tehdit ediyor, oluk oluk kan akacak diyor. Tamam SADAT’ı anladık, şimdi dönüp bir de o üniversiteye bakın bakalım ne göreceksiniz?

Nevzat Tarhan, bu rolleri üstlenmeden önce sağın önde gidenlerinden Psikolog Ayhan Songar’ın asistanıydı. Songar aynı zamanda Türk-İslam Sentezinin önemli ideologlarındandı. 12 Eylül darbesinden sonra ikilinin yolları Muazzez İlmiye Çığ ve Kardeşi Turan İtil’in “CIA referanslı” HZİ Vakfı ile kesişti. Cunta yol verdi, Turan İtil ve Ayhan Songar solcu mahkumlar üzerinde ilaç deneyleri yaptı. Tarhan kendisinin bu çalışmalara katıldığına ilişkin iddiaları reddediyor ancak, tabii, “sohbetlerden” hatırladıkları var. Hocası bu deneylerin sonucunu asistanına, “sağcılar salak, solcular psikopat çıktı” diye özetlemişti. Uzatmayayım, uzunu “Bizim sevgili hastalığımız” başlıklı yazıda anlattım. İsteyen oraya bakar. 

                                                                        ***

Söyledim, hatırlatayım; Türkiye’de solcuysanız ömrünüz NATO ve Kontrgerilla ile mücadele içinde geçmiştir. Bilirsiniz, Said-i Nursi gider Fethullah Gülen Gelir, Ayhan Songar gider Nevzat Tarhan yerini doldurur. Turgut Özal gitmeden Tayyip Erdoğan’ı yerine hazırlarlar. Sabri Yirmibeşoğlu’nun Adnan Tanrıverdi’den ne farkı olduğunu sanıyorsunuz? Hepsini antikomünizm şekillendirmiştir. 

İşte siyaseti, işte askeri, işte üniversitesi. Kimse kusura bakmasın, bu çürümüş düzeni tek başına AKP kurmadı. O, çürümüş olanı devraldı, ömrünü uzattı. İçinde kim varsa eski düzenin yetiştirdikleri ve çürüttükleridir. Görüp dehşete kapıldığınız ise bir yürüyen ölüler düzenidir. 

Orhan Gökdemir / SOL